Kürt sorununda hangi eşikteyiz?

31 Ağustos 2012

Yaklaşık bir buçuk ay önce, yine bu köşeden “Kürt sorunu: Hâlâ vakit var mı?” diye sormuştum. O günden bugüne o kadar çok şey yaşandı (Foça saldırısı, Hüseyin Aygün’ün kaçırılması, Şemdinli olayları, BDP’li milletvekillerinin PKK militanlarıyla kucaklaşması, Gaziantep’teki kör terör eylemleri) ve ortalığı öylesine bir karamsarlık sardı ki bu soruyu sormaya bile mecalimiz kalmadı. Bir de buna Suriye’de iyice kızışan ve bizi de içine alan iç savaşı eklediğimizde durumun ne derece vahim ve hayati olduğu ortadadır. Ama “sözün bittiği yer” gibi ucuzluklara itibar etmeden konuşmayı, tartışmayı sürdürmemiz gerekiyor. Çünkü sık sık vurguladığım gibi Türkiye Kürt sorununu çözemezse Kürt sorunu Türkiye’yi çözer.Bu bağlamda bir köşe yazısı ve bir rapordan söz etmek istiyorum. Ali Bayramoğlu dün Yeni Şafak’taki köşesinde Kürt sorunundaki umutsuz tablonun dört ayağını çok iyi formüle etmiş. Özetleyecek olursak:1. AKP hükümetinin “ataerkil siyaset anlayışı”na göre hayata geçirdiği politikaların Kürt siyasi hareketi tarafından tasfiye tehlikesi olarak algılanması ve şiddetle karşılık bulması; bunun sonucunda hükümetin siyasi araçlara inancının azalması ve topyekün güvenlik politikalarına yönelmesi;2. Hükümetin uygulamaya soktuğu güvenlik politikalarının sonuç vermemesi ve sorunu sadece güvenlikçi temelde çözme stratejisinin iflas etmesi;3. Genel olarak Ortadoğu’da, özel olarak Suriye’de yaşananların PKK’nın yayılma ve hareket imkanlarını artırması;4. Kürt siyasi hareketinin tüm unsurlarıyla, siyaset ile şiddeti eşitleyen bir tutum takınması.Bayramoğlu, özetlemeye çalıştığım bu dört saptamadan hareketle şu önemli analizi yapıyor: “Kürt meselesi geldiği nokta itibariyle, sanıldığı ve yapıldığı gibi kolay açıklanabilir ve kolay çözülebilir bir mesele olmaktan çıkmıştır. Sorunun çözümünde geç kalındıkça, etkili siyasi cihazlar devreye girmedikçe, sorun azmakta, biçim değiştirmektedir.”Kürt sorununun yeni halinin “dış politikadan iç politikaya yeni, demokratik, akılcı siyasi araçları üretmeyi kaçınılmaz kıldığını” belirten yazar iktidar partisinin “siyasi paradigmasını gözden geçirme”ye çağrıyor.Bir eşikten diğerineDün Bayramoğlu’nun yazısını okuduktan sonra internet üzerinden bir rapordan haberdar oldum. “Kürt Sorununun Çözüm Mantığını Anlamak: Zorluklar, Zorunluluklar ve İdealler” başlıklı raporu Kırıkkale Üniversitesi’nden Prof. Erol Kurubaş, Ankara Strateji Enstitüsü için hazırlamış. Yazarın, çözüm için “milliyetçiliğin romantik tepkiselliğinden kurtulmak ve akılcılığın sağduyusunu esas alan bir devlet ve toplum aklıyla hareket etmek zorunluluktur. Çözüm, ideolojinin körlüğünde değil, tarafların rasyonalizasyonunda yatmaktadır” tespitine katılmamak mümkün değil. Prof. Kurubaş Kürt sorununda üç eşikten bahsediyor: Kimlik eşiği, güven eşiği ve ayrılma eşiği. Ona göre “kimlik eşiği” çoktan aşıldı, “güven eşiği”ne epey yaklaşıldı ve halen “ayrılma eşiği”nin de çok uzağındayız. Prof. Kurubaş’ın üç eşik kategorileştirmesine fazla itirazım yok ama Türkiye’nin bir süredir onun “güven eşiği” dediği süreçten geçmekte ve dolayısıyla “ayrılma eşiği”ne hızla yaklaşmakta olduğuna inanıyorum.Neyse, bu raporu, Gaziantep’teki terör saldırısının “güvenlikçi politikaların iflası”nı değil de tam tersine haklılığını gösterdiğine bizleri inandırmaya çalışanlara salık verip Prof. Kurubaş’ın bazı çözüm önerileriyle yazımızı noktalayalım:“Devletin demokratikleştirilmesi ve toplumun özgürleştirilmesinin temel alınması,Devletin siyasal birlik ve ülkesel bütünlük açısından “güvenlik ihtiyacı”nın karşılanması,Asimilasyonist zihniyetten vazgeçilerek Kürtlerin ve kimliğini yaşamak isteyen herkesin “kimlik ihtiyacı”nın karşılanması,Kürt milliyetçiliğinin “statü arayışı”nı rasyonalize etmesi ve gerçekçi davranması,Ve nihayet terör ve şiddete son vererek her türlü talep, mücadele ve çözümün siyasal yollarla yürütülmesi.”Görüldüğü gibi daha konuşacak, tartışacak çok şey var.

Devamını Oku

Eksenler altüst olurken

30 Ağustos 2012

Hükümet çevrelerinden son günlerde şu tür yakınmalar duyuyoruz: “Daha düne kadar İran ve Suriye politikalarımız nedeniyle bizi dış politikada ‘eksen kayması’ ile suçlayanlar bugün de yine İran ve Suriye politikalarımız nedeniyle bizi Batılı emperyalistlerin kuyruğuna takılmakla suçluyorlar.”İlk bakışta doğru bir yakınma. Çünkü o cümlede tarif edilen tarzda çok kişi ve çevre var Türkiye’de. Öyle ki sırf hükümeti eleştirmek için yeri geldiğinde “Batıcı”, yeri geldiğindeyse “Doğucu” takılan bu kişi ve çevreler üzerine fazla bir şey söylemek zaman ve enerji kaybı olabilir.Öte yandan biliyoruz ki Türkiye bir yanda iktidar partisi, karşısında da onun kötülüğü için her fırsatı değerlendirmeye çalışan düşmanlarından oluşmuyor. Dolayısıyla AKP çevrelerinin girişter sözünü ettiğimiz kişi ve çevreler hak etmedikleri kadar önem atfetmelerini, dış politikaya yönelik diğer ciddi eleştirilerin üstünü örtme çabası olarak görebiliriz.Amerikancılar niçin memnun?Fazla uzağa gitmeye gerek yok, kendimi örnek vermek istiyorum. AKP hükümetinin, kimi zaman ABD başta olmak üzere Batılı güçlerle ciddi sorunlar yaşamayı göze alarak geliştirmiş olduğu İran ve Suriye politiklarını genel olarak desteklemiş biriyim. Bu yüzden tescilli Amerikancı meslektaşlarımı epey hiddetlendirmiş olduğum da bir vakıadır.İşin garibi düne kadar Tahran ve Şam’la her ne pahasına olursa olsun iyi ilişkiler kurmaya çalışan Ankara’yı, eksen kaymasıyla suçlayan ve başta Washington olmak üzere Batılı merkezlere şikayet eden bu kişiler son zamanlarda hallerinden çok memnunlar. Dün yazılıp söylenmiş olanlarla bugün yazılıp söylenenler ortada. Ama ortada olmayan, yani tam olarak anlayamadığımız (en azından benim kavrayamadığım) bir şey var: Hükümet ne oldu da 180 derecelik bir dönüş yaptı?Bu büyük değişikliği tümüyle Suriye ve İran yönetimlerinin yapıp ettiklerine (veya yapmadıklarına) bağlamak hiç gerçekçi olmayacaktır. Aynı şekilde, ulusalcı çevrelerin pek sevdiği BOP türü açıklamaların da inandırıcı olduğunu düşünmüyorum.Ucuz suçlamalar değil ikna edici açıklamalarÖte yandan yalnız olduğumu hiç sanmıyorum. Hükümetin dış politikada yöneldiği bu son derece riskli strateji değişikliğinin nedenleri ve muhtemel sonuçları konusunda kafası karışık ve kaygılı çok insan var. Üstelik bunların hatırı sayılır bir bölümü normal olarak AKP’ye pozitif bakıyor, hatta bazıları bizzat onun içinde yer alıyor. Dolayısıyla insanların kaygılarını gidermeye yönelik ikna edici açıklamalar yerine eleştiri sahiplerini “Baascı”, “Esadcı” (pardon “Esedci”) gibi ucuz suçlamalarla susturmaya çalışmanın kimsye hayrı olmayacaktır. Unutmamak lazım ki dün AKP tabanının ve hatta tavanının büyük bölümü Irak konusunda Amerikan politikalarından ayrı düştükleri için birileri tarafından “Saddamcı” olarak yaftalanıyordu.

Devamını Oku

Bu görüntüleri çok yerlerden hatırlıyoruz

28 Ağustos 2012

Kameraman Cüneyt Ünal’ın Suriye resmi televizyonunda yayınlanan görüntüleri, hangi ideolojik zemin üzerinde yükselirse yükselsinler, otoriter ve totaliter rejimlerin eninde sonunda aynı olduğunu, birbirlerinden kopya çektiklerini bir kez daha kanıtladı. Ünal’ı internetten, kendisine verilen metni okurken izlediğimde aklıma Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde rejimle ihtilafa düştükleri için toplama kamplarına gönderilen ve mahkemelerde uzun uzun “suçlarını itiraf eden” eski bürokratlar geldi.Yine Ünal’ı izlerken, devrimi birlikte yaptıkları İslamcılar tarafından tasfiye edildikten sonra zindana atılan ve idam edilmemek adına, televizyonda yanlıştan döndüklerini kanıtlamak için dil döken İran Komünist Partisi (Tudeh) yöneticilerini; yine İran’da, İslami rejime savaş açan çocuklarını reddettiklerini televizyonden ilan eden ana-babaları hatırladım.Ünal’ın şiş göz altları, yorgun ve ürkek hali, hazırlanmış metni zorlukla okuması 12 Eylül faşizmi döneminde TRT’ye çıkarılan devrimci ve ülkücüleri de getirdi aklıma. Tabii daha sonra Ertürk Yöndem ve çömezlerinin TRT’de yayınlanan programalarına çıkarılan yakalanmış PKK militanlarını. Ucuz propagandaEsad rejiminin bu insanlık dışı ve çoktan çağdışı kalması gereken bu uygulamasının kurbanının bir kameraman, tanıyan herkesin profesyonelliğine kefil olduğu bir gazeteci olması durumu daha vahim kılıyor. Tek kaygısı mesleğini yapmak olan bir gazeteciyi rehin alıp onu bir teröristmiş gibi göstermeye ve bu yolla propaganda yapmaya çalışmak hiç de akıl kârı bir şey değil.Öte yandan Ünal’ın durumunu Baas yönetimine karşı bir propaganda malzemesi gibi kullanmaya çalışmak da, en azından meslektaşımızın bir an önce, sağ salim evine dönmesini riske atacağı için asla kabullenilemez. Nasıl kitaptan bomba olmazsa kameradan da roketatar filan olmaz. Cüneyt Ünal terörist değil. Kendisini sağ salim aramızda görmek istiyoruz. *****“Lazkiye- Hatay ekseni” Türkiye’de rejimler, hükümetler değişiyor Hürriyet Gazetesi’nin, başı sıkıştığında devlete yardım eli uzatma misyonu değişmiyor. (Tabii vergi cezası krizi nedeniyle kısa bir ara olduğunu biliyoruz.) Tüm Türkiye’nin Hatay’ı ve buradaki Suriyeli mültecilerle bölge halkı arasındaki ilişki ve sorunları; CHP milletvekillerinin Apaydın Kampı’na sokulmamasını tartıştığı bir anda Hürriyet Ankara Temsilcisi Metehan Demir, Hatay Valisi Celalettin Lekesiz ile kampları gezip (Apaydın’ın kapısından dönüp) “Şehir efsanesi” başlıklı bir habere imza attı.Haberin özü ve biçimi üzerine çok şey söylenebilir fakat ben sadece Vali Lekesiz’in uzun bir cümlesine dikkat çekmek istiyorum: “Burada asıl dikkat etmemiz gereken hayati konu, birilerinin hâlâ Lazkiye-Hatay ekseninde başka bir devlet kurmak için Suriye’nin mevcut durumundan da yararlanarak Hatay’ımızın da hassasiyetlerini kaşıyarak, kirli bir planın peşinde olması. ”Suriye’de Baas rejiminin yıkılması halinde, ülkede azınlık durumunda olan Nusayrilerin Lazkiye civarında ayrı bir devlet kurabileceği yolunda değerlendirmeler yapıldığı doğru. Suriye’nin yıllardır Hatay üzerinde hak iddia ettiği de doğru. Ama bu iki doğruyu aritmetik bir şekilde toplayıp “Lazkiye-Hatay ekseninde başka bir devlet” kurmaya yönelik “kirli bir plan”ın ne derece doğru olduğu tartışılır. Dünkü nispeten güçlü Suriye’nin Türkiye’den koparamadığı Hatay’ı, Baasçıların bu perişan halleriyle koparabileceğini düşünmek kolay olmasa gerek. O zaman bu kopma nasıl olacak?Sonuç olarak, Vali Lekesiz’in mültecilere yönelik haksız suçlamaları, karalamaları boşa çıkartma çabalarına diyecek bir şey yok. Fakat kendi vatandaşlarının bir bölümünü zan altında bırakabilecek komplo teorilerini dillendirmesini anlamak mümkün değil.

Devamını Oku

Yeni Hatay sorunumuz: İnsani olanla siyasi olan iç içe geçince

26 Ağustos 2012

Gazetelerde birkaç gündür çıkan röportajlar nurtopu gibi bir “Hatay sorunumuz” olduğunun işaretçisi. Muhabir arkadaşlarımız vatandaşlarla, yetkililerle ve Suriyeli mültecilerle görüştükten sonra hayli sorunlu bir Hatay resmi sunuyorlar bize. “Sorunlu” sıfatını iki ayrı olgu için kullanıyorum: İlki tabii ki mültecilerin gelmesiyle Hatay’daki birçok (ekonomik, kültürel, sosyal ve politik) dengenin ister istemez sarsılıp bozulması ve bunun yol açtığı sıkıntılar; ikinci olarak dünyanın dört bir tarafında değişik dönemlerde yaşandığı gibi, ev sahibi halkların mültecilere genellikle pozitif bakmamasından ve bu bakış açısının ister istemez gazetecilere de yansımasından kaynaklanan sorunlar.Irak’tan göçenler-Suriye’den göçenlerHatay’da yaşananlar doğal olarak Irak’tan iki ayrı seferde ülkemize sığınan Kürtleri ve o göçlerin yol açtığı sert ve sorunları akıllara getiriyor. Bu göçlerden ilkinin nedeni, İran’la savaşını sonlandıran Saddam Hüseyin’in 1988 Mart ayında Kürtlere yönelik büyük bir katliama girişmiş olmasıydı. Bu ilk göç çok kapsamlı değildi ve çoğunluğu da peşmergelerle aileleri oluşturuyordu. Yaklaşık üç yıl sonra 1. Körfez Savaşı vesilesiyle Saddam yine Kürtlere saldırınca ürkütücü ölçüde kalabalık bir mülteci akınına tanık olduk. Her iki olayı zamanında gazeteci olarak yerinde izlemiştim. O günlerde yaşayıp gördüklerimle bugün Hatay hakkında duyup okuduklarımı karşılaştırdığımda birbiriyle epey farklı iki olayın söz konusu olduğunu düşünüyorum. Öncelikle dün Irak’tan gelen Kürtlere bölge hakkı kucağını açmıştı, öyle ki ülkenin batısında bazıları bu kucaklaşmadan ciddi ölçüde rahatsız olmuştu. Bugünse Hatay mozaiğinin önemli bir parçasını oluşturan Nusayri yurttaşların bir bölümümün Suriye’den kaçanlara karşı pek sıcak duygular hissetmediklerini biliyoruz. Çünkü gösterilen onca gayrete rağmen Suriye’deki çatışma büyük ölçüde ve maalesef mezhepler üzerinden seyrediyor.Silah devreye girinceİkinci ve daha önemli farksa, dün Saddam rejimin devrilmesine angaje olmayan Ankara’nın bugün Esad yönetiminin yıkılması için alenen çaba göstermesi ve bu bağlamda Suriye muhalefetine, silahlı kolu da dahil olmak üzere destek vermesidir. Bunun sonucunda dün Irak’tan gelen Kürt mültecileri silahsızlandıran devlet, bugün Suriye söz konusu olduğunda tam tersini yapabiliyor.Hükümetin bu stratejik tercihini şahsen yanlış buluyorum. Bunun ayrı bir tartışma konusu olduğu muhakkak ancak şurası da açık: Siz hem bir ülkeden kaçanlara insani gerekçelerle kapılarınızı açıp hem de topraklarınızı siyasi gerekçelerle aynı ülkedeki rejimi değiştirmenin üslerinden biri haline getirirseniz işler kaçınılmaz olarak karışır. İnsani olanla siyasi olanın bu kadar iç içe geçmesi de esas olarak gayrı insani odakların, örneğimizde eli kanlı Esad rejiminin işine yarar. Örneğin Esad rejimi yanlıları (ve tabii ajanları) kalkar, sizin tamamen insani kaygılarla sivillere sahip çıkmanızı karartmaya, onları birer savaşçı ya da potansiyel savaşçı olarak göstermeye çalışır. Tıpkı sizin Irak’a sığınan kendi Kürt vatandaşlarınıza yapmaya çalıştığınız gibi. El Kaide faktörüSon olarak El Kaide sorununa değinmemiz şart. Malum, Baas rejimi (ve ilginçtir onu destekleyen İran gibi ülkeler de) uluslararası kamuoyunu, Suriye muhalefetinde El Kaide çizgisinin baskın olduğuna, hatta El Kaide’nin fiilen muhalefetin liderliğini yaptığına ikna etmeye çalışıyorlar. Kuşkusuz bunda abartı payı çok yüksek fakat etki ve gücü ne olursa olsun bu uluslarası şebekenin Suriye’de varlık gösterdiği, hatta içlerinde Türkiye vatandaşlarının da bulunduğu kesin. Bu noktada Ankara’nın tavrının son derece önemli olacağına dikkat çekmeliyiz. Eğer hükümet Suriye’deki El Kaide olgusunu önemsemiyorsa hata yapıyor demektir. El Kaide’ye göz yumulması daha büyük hata olur. Bir şekilde El Kaide’ye destek verilmesiyse felaket anlamına gelir. Daha önceki örneklerden ders çıkartmış olan AKP hükümetinin nöyle bir yönelime gireceğine inanmıyorum. Ama Hürriyet gibi gazeteler bile bir şekilde El Kaide övgüsüne yönelince insanın aklı karışıyor doğrusu.

Devamını Oku

Yoksa El Kaide mi yaptı?

23 Ağustos 2012

Gaziantep’teki terör saldırısının doğrudan Suriye’de yaşananlarla ilgili olduğunu düşünenlerin sayısı hayli kabarık. Bunların içinde çoğunluğu, Ankara’nın muhalifleri desteklemesinden rahatsız olan Esad rejiminin doğrudan veya dolaylı olarak (mesela PKK’yı kullanarak) bu saldırıyı gerçekleştirdiğine inanıyor. Azınlıktakilerse ilginç bir şekilde Suriyeli muhalifleri işaret ediyorlar. “Peki Suriye muhalefetinin hangi kanadı?” diye sorduğunuzdaysa hemen “Tabii ki El Kaideci unsurlar” cevabını alıyorsunuz.Burada iki gariplik var. Nispeten önemsiz olanı şu: 11 Eylül 2001 günü ABD’deki, 15 ve 20 Kasım 2003’te İstanbul’daki terör eylemlerinin ardında El Kaide adındaki uluslarötesi şebekenin bulunduğuna, bugün Antep saldırısından El Kaide’yi sorumlu tutanların çoğu inanmamıştı. Onlara göre El Kaide diye bir şebeke yoktu, emperyalist güçlerin bir aldatmacası vb. söz konusuydu.Esas gariplikse “Neden?” sorusuna verdikleri cevaptadır. Bu kişiler Suriyeli muhaliflerin şu şekilde akıl yürüttüğüne inanmamızı bekliyorlar: “AKP hükümeti saldırının ardında Esad’ın olduğunu düşünecek ve bu nedenle Suriye konusuna daha fazla angaje olacak.” Özetlemeye çalışırken bile zorlandığımız bu cevabın fazlasıyla komplo teorisi koktuğu aşikâr. Aslına dönen El KaideEğer bu saldırı bundan beş yıl önce yapılmış olsaydı, hele işin içinde bir ya da birkaç intihar eylemcisi bulunsaydı hiç tereddütsüz failin El Kaide olduğunu söylerdim. Çünkü o tarihlerde El Kaide yöneticileri Türkiye’yi alenen hedef gösteriyordu ve son derece öfkelenmelerine neden olan olaylar Gaziantep’te yaşanmıştı. Ama o günden bugüne çok şey değişti. Kuşkusuz en büyük değişiklik El Kaide’de yaşandı. Özellikle Usame bin Ladin’in öldürülmesinin ardından El Kaide’nin ne durumda olduğu üzerine farklı analizler yapılıyor. Kişisel olarak bu şebekenin 11 Eylül’ün ardından yakaladığı ivmeyi sürdüremediğini; bunun temel nedeninin gerçekleşmesi bir şekilde mümkün hedeflere sahip olmaması olduğunu; kaynak ve güçlerinin çoğunu Irak’a aktararak stratejik bir hata yaptığını ve süreç içerisinde ilk başladığı yıllardaki haline döndüğünü düşünüyorum. El Kaide’nin ilk halinden, Afgan direnişinin ilk yıllarını kastediyorum. Sovyetler Birliği’ne karşı mücahitlerin yanında savaşmak için başta Körfez ülkeleri olmak üzere İslam coğrafyasının farklı bölgelerinden Afganistan’a giden gönüllülere, Pakistan, Amerikan ve Suud istihbarat servisleri kucak açmıştı. Belli bir aşamadan sonra bin Ladin, bu ortak projeyle arasına mesafe koydu, zamanla iyice koptu ve nihayet kendisini var eden yapılara savaş açtı.Dün Irak, bugün SuriyeEl Kaide’nin yıllar sonra tekrar bilerek ya da bilmeyerek bazı “büyük projeler”e eklemlenmesine ilk olarak Irak’ta tanık olduk. El Kaide’nin Irak’ta öncelikle işgalci Amerikalıları hedef aldığı doğru olmakla birlikte en büyük zararı ülke yönetiminde açık bir şekilde ağırlıklarını koyan Şii Araplara verdikleri açıktır. El Kaide’nin mezhep temelli bu stratejisinin, İran’ın bölgede nüfuzunu genişletmesinden çok rahatsız olan Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerinin işine geldiği de ayrı bir gerçektir. Özellikle 2006 Haziran başında Ebu Musab el Zarkavi’nin öldürülmesi ve El Kaide merkezinin onun yerini tam anlamıyla dolduramamasıyla birlikte Irak’taki El Kaideci unsurların dış etkilere daha fazla açık olduklarını düşünüyorum.Uluslararası kamuoyunun fazla ilgisini çekmese de Libya’da Kaddafi rejiminin devrilmesinde El Kaide’nin de etkili olduğunu duyduk. Ama bugün Suriye’de El Kaide ile organik ya da ideolojik olarak bağlantı içindeki kişilerin silahlı muhalefette önemli bir yer tuttuğunu görüyoruz. Bunların ciddi bir bölümü Irak’tan geçmişe benziyor. Ayrıca Suriye’ye, içlerinde Türklerin de bulunduğu yeni gönüllülerin akıyor ve bunların bir kısmının geçiş için ülkemizi kullanıyor olması şaşırtıcı olmayacaktır. Özetle bugün El Kaide’nin Türkiye topraklarında kanlı bir terör eylemi yapması hiç de gerçekçi ve akılcı gözükmüyor. Ama El Kaide ile bağlantılı veya ondan esinlenen kişileri şu ya da bu nedenle desteklemek veya önlerini açmak veya görmezden gelmek de gerçekçi ve akılcı değildir. Çünkü yarın yeni bir Usame bin Ladin çıkıp bugün kendisini palazlandıranların en büyük düşmanı olabilir.

Devamını Oku

Güvenlikçi politikaların iflası olarak Gaziantep saldırısı

22 Ağustos 2012

Uzun süredir, AKP iktidarını sarsabilecek yegane gücün PKK liderliğindeki Kürt hareketi olduğunu, bu nedenle bir dizi iç ve dış odağın PKK’ya yatırım yapmasının şaşırtıcı olmadığını söylüyor ve yazıyorum. Bununla birlikte PKK’yı şu ya da bu gücün basit bir taşeronu olarak görme ve göstermenin de son derece yanlış olduğunu savunuyorum. Çünkü PKK tarihine baktığımızda örgütün Ortadoğu coğrafyasında bunca süre varlığını koruması ve gücünü giderek artırması kendisini kullanmak isteyeyenlerin kuyruğuna takılmayıp tam tersine onları ustaca kullanması sayesinde mümkün olabildi. Bu nedenle son Gaziantep saldırısının ardında Suriye başta olmak üzere bir dizi iç ve dış odak aramaya yönelik analizlerin bir yerden sonra hiçbir değeri kalmıyor. Şöyle ki PKK, kimden ne tür destek ve teşvik alırsa alsın kendi gündemime göre hareket ediyor ve Türkiye’yi sistemli bir şekilde istikrarsızlaştırıyor.Peki PKK ne istiyor? Bunun cevabını basitçe “devlet tarafından tekrar muhatap alınmak” olarak verebiliriz. Yani örgüt İmralı ve Kandil ile yürütülmüş olan müzakerelerin kaldığı yerden tekrar başlatılması için en iyi bildiği yola, teröre başvuruyor. Bu bağlamda, son dönemde PKK tarafından gerçekleştirilen ülkenin dört bir yanındaki birbirinden farklı eylemlerin tümünün aynı amaca yönelik olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Fethullah Hoca’nın mesajıTürkiye’de her PKK eyleminin ardından örgütün birden fazla parçaya bölünmüş olduğunu ileri sürüp “hangi PKK?” diye sormak adeta alışkanlık haline geldi. Halbuki esas sorulması gereken “hangi devlet?” sorusudur. PKK konusunda devlet içinde ne derece keskin görüş ayrılıkları olduğunu zaten biliyorduk, son saldırının ardından buna bir kez daha, son derece net bir şekilde tanık olduk. Örneğin hemen herkes ortada bir “istihbarat zaafı” olduğunda hemfikir ama kimisi burada sorumlu olarak MİT’i, kimisi de Emniyet’i işaret ediyor. Fethullah Gülen’in de yayınlamış olduğu taziye mesajında istihbarat konusuna değinmiş olması bu nedenle şaşırtıcı değil. PKK’nın da devlet içindeki bu keskin görüş ayrılıklarından fazlasıyla haberdar olduğu ve bundan sonsuz bir şekilde yararlandığı muhakkak. Kendi konumumu açıklamam gerekirse, tekrar olacak ama:1) Kürt sorununun Türkiye’de bütün sorunların anası olduğuna;2) Uzun bir süredir Kürt ve PKK sorunlarının iç içe geçtiğine;3) Önceliğin PKK’nın silahsızlandırılmasında olduğuna;4) Bunun da PKK’nın rızası olmadan mümkün olmadığına inanıyorum.Bu nedenle AKP hükümetinin açılım politikalarını destekledim ve Habur’un bir krize dönüşmesine, bu nedenle de açılımın durmasına üzüldüm. Ama siyasi iktidarın yanlıştan dönmesinin mümkün olduğuna inanan biri olarak, güvenlikçi politikaların temel alınmasını hep eleştirdim; örneğin KCK operasyonlarına başından itibaren karşı çıktım.Şimdi birileri gelinen noktadan benim gibi düşünenleri ve tabii ki devlet içindeki “müzakereci” kesimi sorumlu tutmaya çalışıyor. Bense tam tersini düşünüyorum: Gaziantep saldırısı devlette hakim olan güvenlikçi çizginin iflasından başka bir şey değildir. Gerçekten zor bir dönemden geçiyoruz: Bir yandan PKK’nın terörüne kesin ve net bir şekilde karşı çıkıp örgütü silah bırakmaya, diğer yandan devleti, bu sorunun çözümünde barışçıl yöntemleri esas almaya çağırmaktan vazgeçmememiz gerekiyor. Zor ama mümkün.

Devamını Oku

Kim yapmış olursa olsun sorumlu PKK’dır /2

21 Ağustos 2012

Hatırlayan var mıdır: Geçen yıl Mayıs ayının sonlarına doğru bir sabah İstanbul Etiler’de bomba yerleştiirilmiş bir bisiklet havaya uçtu ve biri polis 8 kişi yaralandı; bir kadın gözünü, diğer bir kadın da bacağını bu terör saldırısında kaybetti. O olayın ardından “Kim yapmış olursa olsun sorumlu PKK’dır” başlıklı bir analiz kaleme almıştım. Biraz uzun olacak ama o yazının girişini hatırlatmak istiyorum: Bir yıl önceki manzara“Bu ne acımasız bir kısır döngüdür: Büyükşehirlerden birinin en merkezi yerlerinden birinde ya bir intihar bombacısı kendini havaya uçuruyor, ya birileri zaman ayarlı veya uzaktan kumandalı bomba yerleştiriyor ve olan işinde gücünde, genç-yaşlı, kadın-erkek, kendi halinde sıradan insanlara oluyor. Ve her seferinde tahliller yapmamız bekleniyor. Sorular malum: Kim yaptı? Kim, kime yaptırdı? Neden yaptı? Nasıl yaptı? Kim kârlı çıktı? Bütün bu soruları bir kenara bırakıp önce şu yaşananın adını açık ve net bir şekilde koymamız gerekiyor: Kör terör. Evet, hiçbir şekilde hafifsenemeyecek, mazur görülüp gösterilemeyecek, çünkü doğrudan masum insanları, yani insanlığı hedef alan bir eylemle karşı karşıyayız.Bu girişten sonra sorulara geçebiliriz. Biliyorum yine çok farklı çevrelerden farklı provokasyon teorileri üretiliyor ve üretilecek ama şahsen, daha önceki benzer olaylarda olduğu gibi bundan da birinci derecede PKK’nın sorumlu olduğunu düşünüyorum. İşin arkasında Kürdistan Özgürlük Şahinleri (TAK) gibi bildik veya daha önce adını duymadığımız taşeron bir örgüt çıkabilir. Veya PKK ile bağlantılı olmakla birlikte kendi başlarına hareket ettikleri ileri sürülen bazı militanlar eylemin düzenleyicisi olarak ortaya çıkabilir veya çıkarılabilir. Hatta PKK ile hiçbir şekilde ilişkisi olmayan birileri (iç veya dış bazı odaklar dahil) olayın tezgahçısı çıkabilir...Listeyi uzatabiliriz, ama hiçbir şey fark etmez: Sorumlu PKK’dır. Çünkü birçok kez tekrarladığım gibi, eğer ortada PKK gibi bir örgüt varsa, fazladan bir provokatör aramaya gerek yoktur. Yani eğer Türkiye’yi karıştırmak isteyen iç ve dış odaklar söz konusuysa, ki herhalde öyledir, PKK’nın silahlı varlığı ve hayli yüklü ‘kör terör’ sicili bunların işini epey kolaylaştırmaktadır. ”Yine aynı hüsranO günden bugüne değişen bir şey olmadığı için bugünkü yazım da aynı başlıkla, bir tek “2” ekiyle çıktı. (Umarım ilerki günlerde aynı başlıkla başka yazılar yazmak sorunda kalmam)Şöyle ki, Gaziantep’teki katliamın ardından yine ilk olarak akla PKK geliyor; yine PKK’ya bir şekilde yakın olan kişi ve çevreler başta suskun kalıyor; yine PKK “Bizim ilgimiz yok, biz zaten sivilleri hedef almayız” diye açıklama yapıyor; yine, demin sözünü ettiğimiz kişi ve çevreler bu açıklamanın ardından saldırıyı lanetle kınıyor...Ancak daha önce yaşadığımız birçok örnekte PKK’nın bir süre sonra “yerel birimlerimizin inisiyatifiymiş” şeklinde düzeltmeye gittiğini ya da TAK adındaki PKK uzantısı örgütün saldırıyı “gururla” üstlendiğini gördük. Sıklıkla yaşanan bu tür durumlarda, saldırıları lanetle kınamış ve bunları “provokasyon” diye damgalamış olan kişilerin çok zor durumda kaldıklarını da hatırlıyoruz. Ne var ki önceki tüm örnekleri gönüllü bir şekilde unutup PKK’nın o kuru yalanlamasına sonuna kadar inanmayı tercih edenlerin bu sefer de benzer bir hüsranı yaşamaları kuvvetle muhtemel. Neden PKK sorumlu?Geçtiğimiz günlerde kaleme aldığım “Dört Şemdinli yanlışı” başlıklı yazıda dördüncü yanlışı şöyle ifade etmiştim: “PKK’nın Şemdinli’den sonra nerede ne yapacağı/yapabileceği üzerine fazla kafa yorulmuyor.”Çukurca baskını, Foça’daki saldırı, CHP Milletvekili Hüseyin Aygün’ün kaçırılması gibi olaylar PKK’nın “devrimci halk savaşı” adını verdiği stratejinin Şemdinli’yi tamamlayan örnekleriydi. Eksik kalan belki de tek nokta, daha önce bu türden şiddetin tırmandırılması dönemlerinde hep yaşadığımız gibi, doğrudan sivilleri hedef alan büyük şehirlerdeki “kör terör” eylemleriydi. Doğrudan iç savaşı kışkırtan “kör terör” eylemleri öteden beri PKK’nın en güçlü şantaj malzemesi olmuştur. Ama getirisi kadar, hatta belki de daha fazla götürüsü olabileceği için örgüt bu yönteme pek sık başvurmadı. Başvurduğu zaman da ya TAK gibi taşeronları kullandı ya da gelen tepkilere değerlendirip ona göre bu eylemlere sahip çıktı veya çıkmadı.Tekrar yazımızın başlığına dönecek olursak: Hiç sanmıyorum ama Gaziantep katliamının ardında PKK dışında bir güç, mesela Suriye rejimi veya Türkiye’yi Suriye’ye karşı kışkırtmak isteyen yabancı servisler vs. çıksa bile, PKK bu eylemden, en azından onun psikolojik ve siyasal zeminini hazırlamış olduğu için sorumlu olacaktır. Örgüt bu tür kör terör eylemlerine sahiden karşıysa ve bunların sorumluluğundan tam anlamıyla arınmak istiyorsa şu üç adım kaçınılmazdır:1) Geçmişte yaşanan sivillere yönelik terör eylemlerinin sorumluluğunu kayıtsız şartsız üstlenip inandırıcı bir şekilde özür dilemeli;2) Başta TAK olmak üzere bu tür kirli eylemlerde kullandığı taşeronları lağvetmeli;3) Özellikle bu tür taşeron yapıların kullanımına sunulan büyük kentlerdeki patlayıcılar ya teslim edilmeli ya da imha edilmeli.

Devamını Oku

Hiçbir şey eskisinden farklı olmayacak

16 Ağustos 2012

Salı akşamı PKK’nın kaçırıp 48 saat sonra serbest bıraktığı CHP Dersim Milletvekili Hüseyin Aygün’ü ve onun verdiği serinkanlı mesajları dinleyen birçok kişi “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” deyip barış adına umutlanmıştı. Ama serbest bırakılmasının üzerinden daha 48 saat geçmeden bu temenni yerini “Galiba hiçbir şey eskisinden farklı olmayacak” karamsarlığına bıraktı. Nasıl bırakmasın ki, uçsuz bucaksız bir koalisyon bu kaçırma olayının gerçek sorumlusu olan PKK’yı bir kenara bırakıp vargücüyle Aygün’e yükleniyor.İlginçtir, bu koalisyonun içinde TBMM’de temsil edilen tüm partiler bir şekilde yer alıyorlar. Örneğin ilk günden CHP ile dayanışma içinde hareket eden MHP, verdiği ilk mesajlardan hareketle Aygün’ü, partisini PKK çizgisine taşımakla itham eder oldu. AKP’nin ve hükümetin sorumlu ağızları başından itibaren dikkatli bir tutum takınmaya çalıştı ama bazı milletvekillerinin uydurdukları komplo teorileriyle Aygün’ü PKK ile anlaşmalı hareket etmekle suçlaması tüm iktidar partisine mal edildi.BDP’nin kaçırdığı fırsatBDP’nin kaçırma olayındaki tavrı başlıbaşına ilginç ve trajiktir. Aygün’ün de yakındığı gibi, BDP yönetimi kaçırma olayını açıkça kınama yoluna gitmedi, hatta bunu bir “kaçırma” olarak da görmedi, “Nasıl olsa bir şey olmaz” diyerek olayı hafife almak istedi. Silahlı bir gücün halkın iradesine ipotek koymaya çalışmasını açıkça onaylamasalar da makulleştirmeye çalışan BDP’lilerin bu yolla kendi meşruiyet zeminlerini de tahrip etmiş oldukları açıktır. Öte yandan BDP’ye yakın bazı isimlerin Aygün’ün PKK tarafından rehin alınmasıyla bazı milletvekillerinin cezaevlerinde bulunmasını aynı şeylermiş gibi sunması da anlaşılır gibi değildi.Nihayet, Aygün’ün ilk açıklamalarından son derece mutlu olan BDP’lilerin CHP milletvekilinin daha sonra verdiği söyleşilerde PKK’ya ve kendi partilerine yönelik eleştirilerinden son derece rahatsız olduklarını da gördük.PKK konusuna da kısaca değinelim: 30 yılı aşkın bir tarihe sahip olan örgütte ilk kez yaşanan milletvekili kaçırma gibi iddialı bir eylemin “yerel birimlerin bağımsız inisiyatifi”yle gerçekleştiğine inanmak için fazla saf olmak gerek. Kaldı ki Aygün’ün “halktan gelen şikayetler üzerine” gözaltına alındığına dair örgüt açıklaması ve CHP milletvekilini itibarsızlaştırmaya yönelik örgüt yayınları orta yerde duruyor. PKK’nın bir kez daha, beklenenden fazla olumsuz tepki gelmesi üzerine geri adım atmış olduğu anlaşılıyor.CHP’nin ulusalcılarıSon olarak CHP’ye gelecek olursak, Aygün’e yönelik en ciddi saldırıların kendi partisinden geldiğini söylemek abartılı olmayacaktır. Ana muhalefet partisi içindeki ulusalcılığa yakın isimlerin Aygün’ün kaçırılmasından, daha doğrusu serbest bırakıldıktan sonra yaptığı açıklamalardan son derece mutlu olduklarını görüyoruz. Onun verdiği barış mesajlarının kendi partilerine hakim olmasından son derece ürktükleri belli olan bu kişiler zaten Dersim Katliamı konusundaki çıkışlarından dolayı hiç hazzetmedikleri Aygün’ün ipini çekmek için sanki yarış içindeler. Son kurultayda CHP Parti Meclisi’ne giren Ankara Barosu Başkanı Metin Feyzioğlu’nun, partisinin milletvekiline geçmiş olsun demeyi bile esirgediği zehir zemberek açıklamasını “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin terörü destekleyen devletler nezdindeki caydırıcılığını ortadan kaldıracak boyuta ulaşmış ‘tutuklu subay’ sorununa adil yargılanma hakkı ilkeleri çerçevesinde biran önce son verilmesi zorunludur” diye bitirmiş olması hayli anlamlı.Bazı çevreler tarafından CHP’nin gelecekteki lideri olarak lanse edilen Feyzioğlu’nun durumdan bu şekilde vazife çıkartmış olması, Aygün olayının (ve tabii kendisinin) ana muhalefet partisindeki bitmek bilmez iktidar mücadelelerine çerez edilmek istendiğini düşündürtüyor.Sonuç olarak Türkiye bir kez daha failin değil mağdurun sorgulandığı bir olaya tanık oldu. Yani değişen bir şey yok ve anlaşıldığı kadarıyla değişecek pek bir şey de yok.

Devamını Oku