Bir süredir Meclis’te grup toplantıları izlemiyordum. Dün özlemimi giderme imkanım oldu. BDP’liler son anda iptal ettikleri için diğer üç partinin toplantısını izleme imkanım oldu. Önce ne zamandan beri sesi pek çıkmayan, ülkenin gündemini belirleme veya varolan gündemi etkileme noktasında her geçen gün daha zayıf kalan MHP’ye baktım. Devlet Bahçeli konuşmasının ilk bölümünü futbola ayırmıştı. Yaşanan olaylardan, tırmanan gerilimden rahatsızlığını dile getirdi ve hüümeti göreve çağırdı. Bunun dışında Başbakan Erdoğan’a yönelik eleştirilerini tekrarladı.MHP Grubu’nda aklıma 12 Haziran 2011 genel seçimleri, daha doğrusu seçimin hemen öncesinde peş peşe internete düşen yasak aşk görüntüleri ve istifa eden üst düzey MHP’liler geldi. Çok çabuk unutan bir ülkeyiz. Böylesine önemli bir siyasal skandalı çoktan geride bıraktık. Bildiğim kadarıyla ciddi bir soruşturma yapılmadı, bu tezgahı kurmuş olanlar ortaya çıkarılmadı.Üst düzey MHP’lilerin gizli ilişkilerini belgeleyip yayanlar kendilerini “farklı ülkücüler” olarak tanıtıyordu. İddiaları, bu yolla MHP’de ve ülkücü harekette “ahlaki bir temizlenme” gerçekleştirmekti. Ama nedense seçimler olduktan sonra bu “farklı ülkücüler” sırra kadem bastı; bir daha sesleri çıkmadı. Dolayısıyla bu kaset olayının ülkücüler arasında kıran kırana bir iç hesaplaşma değil, MHP’yi seçimlerde barajın altına çekmeye yönelik bir dış operasyon olduğunu iddia edenler haklı çıkmışa benziyor.MHP hakkında son bir not: Partinin yaklaşan kongresi öncesi, Bahçeli’ye yakın isimlerin kaybettiği ileri sürülüyor. Ama ortada henüz bir rakip gözükmüyor. Önümüzdeki günlerde MHP seçimlerini konuşmaya başlayacağız. Bakalım Bahçeli bir kez daha kongre kazanma konusundaki maharetini sergileyebilecek mi?Mezhep konusuAKP Lideri Erdoğan’ın konuşmasının ilk bölümünü dinleyemedim ama meslektaşlarımdan, CHP’nin Suriye politikasını, Kılıçdaroğlu’nun Aleviliğini ima ederek eleştirdiğini öğrendim. Bir yandan ülkemizde ve bölgemizde mezhep ayrımcılığına karşı olduğunu söyleyip diğer yandan Alevi vatandaşlarımızı tedirgin edecek tutumlar geliştirmek, tutarsız, anlamsız ve yanlış. Son günlerde ülkemizde hem Suriye, hem İran karşıtlığı bahanesiyle bir Şii düşmanlığı pompalanmak istendiği düşünülürse Erdoğan’ın bu tutumunun sakıncası daha fazla ortaya çıkıyor.AKP Lideri dün yine futbol konusuna değindi ve Cumartesi gecesi yaşanan olayları bir kez daha sert bir şekilde kınadı. Konuşmasından, sporda şiddet konusunda daha ağır yasal düzenlemelere gidilebileceği izlenimi edindim ama şike soruşturmasıyla birlikte yaşanan kan kaybının birkaç düzenlemeyle önüne geçmek mümkün görünmüyor.Kılıçdaroğlu’nun verdiği hüzünDün BDP grup toplantısı iptal edildi. Bunun yerine grup başkan vekilleri, tutuklu milletvekilleriyle ilgili düzenlemenin AKP’ye (daha doğrusu Erdoğan’a) takılmasını eleştiren bir basın toplantısı düzenlediler. CHP’liler de Meclis’e, yakalarındaki “Dışardaki Milletvekili” rozetleriyle gelmişti. Anlaşılan tutuklu vekillerin kaderini sadece mahkemeler belirleyecek, Meclis bir şey yapamayacak.Kılıçdaroğlu konuşmasında her vesileyle “Recep Tayyip Erdoğan” şeklinde Başbakan’dan söz etti. Bir siyasi liderin, eleştirmek için bile olsa en büyük rakibinden bu kadar sık ve adıyla söz etmesi nasıl bir iletişim stratejisidir, anlayamadım. Aynı şekilde Erdoğan’a yönelik nitelemeleri de fazlasıyla yadırgatıcıydı. Bu noktada AKP liderinin de benzer şeyler yaptığını söyleyenler olacaktır. Haklı olabilirler, ama Kılıçdaroğlu’nun dünkü seviyesinin beni fazlasıyla rahatsız ettiğini söylemeden geçemeyeceğim. Aynı şekilde, hükümetin yörüngesinde yazıp çizen gazeteciler için “yalaka” sıfatını uygun görmesi ve bunu defalarca tekrarlaması son derece ürkütücüydü. Daha söylenecek başka şeyler de var ama şimdilik burada kesip CHP Lideri’nin beni üzdüğünü söylemekle yetineceğim.Dünün sözü: Dün Meclis’te çok değer verdiğim eski bir dostumdan güzel bir söz öğrendim. O da telifin kimde olduğunu bilmiyor, “galiba bir İtalyanmış” diyor ama önemli değil. Söz şu: Herşey aynı kalsın diye herşeyi değiştiriyorlar.*****Fenerliler forumu yarınDünkü yazımda “Fethullah Gülen cemaati Fenerbahçe’yi ele geçirmek istiyor” iddiası hakkında bu kulüün taraftarlarının ne düşündüğünü merak ettiğimi söylemiş ve kendilerini görüşlerini bildirmeye davet etmiştim. Dün akşam saatlerine kadar çok sayıda e-posta ve twit aldım. Bunların içinden, benim niyetimi, objektif olup olmadığımı sorgulayanları ve bu arada hakaret ve küfür sıralayanları bir kenara bırakacak olursak çok sayıda Fenerbahçe taraftarının son derece içten bir şekilde düşündüklerini anlatmış olmaları son derece sevindirici. Bugün de gelecek olan görüşleri katarak bunları yarından itibaren yayınlayacağız.Görüşlerinizi için:E posta: rcakir@gazetevatan.comTwitter: @cakir_rusen
Önce şike olayıyla ilgili birkaç saptama:1) Geçen yıl 3 Temmuz günü Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın da tutuklanmasıyla birlikte şike soruşturması ve ona bağlı olarak açılan dava ülkenin önde gelen gündem maddelerinden biri oldu;2) İlk şokun atlatılmasının ardından Fenerbahçe camiasında şike iddialarının asılsız, dolayısıyla soruşturmanın bir komplo olduğu düşüncesi baskın hale geldi ve Yıldırım’a çok güçlü bir destek verildi;3) Yine Fenerbahçe camiasında bu komplonun arkasında kısmen hükümetin ama esas olarak Fethullah Gülen cemaatinin bulunduğu yolunda bir kanaat oluşmaya başladı. Kendisi de Fenerbahçeli (Kongre üyesi) olan Başbakan Erdoğan’da gözlenen belirgin tavır değişikliğine bağlı olarak zamanla sadece Gülen cemaati suçlanır oldu.Medyamızın durumuŞimdi de Türkiye medyası hakkında birkaç saptama:1) Futbol ve Fenerbahçe medyamızın haklı olarak en vazgeçilmez konuları arasındadır;2) Sadece spor (futbol) sayfaları ve programlarında değil medyanın genelinde bariz bir Fenerbahçe egemenliği söz konusudur;3) Medyadaki Fenerbahçe taraftarlarının ezici bir çoğunluğu, şike olayında hükümet ama daha çok Gülen cemaati bağlantısı olduğuna sahiden inanmaktadır;4) Aradan nerdeyse bir yıl geçmesine rağmen, bir-iki istisna dışında, ki onlar da Gülen cemaatinin adını açıkça anmaktan kaçındılar, medyada şike davası-Gülen cemaati ilişkisi üzerine dişe dokunur bir yayın yapılmamıştır.Dokunmaktan korkanlarBütün bu olguları sıraladıktan sonra dünkü “Fenerbahçe ve Fethullah Gülen cemaati” yazıma hemen hepsi Fenerbahçeli olan okurlardan gelen bazı tepki ve eleştirilere değinmek istiyorum. Yazının gördüğü geniş ilgi özellikle Fenerbahçelilerin bu konuda ne kadar dolu olduklarını görmemi bir kez daha sağladı. Kendilerinden öncelikle şu iki hususu sorgulamalarını rica ediyorum: Başlığında Fenerbahçe ve Gülen cemaatinin birlikte anıldığı bir yazı neden ancak aylar sonra çıkıyor ve bunu da neden deklare bir Galatasaraylı kaleme alıyor?Bir yandan “Cemaat kulübümüzü ele geçirmek istiyor” diye sağda solda dert yanıp, diğer yandan suya sabuna dokunmadan gazeteciliklerini sürdürenler anlaşılan bizim Ahmet Şık’ın o meşhur “dokunan yanar” sözünün fazlasıyla etkisinde kalmışlar. Halbuki Ahmet ve Nedim’in arkadaşları olarak çok güzel ikinci bir slogan bulmuştuk: Yansak da dokunacağız! Dokunduk ve sonunda arkadaşlarımız özgür kaldı.Tartışmaya çağrıDünkü yazımın esas amacı, Gülen cemaati ile Fenerbahçe arasındaki açıkça dile getirilmeyen gerginliği tüm öğelerini koyup tarif etmekti. Bazı okurların beklediğinin aksine “bilirkişi” ve/veya “tek kişilik jüri” gibi hareket etmeye hiç niyetim yok, zaten böyle bir şeyin anlamı da yok.Ama bir gazeteci olarak dünkü yazımda sorduğum şu sorunun cevabını araştırmayı çok isterim: Cemaat’in Fenerbahçe’yi ele geçirmek istediğine inananlar, “dar bir zümre”, yani büyükşehirlerde yaşayan, zaten Gülen cemaatine karşı hasmane duygulara sahip bir avuç “Beyaz Türk” müdür, yoksa, örneğin Anadolu’da yaşayan ve/veya normal şartlarda Gülen cemaatine sempatiyle bakan Fenerbahçeliler arasında da böyle düşünenler var mıdır?Bazı okurlar, bu hayati sorunun cevabını araştırmak yerine tüm Fenerbahçelilerin “tek yumruk” olduğunu, genellikle kaba bir üslupla anlatmaya çalışmış. Kabalık, genellikle kendine güvensizlikten kaynaklanır, dolayısıyla onların ısrarlarını pek önemsemiyorum. Bunun yerine Fenerbahçe’ye gönül vermiş okurların, bu iddia hakkında sahiden ne düşündüklerini bilmek ve serinkanlı bir tartışmayı mümkünse bu köşeden sürdürmek isterim.E-posta adresim: rcakir@gazetevatan.comTwitter: cakir_rusen
Başlık “Fenerbahçe ve Fethullah Gülen cemaati” olunca zor bir yazı olması kaçınılmaz. Bereket Star Gazetesi yazarı Ergun Babahan, Galatasaray’ın şampiyon olmasının ardından attığı twit’le işimi kolaylaştırdı. Babahan, sonradan sildiği mesajında, biraz sansürleyerek söyleyecek olacak “Bu kupa Amerika’ya gitsin” yazmış. Amerika’dan kastı tabii ki Başkan Obama değil, genellikle “Atlantik ötesi” diye işaret edilen, uzun süredir ABD’nin Pennsylvania eyaletinde yaşayan Fethullah Gülen. Hal böyle olunca, Babahan’ın haftada iki gün yazdığı, Gülen cemaatinin yayın organlarından Today’s Zaman’ın Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş de, yine twitter üzerinden kendisine bundan böyle yazı yazdırmayacaklarını ilan etti.Babahan’ın, geçen yıl 3 Temmuz günü Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın tutuklanmasıyla zirvesine ulaşan şike soruşturmasını, taraftarı olduğu bu kulübe yönelik bir komplo olarak gördüğünü biliyorduk, ancak bu “komplo”dan doğrudan Gülen cemaatini bu kadar açık (ve kaba) bir şekilde sorumlu tuttuğuna tanık olmamıştık.Babahan’dan önce sahneye, yine koyu bir Fenerbahçe taraftarı olan Cengiz Çandar çıkmıştı. Kaleme aldığı çok sayıda yazıda ve katıldığı televizyon programlarında şike davasını, Ali Bayramoğlu’ndan ödünç aldığı “polis ve adliyedeki otonom bir yapı”nın komplosu olarak tarif eden Çandar, bir yandan Fenerbahçe taraftarlarının bir bölümünün hissiyatını dile getirirken diğer yandan bu hissiyatın daha da yaygınlaşmasına katkıda bulunuyordu.Şu nokta çok önemli: Çandar, Babahan gibi yazarlar, aynı polis ve savcıların daha önce yürüttüğü soruşturmalara geniş ölçüde destek vermiş, bu süreçte yaşanan usulsüzlük ve haksızlıklara, soruşturmalara gölge düşmemesi gerekçesiyle genellikle ses çıkarmamış veya itirazlarını kısık sesle dile getirmişlerdi. Bir diğer önemli nokta da, yine bu isimlerin şike davasıyla birlikte tutum değiştirmekle birlikte Gülen cemaatiyle olan ilişkilerini sürdürmeleridir. Çandar’ın en ateşli yazılarından birinin ardından cemaatin ABD’deki bir faaliyetine davet edildiğini; Babahan’ın da o meşhur twiti atmadan kısa süre önce Heybeliada’da Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın (GYV) bir çalıştayına katıldığını biliyoruz. Çandar, Babahan gibi örnekler, şike soruşturmasının Fethullah Gülen cemaati için, Prof. Türkan Saylan ve Ahmet Şık-Nedim Şener olaylarıyla MİT krizinin dışında bir “kırılma noktası” anlamına geldiğini göstermeye tek başına yeterli olabilir. Ama bunun ötesinde, değişik vesilelerle gösteri düzenleyen Fenerbahçe taraftarlarının doğrudan Fethullah Gülen’i ve onun cemaatini hedef almaları, tüm Türkiye’yi kucaklama iddiasında olan bu hareket için son derece tehlikeli bir durumdur.GYV’nın 5 Nisan günü yaptığı ve kamuoyunda büyük yankı uyandıran açıklamada MİT krizi, Ahmet-Nedim olayı gibi birçok kritik konunun ele alınıp şike davası hakkındaki iddialara hiç değinilmemesi son derece anlamlıydı. Fakat bir ay sonra, 7 Mayıs günü, Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı bu konuya epey geniş bir şekilde yer vermek durumunda kaldı.“Şike davası başladığından beri bir kulübü etkilemeye çalışan dar bir zümre, Başbakan Erdoğan’ı ve ‘cemaat’i suçladı. Son dönemde ibreyi ‘cemaat’e kaydıran bu marjinal grup, Fenerbahçe taraftarını etki altında bırakma gayretiyle ‘Cemaat Fener’i ele geçirmeye çalışıyor’ propagandasına başvuruyor” diyen Dumanlı sözlerini “Hakiki Fenerbahçe taraftarının (ve futboldan anlayan herkesin) gülüp geçeceği bir iddia bu” diye sürdürmüştü.Ancak Galatasaray’ın şampiyon olmasının ardından Fenerbahçe taraftarlarından gelen tepkilere baktığımızda, bu iddianın daha kuvvetli bir şekilde dillendirildiğini görüyoruz. Burada esas soru şudur: Bu iddiaya inananlar, Dumanlı’nın dile getirdiği gibi “dar bir zümre”, yani büyükşehirlerde yaşayan, zaten Gülen cemaatine karşı hasmane duygulara sahip bir avuç “Beyaz Türk” müdür, yoksa, örneğin Anadolu’da yaşayan ve/veya normal şartlarda Gülen cemaatine sempatiyle bakan Fenerbahçeliler arasında da böyle düşünenler var mıdır?Dumanlı söz konusu yazısında şöyle yazmıştı: “Cemaati bilenler için tamamen absürt ve irrasyonel bir tez bu. Neden mi? ‘Cemaat’ bir spor kulübünü niye ele geçirmek istesin? Diyelim ki ele geçirdi; kulübü ne yapsın? Ne işine yarayacak? O kulübe gönül veren değişik inanç ve ideolojideki insanlarla nasıl yüz yüze bakacak? Diğer kulüplerdeki dost ve taraftarları bu işe bozulmayacak mı? Bir kulübe meyledince diğer kulübün sevdalıları ‘cemaat’e küsmeyecek mi?”Hiç kuşkusuz bunlar çok güçlü argümanlar. Ancak Fenerbahçeliler arasındaki “Cemaat kulübümüzü ele geçirmek istiyor” duygusu da gözlemlerime göre, her geçen gün daha da güçleniyor. Ortada ciddi bir sorun olduğu açık ve bu sorunun, Aziz Yıldırım özgürlüğüne kavuşmadan çözülebileceğine ihtimal vermiyorum.Bu noktada, hem Cemaat içinde önemli konumlarda bulunup hem de Fenerbahçe’ye gönül vermiş isimlere özel bir rol düşebilir ki şu ana kadar, özellikle medyadaki bazı isimlerin her iki bağlılığı birarada taşımada hayli zorlandıklarını gördük.Son dakikaYazıyı gazeteye yolladıktan sonra Ergun Babahan’ın Fethullah Gülen ve hareketinden özür dilediğini öğrendim. Yaptığı açıklama, yazdıklarımı doğruluyor. Bakalım Babahan, aynı kibarlıkta Galatasaray’dan ve Galatasaralılardan özür dileyecek mi?Şampiyon GalatasarayGalatasaray, başta playoff denen saçmalık olmak üzere bir yığın engeli aşarak 18. kez şampiyonluğa uzandı. Sonuna kadar hak ettiği bir şampiyonlukta emeği geçen herkesi kutluyorum. Özellikle geçen yılki hezimetten sonra takımı hızla toparlayan Fatih Terim’e, son derece isabetli transferler yapan yöneticilere, yerli-yabancı tüm futbolculara, futbola şampiyonlukla veda eden kaptan Ayhan Akman’a teşekkür ediyorum.Fenerbahçe’yi de samimi bir şekilde tebrik etmek isterim. Yaşadıkları bizim (GS) başımıza gelseydi playoffa kalmakta bile zorlanabilirdik.
Adalet Bakanı, özellikle Ergenekon ve Balyoz davalarının tutuklu gazeteci, asker, politikacıları nedeniyle sık sık gündeme gelen Silivri Cezaevi’ne bir medya turu düzenledi. Cezaevini gezerken 12 Eylül döneminde tutuklu kalmış biri olarak “Cezaevinin iyisi olmaz” demekten kendimi alamadımDün 11 gazeteden 11 gazeteci, Adalet Bakanı Sadullah Ergin ile birlikte Silivri Cezaevi Kampüsü’ndeydik. Kuşkusuz Türkiye’nin yakın tarihine daha şimdiden damgasını vurmuş olan Silivri Cezaevi’nin kapılarının medyaya ilk kez açılmış olması önemli bir olaydı. Fakat dün gazeteciler olarak sadece cezaevi binası ve görevlilerle buluştuk, Silivri’yi Silivri yapan tutuklularla herhangi bir temasımız olmadı. Halbuki Ergin’in başdanışmanı Adnan Boynukara bir gün önce beni Saraybosna’da bulup olaydan bahsettiğinde en çok içerde kimlerle karşılaşacağımızı ve gerek Bakan’la, gerekse gazetecilerle tutuklular arasında neler yaşanabileceğini merak etmiştim. Boşunaymış, zira Silivri’ye gitmek için buluştuğumuzda bu tür bir temasın programda olmadığını öğrendik.Yine de bu medya turu Silivri’nin nasıl bir yer olduğunu anlamamız ve okuyucularımıza anlatmamız için hayli yararlı oldu. Daha önce Nedim Şener ve Ahmet Şık’ı ikişer kez ziyarete gitmiş, onlardan cezaevi koşullarını dinlemiş olduğum için Silivri hakkında bir ölçüde fikrim vardı. Ama ziyaretçi kabininin ötesine geçerek cezaevinde tutukluların yaşadıkları yerleri görmek; hastane, mutfak, çamaşırhane, fırın gibi birimleri incelemek kuşkusuz insanın daha fazla bilgi sahibi olmasına yardımcı oluyor. Foto galeri için tıklayın‘Gösterilen ve gördüğümüz Silivri’Peki Silivri nasıl bir yer? Öncelikle bunun haberli ve bakanın bizzat dahil olduğu bir organizasyon olduğunu akılda tutmak lazım. 12 Eylül askeri rejimi döneminde üst düzey komutanların ziyaretleri öncesi askeri cezaevlerinde nasıl hummalı bir faaliyet yaşandığına tanıklık etmiş birisi olarak bu sefer de yöneticilerin bizlere çok parlak görüntüler hazırlamış olacaklarını tahmin ediyordum. Nitekim öyle oldu. Örneğin “semt polikliniği” olmaktan kısa süre önce çıkıp “devlet hastanesi” statüsüne kavuşmuş olan cezaevi hastanesi etkileyiciydi. Keza mutfak, çamaşırhane, spor salonu, halı saha, açık görüş yerleri, havalandırma gibi mekanlarda da belli bir standartın tutturulmuş olduğu anlaşılıyordu. Ama tutuklularla görüş(e)mediğimiz için bu imkanlardan ne ölçüde yararlandıklarını, ne tür talep ve şikayetleri olduğunu öğrenme durumumuz olmadı.‘Geçmişle kıyaslama’1981 Şubat-1982 Ağustos ayları arasında İstanbul’da Hasdal ve Metris askeri cezaevlerinde tutuklu kaldım. Hasdal sonradan cezaevine dönüştürülmüş bir binaydı ve her bakımdan dökülüyordu. Buna karşılık Metris, 12 Eylül generallerinin “modern cezaevi” diye böbürlendiği özel olarak inşa edilmiş yeni bir tutukeviydi fakat kısa süre içinde orası da hızla eskidi ve dökülmeye başladı. Dün gezdiğimiz Silivri’nin benim yatmış olduğum askeri cezaevlerinden çok daha iyi koşullara sahip olduğu muhakkak. Ancak insan aradan geçen 30 yılda, hele bu süre içinde Türkiye bambaşka bir ülke olmuşsa, çok daha fazla iyileşme ve çok daha cazip insani koşul bekliyor.Bizim zamanımızda koğuş sistemi vardı: Hasdal’da en az 40, Metris’te de 16 kişi aynı koğuşta kalırdık. O dönemin siyasi koşulları düşünülürse koğuşta kalmak bizim için iyi, devlet için kötüydü. Çünkü çok daha iyi örgütleniyor ve direniyorduk. Bugün Silivri’nin dahil olduğu L tipi cezaevlerinde odalarda olabildiğince az kişinin kalması hedefleniyor ama imkanlar yetersiz olduğu için tek kişinin kalması gereken odalara üçer kişinin konulduğunu sıklıkla görüyoruz.Özellikle belli bir yaşın (ve statünün) üstündeki kişilerin yalnızlığı tercih etmesi anlaşılır bir şey ama Silivri’de diğer birimlerde kalan tutuklularla mahkemeler dışında görüşme imkanının çok kısıtlı olması, hatta hiç olmaması önde gelen şikayetlerden biri. Yönetimler tutukluların güvenliği gibi bir gerekçeye dayandırarak bu türden kolektifliklere izin vermiyorlar ki bunun açık bir hak ihlali olduğu kanısındayım.‘Cezaevinin iyisi olmaz’11 gazeteci içinde Radikal’den Oral Çalışlar ile benim dışımda cezaevinde yatmış kimse yoktu. Geri kalanların cezaevi bilgisi kitaplarda okudukları, filmlerde gördükleri ve tecrübe sahiplerinden dinlediklerinden ibaretti. Bu açıdan bakıldığında Oral ile ben diğerlerine göre avantajlı yani şanslıydık. Ama bir başka açıdan bakıldığında bizim (en azından kendi hesabıma benim) talihsiz olduğumuz söylenebilir. Örneğin birçok meslektaşımız gezdiğimiz koğuşlarda (aslında “koğuş” demek ne derece doğru olur bilmiyorum, “yaşam ünitesi” gibi tamlamalar da kulağı fazla tırmalıyor) boş yatakların başında fotoğraf çektirdi ancak ben yapmadım, daha doğrusu yapamadım. Çünkü yatan birisi, cezaevinin iyisinin olmadığını çok iyi bilir. Olsa olsa “en az kötü” veya “insani koşullara en yakın” gibi değerlendirmeler yapılabilir ki Silivri’nin de bu tür yorumları hak ettiğine çok emin değilim. Zira Silivri’yi Silivri yapan kampüsün fiziksel özelliklerinden ziyade içerde tutulan kişiler, onlara yöneltilen suçlamalar ve çoğu yine o kampüste görülen davaların gidişatıdır.Dolayısıyla bugün 11 ayrı gazetede yazan biz 11 ayrı gazeteciye aynı Silivri gösterilmiş olsa da 11 ayrı Silivri göreceğimiz açık. Bu farklılıkların temel nedeni de “görme biçimlerimiz” değil yaşanan yargı sürecine bakışlarımız olacaktır.Bu noktada Silivri turuna katılan gazetecileri ve gazetelerini yazmakta yarar var: Ahmet Hakan (Hürriyet), Aslı Aydıntaşbaş (Milliyet), Emre Aköz (Sabah), Bülent Korucu (Zaman), Ergun Babahan (Star), Rahim Er (Türkiye), Utku Çakırözer (Cumhuriyet), Oral Çalışlar (Radikal), Nagehan Alçı (Akşam), Tuncer Köseoğlu (Taraf) ve ben. (Bu arada Adalet Bakanlığı’nın bu gazeteci kompozisyonunu oluşturmasının bile işi ne derece ciddiye aldığının bir kanıtı olduğunu vurgulayalım.)Son olarak şunu söylemek isterim: Günümüz cezaevlerinin, geçmişe, örneğin 12 Eylül askeri rejimine göre daha insani koşullara sahip oldukları aşikâr ancak yargılama süreçleri hakkında aynı şeyi söylemek hayli zor. Örneğin dün biz Silivri Cezaevi’ni gezerken Galatasaray Üniversitesi öğrencisi Cihan Kırmızıgül kamu vicdanını ciddi bir şekilde yaralayacak şekilde çok ağır bir cezaya çarptırıldı. Dolayısıyla bir devlet cezaevlerini ne kadar insanileştirirse insanileştirsin, insanların yargıya güvenleri azalıyor, hatta yok oluyorsa her şey boştur. Hukuk devletinin ilk sorgulanması gereken yerler de cezaevleri değil adliyelerdir.
Saraybosna’ya ilk kez, iç savaşın bitmesinden 5 yıl sonra, 2000 yılı Temmuz ayında gelmiştim. Yaklaşık dört yıl süren savaşın izlerini çıplak gözle görmek mümkündü. İnsanlar hayatı acılı ve ürkek bir şekilde yaşıyor, geleceğe kuşkulu, umutsuz ve güvensiz bir şekilde bakıyorlardı.12 yıl sonra bambaşka bir Saraybosna ile karşılaştım. Hani o iç savaş sırasında hep özlemle anılan “esas” Saraybosna’yı andıran bir şehir: baharın da etkisiyle ortalık cıvıl cıvıl, insanlar eğleniyor, hayatın tadını çıkarıyor. Tüm ülkede yaşanan ekonomik krize rağmen gözlenen bu coşkunun esas nedeni savaşın yaralarının sarılması olsa gerek. Bununla birlikte gerek Saraybosna’nın, gerekse Bosna-Hersek’in geleceğinin pek berrak olduğu söylenemez. Çünkü Boşnak, Hırvat ve Sırpların bu yeni bir arada yaşama deneyiminin daha ne kadar süreceği belirsiz. İşin kötüsü, her üç kesimde de, bu birlikteliğin bozulup herkesin kendi yoluna gitmesini savunanların sayısı hiç de az değil.Türkiye etkisiSaraybosna’da çok bariz bir Türkiye etkisi, varlığı ve nüfuzu gözleniyor. Bunda iki ayrı üniversitenin payı büyük: AKP hükümetinin himayesindeki Uluslararası Saraybosna Üniversitesi (IUS) ve Fethullah Gülen cemaatinin denetimindeki Uluslararası Burç Üniversitesi. Her iki üniversitede de Türkiyeli ve kız öğrencilerin oranı hayli yüksek. Bunun da birinci nedeni, ülkemizdeki başörtüsü yasağıymış. Ancak bu yasağın yıllar sonra (ve çok şükür) sona ermesiyle birlikte Türkiyeli öğrencilerin sayısı azalıp Boşnaklarınki artmaya başlamış. Yine de her iki üniversitede yüzlerce Türk öğrenci okumayı sürdürüyor. Öğrencilerin bazıları mezun olduktan sonra kendilerine Bosna-Hersek’de yeni bir hayat kurmayı seçmişler, içlerinde Boşnaklarla evlenenlerin sayısının epey yüksek olduğu söyleniyor. (IUS yetkilileri önümüzdeki dönemde Avrupa’daki Türk göçmen işçilerin çocuklarına ve Suudi Araistan başta olmak üzere Körfez ülkelerine açılmayı planladıklarını anlatıyorlar.)Bosna’daki Türk etkisinin ikinci ayağını İslami cemaatler oluşturuyor. Savaş sırasında Boşnaklara yeterince yardımcı olamamanın verdiği eziklikle Türkiye’de varlık gösteren birçok İslami cemaat, genellikle vakıflar aracılığıyla, başta Saraybosna olmak üzere tüm Bosna’ya adeta çıkartma düzenlemişler. Birbirleriyle tam bir yarış içinde olan cemaatler, ülkemizde olduğu gibi, özellikle eğitim alanında faaliyet gösteriyorlar. Tabii ki öncelik Gülen cemaatinde, ama bir süredir Türkiye’de pek sesleri çıkmayan Süleymancıların, Nakşibendiliğin farklı kollarının buralarda çok etkili ve muteber olduklarını gördüm ve işittim. Ne var ki Türkiyeli İslami cemaatlerin, Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkeleri devletlerinin finanse ettiği kurumlarla rekabette hayli zorlandıkları biliniyor. “Yine de” diyor sohbet ettiğim bir Süleymancı “Boşnaklar onlara değil bizlerle kendilerini daha yakın hissediyorlar.”Gerçekten de daha önce Pakistan’da tanık olduğum Türkiye ve Türk sevgisinin bir benzerini Saraybosna’da gözlemledim. Bunda tabii ki Osmanlı geçmişiin payı büyük. Tam da bu nedenle “yeni-Osmanlıcılık” arayışı içinde olduğu söylenen AKP hükümetinin, özellikle Başbakan Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Davutoğlu için de Bosna-Hersek ve Saraybosna bir tür laboratuvar gibi.Arap baharıSon olarak IUS’de yaptığım Arap baharı üzerine konuşma hakkında birkaç söz söylemek isterim. Öğrencilerin bu konuya gösterdikleri ilgi memnuniyet vericiydi, ancak Arap ve dolayısıyla İslam dünyasını altüst eden bu mühim olayda insanların özgürlük ve demokrasi arayışlarından ziyade dış güçlerin komplolarını görme eğiliminin daha güçlü olduğunu görmek de üzücüydü.Saraybosna’da AKP’ye yakın duran çok sayıda Türkle sohbet edip tartışma imkanı buldum. Özellikle Suriye konusunda onların da kafası hayli karışık. Hemen hepsi Erdoğan’a sonsuz güven duyuyordu ama içlerinde Suriye’ye askeri müdahaleye alenen destek veren kimseye raslamadım.
Halil Berktay’ın 1 Mayıs 1977 günü Taksim’de yaşanan katliamın sorumluluğunu solculara yüklemesi başlıbaşına garip bir olay. Garip çünkü:1- Bugüne kadar en anti-komünistler bile söz konusu iddiayı bu kadar açık ve rahat bir şekilde ortaya atamadı;2- Solu zor durumda bırakmak için elinden geleni yapan devlet de bu iddiayı doğrulayacak herhangi bir adım atmadı, atamadı;3- Devlet, tam tersine, kanlı 1 Mayıs’ın arkasında derin odakların bulunduğu yolundaki güçlü iddiaları örtbas etmek için elinden geleni yaptı;4- Berktay, bu kadar emin olduğu bu iddiayı nedense 35 yıl sonra bu kadar açık bir şekilde telaffuz etti;5- Ama bu iddiayı dillendirirken de elle tutulur somut bir delil ortaya koymadı. Tezini o dönem sosyalist solda egemen olan iç çatışma ortamı üzerinde temellendirmekle yetindi.Sol içi çatışma gerçeğiBerktay’ın (ve onun gibi düşünenlerin) sol içi çatışmayı yıllar sonra böyle bir bağlamda dile getirmiş olması da garip, çünkü:1- Evet 1970’li yılların ikinci yarısında sol içi çatışma bir gerçekti. Bunun ana nedeni Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) başını çektiği Sovyetler Birliği Komünist Partisi, yani Moskova yanlılarıyla, Aydınlık grubunun başını çektiği Çin Komünist Partisi, yani Pekin yanlıları arasındaki kutuplaşmaydı. Çoğu Dev-Genç geleneğinden gelen “ortayolcu” gruplar da sol içi çatışmalara bir şekilde bulaşıyordu ama esas gerilim, birbirlerine yakıştırdıkları isimlerle konuşacak olursak “sosyal faşistler” ile “Maocu bozkurtlar” arasında yaşanıyordu. Dolayısıyla Aydınlık grubunun lider kadrosunda yer alan Halil Berktay ile ona ve gazetesinin bu konudaki yayınlarına tepki gösterip Taraf’ı terk eden TKP Genel Sekreteri Nabi Yağcı da bu çatışmanın birinci derecede sorumluları arasında yer alıyorlardı.2- Süreç içinde solda bazı yollar ayrıldı, bazı yollar da birleşti. Örneğin Berktay ile Yağcı aynı gazetede yazmaya başladılar. Ama bu süre zarfında sosyalist solun bütün enerjisini tüketen sol içi çatışmalar üzerine bireysel ve kolektif olarak çok ciddi yüzleşme, tartışma ve özeleştirilere tanık olmadık.3- Çok kişi 1 Mayıs 1977’yi sosyalist solun çıkmış olduğu zirveden inişe geçişinin miladı olarak görür ki ben de aynı kanıdayım. Dolayısıyla sol için böylesine önemli bir anın değerlendirmesini, tek başına, bir televizyon ekranında keyfine göre ve muhtemelen irticalen yapmak tek başına büyük bir sorumsuzluk olsa gerek.O kadar da değil!Her ne kadar daha sonraki tartışmalar, özellikle Dev-Genç geleneğinden bazı isimlerin katılımıyla daha hakkaniyetli bir şekilde gelişmiş olsa da sonuçta Berktay’ın iddiaları daha baskın çıktı, çünkü:1- Ülkede her alanda iktidarı ele geçirmiş olmalarına rağmen hâlâ sol karşısında eziklik yaşayan kesimler onun iddialarına dört elle sarıldılar;2- Yıllardır “komünizm öldü” diyerek solu aşağılamaktan ziyade kendilerini teskin etmeye çalışanlar, Berktay’dan aldıkları cesaretle Soğuk Savaş dönemini aratmayacak ölçüde bir anti-komünizmi yeniden sahneye koydular. Medya büyük ölçüde onların denetiminde olduğu için sesleri doğal olarak daha çok ve daha gür çıktı;3- Sosyalist solun Türkiye’deki durumunu tarif etmek için “marjinal” sıfatı bile yetersiz kalabilir. Bunun dışında paramparça olma durumu da aynen sürdüğünden, sosyalist solun Berktay’a ve onun iddialarını dolaşıma sokanlara karşı mücadele etmesi hiç de kolay bir şey değil.Bununla birlikte, birtakım şişik egoluların ve Soğuk Savaş kaçkınlarının, kaybettiğimiz arkadaşlarımızın mezarlarının üzerinde tepinmelerine izin vermemek gibi bir vazifemiz, her ne kadar ahımız gidip vahımız kalmış olsa bile, bunu yerine getirmeye yetecek dermanımız var. Çok şükür.
Nejdet Atalay (Batman), Ramazan Uysal (Şırnak), M. Nuri Güneş (Iğdır), Abdullah Akengin (Diyarbakır Dicle), Nadir Bingöl (Diyarbakır Ergani), Zülküf Karatekin (Diyarbakır Kayapınar), Aydın Budak (Şırnak Cizre), Emin Toğurlu (Şırnak Silopi), Resul Sadak (Şırnak İdil), Yusuf Temel (Şırnak Beytüşebbap), Abdürrezak Yıldız (Şırnak Balveren), Abir Durak (Şırnak Kumçatı), Çağlar Demirel (Mardin Derik), Ferhan Türk (Mardin Kızıltepe), Ahmet İnci (Mardin Dargeçit Kılavuz), Mehmet Melih Oktay (Siirt Eruh), Leyla Güven (Şanlıurfa Viranşehir), Etem Şahin (Şanlıurfa Suruç), İhsan Güler (Van Başkale), Ruken Yetişkin (Hakkari Yüksekova), Lezgin Bingöl (Bitlis Hizan Kolludere), Ayhan Ekmen (Kars Digor Dağpınar).Bunlar KCK operasyonları kapsamında tutuklu bulunan BDP’li belediye başkanları. Şırnak Uludere Belediye başkanı Şükrü Sincar hakkında da yakalama kararı bulunuyor. Ayrıca daha önce DTP’den seçilmiş Ahmet Ertak (Şırnak), Hüseyin Kalkan (Batman), Kazım Kurt (Hakkari), Emrullah Cin (Viranşehir), Fırat Anlı (Diyarbakır Yenişehir), Salih Yıldız (Yüksekova) gibi eski belediye başkanları da uzun bir süredir tutuklu. Sonradan milletvekilliği iptal edilen Hatip Dicle’nin de aralarında bulunduğu, son genel seçimlerde büyük oy olarak seçilmiş 6 milletvekili, yani Faysal Sarıyıldız, Selma Irmak (Şırnak), Gülser Yıldırım (Mardin), İbrahim Ayhan (Şanlıurfa) ve Kemal Aktaş (Van) da KCK soruşturması nedeniyle cezaevindeler. Bunlara ek olarak çok sayıda belediye yöneticisi, DTP ve BDP’nin değişik kademelerinden siyasetçiler, gazeteciler, aydınlar da KCK davalarında yargılanıyor. (Bu vesileyle Prof. Büşra Ersanlı’ya bir kez daha bu köşeden selam yollayalım.)Peki bütün bu gözaltılar, tutuklamalar ve yargılamalardan ne elde edildi? Açıkçası elle tutulur bir şey görülmüyor. KCK operasyonları, Kürt siyasi hareketini tasfiye etmek, hatta geriletmek bir yana, onun daha da kitleselleşmesine, Kürtlerin önemli bir bölümünün devletle aralarını daha da açmasına yol açtı. Ve çıplak gözle bakıldığında devletin bu stratejide inat ettiği görülüyor. Umarım, bizim görmediğimiz, duymadığımız bazı girişimler vardır aksi takdirde gidiş hiç de iyi değil.“Makale teröristi”Elimde bir kitapçık: “Makale Teröristi” Mahmut Alınak. Kars ve Şırnak eski milletvekili Alınak’ın değişik yazılarını oğlu ve avukatı Halit Sinan Alınak bir araya getirmiş. Çünkü babası bir süredir KCK davasından dolayı tutuklu olarak yargılanıyor. Kandıra 2 Nolu F Tipi Cezaevi’nde yatan Alınak, geçen Kasım ayı sonunda ağırlıkla avukatlara yönelik olarak yapılan operasyonda gözaltına alınmış, serbest bırakıldıktan hemen sonra savcının itirazıyla 7 Aralık günü tutuklanmıştı. Yakınları “kuryelik”le suçlanan Alınak’ın esas olarak makaleleri ve teleizyon programlarında söyledikleri nedeniyle tutuklandığına inanıyor. Bu arada, Kürt siyasi hareketi içinde hep bağımsız tutumuyla tanınan Alınak’ın, bağımsız aday olup seçilemediği 2007 seçimlerinin ardından DTP-BDP çizgisinden iyice ayrı düştüğünü ve tek başına mücadele ettiğini hatırlatalım.Hizbullah gerçeğiPazar günü İstanbul Kazlıçeşme’de “Peygamber Sevdalıları Platformu” tarafından Kutlu Doğum etkinliği düzenlendi. Medyanın çok fazla ilgi göstermediği bu toplantı, Hizbullah’ın son derece önemli bir toplumsal tabana sahip olduğunu bir kere daha gösterdi.Uzun bir süredir, çeşitli yasal kuruluşlar etrafında yepyeni bir stratejiyle faaliyetlerini sürdüren Hizbullah, yine Kutlu Doğum kapsamında benzer toplantıları Diyarbakır başta olmak üzere Güneydoğu’da gerçekleştirmişti. Kazlıçeşme’deki miting gibi etkinlikse Hizbullah’ın sadece bir bölgeyle sınırlı olmadığını, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı her yerde kökleri bulunduğunu gözler önüne serdi. Bu bağlamda Hizbullah’ın Avrupa’da göçmen işçiler arasında da hayli örgütlü olduğunu duyuyoruz.PKK’nın başını çektiği Kürt siyasi hareketi baskı yoluyla, Hizbullah’ın öncülüğündeki radikal Kürt İslamcılığıysa görmezden gelinerek safdışı bırakılmak isteniyor. Ama olmuyor.Asıl soru şu: Birbirlerinden ayrı bir şekilde kitleselleşen PKK ve Hizbullah’ın yolları bir süre sonra kesişebilir mi? Kesişirse ne olur?
Cuma günü Boston’da, ABD’nin önde gelen üniversitelerinden Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’ne (MIT) bağlı Sloan İşletme Fakültesi’nde Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı bir konferans verdi, ardından bir grup öğrenciyle öğle yemeğinde biraraya gelip sohbet etti. Gerek Sabancı Grubu ve Güler Sabancı’yı, gerekse ABD’deki üniversite sistemini, bu bağlamda MIT’i az buçuk bilen birisiydim.Ama baştan sonra izlediğim bu iki buluşma sayesinde, hem Güler Sabancı’nın (dolayısıyla Sabancı Grubu’nun) hem de MIT’in (dolayısıyla Amerikan üniversite sisteminin) başarılarının sırlarına bir ölçüde vakıf oldum veya öyle sanıyorum.Gördüğüm kadarıyla üç temel kavram işin esasını oluşturuyor: Merak, karşılıklı güven ve samimiyet. Türkiye’nin en önde gelen işkadınının, değişik ülkelerden gelip MIT’te buluşmuş, çoğu kadın bir grup öğrenciye mesleki kariyerini bir anfide, büyük bir içtenlikle bir saat içinde özetlemesi son derece çarpıcı bir olaydı. Ama daha ilginç olan, nerdeyse iki saati bulan yemekti. Kolombiya, Çin, Brezilya, Türkiye gibi birbirinden farklı ülkelerden, yine çoğu kadın 10’dan fazla öğrenciyle birlikte yemek yiyen Sabancı, onların peşpeşe gelen sorularına, büyük bir coşkuyla son derece ayrıntılı cevaplar verdi.Güler Sabancı’nın konuşmalarında siyaset, Türkiye’nin siyasi durumu, bir arkaplan olarak hep vardı. Özellikle Turgut Özal’ı hayırla andığını, koalisyon hükümetlerinden dert yandığını ve AKP iktidarından herhangi bir şikayeti olmadığını not edeiliriz. Yemekteki bir soru üzerine, Türkiye’nin en acil sorununun Kürt sorunu bağlamında iç barışı tesis etmek olduğunu vurguladı ve başka ülkelerde benzer sorunların çözüldüğünü hatırlatıp Türkiye’nin de pekala bu sorunun üstesinden gelebileceğini vurguladı.Dönüştürücü liderlikYazımızın başlığına gelecek olursak: Güler Sabancı, konferansta, kendi “liderlik sırları”nı bir araştırmacının, Prof. Oğuz Babüroğlu’nun tespitleriyle sıraladı. Konuşmasında bunlardan bazılarına katıldığını belirtip bazılarına şaka yollu şerh düşmeyi de ihmal etmedi. İşte Prof. Babüroğlu’nun gözünden Güler Sabancı’nın “dönüştürücü liderliği”nin ilkeleri, yani sırları: - Tüm gelecek senaryolarına açık olma,- Peşin hükümlü olmama ve peşin hükümlü olanların karar süreçlerindeki etkinliğini en aza indirme,- Birbirinden farklı kaynaklardan ve iddia sahiplerinden yararlanma,- Yeni oluşumlarda, onu uygulayacak gerek kurum içi gerek kurum dışı yöneticilerin tasarım süreçlerinde yer alması için azami çaba gösterme,- Arama konferansı gibi katılımlı yönetim yöntemlerini kullanarak mümkün olduğunca ortak aklı ortaya çıkarma,- Görüşlerine güvendiği yönetici ve arkadaşlarına danışma,- Karar vericilerle (hissedarlar dahil), arayüzü doğru kurarak sahiplenmelerini sağlama,- Yeniyi bulma heyecan ve kararlılığı gösterme,- Tüm farklı görüşleri aksi veya muhalif olabilecekleri bilinse de tartışma süreçlerinde bulundurma,- Tamamlanmamış kararların belirsizliği ile yaşayabilme ama tamamlandıktan sonra kararlılıkla uygulama ve uygulatma,- Önerileri değerlendirirken “hayır” veya “olmaz” diyerek söze başlamama,- Çok iyi bir sunuş ve anlatım yeteneği: Ses tonu ve modülasyonunu iyi kullanabilme,- Başkalarının başarısını tanıma ve takdir etme,- Önceliklendirme/odaklanmanın başarıdaki anahtar rolü,- Mentorluğun/koçluğun önemine inanma ve rol üstlenme,- İnovasyon ve eğitime olan inanç ve kararlılık.