Önce Başbakan Erdoğan’ın, bugünkü gazetelerin çoğunun birinci sayfalarında yer alacağını tahmin ettiğim sözlerini hatırlayalım: “Ana dilin öğrenilmesi haktır, bunu okullara getirdik. Ancak ana dilde eğitim diye bir şey yok...”Başbakan’ın ana dil öğrenme ile ana dilde eğitimi birbirinden ayırdığını, birinciye olumlu, ikinciyeyse olumsuz baktığını zaten biliyorduk, dolayısıyla normal şartlarda sözlerinin sürpriz etkisi yaratmaması gerekiyordu. Ancak hiç de normal olmayan bir dönemden geçiyoruz. Nitekim Erdoğan da partisinin kongresinde “Kürt kardeşleri”ne doğrudan seslenip, onları PKK ile aralarında mesafe koymaya ve hep birlikte beyaz bir sayfa açmaya çağırmıştı. Dolayısıyla AKP liderinin, bu kadar kısa süre içinde bu kadar katı bir şekilde ana dilde eğitimi “kıpkırmızı bir çizgi” olarak tarif etmesini “beklenmedik” olarak tanımlamak mümkündür.Stratejik hataErdoğan’ın ana dilde eğitim konusundaki çıkışının aynı zamanda vahim bir stratejik hata olduğunu da söyleyebiliriz. Bu hata PKK liderliğindeki Kürt siyasi hareketiyle Kürtler arasındaki ilişkiyi, bu iki kesimin Kürt sorununa yükledikleri anlamlardaki farklılıkları anlamamak (belki de anlamak istememek) veya tam olarak kavrayamamaktan kaynaklanıyor. Şöyle ki Başbakan’ın dünkü sözlerine bakıldığında “ana dilde eğitim”in PKK tarafından öne çıkartılan, buna karşılık Kürtlerin pek sahiplenmediği bir talep olduğu sanılabilir. Kişisel gözlemlerime göre bu doğru değil. Genel olarak Kürtler, ki bunlara AKP’ye oy veren ve Erdoğan’ı sevenlerin büyük bölümünü de dahil edebiliriz, Kürt sorununu sahiplenmede PKK’nın çok daha ilerisinde pozisyonlar alabiliyorlar. Bu noktada Kürt siyasi hareketinin yönetim kademelerinde sosyalist soldan gelenlerin hâlâ ağırlıkta olmasının ve bu kişilerin “milliyetçi” bir görünüm vermek istememelerinin etkili olduğunu söyleyebiliriz. Aynı şekilde bu tutumun PKK’nın kitleselleşmesi önündeki en büyük engel olduğu da aşikârdır.Buradan hareketle, o meşhur “Kürt sorunu çözülürse PKK sorunu da çözülür mü?” tartışmasına gelecek olursak kendi bakışımı şöyle özetleyebilirim: Kürt sorununun çözümünün PKK sorununun çözümünü beraberinde getireceği kanınsında değilim. Kaldı ki PKK’nın dahil edilmediği bir süreçte Kürt sorununu çözmek de imkansızdır. Bununla birlikte devletin Kürt sorununun çözümü için stratejik adımlar atması, Kürtlerin PKK ile özdeşleşmesini zorlaştırır.Dolayısıyla “ana dilde eğitim” gibi Kürtlerin çoğunun benimsediği bir talebi kesin bir şekilde reddettikten sonra onlara “Örgüte sırtınızı dönün, bize kucağınızı açın” çağrısında bulunmak hiç de gerçekçi olmayacaktır. Tam tersine bu türden çıkışlar PKK’nın elini fazlasıyla güçlendirecektir.Ergeç olacakYakın bir zamana kadar bu ülkede Kürtçe konuşmak bile yasaktı. Önce bu yasak kalktı. Ardından Kürtçeye getirilmiş olan her türden yayın yasağı kalktı. Sonra Kürtçe dil kurslarına izin verildi. Devlet 24 saat Kürtçe televizyon yayınına geçti. Nihayet Kürtçe seçmeli ders oldu. Herbiri yakın zamana kadar birer “hayal” olan bu adımların çoğu AKP iktidarı döneminde atıldı ancak gerek zamanlama, gerek sahiplenme, gerekse halkla ilişkilerde yapılan ciddi hatalar nedeniyle AKP bunların meyvelerini bir türlü tam olarak toplayamadı.Buradan ana dilde eğitim tartışmasına dönecek olursak: Açılımın en heyecanlı günlerinde ki o dönemde bu konu pek de ön planda değildi- üst düzey bir isimle sohbet ederken birden bu konuyu gündeme getirmesini ve “bunu asla kabul edemeyiz” diye ısrar etmesini hatırlıyorum. O anda AKP kadrolarındaki “milliyetçi refleks”i çıplak bir şekilde görmüş ama zamanla aşılabileceğini düşünmüştüm. Erdoğan’ın sözleri iktidar partisinin hâlâ aynı noktada durduğunun kanıtı. Ancak bu “kıpkırmızı çizgi”nin hep böyle kalacağını sanmam, Türkiye ergeç ana dilde eğitimin serbest olacağı bir ülke haline gelecektir.Bakalım bu sefer zamanlama, sahiplenme ve halkla ilişkilerde aynı hatalar tekrarlanacak mı?
TBMM’den tezkerenin geçmesiyle birlikte ülkemizde şöyle bir görüntü ortaya çıktı: Bir yanda savaş karşıtları, karşılarında onları aşağılama, onlara hakaret etme yarışına girenler. İşin garibi, barış yanlılarına saldıranlara sorduğunuzda kesinlikle savaş istemediklerini söylüyorlar.Aslına bakılacak olursa, savaşı istemeyenlerin bunu açıkça ve doğrudan; isteyenlerinse mahçup ve dolaylı bir şekilde ifade etmeleri bile her şeyi açıklamaya yetiyor. Yine de son derece vahim bir süreçten geçtiğimiz için bu konuyu gündemde tutmakta ve tartışmakta yarar var. Madem “savaş” sözcüğünü kullanılmasından hoşlanmıyorlar, bunun yerine “Suriye’ye silahlı müdahale yanlıları” dersek belki ihtiyacımız olan tartışmayı mümkün kılabiliriz. Çünkü biliyoruz ki Akçakale’den sonra sesleri en gür çıkanlar, bu tür tahrikler olmadan önce de Suriye’ye askeri müdahaleyi savunuyorlardı. Evet, sorulara geçecek olursak:1) Suriye’ye askeri müdahalenin farklı yöntemleri var. Örneğin a) Silahlı muhalefetin ağır silahlarla donatılması; b) Silahlı muhalefetin işini kolaylaştırmak için tampon bölge kurulması; c) Stratejik hedeflerin özellikle havadan bombalanması d) Kara birliklerinin, caydırma amaçlı sınırlı düzeyde operasyonları; e) Kara birliklerinin geniş kapsamlı ve uzun süreli operasyonu... Bunlardan hangisini veya hangilerini hangi şartlarda savunuyorsunuz?2) Silahlı müdahaleyi kim yapmalı? Batılı ülkelerin pek hevesli gözükmediği bir ortamda Türkiye’nin tek başına müdahalesini savunur musunuz?3) Bu müdahalenin hedefi ne olmalı? Örneğin sivillerin can güvenliğinin temini sizin için yeterli mi? Yoksa Esad rejiminin tamamen yıkılmasını mı istiyorsunuz? Ankara’nın da ısrar ettiği gibi Esad’ın Faruk Şara gibi “ılımlı” bir Baasçıya yerini bırakması sizi tatmin eder mi?4) Sizce Suriye’nin bölünme ihtimali var mı? Bölünmesi hayırlı mı olur? Muhtemel bir bölünmenin zararlı olduğuna inanıyorsanız bunun önüne geçmek için ne öneriyorsunuz?5) Suriye için nasıl bir düzen hayal ediyorsunuz? Rejim değişikliği halinde yeni iktidar sahiplerinin yılların intikamını almaya kalkmalarının hangi sonuçlara yol açabileceğini düşünüyor musunuz?6) Özlediğiniz Suriye’de Kürtlere nasıl bir yer ve statü öngörüyorsunuz?7) Suriye nedeniyle iyice bozulmaya yüz tutan Türkiye-İran ilişkilerini iyileştirmek için ne yapmayı düşünüyorsunuz?8) Yoksa Suriye’den sonra sıranın İran’da olduğunu mu düşünüyorsunuz (veya umuyorsunuz)?9) Bu köklü altüst oluşlardan Türkiye’nin kârlı çıkacağına nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?Tutum değiştiren İslamcılaraYaklaşık 10 yıl önce Türkiye’nin Irak’ın işgaline dahil olmasına farklı toplumsal kesimlerle birlikte “Savaşa hayır” sloganıyla karşı çıkmış olup bugün Suriye’ye askeri müdahaleyi hararetle savunan bazı İslamcılaraysa birkaç özel soru sormak istiyorum:1) Irak’tan Suriye’ye ne değişti? Saddam ile Esad arasındaki hangi farklar sizi bu tutum değişikliğine sevk etti?2) Suriye’nin aslında bölgede yaşanmakta olan “Şii-Sünni kutuplaşması”nın savaş alanı olduğu yolundaki tezlere nasıl bakıyorsunuz?3) Yakın zamana kadar bu kutuplaşmaya dahil olmamak için gayret gösteren Ankara, sürece bir şekilde aktif bir şekilde dahil olursa bu Türkiye’nin iç dengelerini nasıl etkiler?4) Bugün savaş istemeyenlere “Esadcı” (pardon “Esedci”) damgası yapıştırıyorsunuz. Sahi siz dün Saddamcı mıydınız?
Sizin de çevrenizde 1 Mart 2003 günü TBMM’nin reddettiği Irak tezkeresine canla başla karşı çıkmış, ama 4 Ekim 2012 günü TBMM’nin kabul ettiği tezkereye hiç itiraz etmemiş kişiler vardır? Belki siz de böyle davranmışsınızdır. Peki yaklaşık 10 yılda ne değişti de toplumun bir bölümü (sayıları çok fazla değil ama önemsenmeyecek kadar az da değiller) tezkere karşıtlığından tezkere yanlısı olmaya savruldu?Bu sorunun cevabını bulmak için iki tezkereyi kıyaslamamız şart:Suriye ve Irak: Tek yumurta ikizleri: Saddam Hüseyin de tıpkı Hafız ve Beşar Esad gibi Baas adı verilen seküler, soldan etkilenmiş Arap milliyetçiliğinin taşıyıcısıydı. Yer yer totaliter özellikler gösteren her iki ülkenin otoriter rejimleri esas gücünü sayıca az olan toplumsal kesimlerden (Irak’ta Sünniler, Suriye’de Nusayriler) alıyordu. Kürtlerse Irak’ta Sünni-Şii, Suriye’de Nusayri-Sünni çatışmalarından ayrı olarak kendi mücadelelerini yürütüyorlardı. Saddam Körfez ülkelerinin de teşviğiyle İran’la yıllarca savaşırken, Esad ailesi İslam cumhuriyetinin baş müttefiğiydi.Arap baharının etkisi: Irak krizini ateşleyen 11 Eylül 2001 terör saldırıları oldu. ABD Başkanı Bush, yakın çevresindeki yeni muhafazakâr ekibin teşviğiyle önce Afganistan’ı işgal etti, hemen ardından çoğu asılsız çıkan iddialarla gözünü Irak’a dikti. Kendi işgalinin toplumsal zeminini oluşturmak amacıyla Irak içindeki muhalif hareketleri örgütlemeye çalıştı. Suriye’deyse tam tersi oldu. Önce Arap baharının cazibesine kapılan muhalefet sokağa çıktı, Batı’nın desteğiyse sonradan geldi.Biri global, diğeri bölgesel: Irak krizi başından itibaren tüm yerküreyi ilgilendirirken dünya kamuoyunun Suriye ilgisi hep sınırlı kaldı. Bunda hem geçmişteki acı Irak tecrübesi, hem Arap ülkelerinin peşpeşe altüst olması, yani ilgi odaklarının çoklaşması, hem de Suriye muhalefetinde radikal İslamcıların ağırlıkta olduğu iddiaları etkili oldu. Sonuçta Suriye krizi, Ankara’nın bütün uğraşlarına rağmen bölgeselliği aşıp küresel bir hüviyet kazanamadı.AKP’deki değişim: Irak krizi patlak verdiğinde AKP lideri Erdoğan siyasi yasaklı olduğu için başbakan Abdullah Gül’dü. Erdoğan tezkereye alenen angaje olmuştu ama Gül’ün aynı heyecana sahip olduğunu görmedik. Hatta Hüseyin Çelik, Mehmet Aydın gibi bakanlar açıkça tezekereye karşı çıktılar. Bu çatlak tüm AKP grubuna sirayet edince tezkere Meclis’ten geçemedi. Bugünse AKP içinde herhangi bir tartışmaya tanık olmadık. İktidar partisi oylamada şu ya da bu şekilde fireler vermiş olabilir ama Erdoğan’ın mutlak otoritesine meydan okuma olarak görülebilecek herhangi bir durum söz konusu değil.İslami çevrelerdeki dönüşüm: 1 Mart tezkeresinin reddinde İslamcıların hatırı sayılır bir bölümünün savaş karşıtı gösterilerde yer alması, AKP’li milletvekillerine baskı uygulaması hayli etkili olmuştu. O gün sokaklara dökülen İslamcıların bir bölümü, Suriye krizi başladığı andan itibaren bu ülkeye askeri müdahale yapılması için kamuoyu oluşturmaya çalışıyor. Önemli bir bölümünün kafası karışık, bu tezkereye de net bir şekilde karşı çıkanlar ise ya sessizliği tercih ediyor ya da sesleri duyulmuyor.Savaş isteyenler kim?: Dün tezekere karşıtları kendilerini aynı zamanda savaş karşıtı olarak niteliyorlardı; daha doğrusu savaşa karşı oldukları için tezkereye de karşı olduklarını söylüyorlardı. Bugünse Suriye tezkeresini destekleyenlerin çoğu kendilerinin de aslında savaş karşıtı olduğunda ısrarcı. “Nasıl oluyor da oluyor?” diye sorduğunuzdaysa hızla “Bu savaş değil caydırma tezkeresi” cevabını veriyorlar. Kendilerine “Ya Esad caymazsa?” diye sorduğunuzdaysa tartışma noktalanıyor.
Türkiye öteden beri hem toplumsal, hem siyasal açıdan muhafazakâr bir ülke olmuştur. Bu muhafazakârlığın 11 yıla yaklaşan AKP iktidarı döneminde artıp artmadığı da son dönemde sosyal bilimcilerimizin gözde araştırma konularından biri haline geldi. Son olarak Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Prof. Hakan Yılmaz yönetiminde 6 yıl sonra ikincisi yapılan “Türkiye’de Muhafazakârlık: Aile, Cinsellik, Din” başlıklı araştırmadan ilginç sonuçlar çıktı.Açık Toplum Vakfı ve Boğaziçi Üniversitesi desteğiyle Mart-Nisan 2012 arasında 16 ilde, 18 yaş üstü 1200 örneklem grubuyla gerçekleştirilen proje aslında bize bildiğimiz (ya da bildiğimizi sandığımız) şeyleri söylüyor ancak 6 yıl içinde insanların muhafazakârlıklarının hangi noktalarda artıp, hangi noktalarda gerilediği veya aynı kaldığını görmek sahiden öğretici oluyor.Bu yazıda 6 yıl arayla yapılan iki araştırma arasındaki en çarpıcı fark ve benzerliklerin bazılarını sunmak istiyorum:Ortalara doğru toplaşmaProf. Yılmaz’ın öncelikle muhafazakârlıkta “ılımlılaşma” ve “ana akımlaşma” eğilimi gözlediklerini söylüyor ve bunu şöyle ayrıntılandırıyor:1) Gerek siyasal, gerekse de özel hayata ilişkin muhafazakârlık tutumlarında uç noktalardan ortalara doğru bir toplaşma eğilimi ortaya çıkmış. Yani hem siyaset, hem de özel hayat hakkındaki muhafazakâr tutumlarda, kendini muhafazakâr bulmayanların oranı da, kendini çok muhafazakâr bulanların oranı da azalmış. Buna karşılık, muhafazakârlığını orta seviyede değerlendirenlerin oranı artmış.2) Toplum daha “statükocu” bir tutuma kaymış. Yani toplumsal ve siyasal hayatta değişim isteyenlerin oranı azalmış.3) Özel hayata ilişkin muhafazakârlıktaki ılımlılaşmanın bir göstergesi olarak, aşağıdaki tutum değişiklikleri gerçekleşmiş:a) Dindarlık düzeyinde yıllar içinde bir artış meydana gelmemiş; gelmediği gibi, yüksek dindarlık seviyesinde küçük de olsa bir azalma söz konusu olmuş.b) Dindarlık düzeyi aynı kalırken, ibadetlerini yerine getirmeyenlerden (örneğin, namaz kılmayanlardan, oruç tutmayanlardan, başını örtmeyen kadınlardan) rahatsız olanların oranı azalmış, olmayanların oranı ise artmış. Buna koşut olarak, dinsellik görüntüleri de “normalleşmeye” başlamış; örneğin, kara çarşaf ve şalvar gibi dinsellik görüntülerinden rahatsız olanlar azalmış.c) İbadet edenlerin oranında bir azalma ve ibadetlerin yerine getirilmesinde bir esnekleşme yaşanmış.d) Eşcinseller, evlenmeden birlikte yaşayan çiftler, açık giyinen kadınlar, tek başına yaşayan kadınlar, boşanmış kadınlar, küpe takan erkekler, flört eden gençler gibi modern ve kentsel cinsellik görüntülerinden rahatsız olanlar azalmış.Bireyselleşmenin tırmanışıProf. Yılmaz’ın ikinci gözlemi toplumda “bireyleşme” sürecinin hızlandığı yönünde. Bu bulguyu da şöyle ayrıntılandırıyor:1) Bireyleşmenin derinleştiğinin ve yaygınlaştığının en temel göstergesi olarak, “eşitlik, dayanışma, özgürlük” değerleri arasında “özgürlük” en çok tercih edilen temel değer olarak “eşitlik”in önüne geçmiş. Oysa, bundan altı yıl önce, halkın gözünde, bu üç değer arasında “eşitlik” açık ara birinci gelmişti. “Eşitlik” değerini en çok tercih edilen temel değer olarak seçenlerin oranı yıllar içinde sabit kalmış. Buna karşılık, “özgürlük” diyenlerdeki yükseliş, “dayanışma” yanıtını verenlerin oranındaki ciddi bir düşüşten kaynaklanmış.2) Bireyleşmenin önünde engel olan iki temel muhafazakâr değeri savunanların oranında yıllar içinde bir düşüş meydana gelmiş: birincisi, “insan zayıftır; yanlış yola sapmaması için, başında mutlaka onu doğru yola sevkedecek bir otoritenin bulunması gerekir”; ikincisi ise, “herkes hayatta layık olduğu yerdedir ve haddini aşmamalıdır”.3) Bireyleşmenin bir diğer kanıtı olarak, kişilerin hayattaki seçimlerini kendi isteklerine göre değil de, geleneklere göre yapması gerektiğini savunanlar azalmış.Kadın konusunda pozitif değişimProf. Yılmaz araştırma sonucunda haklara sahip çıkma alanında son altı yılda kayda değer bir iyileşme görülmediği sonucuna vardıklarını belirtiyor ve son önemli tespitlerini şöyle özetliyor: “Kadının toplumsal konumuna ilişkin tutumlarda pozitif bir değişim olurken, ailedeki konumuna ilişkin tutumlarda bir değişim görülmüyor.”Bu bulguyu da 5 noktayla ayrıntılandırıyor:1) İster başı örtülü, ister başı açık olsun, tüm kadınların toplumda kadın oldukları için ezildikleri yönündeki tutumda bir artış olmuş.2) Başörtülü kadınların da erkeklerle hayatın her alanında eşit olduklarına ilişkin tutumda bir artış meydana gelmiş.3) Açık giyinen, çalışan, boşanmış, tek başına yaşayan, nikahsız beraberlik yaşayan kadınlardan duyulan rahatsızlık azalmış.4) Kürtaj, hiç bir koşula bağlı olmaksızın, cevap verenlerin yarısından fazlası tarafından kabul edilirken, işin içine yoksulluk, tecavüz, sağlık gibi faktörler girdiğinde, bu kabul oranı hızla artmış ve sağlık söz konusu olduğunda yüzde 85’e ulaşmış.5) Buna karşılık, kadının ailedeki konumu, evdeki rolü, kocası ve çocuklarına karşı yükümlülüklerine ilişkin tutumlarda bir değişiklik olmamış. Altı yıl önce olduğu gibi, bugün de, ideal kadın “eşit, hamarat ve namuslu” bir kadın olarak tanımlanmış.
2014’teki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar Recep Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül ilişkisini çok konuşacağa benzeriz. An itibariyle bu ilişkiyi değerlendirmek gerekirse önce bazı saptamalar yapmak isabetli olur:1) 2002 Kasım ayında tek başına iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra “AKP’nin alternatifi ancak kendi içinden çıkar” anlayışı genel kabul görür oldu.2) Abdüllatif Şener istisnası (ki o da başarısız oldu) dışında, geçen onca süre içinde AKP’de ciddi ayrılıklar, iç çatışmalar, kopmalar yaşanmadı; tam tersine son HAS Parti örneğinde görüldüğü gibi katılımlar oldu.3) Gül’ün cumhurbaşkanı olmasından sonra partinin mutlak hakimi olan Erdoğan’ın bir siyasi lider olarak her geçen gün güçlenmesinden rahatsız olan kesimler arasında Köşk’ü umut olarak görenlerin sayısı da her geçen gün artmaya başladı (Bunların büyük bir kısmının Gül’ün Çankaya’ya çıkmasına şiddetle karşı çıkmış olması da trajikomik bir durumdur)4) Belli bir aşamadan sonra Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan arasında zaten var olan kişilik ve üslup farkları, Gül’ün partilerüstü konumu nedeniyle daha fazla dikkat çeker oldu.5) AKP’nin cumhurbaşkanının görev süresiyle ilgili yaptığı yasal düzenleme, yani kendisine ikinci kez aday olma hakkı verilmemesi Gül’ü rahatsız etti; Anayasa Mahkemesi’nin bu hakkı kendisine tanımasına iktidar partisinin üst düzey yöneticilerinin üst perdeden itiraz etmesiyse bu rahatsızlığı kızgınlığa dönüştürdü.6) Cumhurbaşkanı Sözcüsü Ahmet Sever’in bize verdiği söyleşiyle tüm kamuoyu Gül’ün rahatsızlığından haberdar oldu. Bu söyleşi Gül’ün kendi kaderini kendisinin belirleyeceğinin de ilanı oldu.7) Gül’ün bu dolaylı çıkışı, AKP’ye verdikleri destekle bilinen bazı çevrelerin hükümet ve Erdoğan’a eleştiriler yöneltmeleriyle çakışınca işler karıştı. Gül’ün bu çevrelerle eşgüdüm içinde hareket ettiği gibi bir görünüm ortaya çıktı.8) Erdoğan’ın pazar günkü Kongre, Gül’ün pazartesi günkü TBMM açılış konuşmaları bu ikili arasında bazı temel konularda önemli farklılıklar olduğunu bir kez daha gösterdi.Acil mutabakat ihtiyacıSaptamaları burada keselim ve şu soruyu tekrar soralım: Gül ile Erdoğan farklılığından bir çatışma çıkar mı?Cevabım “kesinlikle hayır” olacaktır. Bu cevaba rağmen cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça ikili arasındaki farklılıkların özellikle Gül tarafından daha fazla ön plana çıkartılmasının kuvvetle muhtemel olduğunu düşünüyorum.Gül başarılı bir cumhurbaşkanı olduğunu düşünüyor. Bu nedenle ikinci kez aday olmak istemesi son derece normaldir. Ancak Erdoğan Köşk’e çıkmakta kararlı davranırsa adaylıkta ısrar etmeyecektir. Ne var ki Köşk’ten sonra ne yapacağına AKP (daha doğrusu Erdoğan’ın) değil kendisi karar verecektir.Dolayısıyla Gül-Erdoğan ikilisinin kimin hangi görevi üstleneceği konusunda bir mutabakata varmaları gerekiyor. Eğer bu mutabakat gerçekleşirse, ki an itibariyle bunun olmadığı anlaşılıyor, birbirleriyle yarışıyor görüntüsü vermeleri de sona erecektir.Gerçek ve hayalAKP iktidarından ve özel olarak Erdoğan’dan hoşlanmayan pek çok iç ve dış çevre ile odağın Gül’e bir tür “muhalefet lideri” misyonu yüklemek istediği açık. Her iki siyasi şahsiyeti de yıllardır tanıyan bir gazeteci olarak, Erdoğan’ı dengeleyen bir Gül’ün mümkün, ama ona rakip bir Gül’ünse hayal olduğunu söyleyebilirim.Bu noktada daha önce yazdığım satırları tekrarlamak istiyorum: Gül ile Erdoğan birbirlerini tamamlayan iki isimdir. Birbirlerinin eksilerini ve fazlalarını bilerek kardeşlik ruhu içinde yıllardır birlikte hareket ettiler. Kritik anlarda aralarındaki sorun ve çelişkileri geri plana itip ortak hareket etmeyi bildiler. Muhtemelen bundan sonra da böyle olacaktır. Üçüncü şahıslara sırtlarını verip birbirleriyle mücadele etmeleri söz konusu olmaz. Eğer aralarında bir mücadele olursa bunun kazananı olmaz, ikisi de kaybeder.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün dünkü konuşmasında hükümete ve Başbakan Erdoğan’a eleştiri olarak nitelenebilecek 5 ayrı değerlendirme vardı:1) Tutuklu milletvekilleri: Gül “Seçildikleri halde bu yasama yılında da Meclis’te olamayan milletvekillerinin bu tablo içinde bir noksanlık oluşturduğunu belirtmek isterim. Seçimlere yasal olarak katılmış, halkın oyunu almış, milletvekili sıfatını taşımaya hak kazanmış herkesin, haklarında kesin yargı kararları ortaya çıkana kadar yasama faaliyetine katılması gerektiğini düşünüyorum” diyerek tutuklu BDP, CHP ve MHP milletvekillerinin serbest bırakılmasından yana olduğunu ilk kez bu kadar açık bir şekilde dile getirdi. Başbakan Erdoğan, Gül ile farklı düşündüğünü ama polemiğe girmek istemediğini söylerken CHP Lideri Kılıçdaroğlu da Cumhurbaşkanı’nı övdü.2) BDP’lilerin dokunulmazlıkları: Her ne kadar açık bir şekilde ifade etmese de Gül’ün “Meclis kompozisyonunda meydana gelebilecek her türlü noksanlık, geçmişte yapılanları tekrar etmekten ve çok ihtiyacımız olan çözümleri daha da ötelemekten başka bir işe yaramayacaktır” demiş olmasından, BDP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve bir şekilde Meclis dışı kalması ihtimalinden kaygılandığı sonucunu çıkarıyorum ki bu da hükümetin pozisyonunun zıddı.3) AB ısrarı: Önceki gün AKP Kongresi’nde Başbakan Erdoğan’ın yüzü daha çok Doğu’ya dönüktü, Gül ise dün Türkiye’nin Batılılaşma perspektifini ihmal etmedi. Meclis’in yeniden AB uyum yasalarına ve reformlarına öncelik vermesini istedi.4) Başkanlık sistemine mesafe: Gül doğrudan telaffuz etmese de “Yeni anayasa yapım sürecinde, pekçok meselenin ve alternatif anayasal sistemlerin gündeme getirilmesi, bu sistemlerin olumlu ve olumsuz yanlarının irdelenmesi sağlıklı bir tartışmadır. Bu sistemlerin dünyada başarıyla uygulandığı örnekler bulunduğu gibi, ciddi sıkıntılara yol açtığı örnekler de mevcuttur. Önemli olan dünyadaki mevcut örnekleri de dikkate alarak, meseleyi kendi bütünlüğü içinde, tüm veçheleriyle tartışmaktır” diyerek Erdoğan’ın savunduğu başkanlık sistemine mesafeli baktığını bir kez daha ifade etmiş oldu.5) Basın özgürlüğü hassasiyeti: Gül’ün dünkü konuşmasının en cal alıcı bölümü basın ve ifade özgürlüğü üzerine söyledikleriydi. Onun “Bir ülkede yazarların, düşünürlerin ve fikir adamlarının görüşlerini korkusuzca paylaşabilmeleri, o ülkeye itibar kazandırır. Aynı şekilde, gazeteciler, haberciler ve bir bütün olarak medya mensuplarının halkı haberdar etme görevlerini yerine getirirken hiçbir engelle karşılaşmamaları da temel esastır” demesinden bir gün önce bazı gazetelerin AKP kongresine sırf muhalif oldukları için alınmaması anlamlı bir tesadüf oldu. Ayrıca “Hiç kimse fikirleri ve fikirlerini medya yoluyla açıklaması yüzünden hapse düşmemelidir. Şiddeti teşvik eden ile görüş açıklayan arasında kesin bir ayrım gözetilmelidir” diyen Gül’ün de gazeteci tutuklamalarını “Bazı kitaplar bombadan daha tehlikelidir” diye meşrulaştırmaya çalışan Başbakan’la çok farklı düşündüğü açıktır.Kavga çıkar mı?Gül’ün tutuklu milletvekilleri ve basın özgürlüğü, kısmen de BDP’lilerin dokunulmazlıkları konusunda sadece hükümetle değil, bir süredir onunla bir iktidar mücadelesi yürüten Gülen hareketiyle de ayrı düşmüş olduğunun özel olarak altını çizelim ve bazılarının yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle daha da netleşen Gül ile Erdoğan farklılığından bir çatışma çıkma beklentisi içinde olmalarının gerçekçi olup olmadığını tartışmayı yarına erteleyelim.Erteleyelim diyorum ama kişisel görüşümü bugünden özetlememde bir sakınca yok: Gül ile Erdoğan arasındaki farklılıklar dün de vardı, bugün de var, yarın da olacak. Ama bu farklılıklar tek başına bu ikilinin çatışacağı anlamına gelmez.
Milli Görüş hareketinin 20 yılda nerden nereye geldiğini anlamak için 1993’teki Refah Partisi 4. Olağan Kongresi ile dünkü AKP 4. Olağan Kongresi karşılaştırmak yeterli olabilir. 20 yıl önceki kongreye, parti yöneticilerinin onca çabasına rağmen bir avuç gazeteciydik, zaten ertesi gün gazetelerde de kongre çok az yer bulabildi. Zira her ne kadar bir yıl sonraki yerel seçimlerde İstanbul ve Ankara başta olmak üzere büyük patlama yapacak olsa da RP medyanın gözünde istenmeyen, yasaklı bir partiydi.Dünkü AKP kongresiyse tam tersine gazeteci kaynıyordu. Birçok tv kanalı tarafından saatlerce canlı yayınlanan kongrenin akıllarda kalacak olan yönüyse Cumhuriyet başta olmak üzere bazı muhalif gazetelere akreditasyon yasağı getirilmesiydi. Siyaset hayatları boyunca yasakların mağduru olmuş, bu nedenle AKP’yi kurarken her vesileyle “bizim iktidarımızda yasaklamak yasak olacak” diyen bir kadronun sonunda basın özgürlüğünü alenen ihlal etmesi son derece hazindir. İlginç olan dün kongrede konuştuğum AKP’lilerin ve kendilerini iktidar partisine yakın konumlandıran gazetecilerin hiçbiri bu yasağı savunmamasıdır. Büyük çaplı yenilenmeDünkü kongrede AKP lideri Erdoğan’ın yapacağı konuşmaya yönelik beklenti çıtası hayli yüksekti. “Konuşmanın 7 ayağı” başlıklı analizimizde bu beklentinin aslında gerçekçi olmadığını ve yerine gelmemesine şaşırmamak gerektiğini yazdım. Bir diğer merak konusuysa yeni MKYK listesiydi. Kimileri çok köklü bir değişim beklerken, kimileri de Erdoğan’ın varolan yapıyı fazla bozmayacağına inanıyordu. AKP lideri de konuşmasında “omurgayı koruyup yeni hücreler katacağız” diyerek beklentileri belli bir noktada tutmaya çalıştı. Öyle ki liste açıklanana kadar genel eğilim yüzde 15 civarında bir değişikliğin olacağı yolundaydı.Ama öyle olmadı, benim hesaplarıma göre MKYK’da yüzde 40’lık bir değişim yaşandı. İsimleri tanımayan birisi parti yönetiminin nerdeyse yarıya yakınının değişmesini bir “omurga değişikliği” olarak algılayabilir. Fakat baktığımızda listeden çıkarılanlarla listeye katılanlar arasında öz itibariyle pek bir fark olmadığını görüyoruz. Öyle ki listeye alınmayanlar arasında Ayşe Böhürler, İdris Naim Şahin, Mahir Ünal dışında “yüksek profilli” fazla isim yok.Buna karşılık yeni transferler Numan Kurtulmuş, Osman Can, Süleyman Soylu’ya ek olarak zaten AKP içinde politika yapan Mehmet Ali Şahin, Bekir Bozdağ, Fatma Şahin, Sadullah Ergin, Mehmet Şimşek, Mevlüt Çavuşoğlu, Mustafa Şentop ve Menderes Türel’e ek olarak AKP’ye yakın duruşlara sahip olan MÜSİAD eski Başkanı Ömer Bolat, Prof. YasinAktay gibi isimleri yönetime taşıyan Erdoğan’ın bir öncekine kıyasla çok daha güçlü ve iddialı bir kadro kurduğu kesin.Bu noktada bir not: Yeni MKYK’da Kurtulmuş’a yakın isimlerden eski Devlet Bakanı Ahmet Demircan, genç bir avukat olan Abdülhamit Gül de girdi. Yine HAS Parti kontenjanından Emel Topçu, Nazım Maviş, Remzi Çakır, Veli Tolu, Mustafa Aklayış da yedek listede yer aldı.Sadıklar ve layıklarSonuç olarak, tepeden tırnağa olmasa da çok geniş kapsamlı bir yenilenmeyle karşı karşıyayız. Erdoğan bunu yaparken pek risk almamışa, zaten öteden beri tanıdığı, güvendiği insanlara başvurmuşa benziyor.Çünkü bir süre sonra Köşk’e çıkmayı ama partisini oradan kontrol etmeyi planlıyor. Bunun için hem liyakat, hem sadakata aynı ölçüde önem veriyor. Sonuç olarak Erdoğan’ın en ideal sadakat+liyakat listelerinden birini kotarmış olduğunu söyleyebiliriz.Konuşmanın 7 ayağı!Erdoğan, genel başkan olarak katıldığı son AKP kongresi’nde süre olarak beklendiği gibi uzun ama içerik olarak beklentilerin altında bir konuşma yaptı. Yaklaşık 2.5 saat süren bu konuşmaya ne “balkon konuşması” demek, ne de onu bir “manifesto” olarak nitelemek mümkün. Bununla birlikte, sadece Erdoğan’ın yoktan var ettiği partisine veda ederken yaptığı 61 sayfalık konuşmanın tarihi bir öneme sahip olduğu muhakkaktır. Bu konuşmaya eleştirel bir gözle baktığımızda 7 temel izlek karşımıza çıkıyor:1- Maneviyatçı ve milliyetçi söylem: Açılışı Sezai Karakoç’la yapıp Necip Fazıl Kısakürek ve Arif Nihat Asya şiirleriyle devam eden Erdoğan İstanbul’un Fethi’nden çok 1071’deki Malazgirt Zaferi’ne uzun uzun atıfta bulundu. Onun maneviyatçılık vurgusunda Necmettin Erbakan’ın bile ilerisine gitmiş olması ilginçti. Nitekim konuşmanın ilk bölümü “Milli Görüş gömleğini yeniden mi giyiyor” yorumlarına sebep oldu.2- Çoğulculuk vurgusu: Erdoğan’ın salondaki ve dışardaki partilileri duygulandıran ve coşturan milli-manevi söylemin hemen ardından farklı yaşam tarz ve tercihlerine hep saygılı olduklarını, oyların yüzde 99’ını alsalar bile saygılı olmayı sürdüreceklerini ifade etmesi çarpıcıydı.3- Demokratikleşme iddiası: Erdoğan Atatürk-Menderes-Özal-Erbakan’dan oluşan bir hat çizdi ve AKP’yi de buraya yerleştirdi. Daha önceki konuşmalarında hep yaptığı gibi devlet içindeki çetelere karşı mücadelelerinin altını çizdi ve çok iddialı bir laf etti: “Artık darbeler dönemi kapanmıştır!”4- Kürtlere beyaz sayfa açma çağrısı: ErdoğanÓn konuşmasında en çok Kürt sorunu konusunda vereceği mesajlar, örneğin yeni bir Oslo süreci hakkında söyleyecekleri merak ediliyordu. Ancak o siyaseten kendini bağlayacak hiçbir şey söylemedi, Kürtlerin zihinleri yerine kalplerine hitap etmeyi tercih etti. “Yeni bir sayfa açmak ve bunu Kürt kardeşlerimizle birlikte doldurmak istiyoruz” diyen Erdoğan’ın çağrısı çok net: “Kürt kardeşlerim ‘yeter artık’ diyerek teröre karşı cesaretle seslerini yükseltmeliler.” Bu çağrının ne derece gerçekçi olduğu tartışılır ama konuşmasının başında Erbil’e, Süleymaniye’ye selam vermesi; Mesut Barzani’ye kürsü sunması (Kürt lider konuşmasını tabii ki Kürtçe yaptı) gibi sembolik adımların belli bir karşılığı olsa gerek.5- İslam alemi hassasiyeti: Erdoğan başta Suriye ve Filistin olmak üzere İslam dünyasındaki sorunlara da değindi ama onun söylediklerinden çok Mısır Devlet Başkanı Muhammed Mursi, Tunus Nahda hareketi lideri ve herhangi bir unvanı olmasa da yeni rejimin gerçek bir numarası Raşid el Gannuşi ve HAMAS lideri Halid Meşal gibi isimlerin söz almaları ve son derece açık, doğrudan mesajlar vermeleri anlamlıydı.6- Hizmetler: AKP lideri hemen hemen tüm konuşmalarının sonlarına doğru uzun uzun yaptıkları hizmetleri, bol miktarda rakam vererek anlatır. Bu sefer de öyle oldu.7- Vedalaşma: Dünkü kongreyi “AKP’de post-Erdoğan dönemin startı” olarak nitelemiştik nitekim Erdoğan konuşmasının sonunda partililere veda edip onlara haklarını helal etti ve onlardan da helallik talep etti. Kendisinden sonra partiye nifak sokmak isteyecekler olabileceği uyarısında bulunan Erdoğan’ın şu sözleri çarpıcıydı: “Allah ömür verirse, bu can bu bedende olursa, inşallah farklı göregler, farklı unvanlar altında, yine bir olacağız, yine beraber olacağız, yine partimizin, yine milletimizin hizmetinde olacağız.”Bu uzun cümlenin Erdoğan’ın hem Köşk’e çıkma, hem de partili cumhurbaşkanı olma arzu ve kararlılığının dışavurumu olarak görüyorum.
BEŞ SORUDA AKP KONGRESİAKP’yi 2013, 2014 ve 2015’te yerel, Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlere taşıyacak olan kadrolar yarın yapılacak kongrede belirlenecek. Yazarımız Ruşen Çakır AKP’ 4’üncü Olağan Büyük Kongresi’ni beş soru etrafında değerlendiriyor.1- Milli Görüş hareketinde kongreler neden hep öne çıkar?Kongreler öteden beri Milli Görüş hareketi için çok önemli anlar olmuştur. Çünkü bu hareketin en büyük iddiası örgütlenme alanındadır ve örgütlenmedeki maharet ve ustalık dosta düşmana en iyi kongrelerde gösterilir. Gazeteci olarak Milli Görüş partilerinin kongrelerini yerinde izlemeye çalıştım: Refah Partisi’nin üçüncüsünden başlayarak tüm kongrelerine gittim; Fazilet Partisi ve AKP’nin de hiçbir kongresini kaçırmadım. (Her ne kadar “gömlek çıkarma”dan söz edilse de AKP’yi, bir şekilde Milli Görüş’ün devamı olarak gördüğümü daha önce yazmıştım.)RP kongrelerinde her şey önceden belli olduğu için heyecanlı pek bir şey olmazdı. Belki tek istisna 13 Ekim 1996’da yapılan beşinci ve son kongrede Necmettin Erbakan’ın yaptığı ve sisteme entegre olabileceğinin işaretlerini verdiği uzun konuşmadır. Ne var ki 28 Şubatçılar Erbakan’ın uzattığı eli sıkmak yerine tabiri caizse kırmayı tercih ettiler ama orta vadede kazanan Erbakan (ve onun öğrencileri), kaybedense post-modern darbeci generaller ve onların destekçileri oldu.Milli Görüş hareketi tarihindeki en kritik kongre 14 Mayıs 2000 günü gerçekleşti. O gün yapılan Fazilet Partisi’nin birinci ve sonuncu kongresinde Abdullah Gül, Erbakan’ın desteklediği genel başkan Recai Kutan’a karşı yenilikçi kanadın adayı olarak çıktı. Gül 521, Kutan ise 633 oy aldı.AKP kongreleri de esas olarak RP dönemini çağrıştırır: Genel başkanlık için birden fazla aday çıkmaz, yönetim için listeler yarışmaz. Hal böyle olunca kongrenin organizasyonu, liderin yönetime kimleri uygun gördüğü ve yapacağı konuşma merak uyandırır.2- Bu kongre özel olarak neden önemli?Ancak yarınki kongre birçok açıdan hem AKP, hem de bu parti ülkenin kaderine damgasını vurduğu için tüm Türkiye için fazladan önem taşıyor. Öncelikle bu, genel başkan olarak Erdoğan’ın son kongresi. Cumhurbaşkanlığı için 2014’te aday olması beklenen Erdoğan, Köşk’e çıksa bile partisi üzerindeki kontrolünü kaybetmek istemeyecektir. Bu nedenle 4. Kongre’yi “AKP’de post-Erdoğan dönemine geçişin startı” olarak niteleyebiliriz.Bu kongrede şekillenecek olan yeni yönetimin AKP’yi 2013 yerel, 2014 cumhurbaşkanlığı ve 2015 genel seçimlerine taşıyacak olmasının da altını çizelim.Son olarak, AKP’nin yeniden yapılanmasında, MİT kriziyle birlikte su yüzüne çıkan “yeni tür iktidar savaşları”nın da ciddi bir faktör olacağını ileri sürebiliriz.3- Erdoğan yeni bir “balkon konuşması” mı yapacak?Erdoğan’ın çok uzun bir konuşma yapacağı anlaşılıyor. Bunun bir “balkon konuşması” olması yönünde epey beklenti var, hatta çok şey yazılıp çiziliyor ama sanmıyorum. Zaten Erdoğan’ın konuşma metnini hazırlayanlar da sosyal medyada “Metin ekibi olarak, kongre konuşmasıyla ilgili çıkan tüm haber ve yorumları komedi izler gibi izliyoruz” diyerek beklenti çıtasını aşağıya çekmeye çalışıyorlar. Erdoğan daha önceki “balkon konuşmaları”nı birinci çıktığı seçimlerin ardından yapmış, AKP’ye oy vermemiş, hatta ona düşman olan kesimlere hitap etmeyi, onların kaygı ve korkularını gidermeyi esas almıştı. Yarınsa seçim değil kongre söz konusu olduğu için kendi tabanına ve parti teşkilatını gözeten bir konuşma yapması doğal olacaktır.4- Erdoğan ne tür mesajlar verebilir? Erdoğan’ın yeni bir Oslo süreci başlatılabileceği sözleri, hükümetin Kürt sorununda tekrar açılım perspektifine döneceği şeklinde yorumlanıyor ve Erdoğan’ın kongrede bu bağlamda net mesajlar vereceği söyleniyor. AKP liderinin “aslında Kürt sorunu yok” çizgisinde ısrar etmeyeceği kesin olmakla birlikte siyaseten kendisini ve hükümetini bağlayıcı çıkışlar yapacağını sanmam. Nitekim kongrenin temel sloganı da “Büyük Millet, Büyük Güç, Hedef 2023”, diğer bir deyişle “tek millet” duruşundan taviz yok. Bununla birlikte Erdoğan’ın Kürt sorununun insani yönünü öne çıkarmasını, yani Kürtlerin zihinlerinden çok kalplerine hitap etmesini bekliyorum.5- Parti yönetimi nasıl şekillenir?İşletilen istişare mekanizmaları, yaptırılan anketler vb.den sonra, tıpkı seçimlerde adayların belirlenmesi gibi yeni AKP yönetiminin kimlerden oluşacağını Erdoğan saptayacak. Bu nedenle medyada çıkan spekülasyonlar birer “tahmin”den ibaret. Yine de Numan Kurtulmuş başta olmak üzere birkaç eski HAS Partilinin, Süleyman Soylu ve Osman Can’ın vitrine çıkarılması şaşırtıcı olmayacaktır. Erdoğan milletvekili adaylarını belirlerken Kürt sorununa angaje olmuş isimlerin üzerini çizmiş yerlerine düşük profilli pek tanınmayan kişileri tercih etmişti. Eğer parti yönetimine Kürt sorununun çözümü noktasında iddia sahibi bir(kaç) isim katarsa sahiden ilginç olur. Bu bağlamda Haşim Haşimi’nin adı geçiyor ki bunda şaşıracak bir şey yok. Şaşırtıcı olan Milli Görüş geçmişine sahip Haşimi’nin bugüne kadar AKP’ye katılmamış olmasıdır.unutmamak gerekiyor: Yarın Erdoğan sonrası AKP’nin sadece startı verilecek. Yani yepyeni bir süreç başlayacak. Bu nedenle yönetime girecek veya yönetimden çıkacak isimlere bakıp çok iddialı tahliller yapmak yanlış olacaktır. Belli bir süre sonra kabine revizyonu; TBMM grup yönetiminin değişimi gündeme gelebilir. Ayrıca iktidar partisi kongrenin hemen ardından yerel seçim için hazırlıklara başlayacak. Dolayısıyla Erdoğan parti yönetimine almayacağı bazı isimleri pekala başka, hatta çok daha etkili yerler için düşünüyor olabilir.Kongre öncesi ‘2. adam’ mesajıBaşbakan Erdoğan, Numan Kurtulmuş’a verdiği önemi vurgulayan bir fotoğraf verdi. Erdoğan ve Kurtulmuş AK Parti Genel Merkezi’nde buluştuktan biraraya geldi. İkili önce Genel Merkez’in karşısındaki Başyazıcıoğlu Camii’nde Cuma namazını kıldı. Birlikte yürüyerek gittiği camiden çıktıktan sonra yine partinin karşısındaki lokantaya geçen Erdoğan ve Kurtulmuş öğle yemeğini de birlikte yedi. Erdoğan’ın kongre öncesi basına Kurtulmuş ile birlikt bu şekilde fotoğraf vermesi, siyasi kulislerde “2. adam” mesajı olarak yorumlandı. Erdoğan ve Kurtulmuş’un öğle yemeğine, Erdoğan’ın kurmayları da katıldı. Cağ kebabı, etli ekmek, tandır ve kadayıf dolması yenilen yemeğin faturasını kredi kartıyla ödeyen Başbakan’ın garsonlara da bahşiş verdiği belirtildi.