20 yılı aşkın süredir ABD’nin yurtdışındaki üst düzey bir diplomatı bir suikaste kurban gitmemişti. Sırf bu nedenle bile Libya Büyükelçisi Christopher Stevens’ın hayatını kaybetmesinin ABD için son derece önemli olduğunu görmemiz gerekiyor. Ancak bu saldırı, birçok başka açıdan da sadece ABD değil, tüm dünya, özellikle İslam alemi için önem taşıyor. İlk aklımıza gelenleri sıralayacak olursak:1) Dünyanın dört bir tarafında Müslümanları kışkırtmak isteyen kötü niyetliler var: Kaliforniya’da yaşayan İsrail vatandaşı film yapımcısı Sam Bacile de bunlardan biri. 5 milyon dolara mal olduğu söylenen “Innocence of Muslims” (Müslümanların Masumiyeti) adlı filmin tek amacının İslam’a ve Müslümanlara hakaret etmek oluğu ortada. Kendisi de bunu gizlemiyor. Filmin bir şeye benzemediği, sırf yarattığı provokasyon nedeniyle ilgi uyandırdığı da kesin.2) Dünyanın dört bir tarafında kışkırtılmaya meyilli Müslümanlar var: Daha önce “Şeytan Ayetleri”, Danimarka’daki karikatür olayı vb. vesileleriyle de gördüğümüz gibi bazı radikal İslamcı gruplar, hatta kimi zaman devletler bütün bu provokasyonlara olumlu cevap vermede birbirleriyle yarışabiliyorlar. İslam dünyasında, bu tür kritik anlarda ortamı sakinleştirebilecek kurum ve kişiler de bulunmuyor. Tam tersine, en serinkanlı bilinen kişi ve kurumlar bile provoke olan kitlelerle ters düşmemek için dalgalara kendilerini bırakabiliyorlar.3) Batı’nın ifade özgürlüğü anlayışıyla Müslümanların manevi değerlerine bağlılıkları arasında sık sık uyuşmazlıklar yaşanıyor: Müslümanların, Batı’daki geniş ve mutlak ifade özgürlüğü sayesinde kültür-sanat piyasasında yer bulan bir ürüne, kendi inançlarına hakaret ettiği gerekçesiyle karşı çıkmasını ortalama bir Batılının anlaması ve bunu kabullenmesi pek zor. Bunun sonucunda zaten varolan İslam’a ve Müslümanlara karşı önyargılar daha da artıyor ve İslam fobisine kadar gidebiliyor.4) Batılı devletlerin İslam dünyasında “düşmanımın düşmanı dostumdur” politikasından artık vazgeçmesi gerekiyor: Libya’daki filmi biz daha önce çok görmüştük. ABD, İsrail ve kimi durumda bazı Avrupa devletleri, İslam dünyasında beğenmedikleri rejimleri ya da hareketleri tasfiye etmek, en azından etkilerini kırmak için rakip İslamcı yapılara yatırım yaptılar. Taliban, El Kaide, Hamas gibi grupların, rakiplerini altettikten sonra ilk fırsatta kendilerini başta desteklemiş olan Batılı güçlere savaş ilan ettiklerine tanık olduk. Libya’da Amerikan büyükelçiliğini hedef alanların da sırf Kaddafi’yi devirecekler diye Batılı odaklar tarafından desteklenmiş olmaları kuvvetle muhtemel.5 Batılı devletlerin İslam toplumlarının kaderleriyle oynamaya son vermeleri gerekiyor: Bugünkü İslam ülkelerinin sınırlarının büyük ölçüde Batılı güçler tarafından çizilmiş olduğunu; şimdi de yine aynı güçlerin bu sınırları yeniden çizmeye soyunduklarını biliyoruz. Kendilerinin işbaşına getirdikleri ve yıllarca zulümlerine göz yumdukları rejimleri yıllar sonra çıkarlarıyla çeliştikleri için devirmeye kalkıyor ve bunu büyük ölçüde başarıyorlar da. Bu süreçte müdahil oldukları ülkelerde iç savaşların çıkmasını teşvik ediyor veya etmeseler bile bunları önlemek için pek bir gayret içine girmiyorlar. Sonuçta onların bu müdahalelerinin ardından söz konusu toplulukların istikrara kavuşması hiç de kolay olmuyor. Dün Afganistan, Irak böyleydi, bugün Libya’nın aynı dertten muzdarip olduğunu gördük. Bir sonraki ülkenin Mısır’ın olmasından endişelenen çok kişi bulunuyor. Tabii sırada Suriye de var.
Bundan yaklaşık 10 yıl önce ülkemiz İslamcılarının hatırı sayılır bir bölümü Türkiye’nin Irak’ın işgaline dahil olmasına, yani AKP’nin politikalarına karşı çıkmış, bu uğurda sokaklara dökülmüştü. 1 Mart 2003 tezkeresinin geçmemesinde, diğer bir deyişle çok sayıda AKP milletvekilinin hayır oyu kullanmasında bu İslamcı kampanyanın etkisi küçümsenemez. Günümüzdeyse İslami hareket içinde yer alıp da AKP’nin Suriye politikalarını eleştirenler ciddi anlamda marjinal bir konumdalar.“Neden?” sorusunu, kestirmeden “Çünkü Saddam Sünniydi, Esad ise Alevi” diyerek mezhepler üzerinden cevaplayanlar var. Bazılarıysa dün Irak’ta bugün Suriye’de gözlendiği gibi bir halk hareketi olmamasıyla açıklamaya çalışıyor aradaki farkı. Bana göreyse esas neden son 10 yıl içerisinde İslami hareketin nerdeyse tümüyle bir “devlet projesi” haline gelmiş olması.AKP devlet oluncaDünkü yazımda da belirttiğim gibi Türkiye İslamcılığının ufuk ve sınırlarını belli bir aşamadan sonra büyük ölçüde AKP iktidarının (daha doğrusu Recep Tayyip Erdoğan’ın) “devletin çıkarları”na göre belirlediğini düşünüyorum. Bu birdenbire gerçekleşmedi, bir süreç sonunda oluştu. Bu sürecin startı da 2002 genel seçimlerinin değil 1994 yerel seçimlerinin ardından verildi. İslami hareketin en dinamik unsuru olan entelektüeller önce Refah Partili belediyeler, ardından kısa süreli Refahyol hükümetleri tarafından istihdam edilerek sistemin merkezine taşındı. Kuşkusuz AKP’nin tek başına iktidarıyla birlikte sisteme entegre olma süreci alabildiğine hızlandı; Ergenekon, Balyoz vb. soruşturmaların yardımıyla askeri vesayetin sonlandırılmasına paralel olarak AKP sadece “hükümet” değil aynı zamanda “iktidar”, yani “devlet” olunca İslami hareketin sistemin merkezine taşınması büyük ölçüde tamamlanmış oldu.İtiraz değil sabırAKP iktidarının öncesini hatırlayalım: İslamcılık denince akla ilk olarak başörtüsü sorunu ve eylemler geliyordu. AKP iktidarının ilk yıllarında bu sorun sürdü ancak İslamcılar protesto etmek yerine sabretmeyi tercih ettiler. Bir diğer şikayet konusu olan İmam Hatip Liseleri için de aynı tutumu benimsediler ve aşamalı olarak her ikisinde de talepleri büyük ölçüde yerine geldi. Buna karşılık başörtülülerin milletvekili seçilebilmesi ve kamuda çalışmaları gibi talepler hâlâ ortada duruyor ama bu konularda çok cılız şikayetlerden başka bir şey duymuyoruz.Dün İslamcılığın kendini gösterdiği diğer bir alan dış politika, özellikle İslam dünyasında yaşanan gelişmeler, buna bağlı olarak Batı ve İsrail karşıtlığıydı. AKP iktidarının başlangıçta hem ABD, hem AB, hem de İsrail’le iyi ilişkiler yürütmeye çalışması İslamcılar tarafından biraz kuşkuyla, biraz da “zaruret” gerekçesiyle anlayışla karşılandı. Davos’ta yaşanan “one minute” olayı ve arkasından İsrail’le ilişkilerin kopma noktasına gelmesiyle birlikte kaygılar büyük ölçüde giderildi. Tam da bu noktada Mavi Marmara olayının, İslamcılığın devletle iç içe geçip bir “devlet projesi” haline gelmesinin en çarpıcı örneklerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. İlerde bu konuyu ayrıca ele alma sözü verip İsrail aleyhtarlığının aşırı bir şekilde öne çıkması, çıkartılması sayesinde örneğin ABD’nin İran’a karşı Türkiye topraklarında “füze kalkanı” inşa etmesine ciddi İslamcı bir itiraz gelmediğini de hatırlatalım.Silahlara vedaAKP iktidarı döneminde 15-20 Kasım 2003’teki dört intihar eylemi başta olmak üzere bazı El Kaide saldırıları dışında radikal İslamcı grupların da büyük ölçüde sessiz kaldığını gördük. Örneğin 24 Ocak 2001 günü Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan ve korumalarına suikast düzenledikten sonra geri çekilen Hizbullah bir daha silah kullanmadı. Bir zamanlar adları çok duyulan İbda-C de 28 Şubat sürecinde uğradı operasyonların ardından kendini unutturdu. İran’la irtibatlandırılan bazı radikal grupların da buharlaştığını, hatta bunların içinde yer alan bazı kişilerin günümüzde Suriye gerekçesiyle İran karşıtı pozisyonlara sürüklendiğini de gördük.AKP iktidarı döneminde, kendi ülkelerinin rejimine karşı cihad ilan etmeyen, edemeyen İslamcı gençlerin Afganistan, Irak ve bugün Suriye gibi çatışma bölgelerine geçtiklerini, arada sırada medyaya yansıyan haberlerden öğreniyoruz.Peki Türkiye’de İslamcılık denince geriye ne kalıyor? AKP iktidarından bağımsız pek fazla bir şey kalmıyor. Yakın zamana kadar belki HAS Parti’den söz edebilirdik ama o da herhalde tarihe karışacak. Dolayısıyla Erdoğan’ın Numan Kurtulmuş’u transferini bu projenin son halkası olarak görmek de mümkün.
Medyada bir süredir “İslamcılık” üzerine bir tartışma sürüyor. Bu tartışmaya geçmeden önce İslamcılık nedir sorusuna hızlı bir cevap verelim. 1990 yılında “Ayet ve Slogan: Türkiye’de İslami Oluşumlar” adlı kitabımı kaleme alırken imdadıma İsmail Kara’nın İslamcılık tanımı yetişmişti. 22 yıl sonra yine Kara’nın (kendisi artık profesör), “Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi” adlı müthiş başvuru kitabından istifade etmekte bir sakınca yok. Ona göre İslamcılık “XIX-XX. yüzyılda, İslâm’ı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlâk, felsefe, siyaset, eğitim) yeniden hayata hâkim kılmak ve akılcı bir metodla Müslümanları, İslâm dünyasını batı sömürüsünden, zâlim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden kurtarmak, medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist ve eklektik yönleri baskın siyasî, fikrî ve ilmî çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütününü ihtiva eden bir hareket”tir.İslamcılığın evrimiProf. Kara’nın İslamcılığın kapsama alanını alabildiğine geniş tutmasına şaşmamak lazım çünkü 19. yüzyıl sonlarından günümüze kadar İslam coğrafyasının her bir köşesinde kendilerini İslam’la tarif eden ama birbirine hiç benzemeyen, hatta kimi durumunda birbirleriyle kavgalı nice hareket ortaya çıktı. Başlangıçta marjinal görülen bu hareketlerin zaman içinde bulundukları toplumların en önde gelen akımları haline geldiklerini gördük. Bunlardan kimisi devrimle (İran), kimisi seçimle (Türkiye), kimisi halk hareketlerinin ardından gelen seçimlerle (Tunus, Mısır...) iktidara da geldi.Sonuçta İslamcılık düşüncesi ve İslami hareket dendiğinde çok zengin ve dinamik bir tarihten söz ediyoruz.Lakin yazının başında sözünü ettiğimiz ülkemizdeki son İslamcılık tartışması için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil; hayli yavan ve ufuk açıcı olmayan bir polemikler toplamıyla karşı karşıya olduğumuz bile söylenebilir. Halbuki tartışmaya birbirlerinden farklı isimler katılıyor: Kimisi kendisini hâlâ İslamcı görüyor, kimisi İslamcılıkla bağını (yumuşak ya da sert, önemli değil) bir şekilde koparmış, kimilerininse İslamcılıkla hiç ilgisi olmamış ama bu hareketi anlamaya çalışıyor, hatta içlerinde Müslüman olmayan da var. Prof. Hanioğlu’nun katkısıSon İslamcılık tartışmasının, başından beri kısır olduğunu düşünüyor ama neden böyle düşündüğümü açıklamakta zorlanıyordum. Ta ki Pazar günü Sabah Gazetesi’nde Prof. Şükrü Hanioğlu’nun bu tartışma üzerine kaleme aldığı ikinci yazıyı okuyana kadar. Ülkemizin önde gelen siyaset tarihçilerinden olan Princeton Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Hanioğlu, İslamcılığın Osmanlı Devleti’nde geç organize olmasını esas olarak onun bir “devlet projesi” haline getirilmesi olduğunu söyleyip şöyle devam ediyor: “İslâmcılığın ‘din ü devlet’ temelinde bir ‘devlet projesi’ haline getirilmesi, hem ideolojinin çoğulcu bir ortamda ve açık tartışmayla oluşturulmasını önlüyor, hem de ‘devletin çıkarları’nın onun ufuk ve sınırlarını belirlemesi sonucunu doğuruyordu. Örneğin ‘İttihad-ı İslâm,’ Batı’da ‘Sarı Tehlike’nin yerini alan ‘Panislâmizm Tehdidi’ nedeniyle, bir ‘İslâmcılık’ projesinden ziyade, devletin Avrupa devletleriyle dış siyaset pazarlıkları yaparken kullandığı bir araç haline gelebiliyordu.”Prof. Hanioğlu bana katılır mı, emin değilim ama yaklaşık 140 yıl sonra İslamcılığın yeniden bir “devlet projesi” haline geldiğini, getirildiğini; yani tıpkı II. Abdülhamit gibi Recep Tayyip Erdoğan’ın da Türkiye İslamcılığının ufuk ve sınırlarını “devletin çıkarları”na göre belirlediğini; bunun sonucunda İslamcı ideolojinin çoğulcu bir ortamda ve açık tartışmayla oluşmasının önlendiğini düşünüyorum.Bu iddiamı hangi örneklere dayandırdığımıysa bir aksilik olmazsa bir sonraki yazıma bırakıyorum.
Yazının başlığına bakıp Türkiye’nin Kürt sorununu ve dolayısıyla bunun çözümünü esas olarak dış odaklarla ilişkilendirdiğimi düşünenler yanılır. Kuşkusuz sorunun son derece çetrefil dış boyutları var, ama öncelikle bu bizim kendi sorunumuz ve kendi içimizde, aramızda çözmemiz gerekiyor.Başlığa dönecek olursak: Bu başlığı ve dolayısıyla yazıyı, Onat Kutlar’a, onun “Çevirmen” adlı denemesine borçluyum. Bu deneme ilk kez 1986’da çıkan “Bahar İsyancıdır” adlı kitabında yer aldı. İnternette denemenin tamamını bulmam mümkün olmadı. Dolayısıyla sizlere son baskısı 2011 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından yapılan bu eseri edinmenizi öneriyorum.“Serçeler ölüp duruyordu”Kutlar bu denemesinde bir çocukluk anısını anlatır. Kahramanlar, Ticaret Mahkemesi yargıcı, aynı mahkemenin yaşlı odacısı, anlatıcının babası, annesi, ablası, küçük erkek kardeşi ve bizzat kendisidir. Yargıç elindeki tüfekle, zerdali ağacına konmuş serçeleri teker teker avlamakta, odacı da onları porselen bir tabağa doldurmaktadır. Bu arada anne, baba, küçük kardeş, herkes bu durumdan son derece rahatsızdır. Hepsi bir şeyler söyler ama açıkça rahatsızlıklarını dile getiremezler. Burada sözü yazara (Kutlar’a) bırakalım: “Konuşmaları garip bir tedirginlikle dinliyordum. Bu insanların hepsi aynı dili konuşuyorlar, ama birbirlerinin söylediklerini anlamıyorlardı. Sanki odada bir İngiliz, bir Japon, bir Macar, bir İspanyol vardı ve hiçbiri ötekinin dilini bilmiyordu. Bir şeyler yapmalıydım. Çünkü serçeler ölüp duruyordu. Pencereye dayanmaktan uyuşan kolumu sallayarak odanın ortasına yürüdüm. Beni bile şaşırtan yüksek bir sesle konuşmaya başladım...”Sonuçta küçük çocuk, kardeşlerinin, annesinin, babasının aslında ne demek istediklerini, odacının neden ağzını açamadığını anlatır. Babasının gönül alıcı sözlerine rağmen yargıç çekip gider ve böylece geri kalan serçeler kurtulur. Aynı dilden aynı dile çeviriYıllar sonra, yaptığının “çevirmenlik” olduğunu anlayan Kutlar şöyle yazıyor: “Çevirmenlik bilinen bir iştir. Güçlükleri olduğu doğrudur. Ama eninde sonunda yaptığımız iş, bir dilde yazılan ya da söyleneni başka bir dile aktarmaktır. Benimkisi ise bambaşka bir olaydı. Aynı dili konuşan insanların söylediklerini gene aynı dile çevirmek. Bana öyle geliyordu ki, evde büyüklerle küçüklerin, okulda öğretmenlerle öğrencilerin, sokakta köylülerle kentlilerin, ülkede yönetenlerle yönetilenlerin birbirlerini anlamaları için birinin çıkıp bir tür ‘çeviri’ yapması gerekiyordu.”İşte tam da bu noktada “Kürt sorununun çözümü için çevirmenlere ihtiyacımız var” diyorum. Çünkü farklı kaygı, çekince ve beklentilere sahip olan taraflar neyi niçin istediklerini, neye razı olabileceklerini doğrudan anlatmıyor, anlatamıyorlar. Hal böyle olunca taraflar birbirlerini anlayamıyor, bunun sonucunda da gerginlik ve kutuplaşma şiddetleniyor. Ve bizlerin bir şeyler yapması gerekiyor, çünkü her iki taraftan insanlar ölüp duruyor.Çok yönlü bir aydınOnat Kutlar, şiir, öykü ve deneme yazarlığının dışında Türk sinemasına da katkılarıyla da iz bırakmıştı. Örneğin “Yusuf ile Kenan”, “Hazal” ve “Hakkâri’de Bir Mevsim”in senaryolarında onun imzası vardır. Kutlar ayrıca Türk Sinemateki’nin de kurucusuydu. Onat Kutlar sosyalistti. Kürt sorununun barışçıl yollarla çözülebileceğine inanıyor ve bu yolda çaba sarfediyordu. Ne var ki PKK’nın “kör terör”ü 30 Aralık 1994 günü İstanbul Taksim Meydanı’nda bir kafede otururken Kutlar’ı da buldu. Ağır yaralanan Kutlar 11 Ocak 1995 günü aramızdan ayrıldı. Kafeye konulan bomba Kutlar dışında genç arkeolog Yasemin Cebenoyan’ın da hayatına mal oldu.Her ikisini ve 30 yılı aşkın sürede hayatlarını kaybeden Türkiye’nin tüm serçelerini saygıyla anıyorum.
İşimiz gereği PKK sözcülerinin açıklamalarını da yakından takip etmemiz gerekiyor. Bunun yolu da kuşkusuz internet. Ancak PKK yanlısı sitelerin büyük kısmına ulaşmak yasak olduğu için dolambaçlı yollara başvurmak gerekiyor. Tabii bir de, bir-iki gün gecikmeyi göze alarak Başbakan Erdoğan’ın siyasi danışmanı AKP Ankara Milletvekili Doç. Yalçın Akdoğan’ın Star Gazetesi’nde adıyla, Yeni Şafak’ta Yasin Doğan müstearıyla yazdıklarını takip edebilirsiniz. Çünkü ülkemizde PKK’nın görüşlerini en yakından izleyen kişilerden biri olan Akdoğan yazıların çoğunda bunlardan geniş alıntılar yapıyor ve ortaya atılan iddia ve görüşlere cevap veriyor.Örneğin Murat Karayılan’ın son değerlendirmelerini atlamışım, bereket Akdoğan’ın dün Star’da yayınlanan “Hezeyanda yarışıyorlar” başlıklı yazısını okudum da söylediklerinden haberdar oldum. Neler söylediğinin aslında bir yerden sonra çok fazla anlamı yok ama Akdoğan’ın da altını çizdiği şu nokta önemli: Karayılan, militanlarla milletvekillerinin dağda kucaklaşmaları, Hakkari kırsalının bir bölümünün PKK denetiminde olduğu iddiası gibi konularda BDP yönetici ve milletvekillerine kıyasla daha “makul” ve “serinkanlı” değerlendirmeler yapıyor. Yani daha önce defalarca tanık olduğumuz gibi BDP’lileri eleştiriyor, moda tabirle onlara “ayar veriyor.”Öcalan’ın fırçalarıAslında HEP’ten başlayarak yasal alanda varlık göstermeye çalışan Kürt siyasetçilerin hep aynı muameleye maruz kaldıklarını biliyoruz. Bunun en çarpıcı örneklerini, Akdoğan’ın dünkü yazısında da hatırlattığı gibi Abdullah Öcalan vermiştir. Öcalan İmralı öncesi ve sonrası, yasal partileri ve bunların yöneticilerini iki nedenle sıklıkla azarlar ve hatta aşağılardı: 1) Gerçekten doğru zamanda doğru inisiyatifleri geliştirmedikleri için; 2) Kendisinin hatalarını örtbas etmek için.Yaklaşık bir yıldır Öcalan’ın sesi çıkmıyor ama BDP’liler, PKK yöneticilerinin “kum torbası” olmaya devam ediyorlar. Tabii bu kadarla kalsa iyi: Devlet de ne zaman PKK’nın şiddeti tırmandırma stratejisine gereken cevabı veremese, diğer bir deyişle Kürt sorununda ne zaman tıkanıklık yaşasa hemen BDP’yi hedef tahtasına oturtuyor. Sonuçta bu parti her iki tarafın da günah keçisi olmak gibi garip bir misyonu, tabii ki hiç arzu etmemesine rağmen omuzlarında buluyor.BDP’nin çaresizliğiPeki BDP her iki taraftan gördüğü bu acımasız muameleyi hak ediyor mu? Pek sanmıyorum. Çünkü ne PKK, ne de devlet bu son derece çetin süreçte BDP’ye açık, net, sınırları belli bir görev tarifi yapmış değiller. Devletin söylediği “PKK’yı kına”dan; PKK’nın söylediği de “arkamı kolla”dan öteye geçmiyor. Hal böyle olunca BDP’liler son derece dar bir alanda kendilerine bir yol açmaya çalışıyor ama beceremiyorlar.Kimilerine göre, her iki tarafın aşırı yüklenmesine rağmen BDP’liler yine de bir şeyler yapabilir, özgün ve bir şeyleri değiştirmeye aday bir siyasal dil geliştirebilirler. Yakın bir zamana kadar bu düşünce (eleştiri) bana da makul geliyordu fakat burada çok hayati bir hususun ıskalanmış olduğunu fark ettim: Bu partinin tabanının büyük kısmı PKK’yı “ev sahibi”, BDP’yi ise “geçici kiracı” olarak görüyor. Diğer bir deyişle BDP’nin PKK’dan bağımsız, hatta çok sevdikleri deyimle “özerk” hareket etmeye kalkması halinde hızla marjinalleşeceğini kolaylıkla öngörebiliriz.Dolayısıyla devlet ile PKK arasındaki sertleşme devam ettiği müddetçe BDP’den bir şey beklemek anlamsız olacaktır. Bu gidişle BDP’nin aynı sertleşmenin kurbanı olacağı da muhakkaktır.
Hatırlayanlar olacaktır, Nisan ayının başında “Déjà vu” (okunuşu dejavü) başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Son günlerde yaşananlar nedeniyle bugün ikinci kez aynı başlıklı bir yazıyla karşınızdayım.Önce “déjà vu”nün ne anlama geldiğini hatırlayalım: Hani öyle anlar vardır ki, sanki tıpatıp aynısını daha önce yaşamış olduğunuzu düşünür veya hissedersiniz; işte bu hali tanımlamak için dünya çapında yaygın olarak bu Fransızca kavram kullanılır. Dilimize tam çevirisini “daha önce görmüş olma” şeklinde yapabiliriz.O yazının ana teması bazı kanaat önderlerinin Suriye krizinde Türkiye’nin müdahalesini savunmaları ve bunu yaparken daha önce Irak krizine müdahil olmamızı savunurken ileri sürdükleri tez ve arümanların benzerlerini devreye sokmalarıydı.Bugünkü yazımızın konusuysa Kürt sorunu ve BDP’nin (veya bazı BDP milletvekillerinin) geleceği. Başbakan Erdoğan’ın Şemdinli’de PKK militanlarıyla kucaklaşan BDP’liler hakkında gereğinin yapılması için yargıyla konuştuklarını, kendilerinin de TBMM’de harekete geçeceklerini açıklaması bir yanıyla şaşırtıcı, bir yanıyla da değildi.Şaşırtıcı değil çünkü...Şaşırtıcı değildi çünkü bir süredir bazı BDP milletvekillerinin Meclis dışına (ve bunun ardından muhtemelen hapse) atılmasına yönelik yoğun bir kampanya sürüyor ve iktidar partisi de bir şekilde bunun içinde yer alıyor, bunu teşvik ediyor ve önünü açıyor. Şaşırtıcı değildi çünkü birkaç kez BDP’yi muhatap alma konusunda girişimde bulunan hükümet bu partinin esas adres olarak İmralı ve Kandil’i göstermesi üzerine öfkeyle karışık hayal kırıklığına uğramıştı. Erdoğan, son olarak Bağımsız Milletvekili Leyla Zana’yı devreye sokarak bir alan açmaya çalıştı ancak bu girişimden de hem kendisinin Zana’ya elini güçlendirecek kozlar vermemesi, hem de Kürt hareketinin yasal ve yasadışı ayaklarının direnç göstermesi nedeniyle sonuç çıkmadı. Kısacası AKP’nin bir süredir BDP’den herhangi bir beklentisinin kalmadığını, Şemdinli kucaklaşmasının da onlar için bardağın taşması anlamına geldiğini söyleyebiliriz.Şaşırtıcı çünkü...Başbakan’ın sözleri aynı zamanda son derece şaşırtıcıydı çünkü Kürt hareketinin Meclis’teki temsilcilerinin önce dokunulmazlıklarını kaldırıp ardından hapse yollamanın hiçbir yaraya merhem olmayacağını en iyi bilenler herhalde Erdoğan ve onun kurmaylarıdır. Öyle olmasa, yıllarca hapis yatan eski DEP milletvekillerini tahliyelerinden sonra en üst düzeyde kabul etmezler ve bunlardan Leyla Zana’ya çözüm için bir tür arabuluculuk atfetmezlerdi. Zamanda yolculukTabii ki hiçbirimizin (en azından şimdilik) bir zaman makinesine binip ileriye ya da geriye doğru yolculuk yapması mümkün değil. Bununla birlikte, madem son günlerde ülke olarak bundan 20 yıl öncesini yaşar hale geldik şöyle bir hayal kuralım ve kendimizi 2 Mart 1994 gününe, TBMM bahçesine ışınlayalım. DEP Milletvekili Orhan Doğan’ın sakallı bir sivil polis tarafından ensesinden bastırılarak zorla otomobile bindirildiğini görüyoruz. Tabii o andan günümüze kadar yaşananlar da bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçiyor. Ne yapardık? Ne yapardınız? Polisleri alkışlar mıydınız, yoksa onları “yanlış yapıyorsunuz” diye uyarır mıydınız?Tamam, polisler eninde sonunda devlet memuru. O zaman soruyu şöyle değiştirelim: O günün birkaç gün öncesine dönebilseniz ve dönemin başbakanı Tansu Çiller’le konuşma imkanı bulsanız kendisine ne derdiniz? “Helal olsun, bu millet sizi unutmayacak” mı, yoksa “Bu yolun sonu yok” mu?Yeni “déjà vu”ler yaşamak istemiyorsak olabildiğince serinkanlı olmamız, dünkü konuşmasının bir yerinde Başbakan’ın dediği gibi “öfkeye kapılarak terör örgütünü sevindirmemek” şart.Tabii BDP’lileri Meclis’ten atmanın en fazla PKK’nın hoşuna gideceğini unutmamak da.
Yayın hayatına atılmasından yaklaşık üç ay sonra, rahmetli Ercan Arıklı’nın daveti üzerine Vatan’da çalışmaya başladım. O günlerde çok kişi Vatan’ı “başarısızlığa mahkum” bir deneyim olarak görüyor ve gösteriyordu. Ancak Vatan kısa süre içinde onları şaşırtarak yeni bir gazete olarak kendini kabul ettirdi.10 yıl aslında hiç de kolay geçmedi. Çünkü bu AKP’nin tek başına iktidarıyla Türkiye’nin tepeden tırnağa değiştiği, dönüştüğü bir 10 yıldı. Vatan’ın grafiği de ülkedeki diğer kişi ve kurumlarınki gibi bu dönüşümle kurduğu ilişkiye paralel olarak hayli inişli-çıkışlı oldu. Okurlarıyla ülkeyi yönetenler arasındaki ilişki, tarafların beklenti ve kaygıları arasındaki benzerlik ve farklılıklar, bunlara bağlı olarak yaşanan sorunlar doğal olarak Vatan’ı da birinci derecede etkiledi.Bütün bu 10 yılda Vatan, gazeteciliği her şeyin önüne koymayı başarabildiği ölçüde ileriye doğru yürüdü, başaramadığı anlarda da sendeledi ve geriye düştü. Ne var ki 10 yılın artıları ve eksileriyle özet bir değerlendirme yapılacak olursa Vatan’ın gazetecilik anlamında bir başarı öyküsü olduğu muhakkaktır.10 yılı tamamladık. Artık önümüze bakma zamanı. Baktığımızda şunu görüyoruz: Ülkemizin başta Kürt sorunu etrafında olmak üzere bir dizi kutuplaşma yaşanıyor. Ayrıca komşularımızın önemli bir bölümübirer barut fıçısı; öyle ki bölgede haritaların yeniden çizilmesi söz konusu. Dolayısıyla biz gazetecilerin görev ve görev ve sorumlulukları müthiş bir şekilde artıyor. İşte böylesine öngörülmesi zor, gergin ve her geçen gün daha da gerilen bir ortamda gazete olarak hem sadık okurlarımızın kaygı ve beklentilerini gözetmek, hem de yeni okurlar kazanmak için yapabileceğimiz yegane şey gazetecilik, daha doğrusu iyi gazeteciliktir.10 yıllık deneyimimiz bunu yapmanın zor ama pekala mümkün olduğunu gösterdi. Önümüzdeki 10 yıl, iyi gazetecilik yapmak için daha zor olabilir, ki öyle gözüküyor. Ama pekala bu sefer de başarabiliriz.
Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Enis Berberoğlu Hakkari’nin Şemdinli ilçesine gitti, fotoğraflar çektirdi ve izlenimlerini yazdı. Bütün bu “gazetecilik faaliyeti” hakkında çok şey söylenebilir, söylenmeli de. Ben sadece onun izlenimlerinden bir bölümü ele almak istiyorum. Berberoğlu, foto muhabiri Sebati Karakurt ile Şemdinli’de turlarken kendisini TV’den tanıyan bir esnaf yaklaşmış ve “Seni seviyoruz” demiş. Berberoğlu’nun “eyvallah” cevabı üzerine de “Ama çok sertsin bize” diye devam etmiş. Bunun üzerine Berberoğlu sormuş: “Siz kim, biz kim?” (Muhabbetin devamında Şemdinlili esnaf “Unutma ki Türkler ile Kürtler birbirini çok sever” deyince Berberoğlu “Anladım ama lafım sana değil PKK’ya” cevabını vermiş ve esnaf da “Öyle deme, onlar bizim çocuklarımız” diyerek olayı özetlemiş.) Türkiye kimlerindir?Devletin en üst düzey isimlerinin bile defalarca “ret, inkar ve asimilasyon devri kapandı” diye vurgulamasına rağmen hâlâ logosunun yanında “Türkiye Türklerindir” yazmaya devam eden bir gazetenin genel yayın yönetmeninin, Şemdinli gibi Kürt sorununun en yakıcı olduğu bir yerde “Siz kim, biz kim?”diye sormaya hakkı var mıdır? Bence yoktur. “Geçmişin asla ve kat’a tekrar etmemesi içi elimden geleni yapacağım” diye söz veren ülkenin en önde gelen gazetesinin en önde gelen yöneticisinin, (tabii eğer bu sözünü samimi bir şekilde yerine getirmek istiyorsa) Türkiye’de iki ayrı kamuoyunun şekillendiğini, birinin sevindiğine diğerinin üzülüp; birinin üzüldüğüne diğerinin sevindiğini görmesi, daha doğrusu bu gerçeği kabullenmesi ve bu kötü gidişin önünü almaya yönelik adımlar atması gerekir.Peki nedir bu adımlar? Türkiye’de egemen medyanın en büyük sorunu Kürtlerin hassasiyet, talep ve beklentilerini ikinci plana itmesi, görmezden gelmesi veya bunları devletin çizdiği sınırlar içinde görmesidir. İşin garibi, devlete bu da yetmiyor ve medyanın Kürt ve PKK sorunları hakkındaki yayınlarına yeni kısıtlamalar getirileceğinden söz ediliyor.Hangi coğrafya?Berberoğlu’nun izlenimlerinin temel izleklerinden biri Şemdinli’ye gitmenin, orada vakit geçirmenin hiç de imkansız olmadığı. Bu açıdan bakıldığında BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın o saçmasapan “PKK şu kadar kilometre kareyi kontrol ediyor” çıkışına da cevap vermiş oluyor. Ne var ki bu tartışma son derece aldatıcı. Çünkü Türkiye’nin Kürt sorunu, esas olarak, sanıldığı gibi Güneydoğu coğrafyasında değil, Türkiye insanının zihinsel coğrafyasında yol alıyor. Dolayısıyla hedef Türkiye’de mevcut olan her iki kamuoyunun zihin ve kalbini kazanmak ve bunu başardıktan sonra da bu ikiliği tekrar tekliğe indirmek olmalı.Bu da herhalde “hepimiz kardeşiz” gibi bir yerden sonra hiçbir işlevi olmayan sloganların ardına sığınmakla ve Kürtlere, kendilerine sunulana razı olmalarını dayatmakla mümkün olmaz.Bunun yerine örneğin yola “Türkiye herkesindir” diyerek koyulabiliriz. Gerisi gelecektir.