Yanlış ve tehlikeli bir tartışma: İdam

11 Kasım 2012

İdam cezası ülkemizde 2002 yılında savaş, çok yakın savaş tehdidi ve terör suçları halleri dışındaki suçlar da, dört yıl sonraysa tüm suçlar da kaldırıl dı. Ne var ki Başbakan Erdoğan son dönemde üst üste yaptığı açıklamalarla idam cezasını yeniden ülkenin gündemine sokmayı başardı. Alında son derece yanlış ve tehlikeli bir tartışma bu. Yanlış çünkü:1) Doğru olan, temel hak ve özgürlükler söz konusu olduğunda (idam cezasında “yaşam hakkı” söz konusu) toplumların bunları daha ileri seviyelere taşımaya yönelik tartışmalar yapmalarıdır. Kazanılmış bir hakkın (idam cezasının kaldırılmasının) geri alınması bir ülkeyi kesinlikle ilerletmez;2) İdam tartışması genellikle “halkın görüşü” ekseninde tartışılıyor, hatta gerekirse referanduma gidilebileceği söyleniyor ya da ima ediliyor. Halbuki temel hak ve özgürlükleri ilgilendiren konularda halkoyuna başvurulması, sayıca az olanların kaygı ve beklentileri göz ardı edileceği için, doğru bir yöntem olarak görülmez;3) İdam cezasını savunanlar bunun hangi suçları kapsaması gerektiği konusunda farklı görüşlere sahipler. Bununla birlikte önceliğin “terör suçları”na verildiği/verilmek istendiği görülüyor. Burada da ana hedefin PKK olduğu açıktır. Ama unutulan bir nokta var: PKK 30 yılı aşkın süredir varolmasına rağmen, idam cezasının geçerli olduğu dönemlerde bile tek bir PKK’lı asılmadı. Bu nedenle önce “Neden şimdi?”, ardından “İdam cezası PKK’lıları sahiden caydırabilir mi?” soruları cevaplanmayı bekliyor.Neden tehlikeli?PKK demişken bu tartışmanın “tehlikeli” olan yönüne gelebiliriz:1) Ülkemizde idam cezasını kaldırılması veya yeniden uygulamaya konulması tartışmalarının tam merkezinde Abdullah Öcalan yer alıyor. MHP Lideri Devlet Bahçeli “Öcalan’ı asmak için” kürsüden ip atıyor; Başbakan Erdoğan “Ben olsaydım Öcalan’ı asardım” diyor. Eğer idam cezası yeniden yasalara girerse herhalde akla ilk olarak yine Öcalan gelecektir. Böyle bir gelişmenin olacağını sanmam ama bir tehdit olarak olsa bile dile getirilmesinin son derece sakıncalı olacağı muhakkak.2) Yukarıda değindiğimiz gibi, idam cezasının PKK’lılar için fazla caydırıcı etkisi olacağını düşünmüyorum. En fazla sağ yakalanan bazı militanlar içinde itirafçıların sayısı artabilir. Dolayısıyla “caydırma”dan çok “intikam” arayışı öne çıkabilir ki bu da PKK’ya yeni “kahramanlar” sağlamaya yol açacaktır.3) Daha tartışma başlar başlamaz idam cezası fikrinin bile toplumun bazı kesimlerinde varolduğunu bildiğimiz “linç kültürü”nü tetiklediğini gözlüyoruz. Eğer birileri idam cezasını, “kana kan intikam” arayışını kontrol ve disipline etmenin yolu olarak görüyorsa son derece tehlikeli bir iş yapıyorlar demektir. Çünkü idamın yeniden uygulamaya konulması bu tür dürtü ve arayışları frenlemez, tam tersine daha da artırır.Kim haklı-kim haksız12 Eylül 2010 referandumu öncesi, 12 Eylül 1980 askeri rejiminin sorumlularının yargılanması ile ilgili düzenlemeye destek amacıyla, o dönemde asılmış bazı kişilerin mektuplarını okuyup ağlayan Erdoğan’ın bugün birdenbire idam cezası savunucusu olması çok anlamlı. Şüphesiz “12 Eylül’de insanlar haksız yere asıldı” diyenler olacaktır. Ama unutmayalım, o tarihte ülkeyi yönetenlerin bu idamların haklılığı konusunda en ufak bir kuşkuları yoktu. Dolayısıyla bugün idamı geri getirip “son derece haklı” olduğuna inandığınız infazlar yapsanız bile yarın ülkeyi yönetenlerin sizin astığınız kişilerin mektuplarını ağlayarak okumayacaklarının garantisi yok. Yani idam söz konusu olduğunda haklılık-haksızlık son derece göreli ve konjonktürel kavramlar. Bu sorunu aşmanın yegane yolu da idam cezasından kesinlikle uzak durmaktır.

Devamını Oku

Erdoğan sahiden “tek adam” mı?

8 Kasım 2012

AKP’nin kuruluşunda dört isim öne çıkmıştı: Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç ve Abdüllatif Şener. Lider tabii ki Erdoğan’dı ama diğer üç isim de belli bir güce ve iktidara sahipti. 2007 genel seçimlerinin ardından sadece Türkiye’nin değil AKP’nin de iktidar dengeleri büyük ölçüde değişti: Gül Çankaya’ya çıkıp partilerüstü bir konuma yöneldi; Arınç beş yıl yapmış olduğu TBMM Başkanlığını bıraktı; Şener ise çoktan yolunu ayırmıştı, AKP’den aday bile olmadı.Kendisine en yakın pozisyonda olan bu üç ismin çekilmesiyle birlikte Erdoğan’ın gerek parti, gerekse hükümet içindeki güç ve iktidarının arttığı kesin. Ama bu onu, bazılarının ileri sürdüğü gibi “tek adam” yapar mı, yaptı mı? Sanmıyorum. Neden böyle düşünmediğimi açıklamaya geçmeden önce Erdoğan’ın “tek adam” olduğu şeklindeki eleştirilerin neden giderek artmış olabileceği üzerine hızlı bir şekilde kafa yoralım:1) Eleştirileri bir parti veya hareket yerine onun liderine yöneltmek daha kolay. Parti eleştirisi için ister istemez biraz sosyoloji, biraz siyaset bilimi, biraz da ekonomi bilmeyi gerektirir. Halbuki bir şahsı (lideri) şematik bazı karakter analizleri yardımıyla eleştirmek pek zahmet gerektirmez.2) Bir partiyle tartışmak kolay değildir ama bir liderle, hele o da buna yatkınsa polemiğe bile girebilirsiniz.3) Partiyi değil de lideri eleştirdiğinizde, o partiyi var eden ve o partiye umut bağlayan kadro ve kitlelerle aslında bir derdiniz olmadığını ifade etmiş olursunuz.4) Dolayısıyla partiye toz kondurmayıp lideri eleştirdiğinizde, o kişinin lideri olduğu davaya bir şekilde ihanet etmiş olduğunu da ima etmiş olursunuz ki bu durum onun günahlarının ikiye katlanması anlamına gelir.Milli Görüş dersleriErdoğan’a yönelik “tek adam” eleştirilerini neden abartılı bulduğumu açıklamak için, önce iki noktanın altını çizmek istiyorum:1) AKP kadrolarının büyük kısmı Milli Görüş geleneğinden. Onların kopmasındaki temel saiklerden biri RP ve FP’de, parti içi demokrasinin olmaması veya yetersiz olmasıydı. Bu kişilerin yıllar sonra, şu ya da bu nedenle, güç ve iktidarlarından tek bir kişi için feragat etmelerini beklemek gerçekçi değil;2) Türkiye çok büyük bir ülke ve 10 yıldır AKP tarafından yönetiliyor. Bu kadar geniş bir iktidar alanının tek bir kişi tarafından mutlak bir şekilde kontrol edilmesi de aynı şekilde gerçekçi olmaz.Onu “mutlak” bir iktidar sahibi olarak görmek ve göstermeye çalışmanın yanlış olduğunu kanıtlamak için yakın zamandaki şu örneklere başvurabiliriz:1) Parti kapatmalarla ilgili anayasa değişikliği AKP’den de fireler çıkması nedeniyle yattı;2) Son olarak benzer bir durum yerel seçimlerin öne alınması girişiminde yaşandı. Öyle ki Erdoğan yerel seçimlerin zamanında yapılmasına razı olmak zorunda kaldı.Karar verme süreçleriKimileri her ne kadar onun itibarını zedelediğini kabul etseler de, bu olayları, Erdoğan’ın “tek adam” olma halini tehdit etmedikleri için fazla önemsemiyor. Yanlış yapıyorlar. 5 yıl önceki Gül, Arınç ve Şener’in durumlarında kimsenin bulunmaması Erdoğan’ın her istediğini istediği gibi yaptığı anlamına kesinlikle gelmiyor. Örneğin son seçimlerde aday listelerine son şekli Erdoğan verdi ama kafasındaki bazı isimleri kurmaylarından gelen tepkiler nedeniyle aday göstermediği, bazı isimleri de parti içi dengeleri gözettiği için, fazla istemese de aday gösterdiği söyleniyor.Son kararları genellikle Erdoğan veriyor olabilir ama o aşamaya gelmeden önce partinin veya hükümetin veya Meclis grubunun değişik mekanizmalarının aktif bir şekilde devreye girdiği süreçler işletiliyor; gerektiğinde kamuoyu araştırmaları yaptırılıyor, uzmanlara danışılıyor veya doğrudan muhataplarla mülakatlar yapılıyor. Erdoğan bütün bu buılguları bir şekilde göz önüne alarak karar veriyor.Bu konuda söylenebilecek daha çok şey var. Şimdilik şöyle özetleyelim:1) AKP içinde bir “ikinci adam” olmaması, Erdoğan dışında kimsenin iktidar sahibi olmadığı anlamına gelmiyor;2) Erdoğan’ın kontrolünde geniş bir iktidar alanı bulunması onu “mutlak iktidar” sahibi yapmıyor;3) Erdoğan’ın ülkeyi yöneten “en güçlü” kişi olması onu “tek güçlü” kişi, yani “tek adam” kılmıyor.- BİTTİ -

Devamını Oku

Şeffaf devlet Uludere Roboski’de durdu

7 Kasım 2012

AKP iktidarının birinci yılında Vatan Gazetesi için yaptığım yazı dizisi kapsamında kendisiyle söyleşi yaptığım dönemin Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, partilerilerinin ve iktidarlarının ana ilkelerini şöyle özetlemişti: “Gayet gerçekçi olduk. Hayalci değiliz, çok gerçekçiyiz. İkincisi, çok rasyonel olduk. Rasyonel hareket etmek çok önemlidir. Üçüncüsü de çok şeffaf olduk. Düşüncelerimizi tartıştık. İnsanlar şimdi görüyor ama biz daha partimizi kurmadan başladık tartışmaya. Her şeyimiz çok açık olduğu için halkımız iki yıl sonra Türkiye’yi nereye götürebileceğimizi öngörebilir. Hatta on sene sonrasını bile görebilir. Bundan daha büyük şeffaflık olur mu? Yaptığımız her şeyi de inanarak yapıyoruz. Bundan daha büyük bir güç olur mu? Diğer taraftan gayet sadeyiz. Elitist, halktan kopuk kişiler değiliz.”Gerçekçi, rasyonel, şeffaf, samimi ve halkla iç içe... Gül’ün 9 yıl önce AKP için uygun gördüğü sıfatlar hakkında herkes farklı düşünebilir. Bense bugünkü yazımda AKP iktidarının şeffaflık konusunda nasıl bir performans sergilemiş olduğunu mercek altına almak istiyorum.Çünkü: 1) Son yıllarda “şeffaflık” modern demokrasilerde devletler için bir olmazsa olmaz olarak görülüyor; 2) Ülkemizde demokratikleşmenin önündeki en büyük engellerden birisi devletin ve onun en kritik kurumlarının “devletin bekası”, “ulusal güvenlik”, “devlet sırrı” gibi gerekçelerle şeffaf olmaması, vatandaş denetimine rıza göstermemesidir; 3) Türkiye’de devlet, kendi bekası için toplumun farklı kesimlerini mağdur etmekten çekinmemiş, şeffaflık diye bir derdi olmadığı için de bu konuda inandırıcı açıklamalara gitmeye bile kalkışmamıştır; 4) AKP’yi oluşturan kadroların çoğu, şeffaf olmayan devletin zulmüne maruz kalmış oldukları için ilk günden itibaren şeffaflığı bir ana ilke olarak benimsediklerini ifade ettiler. Bu konuda öncülüğü yapan Gül cumhurbaşkanı olduktan sonra yaptığı önemli konuşmalarda da şeffaflığı ön plana çıkarmayı sürdürdü.Aynı kırmızı çizgilerAKP iktidarının ilk yıllarında, AB sürecinin de bir gereği olarak devleti şeffaflaştırma konusunda çok ciddi adımlar attı, reformlar yaptı. 2007 seçimlerinden sonraki dönemde başlatılan Ergenekon, Balyoz gibi soruşturmalarla ordunun geleneksel iktidarları teker teker elinden alındı; bu süreçte, değil topluma, devletin diğer kurumlarına, yasama, yargı ve yürütmeye karşı şeffaf olmaya hiçbir şekilde tenezzül etmemiş olan TSK hakkında her türlü bilgi deşifre oldu, böylelikle ülkenin en büyük tabusuna da nokta konulmuş oldu.Fakat ordunun siyasetteki etkisi marjinalleştirilmesinden sonra işler değişti. Şöyle ki, sistemin eski sahiplerini tasfiye sürecinde şeffaflığı son derece kullanışlı bir ilke olarak sonuna kadar devreye sokan Başbakan Erdoğan, sistemin mutlak denetimini aldığını düşündüğü, diğer bir deyişle kendi statükosunu oluşturduğu andan itibaren şeffaflık iddiasını geri plana atmaya başladı. Bunu yaparken geçmişteki gibi “ulusal güvenlik”, “devletin bekası”, “güvenlik güçlerini yıpratmama” gibi argümanlara başvurdu.Bu konuya örnek olarak birçok olay verilebilir fakat AKP iktidarının şeffaflık çizgisinden sapmasının miladının 28 Aralık 2011 günü yaşanan Uludere Roboski faciası olduğu kesindir. Türk F-16 uçaklarının PKK’lı oldukları düşüncesiyle kaçakçılık yapan 34 köylüyü öldürmesinin üzerinden nerdeyse bir yıl geçmek üzere ancak kamuoyu hâlâ bu facianın nasıl gerçekleştiğini, sorumlularının kim olduğunu bilmiyor, bileceğe de benzemiyor.Bu satırları yazarken yaklaşık 20 yıl öncesine gittim: Süleyman Demirel liderliğindeki DYP, “şeffaf devlet” ve “Kürt realitesini tanıma” vaadiye girdiği 1991 genel seçimlerinden birinci parti olarak çıkmış ve Erdal İnönü liderliğindeki SHP ile koalisyon kurmuştu. Ne var ki birkaç ay sonra Güneydoğu’daki Newroz kutlamalarında kanlı olaylar yaşandı. O tarihte Cumhuriyet Gazetesi’nde muhabirdim ve olayların yaşandığı Nusaybin’e sokulmayan gazeteci grubu içinde yer alıyordum. O günkü izlenimlerime “Şeffaf devlet Nusaybin’de durdu” başlığını uygun görmüştüm. 20 yıl sonra benzer bir başlıkla kaldığımız yerden devam ediyoruz.Yarın: Erdoğan sahiden “tek adam” mı?

Devamını Oku

Liberaller ile AKP’nin aşk ve nefret ilişkisi

7 Kasım 2012

Türkiye’de liberal olarak bilinen şahıs ve çevrelerin (liberal tanımı etrafında çok uzun tartışmalar yapılabileceğinin farkındayım ama kimleri kastettiğimin anlaşıldığını varsayarak bu tartışmaya bu yazıda girmeyeceğim) büyük kısmı bir süredir hükümeti (aslına bakılacak olursa Başbakan Erdoğan’ı) her geçen gün daha da sertleşen ifadelerle sistemli bir şekilde eleştiriyor. Ancak aynı kişilerin 12 Eylül 2010 referandumu öncesinde “yetmez ama evet” gibi sakil bir slogandan güç alarak Erdoğan’ın etrafında toplanmış olduklarını hatırlıyoruz.Bunda şaşılacak bir şey yok çünkü liberallerin son 10 yılda AKP ile ilişki grafiğinin hayli inişli-çıkışlı olduğunu biliyoruz. Örneğin AB’den müzakere tarihi elde etmek için peş peşe reformlar yapan hükümet en güçlü alkışı bu çevrelerden almış; tarih alındıktan sonra seçim vb. nedenlerle reformlar konusunda frene basınca yine onların eleştirilerine maruz kalmıştı.AKP’nin liberallerle ilişkisini TSK’nın rehabilite ettiği de bir gerçektir. 27 Nisan 2007 e-muhtırasıyla tetiklenen bu kavuşma Ergenekon, Balyoz vb. süreçlerle tam bir ittifak görüntüsünün ortaya çıkmasına yol açtı. Hele 2009 yaz aylarında hükümet, Kürt sorunu başta olmak üzere birçok kritik sorunda peş peşe açılımlar başlatınca bu işbirliği zirveye çıktı. Ancak Habur fiyaskosunun ardından hükümetin geri adım atmasıyla birlikte aralar yeniden açıldı. Sözünü ettiğimiz 12 Eylül referandumunun da, yaraları sadece geçici olarak sarmış olduğunu çok geçmeden anladık.Değerli desteklerBirbirinden farklı özelliklere, eğilimlere, kaygı ve beklentilere sahip olmalarına rağmen bir şekilde AKP projesine eklemlenme noktasında birleşen liberallerin bazı temel hata ve yanılgılarını kabul etmeye yanaşmadıkları için hükümete, daha doğrusu Erdoğan’a yönelik eleştirilerinde şaşırtıcı bir performans sergilediklerini düşünüyorum. Bunların neler olduğuna geçmeden önce bir tespitimi ifade etmek istiyorum: Başta Erdoğan ve bazı AKP kurmaylarının son dönemde sık sık dile getirdiklerinin aksine, liberal olarak tanımlanabilecek kişi ve çevrelerin vermiş olduğu destekler hükümet için çok değerli olmuştur. Örneğin AKP iktidarının ilk yıllarında liberallerin özellikle Batı’ya AKP’den korkmaya gerek olmadığını, iktidar partisinin AB yolunda samimi olduğunu anlatmaları hayli etkili olmuştu.Bir diğer önemli destek Ergenekon vb. süreçlerde geldi. Hükümet, askeri vesayetin sonlandırılması konusunda öncelikle Fethullah Gülen cemaatine, ardından sağlı-sollu liberal entelektüel ve gazetecilere çok şey borçludur. Nihayet Erdoğan’ın uzun vadeli stratejilerinde bir tür dönüm noktası olduğu anlaşılan (ve sonradan yaşananlara, örneğin MİT krizine bakıldığında, “galiba yanlış hesap yapmış” dedirten) 12 Eylül referandumunda da AKP-Gülen hareketi-liberaller işbirliği belirleyici oldu.Liberal yanıldıİşte tam da bu noktada liberalllerin hata ve yanılgılarına geçmek uygun olacaktır:1) Gelinen aşamada AKP ile Gülen hareketi arasında kıyasıya bir iktidar mücadelesi yaşanırken “liberal” olarak tanımlayabileceğimiz kişi ve çevrelerin bunların dışında kaldıklarını; bazılarının hükümete, bir bölümünün de Cemaat’e yanaşmaya çalıştığını ama çoğunluğun Türkiye’nin gidişatından derin kaygı duyup yüksek sesli uyarılarda bulunduğunu görüyoruz. İşte bu yaşananlar bile tek başına liberallerin AKP (ve buna bağlı olarak Gülen hareketi) gerçeklerini doğru okuyamamış olduklarını ize gösteriyor;2) Liberallerin en büyük yanılgısı, AKP’yi ve onun kadrolarını fazlasıyla küçümseyip kendilerini alabildiğine önemsemeleriydi. Öyle ki Erdoğan ve arkadaşlarının kendi kafalarındaki “demokratik cumhuriyet”i inşa etmekte olduğunu bile düşündüler;3) Halbuki zaman zaman koşulların zorlamasıyla istemediği şeyleri yapmak ve istediği şeyleri yapamamak zorunda kalsa da AKP, özellikle Erdoğan 10yıl boyunca belli bir strateji dahilinde kendi yönünü (dolayısıyla ülkenin yönünü) çizdi. Hükümeti ve Erdoğan’ı belirledikleri, yönlendirdikleri yanılsamasındaki liberallerin, tam tersine hükümet ve Erdoğan tarafından yönlendirilmiş olduklarını anlamak son derece kolaydır; örneğin son dönemde bütün yaptıklarının Erdoğan’ın söz ve davranışlarına cevap yetiştirmek olduğunu görmek bu konuda yeterli olacaktır;4) Liberalllerin en büyük hatası (belki “günahı” demek daha doğru olacaktır), AKP ile ittifak yaptıkları (ya da yaptıklarını sandıkları) dönemlerde hükümetin birçok yanlışını görmezden gelmeleri veya üstünü örtmeye ya da meşrulaştırmaya çalışmaları veya daha ileri gidip açıkça bunları savunmaları; bunu yaparken, hükümete eleştiri yöneltenlere karşı son derece acımasız olmaları, eleştiri sahiplerine kötü niyet atfetmeleri, onları Ergenekon vb. yapılarla doğrudan ya da dolaylı olarak ilişkide bulunmakla suçlamalarıdır. Bu açıdan en ibret verici tutum, Ergenekon suçlamalarının inandırıcı olmadığı anlarda “post-Ergenekon” gibi acayip kavramların büyük buluşmuş gibi ortaya atılmasıdır.5) Bu bağlamda, demokrasi, hukuk devleti, temel hak ve özgürlükler gibi kavramlarla ilişkileri hayli şüpheli bazı kişileri himayelerine alıp zaten epey kirli olan medya atmosferini daha da kirletmiş olmalarını da bazı liberalllerin bağışlanmsı çok güç günahları arasına koymamız herhalde yadırgatıcı olmayacaktır.Yarın: Şeffaf devlet Roboski’de durdu

Devamını Oku

Erdoğan: Demokrasi tramvayında ihtiraslı bir yolcu

6 Kasım 2012

Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanıyken, 14 Temmuz 1996 günü Milliyet Gazetesi’nde çıkan Nilgün Cerrahoğlu imzalı söyleşide “Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz” ve “Demokrasi amaç değil araçtır” demişti.Yaklaşık 4 yıl sonra, Zaman Gazetesi’nden Eyüp Can kendisine bu sözlerini hatırlatınca Erdoğan şöyle diyecekti: “Demokrasiyi araç olarak gördüğüm saptaması, bağlamından koparılarak ve zorlamayla başka bağlamlara yerleştirilerek sunuldu. Türkiye’de hep amaçlar esas, araçlar ise arız görüldüğünden olsa gerek, benim demokrasiyi araç olarak tanımlamam küçümseyici bir tutum gibi algılandı. Halbuki ben amaçların meşruiyeti kadar araçların meşruiyetine de inanan bir insanım. Amaçlar ne kadar meşru ve haklı olursa olsun, eğer araçlar aynı meşruiyete sahip değilse, hiçbir hakiki sonuç elde edilemez.”Can’ın “Demokrasi meşru aracı ile anti-demokratik bir amaca ulaşmak istemediğinizi nereden bileceğiz?” diye üstelemesi üzerine Erdoğan “Bakın çok net söylüyorum, başka bir şeye ulaşmak üzere herhangi bir şeyi bağlamı dışında araçlaştırmayı ben gayri ahlâki bulurum” cevabını verecek, “Yani demokrasiyi içselleştirdiniz mi?” sorusuna da çok kısa ama net bir cevap verecekti: “Kesinlikle içselleştirdim.”Bir başka kesin ve çarpıcı cevap da “Peki, demokrasiyi şeriat devletine ulaşmak için kullandığınız iddiası?” sorusuna gelecekti: “Hâlâ birileri çıkıp şeriat devletinden bahsederse, onu ciddiye almam.”Hangi Erdoğan sahici?Zaman Gazetesi’ndeki söyleşi “Niyet ettim Allah rızası için değişmeye” gibi alaycı bir sunuşla 5-6 Şubat 2000 tarihlerinde, yani Erdoğan liderliğindeki “yenilikçiler”in iki ay sonraki Fazilet Partisi Kongresi’nde Recai Kutan’a karşı Abdullah Gül’ü aday olarak hazırladıkları sırada yayınlandı. O tarihten bu yana AKP kuruldu, girdiği ilk seçimlerden tek başına iktidarla çıktı ve daha sonraki her genel seçimde oyunu artırarak her iki seçmenden birinin oyunu aldı. Ama Erdoğan’ın (ve partisinin) demokrasiyle ilişkisi konusunda kafalar bir türlü netleşmedi.Kimilerine göre Erdoğan Nilgün Cerrahoğlu söyleşisindeki siyasetçidir; demokrasiyi bir araç olarak görmüş ve gideceği yere ulaşmış olduğu için demokrasi tramvayından çoktan inmiş ve Türkiye’yi demokrasi açısından geri bir noktaya taşımıştır. Kimileriyse Eyüp Can söyleşisindeki, demokrasiyi içselleştirmiş, “şeriat devleti” önermesini ciddiye almayan Erdoğan’ın gerçeği yansıttığını düşünüyor ve ülkenin 10 yılda demokrasi konusunda son derece ileri adımlar attığını iddia ediyorlar.Ne o, ne ötekiPeki hangisi doğru? Türkiye’de pekçok konuda olduğu gibi gerçeğin, bu iki uç bakışın ortalarında bir yerde olduğunu düşünüyorum. AKP’yi kuran kadroların demokrasiyi “beşeri ideoloji” olarak gören ve dışlayan bir gelenekten geldiklerini biliyoruz. Ama yine aynı kadronun, iktidara gelmek ve daha önemlisi iktidarda kalmak için demokrasiyi savunmak durumunda kaldıklarını da biliyoruz. Sorun, yaşanan bu “mecburi demokratikleşme”nin ne derece içselleştirildiği ve “mecburiyet”in yerini “gönüllülük”ün alıp almadığıdır. Bu bağlamda, “AKP’nin aslında demokrasi diye bir derdi hiçbir zaman olmadı. Kendi önünü açmak, iktidarını güçlendirmek için demokrasiyi kullandı” gibi herhangi bir işlevi olmayan ya da kalmamış tespitlerle vakit kaybetmek yerine dindar kesimlerin tümüyle çoğulcu bir demokrasi savunusuna geçmesinin önünün neden tıkandığını ve bunun önünün yeniden nasıl açılabileceğini sorgulamamız daha isabetli olacaktır.Çoğulcu değil çoğunlukçu demokrasiAKP ve Erdoğan’ın demokrasiye bakışlarında iki temel hata öne çıkıyor:1) “Çoğulcu” değil de “çoğunlukçu” bir demokrasi anlayışını benimsemek.2) Demokratikleşmeyi darbelerin önünün kesilmesi ve askeri vesayetin sonlandırılmasına endekslemek.Çoğulcu-çoğunlukçu demokrasi arasındaki fark üzerine çok şey söyledik, daha da söyleriz. Bu yazıda tek bir örnek vermek yeterli olabilir: Erdoğan kamuoyu yoklamalarında halkın idam cezasının yeniden uygulanmasından yana olduğunun altını çizerek yeni bir tartışma başlattı. Halbuki çoğunluğun idamdan yana olması bu cezanın “doğru” olduğu anlamına gelmez. Zaten demokrasi, çoğunluğun her istediğini yapmak değil, gerektiğinde çoğunluğun tepkisini göze alarak sayıca az olanların “doğru”, “haklı” ve “meşru” taleplerinin karşılanmasıdır. Nitekim dün idam cezasını kaldıran siyasetçiler bunun bedelini sandıkta çok kötü ödediler ama Türkiye’yi demokrasi açısından epey ileri bir noktaya taşıdılar.İkinci şıkka geçecek olursak: Tabii ki askeri vesayete karşı olmak tartışmasız demokrasinin olmazsa olmaz şartlarındandır. 10 yıllık AKP iktidarının ülkemize yaptığı en büyük iyilik de askeri vesayetin sonlandırılması veya iyice etkisizleştirilmesidir. Ama hükümetin askerin siyasi alanın dışına atılmasından itibaren demokrasi konusunda frene basmasının savunulacak hiçbir yönü yok.Öte yandan AKP iktidarının son 2-3 yıldır demokrasi konusunda hoyrat davranışları, özgürlükçülüğün yerini yasakçılığın, açılımların yerini kapanımların almasının önemli bir nedeni de güçlü, doğru soruları soran, doğru eleştirileri yapan bir muhalefetin bulunmamasıdır. Eğer AKP’yi demokrasi konusunda eleştirenlerin büyük bir çoğunluğunun sahiden demokrasi diye bir dertleri olsaydı sanıyorum AKP de demokratikleşmede kolay kolay frene basamazdı.Sonuçta Türkiye eski statükoyu yeniden hakim kılmak isteyenlerle kurmuş oldukları yeni statükoyu korumaya çalışanların amansız mücadelesinin toz bulutları altında demokratikleşme konusunda teklemeye başladı.Yarın: Liberallerin AKP eleştirilerinin doğru ve yanlışları

Devamını Oku

Murat Karayılan, Cemil Bayık ve diğerlerine: Lütfen açlık grevlerini sonlandırın!

1 Kasım 2012

Murat Karayılan, Cemil Bayık, Duran Kalkan ve diğer PKK yöneticilerine,Boyumdan büyük bir işe karıştığımı düşünebilirsiniz. Olsun. Ben yine de sizden cezaevlerindeki açlık grevlerini sonlandırmanızı rica ediyorum. Çünkü:1) Açlık grevlerinin sizin inisiyatifinizle başladığını biliyoruz, onu bitirebilecek olanlar da sizlersiniz;2) Benim gibi çok kişi açlık grevlerinin üç temel talebinin haklı olduğuna inanıyor. Yine benim gibi çok kişi, bir yöntem olarak açlık grevine pek sıcak bakmamakla birlikte maksadın hasıl olduğunu, yani bu taleplerin kamuoyunun gündemine ciddi bir şekilde taşınmış olduğunu da düşünüyor.3) Cezaevlerinden gelebilecek kötü haberler kamuoyunda oluşmuş bulunan bu duyarlılık üzerinde olumlu değil tam tersine olumsuz etkide bulunacaktır;4) Taleplerden ana dilde savunma hakkı konusunda somut adımlar atılacağı hükümet tarafından ilan edildi. Ana dilde eğitim konusunun da uzun soluklu bir süreç olduğunu ve toplumun bunu zaten tartışmaya başladığını biliyoruz. Açlık grevi eylemcileri hayatlarını ortaya koyarak bu tartışmaya yeterince katkıda bulundular. Bunun daha ötesini onlardan beklemek gerçekçi olmayacaktır.5) Öcalan’ın tecridi konusunda da benzer bir durum söz konusu. Bu konuda devlet içinde farklı eğilimler olduğunu siz bizlerden daha iyi biliyor olmalısınız. Devlet hem Öcalan’la, hem sizinle daha önce defalarca görüştü, yeniden görüşülebileceği en yetkili ağızlar tarafından ifade de edildi. Açlık greviyle birlikte tecrit konusunun ülkenin en önemli gündem maddelerinden biri haline geldiği de kesin. Bazı mahkumlarının hayatlarının, kalkması kaçınılmaz olan bu tecridi daha erken sonlandıracağını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz; tam tersi sonuçlara da pekala yol açabilir.6) PKK insan hayatları üzerinden yol alan bir örgüt olabilir. Açlık grevi eylemcilerinin ezici bir çoğunluğu davaları uğruna ölmeye hazır da olabilirler. Ancak bütün etnik unsurlarıyla Türkiye toplumu Kürt sorununun çözümünün insanların hayatına endekslenmiş olmasından bıkalı çok oluyor. Kısacası cezaevlerinden gelecek her kötü haber çözümü kolaylaştırmayacak tam tersine zorlaştıracaktır.7) “Çağrını bize değil devleti yöneltenlere yapın” diyebilirsiniz. Çok sayıda aydın, sivil toplum kuruluşu bunu başından beri yapmaya çalışıyor. Ancak açlık grevi konusunda sağduyu göstermesi gereken tek taraf devlet değil, sizlerin de sorumluluğu çok yüksek. Bu nedenle atacağınız her makul adım bu ülkeye barışın hakim olmasını dileyen, Kürt sorununun barışçıl yollarla kalıcı bir şekilde çözülmesi için uğraşan, kim olursa olsun bu ülke insanlarının hayatını her şeyden daha değerli görenlerin elini güçlendirecektir.Aksi takdirde açlık grevini sürdürenler başta olmak üzere ayrım gözetmeksizin hepimizin kaybedeceği bir sürecin içine yuvarlanmış olacağız.Sonuç olarak bu fırsatı tepmeyin, açlık grevlerini bir an önce sonlandırın ve Türkiye’nin önünü artık kimsenin kapatamayacağı bir şekilde açın, lütfen.

Devamını Oku

Cumhuriyet değil, iktidar savaşları

31 Ekim 2012

Önceki günkü “Kim kârlı, kim zararlı çıktı? AKP mi, CHP mi?” başlıklı yazımda “cumhuriyet, laiklik, Atatürkçülük” gibi değerler üzerinden siyaset yapmanın, hele bu değerler uğruna sokağa dökülmenin eninde sonunda muhafazakâr siyasi partilerin (dün RP, FP; bugün AKP) işine yaradığını ileri sürdüm. Buna bağlı olarak 29 Ekim günü Ankara’da yaşanan olaylardan eninde sonunda AKP’nin kârlı, CHP’ninse zararlı çıkacağını savundum.Bu tezimin çok kişi tarafından benimsenmediğini, hatta onları öfkelendirdiğini biliyorum. Ama bu yıllardır böyle. Özellikle 1994 yerel seçimlerinden RP’nin zaferle çıkmasının ardından “laiklik” Türk siyasi hayatının ana öğelerinden biri haline geldi ve özellikle merkezde yer alan partiler, “irtica tehditi”ni öne çıkararak İslami hareketin yükselişini engelleyeceklerini düşündüler. Laiklikle ilgili konuları/sorunları İslami hareketin “yumuşak karnı” olarak görmenin büyük bir yanılsama olduğu yolunda uyarıda bulunan kişilerse “şeriatçıların ekmeğine yağ sürmek” gibi sakil suçlamalara maruz kaldılar. Sonuçta 1994’ten bu yana yer yer laikliğe duyarlı kesimlerin inisiyatifi ele geçirmiş olduğunu düşündüren olaylar yaşanmadı değil ancak bu zaferlerin ya aldatıcı ya da hayli kısa süreli olduğunu net bir şekilde gördük. AKP’nin tek başına iktidara gelip her genel seçimlerde oyunu artırmasında rakiplerinin bu yanlışta ısrar etmesinin çok etkili olduğu kanısındayım.Şartlar değişti mi?Bazı okurlar, “dün öyleydi ama artık şartlar değişti” diyerek 29 Ekim 2012 gününün Türk siyasi hayatında bir tür “milat” olacağında ısrar ediyor. Onlara göre Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamak isteyenlere devletin reva gördüğü muamele bu ülkenin muhafazakâr insanlarını bile isyan noktasına getirmiş durumda. Sanmıyorum. Eğer öyle olsaydı bunun işaretlerini bir şekilde görürdük. Elimizde bir tek Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan arasında geçen ve uzun ömürlü olmayacağı anlaşılan “yetki tartışması” var ki burada da “laiklik, cumhuriyet” gibi değerlerden çok iki siyasetçinin cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik rekabetleri belirleyici gibi gözüküyor.Muhafazakârlardan olaylara yönelik bir tepki gelmediği gibi daha ilk günden, İstanbul İl Başkanı Oğuz Kaan Salıcı üzerinden CHP hedef tahtasına oturtulmuş durumda. “Özgürlükçü sol” bir çizgide olduğunu duyduğumuz Salıcı o sözleri askerlere değil de devlet erkanına söylemiş olduğunda ısrarcı. Diyelim ki öyle, yine de solcu bir siyasetçinin devlet erkanına “Sizin korumanız gereken cumhuriyete biz sahip çıkıyoruz” demesi ne derece doğrudur?Demokrasisiz cumhuriyet1994’ten bu yana Türkiye’nin çok değiştiği muhakkak. Dolayısıyla laiklik-siyaset ilişkisinde de birçok şeyin değişmiş olması normaldir. Ama değişmeyen çok önemli bir nokta var: Laiklik, cumhuriyet ve Atatürkçülük gibi değerleri temel alma iddiasındaki kişi ve kesimlerin demokrasiyle bir türlü tam olarak barışmamaları. Çok söylendi ama bir kez daha söylemekte hiçbir sakınca yok: 29 Ekim günü Cumhuriyet Bayramı’nı yasağa rağmen kutlamak isteyenlerin maruz kaldığı gazı bu ülkede şu son birkaç yılda tatmayan çok az toplumsal-siyasal kesim kaldı. O günlerde polisin şiddetine ses çıkarmayanların (ki içlerinde polisin tavrını haklı bulanlar da olabilir) “ama bizim elimizde Türk bayrağı vardı”, “sadece bayramı kutlamak istemiştik” gibi gerekçelerle polise isyan etmesi bir aşamadan sonra fazla inandırıcı olamıyor.Bu konuyu daha çok tartışacağa benzeriz. Noktayı Ergenekon vb. süreçlerinde sık sık yapmış olduğu bir tespiti tekrarlayarak bitirmek isterim: Türkiye’de yaşanan çatışmalar, laiklik veya demokrasi gibi değerlerden ziyade eski iktidar sahiplerinin yerlerini bırakmak istememeleri, yeni iktidar sahiplerinin de iktidarlarını eskilerle paylaşmak istememelerinden kaynaklanıyor. Yani bildiğimiz iktidar savaşları.*****Ölümle oyun olmazBaşbakan Erdoğan Berlin’de, cezaevlerinde açlık grevleri değil şov yapıldığını söyledi. Bu söz bize, birbirinden çok farklı siyasi partiler iktidara gelse de devletin cezaevlerindeki açlık grevlerine bakışında bir süreklilik olduğunu gösteriyor. Örneğin 2000 yılının Aralık ayında “aslında ölüm orucu filan tutmuyorlar” propagandaları eşliğinde devlet 20 cezaevine operasyon yapmış, ikisi asker 32 kişi hayatını kaybetmişti.Hükümetin açlık grevlerini yok sayma tutumuna karşı söylenecek çok şey var, şimdilik sadece bir temennimi dile getirmek isterim: Umarım Başbakan’ın bu sözü vicdanları sızlatacak bir şekilde tekzip edilmez.

Devamını Oku

Kim kârlı, kim zararlı çıktı? AKP mi, CHP mi?

29 Ekim 2012

Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamak isteyenlere “istihbarat bilgileri” gerekçe gösterilerek yasak getirilmek istenmesi yanlış ve anlamsızdı. Bu yanlışta ısrar etmenin daha büyük bir yanlış olduğunu dün Ankara’da yaşananlar açık bir şekilde gösterdi. Yasaklar ile polisin acımasız tutumu birleşince cumhuriyet tarihimizin en tatsız cumhuriyet bayramlarından birini yaşadık.Temel hak ve özgürlükler ile demokrasi açısından bakıldığında hükümetin hanesinde bir dizi kırık not olduğu açıktır ancak olayların muhtemel siyasi sonuçları üzerine düşünmeye başlayınca farklı bir bilançoyla karşılaşmak pekala mümkün olabilir. Lafı uzatmadan tezimi dile getirmek istiyorum: Dün Ankara’da yaşananların iktidar partisini siyasi açıdan zor durumda bırakacağı kanısında değilim; hatta tam tersine bundan kârlı çıkma ihtimalini daha yüksek görüyorum.AKP rahatsız mı?Çünkü Türkiye’de siyasi partilerin oyları demokrasi, temel hak ve özgürlükler gibi değerlerden çok, öncelikle ekonomik nedenlerle, ardından ideolojik pozisyon almalara göre iniyor ya da çıkıyor. Dün Ankara’da yaşananları bu mercekten irdelediğimizde karşımıza şu olgular çıkıyor:1) 29 Ekim’i yasağa rağmen Ankara sokaklarında kutlamada ısrar edenlerin çoğu zaten AKP’ye oy vermiyor, onunla kıran kırana mücadele ediyor;2) AKP ve Erdoğan da bu kesimlerden oy kazanmayı ummuyor, dolayısıyla kendilerini, onların kaygı ve beklentilerini gözetmek zorunda görmüyorlar;3) AKP ve Erdoğan, “cumhuriyet, laiklik, Atatürkçülük” gibi değerler üzerinden radikal bir şekilde eleştirilmekten pek rahatsız olmuyorlar. Tam tersine bu tür sokağa da taşan tepkileri, muhafazakâr kitleleri kendi etraflarında bütünleşmek için kullanıyorlar.4) Öyle ki tabanlarında şu ya da bu nedenle ortaya çıkan rahatsızlıkları örtbas etmek veya ortadan kaldırmak için bu türden tepkileri kışkırttıklarını bile ileri sürebiliriz.Dün ve bugün farkıDünkü Cumhuriyet mitingleri AKP hükümetini bir ölçüde tedirgin edebilirdi çünkü sokağa dökülen “silahsız kuvvetler”in, “silahlı kuvvetler” ile birlikte demokratik süreci sekteye uğratması az da olsa ihtimal dahilindeydi. O günden bugüne yaşananlara ve TSK’nın şimdiki durumuna baktığımızda böyle bir ihtimalin artık nerdeyse ortadan kalkmış olduğun u görüyoruz. Bu nedenle kabaca “ulusalcı” olarak tanımlayabileceğimiz grupların başını çektiği 29 Ekim’i sokakta kutlamada ısrar edenler AKP’ye yönelik ciddi bir tehdit oluşturmuyorlar.Peki böyle olmasına rağmen bu kutlamaların devlet marifetiyle engellenmek istenmesini basit bir hesap hatası olarak görmek mümkün müdür? Sanmıyorum.Farklı kamuoylarıTürkiye öteden beri Kürt meselesi, laiklik gibi kritik konularda farklı komuoylarına bölünmüş durumda. Yaşanan birçok hayati gelişmeye biri ak derken diğeri hemen kara diyor. “Gri” noktalara dikkat çekmek isteyenlerse her iki taraftan birden dayak yiyor.Örneğin dünkü olaylara lakiliğe duyarlı kentli orta sınıflarla muhafazakâr taşranın aynı şekilde bakmadığı açıktır. Birinci grup “Cumhuriyet Bayramımızı bile kutlamamızı engellemek istiyorlar” derken ikinci gruptaki çok kişi rahatlıkla bu kutlama ısrarının ardında başka niyetler arayıp bulabiliyor ve yaşanan olaylardan çok hoşlanmasa bile tercihini hükümetten yana yapabiliyor. Eğer CHP kurumsal olarak yer almamış olsaydı dün Ankara’da yaşananların siyasi sonuçları marjinal kalabilirdi. Evet, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bizzat kutlamalara katılıp polisin biber gazından da tadarak AKP iktidarını hiç kuşkusuz zor durumda bıraktı. Ancak bu tür tatsız olayların etkisi kısa süreli olacaktır. Buna karşılık bir kez daha ulusalcı hareketin peşine takılmış olmasının ana muhalefet partisine zararı kesinlikle kalıcı olacaktır.Ve daha önce defalarca örneğini gördüğümüz gibi “laiklik, cumhuriyet, Atatürkçülük” gibi değerler ekseninde yaşanan bu gerilimden de eninde sonunda AKP ve Erdoğan kârlı çıkacaktır.

Devamını Oku