SEÇMELİ DİL DERSİNE İLK TEPKİLER/4Bu yazı dizisinde, yaşayan dil ve lehçelerin yeterli sayıda öğrenci bulunması halinde seçmeli ders olarak okutulması kararının Kürtçe, Lazca ve Çerkes dillerine muhtemel etkilerini, konunun uzmanlarıyla tartıştık. Bu son bölümde hükümetin aldığı bu kararın siyasi nedenlerini ve muhtemel sonuçlarını tahlil etmek istiyorum.Öncelikle bu kararın toplumda (dolayısıyla medyada) pek fazla ilgi ve heyecan yaratmamış olmasını sorgulamak gerekir. “Zaten biliniyordu, Başbakan’dan önce Milli Eğitim Bakanı açıklamıştı” diyecektir ancak unutmayalım Ömer Dinçer’in açıklaması da yine ilgi ve heyecana neden olmamıştı.“Peki neden böyle?” diye sorulacak olursa ilk cevap, “Çünkü normal olanı bu” olmalıdır. Yani devlet yıllarca bu ülkede vatandaşlarının bir bölümünün Türkçe dışında anadillere sahip olduğunu kabul etmedi; ettiği durumlarda da bunların korunup geliştirilmesi için hiçbir sorumluluk üstlenmedi, hatta tam tersine bu yöndeki çabaların önüne sayısız engel çıkardı. Vatandaşların bir kısmı devletten korktuğu için, bir kısmı da devleti zor duruma düşürmemek için bu konuda fazla talepkâr olmadı. Bu noktada kişisel bir örnek vermeme izin verin. Halamın kocası Nedim Candemir, Deniz Yolları’ndan emekli olduktan sonra kendisini bir Lazca-Türkçe sözlük hazırlamaya adamıştı. Kendisine ne zaman yayınlayacağını sorsak “Şimdi zamanı değil” cevabını alırdık. Nedim Enişte’nin bu cevabında devlete yönelik bir eleştiri, hatta serzeniş bile yoktu. Hem kendisinin, hem devletin yaptığının doğru olduğunu düşünüyor ve uygun zamanın gelmesini bekliyordu. Nihayet o zaman geldi ancak maalesef eniştem bunu göremedi.Sorumlu kim?Kişisel bir başka örnekle devam etmek istiyorum. Ben 4 yaşındayken İstanbul’a taşındığımız için anadilim olan Lazca’dan bildiklerimi çok kısa sürede unuttum. Halbuki Çağlayan’da çok sayıda Laz akranımla birlikte okudum ilkokulu. Eğer o zaman seçmeli dil dersi uygulaması olsa herhalde Lazca’yı seçer ve doğuşta edinmiş olduğum anadilimi koruyabilirdim. Ama olmadı, daha sonra ortaokulda Fransızca, üniversitede de İngilizce öğrendim ama Lazca bilgim maalesef birkaç kelimenin ötesine geçmiyor.Bu durumdan ailemin herhangi bir şekilde sorumlu tutulabileceğini sanmıyorum. Anadolu’nun dört bir tarafından büyükşehirlere göç etmiş herkesin derdi sisteme bir şekilde entegre olmaktı. Sistem de onlara birçok şeyden fedakârlık etmelerini dayatıyordu ki anadil de bunlardan biriydi.Dolayısıyla anormal olanın dünkü, normal olanınsa bugün ilan edilen uygulama olduğu açıktır. Bu aşırı geç kalma sonucunda çok sayıda kişi anadiline yabancılaştı, birçok dil de yokolma noktasına geldi. Artık “zararın neresinden dönülse kârdır” perspektifiyle hareket edip açılan arayı olabildiğince kapatmaya çalışmalıyız.Kazanılmış bir hakÇok değil bundan on yıl önce Kürtçe’nin seçmeli dil olması için imza toplayan üniversite öğrencileri hakkında soruşturma açılıyordu. Bugünse o öğrencilerin büyük bölümünün seçmeli dil dersi kararına burun kıvırdıklarını tahmin edebiliriz. Bunda şaşıracak bir şey yok çünkü Kürtler bir süredir sistemli bir şekilde “anadilde eğitim” talebini seslendiriyor.Hedefi “anadilde eğitim” olarak saptayanların “anadil eğitimi”ni yetersiz bulması anlaşılır bir şey. Ama daha önce TRT 6 örneğinde olduğu gibi, bu adımı “olumlu” olarak görüp sahiplenmek yerine “hükümetin aldatmacası” olarak görüp reddetmek bana makul gelmiyor.Burada sorun bir ölçüde hükümetten kaynaklanıyor; daha önce de sık sık gördüğümüz gibi sanki siyasi iktidar bu hakkı bahşetmiş gibi bir üslup benimsiyor. Halbuki gerek TRT 6, gerekse seçmeli dil dersi, “verilmiş” değil “kazanılmış” haklardır. Eğer Kürtler yıllarca bu konuda mücadele etmemiş olsalardı, bu tür olumlu gelişmeler için daha uzun süre beklememiz gerekebilirdi. Kürt siyasi hareketi de, sırf hükümetin elini güçlendirmemek için bu tür gelişmelere tavır alınca aslında kendi elini zayıflatmış oluyor.Anadilde eğitime giden yolSeçmeli dil dersinin özellikle Kürtçe için “anadilde eğitim”e kapıları araladığı açıktır. Ülkemizde kullanılan diğer anadiller için “anadilde eğitim”in hayata geçeceğini düşünmek pek gerçekçi olmaz. Öte yandan Laz Kültür Derneği Başkanı Memedali Barış Beşli’nin vurguladığı gibi, seçmeli dil dersinin Lazca gibi diller için tam bir cankurtaran simidi işlevi göreceği muhakkaktır.Tabii burada hem devletin bu olaya gereken önemi vermesi, “yani dostlar alışverişte görsün” tutumu izlememesi; hem de aileler ve öğrencilerin kazandıkları bu hakka sahip çıkmaları, ellerinden geldiğince devletin işini kolaylaştırması gerekir. Örneğin devletin “yeterli sayıda öğrenci” şartını ders açmamanın bahanesi yapmaması, ailelerin de yeter sayıyı bulmak için çaba göstermesi şarttır.- BİTTİ -
SEÇMELİ DİL DERSİNE İLK TEPKİLER/3Yaşayan dil ve lehçelerin yeterli sayıda öğrenci bulunması halinde seçmeli dil dersi olarak öğretilecek olmasını tartışmayı sürdürüyoruz. Bugün, sesi her geçen gün daha güçlü çıkan Türkiye’deki Çerkes hareketinden bir konuğumuz var. Bu hareketin öne çıkan isimlerinden olan Yalçın Karadaş ile, seçmeli dil dersi uygulamasının Çerkes dillerine muhtemel etkilerini tartıştık:Seçmeli ders adımını nasıl değerlendiriyorsunuz?Dünyanın ve ülkemizin içinde bulunduğu somut durum artık ertelenemez hâle gelen ana dil eğitimi için çalışmaların devletçe organize edilmesini zorunlu hale getirmiştir. Bu çalışma olması gerekendi ve bir an önce hazırlıklar tamamlanarak hayata geçirilmelidir.Seçmeli ders hangi yaştan itibaren hayata geçirilebilir, geçirilmeli?Anaokullarından itibaren çocuklarımıza Türkçe yanında ailesinin istediği ana dili eğitimi verilebilir, verilmelidir. Lise çağından itibaren ise gencin istediği bir dili öğrenebilmesinin yasalarla önü açılmalıdır. Yani bir Çerkes genci istiyorsa lisede de ana dilini geliştirebilmelidir.“Yeterli sayıda öğrenci” şartı Çerkes dilleri için sorun çıkarır mı?Ülkenin bazı küçük bölgelerinde Çerkesler açısından sorun çıkacaktır. Ancak Çerkeslerin hızla şehirleşen bir etnik kimlik olmaları nedeniyle özellikle büyük kentlerde sayı konusunda zorluk yaşayacaklarını sanmıyorum. Yeter ki bu seçimleri nedeniyle bazı öğretmen ve öğrenciler tarafından dışlanmayacakları demokratik bir yapı için Anayasa’dan başlayarak temelden devlet ve hükümet organları gerekli düzenleme ve terbiyeyle her insanımıza eşit mesafede, yapıcı yaklaşabilsinler.Çerkeslerin farklı dil ve lehçeleri söz konusuysa bunlardan hangisi öğretilecek?Türkiye’deki Çerkeslerin yüzde 80’den fazlası Adığe kimliğinden gelen insanlardan, kalanın önemli bir kesimi de Abazalar başta olmak üzere, daha az sayıda halklardan oluşur. Adığe ve Abaza dili öğretimi kesin olmakla birlikte, örneğin Çeçen, Oset ve Lezgi Avar gibi daha az sayıda gruplar için de sayıca yeterli oldukları bölgelerde isterlerse kendi ana dillerini öğretecekleri bir sistem kurulabilir. Bu konularda Türkiye’de ciddi bir örgütlenme geleneği olan bu halkların sivil örgütlenmelerinden ve aydınlarından her zaman destek alınabilir. Zaten Kafkas ya da Çerkes halkları Rusya Federasyonu içinde cumhuriyetlere ve üniversite, akademi vs. eğitim kurumlarına sahip oldukları için, nüfus azlığına rağmen altyapı konusunda Türkiye’deki çoğu etnisiteye göre avantajlara sahiptirler. Yani anavatanlarındaki yapılardan destek almaları kolaydır. Yeter ki Türkiye Cumhuriyeti ve ikincil olarak da Rusya Federasyonu bu konuda iyi niyetli ve akıllıca politikalarla bu halkları desteklesinler.Bu dersleri kimler verecek? Devlet öğretmen açığını nasıl kapatabilir?Elbette devletin maaşlı öğretmenleri dersleri verecek. Devletimizin böyle bir altyapı oluşumu için ciddi planlamaya gerek var. Ancak iyi olan şu ki zaten Çerkesler bu konuda çalışmalara birkaç yıldır hız vermiş durumdalar. Gerek öğretici gerekse müfredat konusunda ciddi çalışmalar içerisindedirler. Ayrıca Kafkasya’daki cumhuriyetleri ve kadroları da yardıma hazırdır. Devlet eksikleri kapatmak konusunda el verdiğinde hızlı bir eğitim seferberliği yolun kısalmasını sağlayacaktır. Yeter ki demokratik bir ortam oluşsun, insanlar dillerini öğreniyorlar diye dışlanmasınlar ve işsizlik, ötelenme vs. ile korkutulmasınlar. Yani devlet bu konuda “samimi” olsun. Halk dilini öğrenmek isteyenleri “bölücü” ilan edip, ötekileştirip tepki göstermesin.Ders materyalleri var mı? Nasıl yaratılabilir?Kafkasya’daki mevcutlar geliştirilebilir ve Türkiye’ye göre revize edilerek yenileri de yaratılabilir. Devlet gerçekten istiyor ise, Çerkesler bu konuda büyük bir şevkle görev alırlar. Ben bile 30 yıllık mimarlık mesleğimi bir kenara bırakır, ekonomik getirisine fazla bakmam ve Çerkesçe öğretmeni olurum.Çerkeslerin ana dilde eğitim talebi var mı? Eğer varsa seçmeli dersten ana dilde eğitime geçiş daha kolay mı olur, yoksa önünü mü tıkar?Bazı Çerkes0lerin ana dilde eğitim talepleri elbette var. Ancak şahsi olarak önce ana dil öğretimiyle bir yola girilmesi ve pratikte yaşanması muhtemel aksama ile sorunların giderilmesi taraftarıyım. Ülkemizdeki ezberler tam olarak bozulmadan, tam demokratik bir yapı kurulmadan bırakın ana dilde eğitimi ana dil eğitimi bile mümkün olamaz. Önce gerçekten niyetli ve kararlı olmalıyız. Başta devlet, hükümet, aydınlarımız ve elbette halklar...YARIN: Seçmeli dil dersinde ana dilde eğitime uzanan yol
SEÇMELİ DİL DERSİNE İLK TEPKİLER/2Yaşayan dil ve lehçelerin yeterli sayıda öğrenci bulunması halinde seçmeli dil dersi olarak öğretilecek olmasını tartışmayı sürdürüyoruz. Bugünkü konuğumuz Laz Kültür Derneği Başkanı avukat Memedali Barış Beşli. Artık yayında olmayan Lazca dergi Ogni’nin ve Kazım Koyuncu’nun da bir parçası olduğu Zuğaşi Berepe (Denizin Çocukları) adlı müzik topluluğunun kurucularından olan Beşli sorularımızı şöyle yanıtladı:Seçmeli ders adımını nasıl değerlendiriyorsunuz?Tıpkı demokratik açılım sürecinde olduğu gibi ümit verici ancak eksik. Kürt problemini bir tarafa koyarsak Türkiye’nin bir anadillleri problemi vardır. Bu ülkede sadece Türkler ve Kürtler yaşamıyor. Bizim yok olma tehdidi altında olan bir anadilimiz var. Lazca bu toprakların dili. Bu adım sadece Kürtçe için atılırsa, ülkemizi büyük acılara boğan bir sorunun çözümü olacaksa bundan mutluluk duyarız ancak Lazca ve diğer anadilleri gözardı ederek toplumda yeni bir eşitsizlik yaratmak doğru olmayacaktır.Seçmeli ders hangi yaştan itibaren hayata geçirilebilir?Öncelikle bir şeyin ayırdına varmamız gerekiyor. Anadili edinilir, öğretilmez. Bu sebeple anadiline yönelik girişimlerde küçük yaş gruplarına hitap etmek çok önemli. Bu sebeple seçmeli dersler birinci sınıftan itibaren hayata geçirilmelidir. Daha ileri gidersek, evlerinde anadilini konuşan çocukların anaokullarında dahi anadilini konuşan öğretmenlere ihtiyaç duydukları gözlenmektedir. Bu sebeple ülkemizin iki dillilik gerçeği kabullenilerek, bu girişimlerin anaokullarını da kapsayacak şekilde düzenlemeleri yapılmalıdır.“Yeterli sayıda öğrenci” şartı Lazca için sorun çıkarır mı?Lazların yaşadığı yerleşim birimlerinin haricinde “yeterli sayı” şartı sorun yaratabilir. Bu sebeple “yeterli sayı” tespit edilirken dersin okutulması amacı taşınmalıdır.Lazcada farklılıklar söz konusu mu? Varsa ne esas alınacak?Çok ciddi olmasa da birtakım farklılıklar var. Bizim bu noktada görüşümüz öğretmenin tercih edeceği Lazcanın temel alınmasıdır. Bununla birlikte bugüne kadar yazılmış kaynak olarak kullanılabilecek kitaplardaki Lazca’dan daha çok faydalanılacaktır ve daha çok bir sentez esas alınacaktır.Bu dersleri kimler verecek? Devlet öğretmen açığını nasıl kapatabilir?Dersleri halihazırda Lazca bilen öğretmenler verebilir. Bunun ötesinde çeşitli kurumlarda, Boğaziçi Üniversitesi ve derneğimiz de bu kurumların arasındadır, ders veren usta öğreticiler vardır. Bu konuda istihdam yaratılması halinde devlet kolaylıkla usta öğreticiler yetiştirebilir. Bütçe bulunması halinde derneğimiz dahi usta öğreticiler yetiştirebilir. Ve tabii her öğretmenin yetişmesi gereken yerler olarak üniversitelerde ilgili bölüm ve enstitüleri hayata geçirilmelidir.Ders materyalleri var mı? Nasıl yaratılabilir?1930’lu yıllarda yazılan ders materyalleri var. Lazca matematik kitabı bile var ve yakında okuruyla buluşacak. Bu kitapların ötesinde 90’lı yıllardan bu yana çok sayıda yayın hayata geçti. İlk anda söyleyebileceğim dört ayrı sözlük ve çocuk kitapları bile var. “Küçük Prens” dahi Lazcaya çevrilmiş durumda. Materyal sıkıntısı çekileceğini düşünmüyorum. Okul müfredatlarına Lazcanın girmesiyle birlikte bu materyaller doğal olarak artacaktır.Seçmeli dersten ana dilde eğitime geçiş daha kolay mı olur, yoksa önünü mü tıkar?Lazca için durum çok hayati olduğu için seçmeli ders ya da anadilde eğitim arasında bir seçim yapma şansımız yok. Ancak gerçekçi olursak seçmeli dersle başlamak sağlıklı bir anadilde eğitimin temellerini atabilir. Bizim açımızdan sorun Lazca’nın karşı karşıya bulunduğu yok olma tehdidinin biran önce bertaraf edilmesidir.YARIN: Çerkez araştırmacı Yalçın Karadaş
SEÇMELİ DİL DERSİNE İLK TEPKİLER/1Başbakan Erdoğan’ın yaşayan diller ve lehçelerin yeterli sayıda öğrenci bir araya geldiğinde seçmeli ders olarak öğretileceği açıklaması şaşırtıcı olmadı. Biz bu yazı dizimizde, hükümetin bu adımının siyasi nedenleri ve olası sonuçlarını sona saklayıp öncelikle seçmeli ders uygulamasında ne gibi zorluklar yaşanabileceğini ve bunların nasıl aşılabileceğini tartışmak istiyoruz. Bugün ilk olarak Hakkari’de yaşayan Kürt dili ve tarihi araştırmacısı Halit Yalçın’la yaptığımız söyleşiyi dikkatinize sunuyoruz. M. Xalid Sadini imzasıyla 15 eser kaleme almış olan Yalçın bu adımı son derece olumlu buluyor:Bu adımı nasıl değerlendiriyorsunuz?Yetmez ama evet diyorum. Erdoğan’ın açıklaması olumlu. Elbette bu olumlu adım yalnız başına Kürt sorunu dediğimiz çok karmaşık ve çok boyutlu sorunu çözmeye yetmeyecektir. Ancak Kürt sorununun temelinin Kürt kimliğinin inkarı ve Kürtçenin yasaklanmış olduğu ve bu yeni adımla hem Kürt kimliğinin tanınıp hem de Kürtçe’nin önündeki en büyük engelin kaldırıldığı düşünülürse son derece önemli ve olumludur. Ancak “seçmeli ders” uygulaması bir toplumun “anadilde eğitim” ihtiyacını karşılamaz. Ama ne olursa olsun,bu uygulamaya destek vermek gerekir.Seçmeli ders hangi yaştan itibaren hayata geçirilmeli sizce?İlkokul üçüncü sınıftan başlayabilir. Çünkü bir çocuk herhangi bir dilin temel kelime ve kavramlarını öğrenmeden başka dilleri öğrenemez. Dolayısıyla resmi dil olarak Türkçe temel alındıktan sonra diğer diller daha kolay öğrenebilecektir.“Yeterli sayıda öğrenci” şartı Kürtçe için sorun çıkarır mı?“Yeterli sayıda” şartı,yetersiz şarttır ve olmaması gerekir.Ya da en asgari derecede uygulanmalı. Mesela herhangi bir okulda üç kişi bile istese verilmelidir.Okullarda hangi Kürtçe öğretilecek?Bu mesele anlatılmak istendiği gibi karmaşık değil. Gerçi Kürtler dediğimizde makro bir etnisiteden bahsediyoruz. Yani Kurmanc, Zaza, Lor, Gor, Soran ve Feyli olanların tamamı kendilerine “Kurd im” yani “ben Kürdüm” diyorlar ve etraflarındaki halklar da; yani Arap, Fars, Türk, Ermeni ve Asuriler de onlara Kürt diyor. Türkiye’de, Güney Kürdistan’ın Duhok kentinden Musul’un tamamını içine alıp Şengal mıntıkasından, Suriye Kürdistanı dediğimiz bütün bölgeyi içine alıp Kuzeye doğru yayılan ve az sayıdaki Zazaki konuşanların dışındaki bütün Türkiye Kürtlerini de kapsayan, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Kazakistan Kürtlerini de ihata eden; Maku, Tebriz ve Urmiye’deki Kürtlerle beraber Horasan Kürtlerinin de konuştuğu ve Kürtçenin ana lehçesi olan Kurmanci ile eğitim yapılacaktır. Bu saydığım yerlerin tamamı Kurmanci konuşurlar ve bu Kürt nüfusunun yüzde 75-80’ine tekabül eder. Dolayısıyla bu konuda anlaşılmayan bir şey yok. Ayrıca1930 yılından bu yana bu Kurmanci lehçemizle düzenli bir şekilde yayın yapılmakta ve eğitim verilmektedir. Alfabesi, sözlüğü ve binlerce kitabı olan bir dilden bahsediyoruz.Bu dersleri kimler verecek? Devlet öğretmen açığını nasıl kapatabilir?Bu dersleri verebilecek çok sayıda insan var. Birincisi Milli Eğitim bakanlığı kendi bünyesinden Kürtçe okur-yazar öğretmenlerden bir kısmını buna yönlendirebilir. Ancak 100 bin civarında okuldan bahsediliyor. Dolayısıyla eksiğin giderilmesi için yaklaşık 20 yıldır, İstanbul, Diyarbakır, Paris, Belçika, İsveç gibi yerlerde faaliyet gösteren Kürt Enstitülerinin açtığı kurslarda başarılı olmuş, sertifika almış insanlara başvurmak gerekecek. Bunların ötesinde, benim gibi yüzlerce okur-yazar, Kürtçe kitaplar yayınlamış yazar ve entelektüel var. Bunlardan istifade edilmemesi akıl kârı mı?Yeterli ders materyali var mı?İstenmediği kadar ders materyali var. Kaldı ki bu çocuklar ağır metinlerle karşılaşmayacak. En başta Türkçe’de olduğu gibi “Ayşe topu at”, “Ali zıpla”, “Azad kitap oku”, “RojÓn yazı yaz” türünden basit şeyler üzerinden öğretim yapılacak. Bu da Kürtçe şu şekilde olacak: “Ayşe gogê bavêje”, “Eli xwe bihilavêje”, “Azad pırtukê bixwÓne”, “RojÓn nivÓsê binivÓse”. Hepsi bu kadar.Seçmeli dersten ana dilde eğitime geçiş daha kolay mı olur, yoksa önünü mü tıkar?Anadilde eğitime geçiş çok daha kolay olur. Esas olan da bu işin bir yerden başlamasıdır. Bu seçmeli derslerle beraber Batı’da yaşayan halkımız da, gençler de, yönetenler de Kürde, Kürtçe’ye alışacaklardır. Ayrıca fakülte ve enstitüler açılacak. Kürt olmayanlar da buralarda okuyacak. Çünkü Kürtçe öğretmenliği bir ekmek kapısı olacak. Tıpkı İngilizce, Fransızca, Arapça ve Almanca gibi. Bu beraberinde Kürtçe piyasasına büyük bir hareketlilik ve canlılık getirecektir. Hani Ehmedê XanÓ “Çi bikim ku qewÓ kesade bazar/NÓnin ji qumaşÓ ra xerÓdar” yanÓ, “Ne yapayım ki kesattır pazar/Kumaşımıza yoktur müşteri” demişti ya, işte bugün o günün sonudur. Artık Kürtçenin bir pazarı var ve kumaşına çok müşteri çıkacaktır.Yarın: Laz Kültür Derneği Başkanı Memedali Barış Beşli
Meslektaşım ve dostum Doğan Akın, yine iyi bir gazetecilik yapmış ve Fethullah Gülen’in avukatları Abdülkadir Aksoy ile Orhan Erdemli’nin Ankara 2 No’lu DGM Başkanlığı’na verdikleri “savunma”dan bazı önemli bölümleri dikkatimize sunmuş. Doğan’ın yöneticiliğini yaptığı www.t24.com.tr internet sitesinde “Sanık Fethullah Gülen’in savunmasından cemaate hatırlatmalar” başlığıyla yayınlanan yazısına geçmeden önce hafızalarımızı tazeleyelim:Bir zamanlar Özel Yetkili Mahkemeler (ÖYM) yerine Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) vardı ve buralarda görev yapan savcılar, devletin güvenliği adına özellikle “irtica”, “bölücülük” ve “yıkıcılık” gerekçesiyle ‘hayli iddialı iddianameler’ düzenliyorlardı. Bu savcıların en ünlülerinden olan Ankara DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel, 31 Ağustos 2000 günü “laik devlet yapısını değiştirerek yerine dini kurallara dayalı bir devlet kurmak amacıyla yasadışı örgüt kurup bu amaç doğrultusunda faaliyetlerde bulunduğu” iddiasıyla Fethullah Gülen hakkında kamu davası açtı. Bu dava yıllar sonra beraatle sonuçlandı ve Yargıtay da bu kararı onayladı.Yasadışı kayıtlarAkın’ın yazısından Gülen’in avukatlarının çok güçlü bir savunma yapmış olduklarını anlıyoruz. Bu yazıda o savunmanın sadece bir bölümünden hareketle, günümüzde süren bir tartışma hakkındaki görüşlerimi ifade etmek istiyorum. Malum, iktidar partisi yasadışı yollarla yapılan ses ve görüntü kayıtlarını yayınlayanlara çok ağır cezalar getirmek istiyor. Özellikle Gülen cemaatine yakın yayın organları da bir süredir bu düzenlemeyi engellemek için yoğun bir kampanya yürütüyor. Söz konusu kampanyayı desteklemek için olsa gerek, tutuklu bulunan çok sayıda yüksek rütbeli subayın ses kayıtları peş peşe yayınlanıyor.Düzenlemeyi tartışmaya geçmeden önce AKP’nin neden şimdi böyle bir arayışa yöneldiğini sorgulamalıyız. Biliyoruz ki iktidar partisi, her ne kadar açıkça dile getirmemiş olsa da, bugüne kadar yapılan yasadışı kayıt yayınlarının hemen hepsinden (Ergenekon, Balyoz, KCK, MHP, Deniz Baykal vs.) geniş bir şekilde istifade etti. Bu süreçte başta Erdoğan olmak üzere AKP ve hükümetin üst düzey isimlerinin, yasadışı kayıtları ilkesel olarak lanetlediklerine pek tanık olmadık; hatta birçok kez bu yasadışı kayıtların içeriğini rakiplerine karşı koz olarak kullandıklarını gördük.Peki değişen nedir? Öncelikle, iktidar partisinin tutum değişikliğini, bir süredir bu köşede gündeme getirdiğimiz “yeni tür iktidar savaşları” perspektifinden değerlendirmemiz gerekiyor. 2007’den itibaren görünür olan AKP-Gülen cemaati ittifakının çatırdadığını MİT kriziyle birlikte gözlüyoruz. O andan itibaren birçok temel konuda tarafların farklı, hatta zıt pozisyonlar aldıklarını görüyoruz. ÖYM’ler ve yasadışı kayıtlar şu anda öne çıkan iki kritik konu. Hükümetin yasadışı kayıtları şiddetli bir şekilde cezalandırmak istemesinde, pekala, bundan sonra doğrudan kendisini rahatsız etme ihtimali yüksek olan benzer yayınların önünü alma arayışı etkili olmuş olabilir.Aleniyet konusuEkrem Dumanlı dün Zaman’daki köşesinde, hükümetin yeni yasa girişimini şöyle eleştirdi: “Yeni yargı paketinde gazetecilere verilecek ceza ağırlaştırılıyor. Neden? Aleniyet kazanmış, kamunun bilmesinde fayda olan ‘ses kayıtları’nı yayınladılar ve yorumladılar diye. Halbuki bazı ses kayıtları olmasaydı ülke bambaşka bir yere savrulmuştu. Kaydedeni cezalandır. Ama haber yapana ceza vermenin ne mantığı olabilir?”İşte tam da bu noktada, “aleniyet” kavramını temel alarak Gülen’in savunmasına bakabiliriz. Bilindiği gibi 28 Şubat sürecinin tam ortasında ATV Gülen’in bir sohbet ortamında söylediklerinin kasetini yayınlamış ve o andan itibaren Gülen ve cemaatinin başına bir dizi kötülük gelmişti. Savcı Yüksel’in iddianamesinin en temel dayanaklarından biri de o kasetti.Gülen’in avukatları “Eğer kasetlerdeki konuşmalar özel sohbet ortamlarında yapılmış olup ancak belirli kişilerin katılabildiği bu özel sohbet ortamları açısından aleniyetin varlığından söz edilemez” demişler ve bu tür kayıtların delil olarak kullanılamayacağı temelinde güçlü bir savunma yapmışlar. (D. Akın’ın Gülen’in savunmasından yaptığı alıntıların günümüzdeki birçok tartışmaya kolaylıkla uyarlanabileceğini görünce şaşırıyor insan.)“Basın özgürlüğü” mü?Yasadışı kayıtlar konusunda tavrım çok açık: Kim, kime karşı ve ne amaçla yapmış olursa olsun, yasadışı kayıtların yayınlanması asla savunulmaz. Bu bağlamda AKP’nin yapmak istediği düzenlemeyi gecikmiş ama doğru buluyorum. Bu düzenlemeye siyasi açıdan karşı çıkanlar olabilir ama itirazlarını “basın özgürlüğü” üzerinden meşrulaştırmaya çalışmak anlaşılır gibi değil. Hele son dönemde yaşanan onca basın ve ifade özgürlüğü ihlaline ses çıkarmayan, hatta bunların bir kısmını alkışlayanların yasadışı kayıtların yayınlarının sürmesini sağlamak adına basın özgürlüğü kahramanlığına soyunması hiç inandırıcı değil.“Peki darbecilerle, çetecilerle nasıl mücadele edeceğiz o zaman?” diye soranlara verilecek cevap çok basit: Tamamen yasal sınırlar içersinde kalarak. Aksi takdirde sizin de onlardan bir farkınız kalmaz.Suçla, suç işleyerek mücadele edemezsiniz.
Hükümetin, yasadışı kayıtların yayınlanmasına ağır cezalar getirme ve özel yetkili mahkemeleri (ÖYM) yeniden düzenleme, hatta belki de kaldırma yolundaki çalışmalarına karşı Fethullah Gülen cemaatinin başını çektiği bir itiraz ve direniş cephesi şekilleniyor. Peki tam olarak neyin mücadelesi veriliyor?Benim “yeni tür iktidar savaşları” olarak tanımladığım olayın kökleri daha eskiye gitmekle birlikte aleniyet kazanması MİT kriziyle oldu. AKP hükümetine yakın bir düşünce üretim kuruluşu olan SETA’nın Siyaset Araştırmaları Direktörü Hatem Ete bu kriz daha çok sıcakken Sabah’ta kaleme aldığı “Vesayet, siyaset, cemaat” başlıklı yazıda şöyle demişti:“Yapılan manipülasyonlara rağmen, savcılığın, siyasi iktidarın bilgisi, onayı ve direktifi dâhilinde gerçekleştirilen Oslo veya İmralı görüşmeleri dolayısıyla eski ve yeni MİT yöneticilerini soruşturmaya dâhil ettiğine dair bulgular ağırlık kazanıyor. Bu gerekçe, savcılığın, siyasi iktidarın terörle mücadele politikasını sorguladığı, dolayısıyla da, bir siyasi aktör gibi davranarak politika geliştirdiği anlamına geliyor.”Ete hemen ardından, “Hükümetin toplumsal desteğe dayalı siyasal iradesini, sahip olduğu bürokratik imtiyazlara sığınarak gasp etme anlamına gelen bu tutum, eski Türkiye’de ‘vesayet sistemi’ olarak adlandırdığımız ve mahkzm ettiğimiz bir tutumdur” diyerek özel yetkili savcıları “eski sistemin yeni takipçileri” olarak tarif etti.Dün ve bugünün farkıNitekim hükümete yakın çevreler özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya’nın eski ve yeni MİT yöneticilerini ifadeye çağırmasını “yargı vesayeti” arayışı olarak tanımlayıp, bunun yaşandığı 7 Şubat tarihini, tıpkı 28 Şubat ve 27 Nisan gibi, meşru hükümete yönelik bir müdahale olarak kayda geçirdiler.Aslında “yargı vesayeti” kavramı Türkiye’ye pek yabancı değil. ÖYM’lerden önce DGM’ler, başta Kürt sorunu ve laiklik olmak üzere birçok konuda siyasete alenen müdahale etmekten çekinmemişlerdi. Ama öncelik tabii ki yüksek yargıdaydı. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve hatta Danıştay’ın birçok kararının halkın sandıkta göstermiş olduğu siyasi iradeyle alenen çeliştiğini unutmadık. Fakat geçmişle bugün arasında çok önemli bir fark bulunuyor: Geçmişte yargı, askerin başını çektiği vesayet sisteminin bir parçasıydı. Günümüzdeyse askerin siyasi açıdan herhangi bir gücü ve etkisi olduğu söylenemez. Özel yetkili savcı ve yargıçların emniyetle mükemmel bir koordinasyon içinde çalışıyor olmalarının da bir yerden sonra fazla bir anlamı yoktur.Yürütmenin vesayetiAKP hükümetinin, yargının yürütme üzerindeki vesayetine, diğer bir deyişle ülkede siyasetin seçilmişler yerine savcı ve yargıçlar tarafından belirlenmesine karşı çıkması doğaldır ve bunun yollarını tıkaması da demokrasiye uygundur. Fakat burada bir başka risk karşımıza çıkıyor: Hükümetin yargıyı mutlak kontrolü, diğer bir deyişle vesayeti altına alması.Benzer bir tartışma 12 Eylül referandumu öncesi de yapılmış, muhalefet gerek HSYK, gerekse yüksek yargı organlarıyla ilgili düzenlemelerin amacının yargı bağımsızlığını sona erdirmek olduğunu ileri sürmüştü. İktidar partisinin yargıya yönelik şikayetleri büyük ölçüde sürdüğüne göre muhalefetin pek de haklı çıkmadığı söylenebilir mi? Sanmıyorum.Neden böyle düşündüğümü açıklamaya çalışayım: Referandumun amacı gerçekten yargıyı denetim altına almaktı. Nitekim öyle oldu ama ipler tasarladığı gibi hükümetin eline geçmedi. Şöyle ki referandumda evetçiler çok geniş bir koalisyon oluşturuyordu ama yargıdaki yeni düzenlemelerden bu koalisyonun sadece iki ana aktörü, yani AKP ile Gülen cemaati istifade etti. Ne var ki bu iki ana kanat arasında, birçok kritik konuda (Şike davası, İlker Başbuğ’un yargılanış şekli, MİT’e yönelik soruşturma...) derin görüş ayrılıkları çıktı. İktidar partisi yargıya istediğini yaptıramayınca yeni yasal düzenlemelere giderek onu baypas etmek durumunda kaldı.Sonuç olarak haklı bir şekilde “yargı vesayeti”nden şikayet eden siyasi iktidarın haksız bir şekilde yargı üzerinde bir “yürütme vesayeti” kurmaya çalıştığına tanık oluyoruz. Dolayısıyla serinkanlılığı elden bırakmamak, her iki tarafın da kendilerini demokrasi üzerinden meşrulaştırmaya çalışmasına kanmamak lazım.
CHP, MİT krizi sırasında nasıl bir tavır almıştı, hatırlayan var mıdır? Kılıçdaroğlu ve diğer CHP yetkililerinin ne dediklerini şahsen hatırlamıyorum ama ana muhalefet partisinin tam bir ikilemle karşı karşıya kalmış olduğunu biliyorum: Bir yanda hükümetin alenen yargının bağımsızlığına müdahale etmesi, diğer yanda özel yetkili savcının PKK ve Kürt sorunları konusunda siyasi iradenin almış olduğu kararları soruşturma konusu yapması; diğer bir deyişle bir yanda yargı üzerinde “yürütme vesayeti”, diğer yanda yürütmenin üzerinde bir “yargı vesayeti” görüntüsü CHP’yi tavır geliştirmekte hayli zorlamıştı.Ama daha ötesi de vardı: MİT krizi ana muhalefet partisinin, “yeni tür iktidar savaşları”nın bir parçası, hatta “aktif bir seyircisi” bile olmadığını bize net bir şekilde gösterdi. (Önceki yazılarımızı okumamış olanlar için “yeni tür iktidar savaşları”ndan, özellikle 27 Nisan 2007 e-muhtırası sonrası şekillenen AKP-Gülen cemaati ittifakının, askeri vesayet sisteminin büyük ölçüde tasfiye edilmesinin ardından çatırdamaya başlaması ve buna bağlı olarak söz konusu iki gücün rekabet etmeye başlamalarını kastediyorum.)Açıkçası CHP yöneticilerinin MİT krizinin sahici nedenlerini ve nereye doğru evrilebileceğini kavramış olduklarına da emin değilim. Kaldı ki kavramış olsalar bile bu iki güçten herhangi birini tercih etmeleri de söz konusu olamazdı. Ayrıca bu kavgada isteseler de taraf olamazlardı zira gerek AKP, gerekse Gülen cemaati belli bir süre boyunca mücadelelerini üçüncü şahısları katmadan kendi aralarında sürdürmeyi yeğlediler. Hatta aralarındaki iktidar mücadelesine dikkat çekenleri de sözbirliği etmişçesine nifak çıkartmakla suçladılar.Mücadele aleniyet kazanıncaAma zaman içinde durumun değişmiş olduğunu görüyoruz. AKP hükümetinin, yasadışı kayıtların yayınlanmasına ağır ceza getirme ve Özel yetkili mahkemeleri (ÖYM) yeniden düzenleme, hatta belki de tamamen kaldırma yolundaki çabalarına karşı Gülen cemaatinin bir tür direniş hattı oluşturmaya çalıştığına tanık oluyoruz. İki taraf MİT ile ilgili yasal düzenleme ve Şike Yasası’nda da anlaşmazlığa düşmüştü ama hiçbirinde bugünkü gibi yoğun bir itiraz ve kampanyaya tanık olmamıştık.Burada sorun şudur: AKP ve Gülen cemaati, birçok temel konuda fikir ve çıkar çatışması yaşıyor olsalar da birbirlerine çok yakın iki realitedir.Tarihi yakınlaşmaÖzellikle 2007’den itibaren geliştirdikleri yol arkadaşlığı geçmişten gelen birçok farklılığın ortadan kalkmasına veya en azından önemsizleşmesine yol açtı. AKP, özellikle seçim ve referandum dönemlerinde Gülen cemaatinin imkanlarından geniş ölçüde istifade etti. Cemaatin de 10 yıllık AKP iktidarı döneminde daha da güçlendiği ve yaygınlaştığı açıktır.Daha önemlisi son beş yılda her iki yapılanmanın tabanları iyice kaynaştı. Öyle ki Erdoğan ve Gülen’i belki de eşit ölçülerde seven insanlar ortaya çıktı. Son dönemde yaşanan iktidar mücadelelerinin her iki hareketin tabanında da genellikle şaşkınlık ve üzüntüye yol açmış olması bu nedenle doğaldır. Dolayısıyla her iki taraf da aralarındaki mücadelede alabildiğine dikkatli ve temkinli davranmaya, özellikle birbirlerinin tabanlarını ürkütmemeye çalışıyor.CHP devreye girinceAralarındaki mücadelenin her geçen gün daha da kızışması ve alenileşmesi nedeniyle gerek AKP, gerekse Gülen cemaatinin, bu sürece üçüncü şahısların dahil olmasına eskisi kadar itiraz etmediklerini görüyoruz. Hatta bu rekabet ortamında daha güçlü olabilmek için, geçici de olsa, ayrı ayrı yeni ittifak arayışlarına da yönelebiliyorlar. Örneğin “liberal” olarak tanımlanabilecek çevrelerin Erdoğan’ın bazı söylemlerini ve hükümetin kimi icraatını demokrasi ve kimi durumda laiklik ekseninde eleştirmeleri Gülen cemaatinin kimi temsilcileri tarafından hoş karşılanıyor.Hükümetse ilk aşamada yeni ittifak arayışları yerine, kimi yerde Türk milliyetçiliğine başvurup, kimi yerde söylemindeki muhafazakârlığın dozunu artırarak Gülen cemaatinin de nefes alıp verdiği milliyetçi-muhafazakâr kitlelerle olan bağlarını güçlendirmeye yöneldi.Tam da böyle bir aşamada CHP lideri Kılıçdaroğlu, Kürt sorunu konusunda randevu talep ederek, bilerek ya da bilmeyerek olayların gidişini büyük ölçüde değiştirdi. Şöyle ki yakın bir zamana kadar hükümetin, hatta TBMM’nin meşruiyetini sorgulayan ana muhalefet partisi bu adımla tüm bu duruşlarından vazgeçmiş ve hükümet ile Erdoğan’a geniş bir meşruiyet alanı açmış oldu. Bu buluşma, kürtaj vb. konular nedeniyle, genellikle CHP seçmeninde ortaya çıkan laiklikle ilgili kaygıların da geri plana atılmasına neden oldu.Ama en önemlisi, Kılıçdaroğlu bu adımıyla iktidar partisine bir tür “seçilmişler ittifakı” oluşturma imkanı tanımış oldu. Dolayısıyla iki liderin buluşmasının birileri tarafından “tuzak” olarak kötülenmesi hiç de anlamsız değildir.
MİT krizine sebep olan özel yetkili savcının adı neydi? Şemdinli savcısıyla aynı olduğu için soyadının Sarıkaya olduğunu biliyorum ama adının Sadrettin olduğunu ancak google’a bakarak hatırlayabiliyorum. Sanırım çok kişi benim durumumdadır. Böylesine ciddi bir krize yol açan savcının adını bile zar zor hatırlıyor olmamız bu krizin hükümetle bir savcı arasında yaşanmadığının basit bir kanıtıdır.Eğer bu krizden bir savcı sorumlu olsaydı, kendisinin görevden alınmasıyla olay kapanmış olurdu. Halbuki hiç de öyle olmadı. Örneğin hükümet MİT yöneticilerini yargının elinden almak için özel yasa çıkardı. Başbakan değişik vesilelerle bu krizden duyduğu rahatsızlığı dile getirdi ve nihayet iktidar partisi, özel yetkili mahkemelerle (ÖYM) ilgili yeni bir düzenleme için kolları sıvadı. Öyle ki, Erdoğan ve hükümetin diğer önde gelenlerin söyledikleri ÖYM’lerin tamamen kapatılabileceğine işaret ediyor.Tamamen siyasiKrizin vahametini Erdoğan’ın önceki gece canlı yayındaki şu sözleri çok iyi özetliyor: “Talimatı veren benim , alacaksanız beni alın. Alacaksan beni al.” Başbakan’ın “alacaksan beni al” sözünü bir teslimiyet değil de, tam tersine “gücün varsa beni al” şeklinde bir meydan okuma olarak görmek gerekir.Erdoğan’ın aynı yayında ÖYM’leri düzenleyen CMK 250. Madde için “Bu madde ister istemez haddinden fazla yetki alanı doğuruyor. ‘Devlet içinde devletim’ diyor. ‘Ben cumhurbaşkanına varıncaya kadar istediğimi buraya çağırırırım’ diyor” diye yakınmasının da altını çizmeliyiz.Görüldüğü gibi MİT krizi tepeden tırnağa siyasi bir krizdir ve bitmemiştir. Hükümet bunu kendi lehine sonlandırmak için elinden geleni yapmaktadır ve görüldüğü kadarıyla bu amacına ulaşması hiç de kolay olmayacaktır. Çünkü gerek yasadışı kayıtların yayınına çok ağır cezalar getirilmesi, gerekse ÖYM’leri yeniden düzenlenmesine karşı çok ciddi bir direnç ve muhalefet var.Demokrasi paravanıHer iki taraf da pozisyonunu “demokratikleşme” perspektifinden meşrulaştırmaya çalışıyor. Hükümeti çevrelerinden gelen ÖYM’lere demokrasilerde yer olmadığı iddiası haklı ama son beş yılda ülkeyi ÖYM’ler eliyle kendilerinin yeniden dizayn ettiği düşünülürse ortada ciddi bir samimiyet sorunu var. İtirazcılarsa Türkiye’de darbe riskinin sonlanmadığında ısrarcılar ve buna kanıt olarak da cezaevlerindeki bazı subayların yakınlarıyla yaptıkları kimi görüşmelerin yasadışı kayıtlarını gösteriyorlar. Ancak onların, Soğuk Savaş dönemlerinin komünizm tehlikesi söylemini andıran darbe alarmları pek inandırıcı gözükmüyor.Her iki taraf da demokrasiyi asıl amaçlarını gizlemek için paravan olarak kullanıyorsa o zaman nedir bu işin özü? MİT krizini ilk patlak verdiği günlerde şöyle tanımlamıştım: “Bu kriz, Türkiye’nin son beş yılına damga vurmuş bir ittifakın çatırdamasının ve buna bağlı olarak yaşamaya başladığımız ‘yeni tür iktidar savaşları’nın doğal ama yine de şaşırtıcı bir sonucudur. ” (Bu ittifakın iki ana bileşeni AKP ve Fethullah Gülen cemaatidir. Yani rekabet bu iki güç arasında yaşanmaktadır.)Evet Türkiye’nin bundan böyle gündemini uzun bir süre “yeni tür iktidar savaşları” belirleyeceğe benziyor.