Üç soruda yeniden MİT krizi

27 Eylül 2012

Başlığa çıkarttığım sözler Başbakan Erdoğan’a ait. Bu cümleyi önceki akşam Kanal 7-Ülke TV ortak canlı yayınında Oslo görüşmeleri bağlamında kurdu. “Hakan Bey” tabii ki MİT Müsteşarı Hakan Fidan. Kastedilen olay Fidan’ın, eski müsteşar Emre Taner ve bazı eski/yeni MİT çalışanları ile birlikte İstanbul’da özel yetkili savcılığa ifade vermeye çağrılması. Başbakan daha önce Çin gezisi dönüşünde uçakta gazetecilere, bu olayın zamanlamasının ilginçliğinin altını “tam da nekahat dönemime denk geldi” diyerek çizmişti. O zaman da Fidan’dan sonra sıranın kendinde olduğunu söylemişti; önceki gün de aynı şeyi yaptı ama nedense onun bu ısrarlı çıkışları ne medyada, ne siyaset dünyasında hak ettiği şekilde değerlendirilip tartışılmadı.KİM?Halbuki sırf bu cümle üzerine saatler sürecek televizyon tartışmaları yapılabilir, sayfalarca yazı kaleme alınabilir. Öncelikle bu cümlenin “gizli özne”sinin kim olduğu sorusuyla işe başlanabilir. Sahiden kim onlar? Erdoğan çoğul bir özneden bahsettiğine göre sadece özel yetkili savcıyı kastediyor olamaz. Sahi neydi savcının adı? Google’a başvurmadan hatırlayan kaç kişi çıkar? Soyadının Şemdinli Savcısı Ferhat Sarıkaya ile aynı olduğunu hatırlıyorum ama adı aklımda kalmamış; internetten Sadrettin olduğunu öğreniyorum. NİÇİN?İkinci soru hiç kuşkusuz “niçin?” olacaktır. Evet, MİT görevlilerinin PKK ile sürdürdükleri görüşmeler nedeniyle soruşturulmak istendiklerini biliyoruz ama savcının (ve tabii ki Erdoğan’ın kimliklerini açıklamadığı “onlar”ın), bir istihbarat servisi için son derece normal olan bu faaliyetlerden niçin rahatsız olduğunu (olduklarını) bilmiyoruz. NASIL?Bir diğer önemli soru “nasıl?” olacaktır? Çünkü MİT görevlilerinin bu görüşmeleri hükümetin siyasi bir kararına bağlı olarak ve yine hükümetin denetiminde sürdürdükleri ortada olduğuna göre özel yetkili olsun ya da olmasın bir savcının böyle bir adımı nasıl atabildiği ciddi bir soru işaretidir. Bunu, bazılarının ileri sürdüğünün aksine bir yargı görevlisinin “kuvvetler ayrılığı” ilkesinden güç alarak yaptığı bağımsız bir hareketten ziyade, yargının yürütme üzerinde bir tür vesayet arayışı olarak görmek mümkündür. En azından “sonra benim üzerime geleceklerdi” diyen Başbakan’ın böyle düşündüğü açıktır. Erdoğan’ın İmralı ve Kandil’le yeniden görüşmelerin başlayabileceğini ilan etmesiyle birlikte Kürt ve PKK sorunlarında yeni bir döneme girmekte olduğumuz kesin. Ama bir önceki fiyaskonun yaşanmasını istemiyorsak bu üç sorunun peşini bırakmamamız gerekiyor. ***** Kemal Burkay’a cevap Bir yazımda kendisine “geniş bir devlet ve medya desteği”verildiğini söylediğim için beni sert bir şekilde eleştiren Kürt siyasetçi Kemal Burkay’ın yollamış olduğu mektubunun önemli bölümlerini dün yorumsuz biçimde yayınladım. Bazı okurların ısrarına rağmen tartışmayı tadında bırakmak istiyorum. Çünkü böylesine bir polemiğin Kürt sorununun çözümüne katkısı olmayacağını düşünüyorum. ***** Bülent Ersoy’a bir kez daha teşekkürlerHabertürk TV’den Sorel Dağıstanlı dün Bülent Ersoy’la başarılı bir söyleşi yaptı. Daha önce “Oğlum olsa askere göndermem” dediği hatırlatılınca Ersoy’un tepkisi şöyle olmuş: “Ne oldu? Soruyorum ne oldu? Beni idam edeceklerdi. Keşke etselerdi. Eğer bir Bülent Ersoy’un ölmesiyle çözülecekse, Türkiye Cumhuriyeti ’nin huzurlu ortamı için feda olsun. Ama nerede? Ben ne dedim. Savaş yok, barış var. Ölüm yerine çözüm. Yanlış mı söyledim?”Ersoy, Dağıstanlı’nın “Oslo görüşmelerine ne diyorsunuz, masaya oturalım mı?” sorusunaysa daha müthiş bir cevabı var: “Çözüm diyorum. Oslo’da olur Rusya’da olur, uzayda olur. Çözüm olsun da nerede olursa olsun. Eğer çözüm olacaksa Oslo’da da olur İzmir’de de, Bursa’da da önemli olan netice. İsterse uzayda olsun.” Kendisine bir kez daha teşekkür etmekten başka yapacak bir şey yok.

Devamını Oku

Kemal Burkay’dan mektup

26 Eylül 2012

Önceki gün çıkan “Kürtler arasında iç savaş ihtimali var mı?” başlıklı yazımda şöyle bir cümle vardı: “Örneğin Kemal Burkay’ın neden devletten (ve medyadan) o kadar geniş destek almasına rağmen kendi siyasi hareketini PKK’ya alternatif hale getiremediğini sorabiliriz.”Kürt siyasetçi Burkay bu cümle üzerine bana uzunca bir mektup yolladı. “Olgunluğuna değer verdiğim, tanıştığım, dost bildiğim bir yazar olarak sizden böyle bir ifade duymak doğrusu beni oldukça şaşırttı ve üzdü” diye başlayan bu mektubun bazı bölümlerini yorumsuz bir şekilde yayınlıyorum:“Siz de biliyorsunuz ki (bir yazınızda belirtmiştiniz) Öcalan daha sahnede yokken ben Türkiye’nin ve Kürdistan’ın sol siyasetinde tanınmış bir kişiydim. Kürdistan Sosyalist partisi de daha PKK kurulmadan önce var olan ve oldukça kitlesel bir parti idi. 1970’li yıllarda Diyarbakır ve Ağrı belediye başkanlıklarını bağımsız adaylarla kazanmıştık.Devlet o yıllarda hızla gelişen, kitleselleşen Kürt siyasi hareketini, bizi ve diğer Kürt örgütlerini engellemek için sahneye PKK’yı sürdü. Bunu bizzat Öcalan kaç kez yazdı, söyledi. ‘PKK’yı kurduk, 3 yıl süreyle ekmeğimizi, silahımızı devlet verdi, korumamızı devlet sağladı. Bizden istedikleri diğer Kürt örgütlerine karşı savaşmaktı ve 3 yıl süreyle ne istedilerse yaptık,’ dedi. (...)Son birkaç yılda, daha yurt dışındayken ve döndükten sonra, Kürt sorununun artık her platformda yaygın biçimde tartışılabildiği bir aşamada ben de yazılı ve görsel medyada görüşlerimi açıklama fırsatı buldum. 32 yıl sürgünde yaşamak zorunda bırakılmış bir şair, yazar ve siyaset adamı olarak bana bu ilgiyi, siz de bazıları gibi çok mu görüyorsunuz? (...)Benim de üyesi olduğum örgütün televizyonu, günlük gazetesi yok. Buna karşılık PKK-BDP kesiminin bana karşı ikide bir karalama kampanyası açan birkaç televizyonu, iki günlük gazetesi var. Türk medyasının ekran ve sayfaları da onların onlarca sözcüsüne açık. Bu medyada onları ‘Kürt siyasi hareketi’, ‘Kürt Özgürlük Hareketi’ sayan, kollayan, bizi ise görmezden gelen, yok sayan, bazen de onların ağzıyla hedefe koyan epeyce dostları var.(...) Ben yurda geldiğimde, Kürt sorununun barışçı çözümüne ve Türkiye’nin demokratikleşmesine katkı sunmak için geldiğimi, ama elimde sihirli bir değnek olmadığını, gerçekçi olduğumu söyledim.(...) Özgürlük mücadelesi veren bir halkın siyasi hareketinde seçenek halkın desteği ile yaratılır, devletin desteği ile değil.Bir Kürt siyasetçi devletten destek aldı mı zaten işi bitmiş demektir, Kürt halkının ona destek vermesini kim bekleyebilir?Ben Kürt halkının özgürlük mücadelesine ömrünü adamış, onurlu bir insanım. Dönüşümde arkadaş, dost ve sevenlerimin gösterdiği ilgi ve desteğin nedeni de işte budur.Ama geldiğimde hükümet mensuplarınca da iyi karşılandım, hava alanında İstanbul Vali Muavini bana hoş geldiniz dedi, sayın bakanlar Egemen Bağış ve Ertuğrul Günay benimle görüşmek istediler ve görüşmemiz sırasında Mem z Zin’in ve Kürtçe Kuran’ın devletçe yapılmış baskısını hediye ettiler. Bu Kürt sorununda değişen tutumun bir göstergesi idi. Bu nedenle malum çevreler beni peşin olarak AK Parti’nin ve devletin adamı ilan ettiler ve bana yönelik bir linç kampanyası başlattılar.Yoksa siz de, Sayın Çakır, devlet desteği diye bunu mu kast ediyorsunuz? Böyle yapmakla söz konusu acımasız kampanyaya malzeme sağladığınızın farkında mısınız?Oysa siz, gelişimin ardından bana yöneltilen bu linç kampanyasına ve tehditlere karşı çıkma tavrını gösteren saygın yazarlardan biriydiniz.Bu haksız suçlamalar, bu itibarsızlaştırma çabaları hâlâ devam ediyor. İşin garibi siz de son yazınızda “geniş devlet desteği” iddianızla istemeyerek de olsa bu cephenin değirmenine su taşıdınız.Deneyimli bildiğim, değer verdiğim bir yazar olarak sizden bu savruk, önü arkası düşünülmeden edilmiş ifadeyi beklemezdim. Tek kelime ile ayıp ettiniz ve beni de bunca iş güç arasında böylesi uzunca, tatsız bir mektup kaleme almaya mecbur bıraktınız.”

Devamını Oku

Demokrasi mi istersiniz yoksa hukuk devleti mi?

26 Eylül 2012

Başlığa bakıp “Böyle soru olur mu? Hukuk devleti olmadan demokrasi, demokrasi olmadan hukuk devleti olur mu?” diye soranlar tabii ki haklıdır. Ama malum burası Türkiye. Ülke olarak öylesine cepheleşmiş durumdayız ki, son Balyoz Davası kararlarının ardından bu sefer “demokrasi yanlıları” ile “hukuk devleti yanlıları” diye ikiye bölündük.“Demokrasi yanlıları”, yargılama safhasında dile getirilen itirazların tümüne kulaklarını tıkayarak davanın içeriğinin önemine dikkat çekmeye çalışıyorlar. Onlara göre askeri bir darbe girişiminin sivil bir mahkemede yargılanması ve 300’ün üzerindeki sanığın en üst limitlerden ceza almaları Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından son derece önemlidir. Yargılama safhasında, dile getirilen hukuki usulsüzlük iddialarının asılsız ve olayın özünü tahrife yönelik olduğunu ileri süren bu kişiler zamanla “Usulsüzlükler olabilir ama abartmaya gerek yok” noktasına geldiler fakat bu usulsüzlüklerin o hedefi (darbelerle mücadeleyi) gölgelediğini kabul etmeye yanaşmıyorlar.Hukuki hatalar zinciriEvet, Balyoz Davası’nda “Olur böyle şeyler” diye geçiştirilemeyecek hukuki hatalar yapıldı. Doğan Akın “30 soruda her yönüyle Balyoz Davası süreci” başlıklı yazısında (http://t24.com.tr/yazi/30-soruda-her-yonuyle-balyoz-davasi-sureci/5655 ) hukuki hatalarda altı noktanın öne çıktığını söylüyor. Yazıdan özetleyerek aktarıyorum:1) Önemli ölçüde imzasız World belgelerine dayanan Balyoz Harekât Planı dokümanlarının gerçeği yansıtıp yansıtmadığı. 2003 syılında hazırlandığı iddia edilen darbe planına, daha sonraki yıllarda kurulmuş bazı şirket , kuruluş ve derneklerin isminin nasıl girdiği sorusu tatmin edici bir yanıt bulamadı. Planın, yazıldığı tarihte piyasaya sürülmemiş Microsoft yazılımlarıyla nasıl düzenlendiği de sorgulanan konular arasında yer aldı. 2) Sanıkların bazı tanıkların dinlenmesi talepleri mahkeme heyetince kabul edilmedi. Örneğin tanık olarak dinlenmesi istenen dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ile dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman mahkemeye çağrılmadı. 3) “Balyoz Harekât Planı”nın hazırlandığı tarihte yurtdışı görevlerde bulunduğunu mahkemeye sundukları belgelerle ispat edilen isimler de tutuklanıp mahkzm edildi.4) Sanıklar lehinde olduğu düşünülen bazı deliller iddianameye yansıtılmayıp uzun süre adli emanete alınarak izole edildi. Bu tasarruf sanıklar heline delillerin toplanmadığı, aksine saklandığı suçlamalarına neden oldu.5) Emir-komuta zincirinde adı geçen bütün askerler cezalandırıldı. 6) Mahkeme heyeti, “delillerin değerlendirilmesi” aşamasını atlayarak mütalaa ve karar aşamasına geçti. “Hukuk devleti yanlıları” olarak adlandırabileceğimiz kişiler tamamen hukuki usulsüzlüklere yoğunlaşarak davanın özünü, yani daha yeni seçimle işbaşına gelmiş bir hükümeti devirmeye yönelik bir darbe girişiminin söz konusu olduğunu bilerek veya bilmeyerek unuttular ve unutturmaya çalıştılar. Onların bu tutumun da Türkiye’nin demokratikleşmesine katkısı olmadığı açıktır.Son dönemde gündeme gelen soruşturmaların çoğu demokrasi açısından hayatidir. Ancak özel yetkili savcılar ve yargıçların, polis ve bazı medya kuruluşlarıyla birlikte bu soruşturmaları evrensel hukuk ilkelerine aykırı yöntemlerle yürütüp sonuçlandırıyor olmaları da hukuk devleti (dolayısıyla demokrasi) açısından son derece tehlikelidir. Örneğin normal olarak birbirleriyle hiçbir ilişkisi bulunmaması gereken Ergenekon-Balyoz, KCK, Şike, Cüppeli Ahmet Hoca gibi davaların soruşturma, kamuoyu oluşturma ve yargılama usülleri bakımından birbirlerinin birer kopyası olması son derece düşündürücüdür.Dün olduğu gibi bugün de yargının, özellikle siyasi savalarda bağımsız ve tarafsız hareket ettiğine inanmıyorum. Yargı bağımsız ve tarafsız olmayınca, ne kadar çok kişi ne kadar ağır cezalara çarptırılırsa çarptırılsın, bu cezaların caydırıcı olmasını, dolayısıyla bu davaların demokrasiye katkı sağlamasını beklemek gerçekçi olmayacaktır.Son söz: Bir hedefin kutsallığı ona ulaşmak için yanlış yollara başvurulmasını meşrulaştırmaz.

Devamını Oku

“Kürtler arası iç savaş” ihtimali var mı?

25 Eylül 2012

Dün Mehmet Ali Birand, Taraf gazetesindeki söyleşide Neşe Düzel’in Kürtler arasında bir iç savaş ihtimali görüp görmediği sorusunu şöyle cevaplamış: “Görüyorum. Acaba bu yönde kışkırtmalar olur mu, bir soru işaretidir tabii. Türk-Kürt savaşından ziyade Kürtler arasında bir savaş olma ihtimali çok daha yüksek.”Türkiye’de Kürt sorunu ve PKK’nın açık açık konuşulup tartışılmasında Birand’ın bir tür öncülük yaptığını söyleyebiliriz. Usta gazeteci, Kürt sorununun en kritik anlarında en beklenmedik (ve dolayısıyla riskli) işlere imza attı, cesur görüşler dile getirdi. İlk bakışta “Kürtler arası iç savaş” analizi de böyle gözüküyor. Ama bana göre değil. Dönüşümü kavramakAnladığım kadarıyla Birand, özellikle açılımın hükümet tarafından durdurulmasından bu yana geçen süreçte Kürtlerde ve onların PKK öncülüğündeki Kürt siyasi hareketiyle ilişkilerinde yaşanan değişim ve dönüşümü tam kavrayamamış.PKK’nın şiddeti sistemli bir şekilde tırmandırmasının bölge halkını ürküttüğü, diğer bir deyişle örgütün “devrimci halk savaşı”na halkı istediği kadar katamadığı doğrudur. Ancak bu doğru tespitten hareketle “Kürtler PKK’dan uzaklaşıyor”, daha da ileri giderek “Kürtler PKK’ya cephe almanın eşiğinde” gibi tespitler yapmak pek isabetli olmayacaktır.Bu konuda yazıp söylenecek çok şey var. Örneğin Kemal Burkay’ın neden devletten (ve medyadan) o kadar geniş destek almasına rağmen kendi siyasi hareketini PKK’ya alternatif hale getiremediğini sorabiliriz. Yine, açılan onca soruşturmaya ve yapılan onca operasyona rağmen yasal Kürt hareketinin belinin bir türlü kırılamaması da bir başka örnektir.Bundan tam bir yıl önce “Şehre inen PKK” (http://rusencakir.com/ Sehre-inen-PKK/1576) başlıklı yazıda örgütün, kırsal alanda güvenlik güçlerine yönelik saldırıları ve büyük şehirlerdeki kör terör eylemlerine ek olarak Güneydoğu’daki kent merkezlerinde polis ve asker başta olmak üzere devlet memurlarına saldırı stratejisi geliştirdiğine dikkat çekmiştim. Bu stratejinin üç temel hedefi var: 1) Bölgede görev yapan devlet memurlarını (ve ailelerini), 1990 sonlarından itibaren kavuştukları görece normal yaşam koşullarından mahrum etmek; 2) Özellikle Kürt açılımının ardından hayli iyileşmiş olan bölge halkıyla devlet arasındaki ilişkileri yeniden bozmak; 3) Kırsal alana ek olarak kent merkezlerini de birer çatışma alanı haline getirmek. Bir yıl sonra örgütün Ovacık, Yüksekova gibi yerlerde aynı kanlı stratejiyi yeniden gündeme soktuğunu görüyoruz, fakat bölge halkının bu acımasız ve kalleşçe cinayetlere tepki gösterdiğine tanık olmuyoruz. Tam tersine kent merkezleri değişik vesilelerle PKK yanlısı kitlesel gösterilere tanık oluyor. Dindar Kürtlerin durumuKürtler arası iç savaş ihtimalini ilk olarak, nisan ayının başında, yine Neşe Düzel’e konuşan AKP eski Diyarbakır Milletvekili Abdurrahman Kurt dile getirmişti. (Diyarbakır il başkanlığından milletvekilliğine geçen ve iktidar partisinde Kürt sorununa en fazla angaje olan isimler arasında yer alan Kurt, belki de esas olarak bu nedenle son genel seçimlerde aday gösterilmedi)Kurt, Düzel’e verdiği söyleşide uzun uzun KCK yapılanmasının Kürtler arasındaki dengeleri altüst ettiğinden yakınmış ve şu uyarıyı yapmıştı: “KCK’nın sürmesi silahlanmayı zorlar. Bu yapı, Kürtleri kendi içinde bir iç savaşa götürür. Bölgede farklı gruplar var. Bir bölümü İslami gruplar. Hizbullah, bunlardan biri. PKK sempatizanı arkadaşları KCK sistemiyle ilgili ben çok uyardım. ‘Toplumun üzerinde bu baskıyı kurmayın. Toplum bir yerden patlar. Nasıl ki siz devletin baskısına karşı bir yerden patladınız, birileri de sizin KCK sistemiyle topluma yaptığınız baskıya karşı patlar’ dedim. Ama dinlemediler. Ve olaylar bu noktaya geldi.”Görüldüğü gibi, Kurt esas olarak “dindar Kürtler”in, özellikle de Hizbullah’ın “Yeter artık!” diyerek PKK’ya karşı çıkmaları ihtimaline vurgu yapıyor. Bunun da gerçekçi bir analiz olduğunu sanmıyorum. Neden böyle düşündüğümü daha önceki bazı yazılarımda ele almıştım (örneğin http://rusencakir.com/Kurtlerin-donusumu/1784veya http://rusencakir.com/Kurt-hareketi-ozune-mi-donuyor/1590 ), bundan sonra da tartışmaya devam ederiz.

Devamını Oku

Bir HAS Parti vardı

20 Eylül 2012

Dün HAS Parti, delegelerinin ezici bir çoğunluğunun oylarıyla kendini fesh etti. Numan Kurtulmuş’un ay sonundaki kongrede iktidar partisinde önemli bir mevkiye geleceği kesin gibi. Belki birkaç kurmayı da AKP yönetimine girer ama siyaseti yine Kurtulmuş ile aynı çatıda sürdürmek isteyen HAS Partililerin çoğu, muhtemelen iktidar partisinde bir tür sıfırdan başlamak durumunda kalacak.Bu olaya nasıl bir ad vermek doğru olur? Herhalde Erdoğan-Kurtulmuş ikilisi “bütünleşme” sözcüğünü tercih ederler, ancak kelimenin gerçek anlamıyla bir bütünleşmeden söz etmek zor. Çünkü ortada eşit bir ilişki yok. Durum, HAS Parti’nin başarısızlığını kabul edip kendini kapatması ve bazı partililerin AKP’ye katılmasından ibaret. Belki bu olayı HAS Parti’nin, o da bir kısmının, AKP tarafından “yutulması” olarak tarif edebiliriz. Burada en önemli husus HAS Parti’nin AKP’ye sadece bazı isimleri taşıyor olması, bu partiyi kısa ömründe dikkat çekici kılan bazı politik görüş ve duruşların transferinin pek söz konusu olmamasıdır. Bunun işaretlerini Numan Kurtulmuş’un AKP ile anlaştıktan sonra yaptığı bazı açıklamalarda görmek mümkün. Yanlış anlaşılma olmasın, Kurtulmuş’un iktidar partisine geçmesinin arifesinde görüş ve duruşlarını değiştirdiğini söylemiyorum. Tam tersine onun yeni dönemde “en sahici” haliyle karşımızda olacağını düşünüyorum.Kurtulmuş’a özel partiNe demek istediğimi izah etmek için HAS Parti’nin kuruluşunu hatırlatmam gerekiyor. Bu parti Saadet Partisi’ndeki yaşlı abilerin ve Erbakan ailesinin gençlerinin Kurtulmuş’un önünü tıkaması ve Necmettin Erbakan’ın da tercihini kendisinin veliahtı olarak görülen Kurtulmuş’tan yana yapmaması üzerine ortaya çıktı. Diğer bir deyişle özünde bir “Numan Kurtulmuş partisi” olarak ortaya çıktı. Fakat parti sadece Milli Görüşçüleri bir araya getirmedi. Mehmet Bekaroğlu gibi “İslami sol” olarak tanımlayabileceğimiz isimlere ek olarak sosyalist soldan ilginç bazı kişiler de bu yeni projede yer aldılar. Sonuçta ortaya SP’den ve tabii ki AKP’den bambaşka bir parti çıktı. HAS Parti’nin kısa sürede dikkat çekici bir performans sergilemesinde Kurtulmuş’un ender rastlanır nezaketinin etkisi kuşkusuz yüksekti. Fakat bu partinin ilgi çeken bazı politikalarının arkasında Kurtulmuş’tan çok, farklı deneyim, birikim ve geçmişlere sahip olan ve bir kısmını yukarıda tarif ettiğimiz birbirinden ilginç kişiler bulunuyordu. Hatta önceki yazılarımda da vurgulamış olduğum gibi, Kurtulmuş özellikle iktidar partisine karşı aşırı temkinli üslubu nedeniyle bu politikaların pratiğe geçmesinde bir tür fren oldu, partinin dinamizm kazanmasının önünü aldı. Dolayısıyla Kurtulmuş’la zamanla ortaya çıkan HAS Parti kimliği arasında bir tür doku uyuşmazlığının ortaya çıkmış olduğunu, onun AKP’de daha kendiyle barışık bir siyasi performans sergileyeceğini söyleyebiliriz.Ortada kalan mirasPeki Kurtulmuş’un bazı arkadaşlarını da yanına alarak AKP’ye katılması, onunla birlikte hareket etmeyen ve artık partisiz kalmış kadroların önünü açar mı? Bu soruyu Bekaroğlu’na yönelttiğimde “Kuşkusuz partinin kapatılması birçok şeyi geciktirecek, ama sadece geciktirecek. Zira kimliklere dayalı siyaset yapmayan bir partiye şiddetle ihtiyaç var. Ya mevcut partilerden bazıları kimlik siyasetinden vazgeçecek ya da kısa vadede olmasa da bu boşluk doldurulacak” cevabını verdi.İyimserlik iyi bir şeydir ancak Bekaroğlu’nun bu yaklaşımını fazla gerçekçi bulmadığımı itiraf etmeliyim. Bana göre kısa ömürlü HAS Parti’nin mirası ortada kalacak ve bugün AKP’ye katılmayı içlerine sindiremeyen partililerin bazıları ilerde “Bir zamanlar bir HAS Parti vardı” diye hayıflanacaklar.

Devamını Oku

CHP bir açılıyor, bir kapanıyor

19 Eylül 2012

24 saat içinde iki bambaşka CHP sahnesine tanık olduk. Birincisinin baş oyuncusu CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’ydu. Yanına kurmaylarını alarak Adnan Menderes’in mezarını ziyaret eden Kılıçdaroğlu, böylelikle “Yeni CHP” iddiasının altını ciddi biçimde doldurmuş oldu. İkinci sahnenin başrolündeyse CHP Genel Başkan Yardımcısı Haluk Koç vardı. Koç zaten uzun bir süredir meraklısının haberdar olduğu Oslo belgelerini ifşa ettiği basın toplantısıyla bir anlamda “Yeni CHP” iddiasının içini boşaltmış oldu. Kılıçdaroğlu’nun önceki günkü ziyaretinin anlam ve önemi üzerinde uzun uzun konuşmaya gerek bile yok. Bu adımın CHP’ye oy mu kazandıracağı yoksa kayıp mı ettireceği üzerine bir dizi spekülasyon yapılabilir ama şu aşamada bunların hiçbir değeri yok. Çünkü Kılıçdaroğlu bu hareketiyle gerçekten tarihi bir ezberi bozmuş oldu ve bunun eninde sonunda özel olarak CHP’nin, genel olarak solun hayrına olduğu açıktır. Ne var ki daha 24 saat geçmeden yardımcısı Koç’un bildik ezberleri tekrarlaması için aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Neden mümkün olmadığını izah etmek için, önce onun dünkü basın toplantısının niçin bir ezber olduğu üzerinde durmamız şart. Normal şartlarda sol iddialı partiler iç çatışmalarda güvenlikçi politikaların esas alınmasına karşı çıkar, çözüm için barışçıl yolları sonuna kadar zorlarlar. Nitekim 1980 ortalarındaki sosyal demokrat partiler büyük ölçüde bu çizgiyi benimsemiş, “Kürt” demenin bile yasak olduğu bir dönemde “Kürt sorunu”nu ülke gündemine, Kürt siyasetçileri de Meclis’e taşımışlardı. Fakat 1990 başlarından itibaren sosyal demokrat hareket sağcılaşma sürecine girdi ve özellikle Kürt sorununda eski çizgisine tamamen zıt bir yola savruldu. Haluk Koç’un dün yaptığı da, merkez sol siyasetin 90 başlarında benimsemiş olduğu sağcı/devletçi/statükocu politikaların tekrarından, ezberinden başka bir şey değildir. AKP ile değil MHP ile yarışıyorKoç muhtemelen, bir süredir duyurduğu Oslo belgelerini açıklamayı dün yapmakla birkaç kuş birden vurduğunu düşünmüştür. PKK’nın saldırılarını tırmandırdığı bir dönemde, üstelik izinden dönen silahsız askerleri acımasızca katlettiği bir günde hükümeti, belgeli bir şekilde, terör örgütünü muhatap almakla suçlamanın kısa vadede siyasi getirisi olabilir ama orta ve uzun vadede CHP’den daha fazlasını götüreceği muhakkaktır. Çünkü bu çıkış ana muhalefet partisini, Kürt sorununun çözümü için çok daha ilerisinde olması gereken AKP’nin hayli gerisine itip MHP ile yarışır bir pozisyona sokmuştur. Şöyle ki, Koç’un basın toplantısının kendisi tarafından gözden geçirilmiş tam metnini (soru-cevaplar dahil) okuduğumda çözümün nasıl olabileceği konusunda kaydadeğer bir cümlesini görmedim. Onun “terör örgütüyle görüşebilirsin, tek bir konuda görüşebilirsin: Tek taraflı silah bıraktırma” sözlerinin ne derece gerçekçi olduğunu tartışmaya bile gerek yok. Gerisi hükümeti ve onun görevlendirdiği MİT Müsteşarı Hakan Fidan başta olmak üzere bürokratları milliyetçi kalabalıklara şikayet etmek. Koç’un ve onu destekleyen CHP’lilerin bu tutumlarıyla, ülkemizde yakında dönemde başlayan ve giderek şiddetlenen “yeni tür iktidar savaşları”nda kimlere yakın düştükleri de malum. (Bu enteresan yakınlaşmayı önümüzdeki günlerde daha sık konuşacağa benzeriz.)Şimdi soru şu: CHP yoluna ileriye doğru mu, yoksa hep arkasına bakarak mı devam edecek? Kürt sorununda çözümsüzlüğe oynamaya devam mı edecek, yoksa çözüm için elinden geleni mi yapacak? Örneğin hükümeti “Neden PKK ve Öcalan’la görüşüyorsun?” diye mi, yoksa “Neden bu görüşmeleri sonuç alıcı bir şekilde geliştirmiyorsun?” diye mi eleştirecek?

Devamını Oku

Erdoğan tüm İslam dünyasının gazını alabilir mi?

17 Eylül 2012

Cumartesi günü “Türkiye sokakları neden sakin?” (http://rusencakir.com/Turkiye-sokaklari-neden-sakin/1823 ) diye sormuştum. Bu yazıda kışkırtıcı film nedeniyle birçok İslam ülkesinde yaşanan şiddetli protestoların Türkiye’de yaşanmamasının ana nedeni olarak AKP iktidarıyla birlikte İslamcılığın ve dolayısıyla İslami hareketin sisteme entegre olmasını göstermiştim. Aynı soru Başbakan Erdoğan’a sorulunca önce konuyla ilgili verdikleri mesajlara dikkat etmiş ve sözlerini şöyle sürdürmüş: “Sizin mesajınız yoksa ne oluyor? O zaman halk sokağa dökülüyor. Son 10 senede aşırılıklar törpülendi. Bir anlamda paratoner gibi olduk, gaz aldık.” İslamcılığın merkeze taşınmasının bundan daha özlü ve çarpıcı bir anlatımı herhalde olamazdı. Neyse. Onun bu sözlerini ABD Başkanı Barack Obama’nın İslam dünyasını yatıştırmak için Erdoğan’a ricada bulunduğu haberiyle birlikte değerlendirdiğimizde, karşımıza bu yazının başlığına çıkardığımız soru çıkıyor: Erdoğan tüm İslam dünyasının gazını alabilir mi?Önce “Neden Türkiye?” ve “Neden Erdoğan?” sorularını ele alalım. 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra tüm dünya, Müslümanların içinden teröre karşı gür, güçlü ve etkili bir sesin çıkmasını bekledi; İslam dünyasının şeytanını hep dışarıda aramayı bırakıp kendisine de bakmasını, sıkı bir özeleştiri, arınma ve yenilenme süreci içine girmesini umdu. Bunu en fazla arzulayanların başında da terörün faturasının kendisine çıkarılmakta olduğunu fark eden “sıradan Müslümanlar” geliyor. Ama böylesine zor bir görevi herkes üstlenemez. Yumruğunu masaya vuramaz, vursa bile diğer Müslümanların ve Müslüman olmayan toplulukların dikkatini ve ilgisini çekemez. Çünkü İslam ülkelerinde meşruiyetini toplumdan alan rejim ve lider pek yok; Mısır, Tunus gibi ülkelerde de rejim değişiklikleri tam olarak rayına oturabilmiş değil. Türkiye ise, Osmanlı’nın mirasçısı olması, laik yapısı, modernliği içselleştirmiş olması ve Batı ile köklü ve yoğun ilişkileri nedeniyle, kim ne derse desin öncülük özelliğine sahip ender ülkelerden biri. Üstelik Türkiye’yi 10 yıldır, İslami hareketten gelen ve bu hareketi sisteme entegre etmeyi başarmış bir kadro tek başına yönetiyor.Sonuç olarak Erdoğan ve dolayısıyla Türkiye İslam dünyasındaki şiddet eğilimlerine karşı, bir medeniyetler savaşının çıkmasını engellemek ve bu yolla Müslümanları, İslam dini ve kültürünü korumak için çok şey yapabilir. Batı ile hesaplaşmak Erdoğan bugüne kadar İslam adına yapıldığı söylenen terör eylemlerine karşı çok açık tavır aldı, bunları tereddütsüz bir şekilde lanetledi ama daha ileriye pek gitmedi.Galiba istese de pek gidemezdi. Çünkü İslam dünyasını ve onun önde gelen isimlerini teröre karşı net duruşa davet eden Batılı odaklar, bu terörün kaynağında kendilerinin dünya Müslümanlarına yüzyıllardır reva gördükleri muamelelerin bulunduğunu kabule yanaşmıyorlar. Diğer bir deyişle kendi günahlarıyla yüzleşmeyip, bunların hesabını ödemeye yanaşmayıp İslam dünyasını sert bir iç hesaplaşmaya davet ediyorlar.Örneğin şu basit soruyu soralım: İslam dünyasının dört bir tarafında yaşanan öfke patlamasını sadece şu pespaye korsan filmle (ve tabii bazı komplo teorileriyle) izah etmek mümkün müdür? Bu insanların, söz konusu film vesilesiyle öteden beri maruz kaldıkları aşağılanma, sömürü ve zulme isyan ettiklerini söylemek daha gerçekçi olmaz mı?Eğer Erdoğan sahiden İslam dünyasının da gazını almaya niyetliyse, “İslamofobi”yi bir nefret suçu olarak kabul ettirmekle işin bitmeyeceğini (ki bu da pek kolay olabileceğe benzemiyor), Batı ile topyekun bir hesaplaşmanın kaçınılmaz olduğunu kabul etmesi gerekiyor. Son bir not: Obama’nın Erdoğan’dan İslam dünyasını yatıştırma talebi, bana nedense Erdoğan’ın Kürt sorunu konusunda Leyla Zana’ya yüklediği misyonu hatırlatıyor. Bunu da bir başka yazıda tartışırız.

Devamını Oku

Türkiye sokakları neden sakin?

15 Eylül 2012

Libya, Mısır, Yemen, Tunus, Sudan başta olmak üzere İslam dünyasını ayağa kaldıran “Müslümanların Masumiyeti” adlı film ülkemizde çok şiddetli protestolara yol açmadı. Saadet Partisi, Mustazaflar hareketi ve bazı sivil toplum kuruluşlarının çok ses getirmeyen bazı eylemlerini saymazsak dün sokaklarımız hayli sakindi. Halbuki özellikle Cuma günleri, mesela bundan 10-15 yıl önce, namaz çıkışlarında sıklıkla İslamcıların protestolarına tanık olurduk.Bu yazıda bu dikkat çekici durumun nedenlerini sorgulamaya çalışacağız ancak öncelikle kişisel görüşümü aktarmak istiyorum: Daha kim ya da kimler tarafından üretildiği belli olmamakla birlikte bu filmin (Yoksa “sözde film” mi demeliyiz?) yegane amacının Müslümanları tahrik etmek ve onların göstereceği tepkilerden yararlanarak Batı dünyasında zaten varolan İslam alerjisini, hatta fobisini artırmak olduğu aşikâr. Hal böyle olunca bu filmi gerekçe göstererek (ya da bahane ederek) şiddete başvuranlar oyuna gelmiş oluyorlar. Dolayısıyla ülkemiz dindarlarının bu senaryonun bir parçası olmaması son derece olumludur. Bununla birlikte, yakın geçmişte benzer olaylarda yaşanmış olan protestoları hatırladığımız çok ciddi bir değişiklik olduğunu fark ediyoruz. Söz konusu değişikliği sadece dindarların zamanla serinkanlı davranmayı öğrenmiş olmaları ile açıklamanın mümkün olduğunu da sanmıyorum. O zaman “ne oldu da bu değişiklik yaşandı?” sorusunun cevabını aramamız gerekiyor. Öncelikle Salman Rüşdi’nin “Şeytan Ayetleri” romanı, Theo van Gogh’un “Teslimiyet” filmi veya Danimarka’da Jyllands Posten gazetesinde yayınlanan karikatürlerle ilgili olarak yaşanan krizlerden farklı bir durumla karşı karşıya olduğumuzu vurgulamalıyız. Bu kez tam bir “korsan” faaliyet söz konusu: Kimin yazdığı, kimin yönettiği, kimin yapımını üstlendiği bile belli olmayan bu filmin herhangi bir sanatsal vs. iddiası da yok. Türkiye’de dindarların bu olguyu daha fazla kaale aldıklarını ve komplolardan uzak durduklarını söyleyebiliriz. Öte yandan protestolar başlar başlamaz işin içine terörün girmiş olması, Amerikan diplomatik temsilciliklerine saldırılması ve ABD’nin Libya Büyükelçisi’nin öldürülmesi de insanların tepkilerini dizginlemelerine ve İslam diniyle şiddetin özdeşleştirilmesine katkıda bulunacak hareketlerden uzak durmalarına yol açmışa benziyor. Bir “devlet projesi” olarak İslamcılıkAncak Türkiye’deki sakinlik daha genel bir olguyla doğrudan ilintili. Salı (http://rusencakir.com/Bir-devlet-projesi-olarak-Turkiyede-Islamcilik/1820) ve Çarşamba günkü (http://rusencakir.com/AKPden-bagimsiz-Islamcilik-kaldi-mi/1821) yazılarımda da dile getirdiğim gibi, Türkiye’de İslamcılığın belli bir süredir bir “devlet projesi” halini aldığına ve AKP’den bağımsız kaydadeğer bir İslamcı hareketin kalmadığına inanıyorum. Yani herhangi bir konudaki İslami itiraz, tepki ve taleplerin eninde sonunda AKP hükümetine ve Başbakan Erdoğan’a endekslenmiş olduğunu, onun onay ve teşviği olmayan İslamcı inisiyatiflerin etkili ve sonuç alıcı olma ihtimali bulunmadığını düşünüyorum.Akla ilk olarak tabii ki Mavi Marmara örneği geliyor. Hükümetin aktif dahli ve desteğinden güç ve meşruiyet alan dindarlar ülkenin dört bir yanında seferber oldular ve bu konu hakkında duyarlılık yarattılar. Somali, Arakan gibi bölgelere yönelik yardım kampanyalarının belli bir ilgi görmesinin gerisinde de esas olarak hükümetin ve Erdoğan ailesinin bu konulara angaje olması vardı. “Amerikancı İslam” mı?Cumhuriyet Gazetesi yazarı Ali Sirmen önceki gün benim “AKP’den bağımsız İslamcılık kaldı mı?” başlıklı yazımdan ilhamla “ABD’den bağımsız İslamcılık kaldı mı?” diye bir yazı kaleme aldı. İlginçtir, Sirmen’le ideolojik olarak çok farklı olan bazı İslamcılar da AKP’nin İslami hareketin önemli bir bölümünü sistemin merkezine taşımasını esas olarak bir “Amerikan projesi” olarak görüyorlar. Açıkçası Türkiye’de İslami hareketin yaşadığı değişiklikleri, geçmişten kalma “Yeşil kuşak”; günümüzün “ılımlı İslam”, Büyük Ortadoğu Projesi ve zamanlarüstü “Amerikancı İslam” gibi kavramlarla anlamaya ve açıklamaya çalışmanın pek işe yarayabileceği kanısında değilim.Şöyle ki Türkiye’nin tarihinde din ile devlet hep iç içe geçmiş, cumhuriyetle birlikte bu gelenekte belli bir kesinti yaşanmıştır. Yeni ulus-devlet inşasında dışlanmış olan dindarların çokpartili hayatla birlikte yeniden sistemin merkezine taşınmaları çok sancılı oldu. Nihayet AKP’nin 10 yıllık iktidarıyla birlikte bu taşınma büyük ölçüde tamamlanmışa benziyor. Dolayısıyla Türkiye gibi büyük bir ülkenin merkezinde yer alan, yani kaybedecek çok şeyleri olan dindarların, son film krizi gibi bazı kritik konularda, kaybedecek pek fazla şeyleri olmayan başka ülkelerin Müslümanlarıyla aynı dalga boyunda hareket etmemeleri son derece doğaldır.

Devamını Oku