Minik taşeronların sonbaharı

22 Nisan 2012

Kendisinin tankı, topu, tüfeği vardır; ülkenin meşru hükümetini devirmek ister ama “silahsız kuvvetler”i göreve çağırır, çünkü post-modern çağda askeri darbe, yapmak isteyeni vuran bir bumerang olabilir.Kendisinin dergisi vardır ama elindeki bomba gibi haberi bir başka dergiye verir çünkü haber gerçekten “bomba gibi”dir, pekala kullanmak isteyenin elinde patlayabilir.Kendisinin silahlı militanları, her türlü malzemesi ve tecrübesi vardır ama büyükşehirlerde kaos çıkartmak için şaibeli küçük örgütleri kullanır çünkü “kör terörizm” kendi imajına zarar verebilir.Kendisine bavullarla belge akar, bunların yayınlanmasını çok ister ama bavulları kendi gazetelerine ve gazetecilerine değil de başkalarına yönlendirir çünkü geri plandaki güç olduğunun anlaşılmasını istemez...Örnekleri çoğaltabiliriz. Bu tür durumları açıklamada genellikle Fransızca kökenli “taşeron” sözcüğü kullanılır. Türk Dil Kurumu’nun “Büyük bir işin bir bölümünü yaptırmayı, asıl müteahhitten alarak kendisi üstlenen diğer yüklenici” olarak tanımladığı düşünülürse bu sözcüğün isabetli bir seçim olduğu açıktır.Yine de benim aklıma bu tür durumlarda hep sınır bölgeleri, mayınlı araziler ve kaçakçılar da gelir. Tabii bir de onların katır, eşek gibi hayvanları. Malum, kaçakçılar önce katır, eşek gibi bir hayvanı salar, ardından onun ayak izlerini takip ederek mayınlı araziden geçerlermiş.Mayınlı araziTürkiye’nin siyasi açıdan bir dizi mayınlı araziyle dolu olduğu düşünülürse önde gelen siyasi aktörlerin bazı badireleri zaiyatsız atlatabilmek için kendi dışlarndaki güçleri kullanmaya yönelmeleri, pek ahlaki olmasa da anlaşılabilir bir durumdur. Anlaşılmaz olan, mayınlı arazide büyük bir cesaretle dolanan kişi ve/veya kurumların olup biteni bir türlü anlamamaları, anlamak istememeleri ve hatta bazen, içinde bulundukları durumu bir misyon olarak sunmaya çalışmaları; bundan övünç duymalarıdır. Acı olansa, siyasi mücadelenin esas aktörlerinin, mayınlı arazileri kazasız belasız geçtikten sonra onları o arazilerin ortasında yalnız başlarına bırakmalarıdır.Özellikle 2007 genel seçimlerinin ardından Türkiye, askeri vesayetin tasfiyesini hedefleyen olağandışı bir dönem yaşadı. Bu zorlu sürecin iki ana müttefiği olan AKP hükümetiyle Fethullah Gülen cemaatine, bilerek ya da bilmeyerek çok kişi doğrudan ya da dolaylı bir şekilde yardımcı oldu. Artık TSK’nın siyaset dışına çekilmesi büyük ölçüde tamamlanmış durumda. Belki bunun da etkisiyle AKP-Gülen hareketi ittifakı da ciddi bir şekilde çatırdıyor. Sonuçta Türkiye’nin (dolayısıyla siyasi iktidar ve Gülen hareketinin de) yeniden normalleşmeye yöneldiğini söyleyebiliriz.Bu normalleşme sürecinde, olağandışı dönemde kendilerine küçük ve genellikle “kirli” roller düşmüş oyuncuların dışlanması kadar doğal bir şey olamaz. İşte daha şimdiden sağda solda duymaya başladığınız çığlıkları, yeni döneme ayak uyduramayan o minik taşeronlar atıyor.Merak edecek bir şey yok. Hele üzülmeye hiç değmez!*****“Baba seni neden oraya koydular?”Nedim Şener, dünkü Posta Gazetesi’nde çıkan Erhan Tuncel söyleşiyle gazeteciliğe müthiş bir dönüş yaptı. Ama ondan önce Doğan Kitap’tan çıkan “Baba Seni Neden Oraya Koydular?” adlı kitabı geliyor. Nedim, cezaevinden çıktıktan sonra, kitabın içerde yazmış olduğu ilk halini epey değiştirmiş, çok da iyi olmuş. Sonuçta elimizde, haksız yere yattığı bir yılı aşkın sürenin hesabını sormaktan çok, o süreçte edindiği deneyimleri, öğrendiklerini paylaşmak isteyen iyi bir gazetecinin kaleme aldığı bir eser var. Size kitabın en son cümlesini aktarmak istiyorum:“Mazlumun zulmünün zalimin zulmünden beter olduğunu öğrendim.”

Devamını Oku

Çağdaş’tan yürek burkucu bir mektup

19 Nisan 2012

Gazetemizin genç muhabirlerinden, KCK Davası kapsamında sudan gerekçelerle tutuklanmış olan Çağdaş Ulus’tan bir mektup aldım. Uzun uzun masumiyetini anlatıyor. Tek kelimeyle yürek burkucu.Çağdaş mektubunda, aynı soruşturma kapsamında gözaltına alınıp hemen serbest bırakılan Fransız Haber Ajansı (AFP) muhabiri Mustafa Özer ile aralarında geçen bir sohbeti de aktarmış. Onun kaleminden olduğu gibi aktarmak istiyorum:“Savcılığa çıkmak için Adliye’de konulduğum hücrede beklerken Mustafa Özer’le tanıştım. Bana defalarca Kandil’e gittiğini, orada Murat Karayılan’la Abdullah Öcalan’ın posteri altında çok sayıda fotoğraf çektirdiğini ve bu fotoğrafların da hard diskinde kayıtlı olduğunu söyledi. Her defasında ‘kesinlikle tutuklanırım’ diye endişesini belirtiyordu. Bense boşu boşuna alındığımı, örgütle bir alakam olmadığını, PKK aleyhine yaptığım birçok özel haber varken sırf biriyle konuştuğum için alındığım için üzüldüğümü kendisine söylediğimde ‘Üzülme, hiçbir şeyin yok ki! İlk bırakılacaklardan biri sen olursun’ diyordu. Ancak öyle olmadı. Ben değil o serbest bırakıldı!”Özer’in neden hemen bırakılımış olduğunu biliyoruz: Kendisi yıllardır MİT ile birlikte çalışıyormuş, PKK çevreleriyle ilişkilerini de onların denetiminde yürütüyormuş. Ama Çağdaş’ın neden tutuklandığını, neden hâlâ tutuklu olduğunu öğrenebilmiş ve anlayabilmiş değiliz. Bu noktada, teslimiyetçi bir şekilde “Adaletin bu mu dünya?” diye sormanın ötesine geçmek gerekiyor. Terör bahanesiyle gazetecilerin cezaevlerine tıkılmasına karşı öncelikle meslektaşlarının daha güçlü bir şekilde seferber olması şart.*****Hak edilmiş bir ödülGalatasaray Lisesi mezunlarını bir araya getiren Galatasaraylılar Derneği (bizim tabirimizle Cemiyet) bu yıldan itibaren bilim, teknoloji, sanat ve kültür alanlarında ulusal ve uluslar arası başarı kazanmış kişilere yönelik olarak Galatasaray Ödülü vermeye başladı. İlk ödülün de “ekonomi” dalında verilmesi kararlaştırıldı.Ödülün oybirliğiyle Prof. Daron Acemoğlu’na verildiğini öğrendim ve çok sevindim. Her ne kadar birkaç yıl Boğaziçi Üniversitesi’nde ekonomi okumuş olsam da ekonomiden anladığımı söyleyemem. Ancak Prof. Acemoğlu’nun, siyasal ekonomi, ekonomik kalkınma, ekonomik büyüme, gelir ve ücret dengesi eşitsizliği ve kurumların ekonomideki rolü üzerine çalışmalarıyla dünya çapında bir isim olduğunu biliyorum. Nitekim 2004 yılı sonunda ABD’de gazetecilik yapmaya başlar başlamaz ilk işim Boston’a gidip, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde (MIT) öğretim üyesi olan Prof. Acemoğlu ile Harvard Üniversitesi’nde görev yapan bir diğer dünya çapındaki ekonomistimiz Prof. Dani Rodrik ile söyleşiler yapmıştım.45 yaşındaki Prof. Acemoğlu, öğretim üyeliğinin yedinci yılında, daha 33 yaşında profesör oldu. Doktorasını yaptığı London School of Economics (LSE)’nin dışında Yale, Michigan State University, University of Pittsburgh, University of Leuven 2 Belçika, University of British Colombia, University of Illinois gibi üniversitelerde de dersler veren Prof. Acemoğlu halen MIT’te kürsü başkanlığı yapıyor ve yakın gelecekte Nobel İktisat Ödülü alması bekleniyor.Prof. Acemoğlu’na ödülü, 21 Haziran günü, 1986 yılında mezun olduğu Galatasaray Lisesi’nde verilecek. Kendisini tebrik ediyorum.

Devamını Oku

Hep birlikte taşları kaldırıp altlarına bakmamız gerekiyor

15 Nisan 2012

AÇIKLAMADAN SONRA GÜLEN HAREKETİ -2Dünkü yazımı “Gülen cemaati içinde ‘sivil’ kanatın, dizginleri yeniden ele almakta olduğunu düşünüyorum ki bu herkesin hayrına bir gelişme” diye bitirmiştim. Tek bir cümlenin yol açtığı farklı tepkilere baktığımda, Gülen hareketi üzerine kalem oynatmanın ne derece zor ve hassas bir iş olduğunu bir kez daha görmüş oldum. Öncelikle “sivil kanat” tabirinin tamamen bana ait olduğunu belirteyim. Yani 3 saati aşkın sohbetimizde muhataplarımdan herhangi biri böyle bir nitelemeye ima yoluyla bile gitmedi. İkinci olarak, “sivil”in karşısına “askeri” bir kanat koyuyor değilim. Peki bu cümleyle ne demek istedim? Bunu cevaplamak için Gülen hareketinin tarihine kısa bir bakış gerekiyor: Fethullah Gülen’in 1970’li yıllarda temelini attığı cemaat uzun bir süre eğitime ağırlık verdi. Aylık “Sızıntı” dergisi sayılmasa büyük ölçüde içine kapalı olan bu hareket bir süre sonra bir yandan Zaman Gazetesi’ni satın alıp medyaya girerken, diğer taraftan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nı kurup toplumun diğer kesimleri (gayrı müslimler dahil) ve hatta diğer ülkelerle diyalog geliştirmeye başladı. Dolayısıyla gerek Türkiye, gerek dünyada Gülen cemaati denince akla hep “sivil” faaliyetler, yani tüm dünyayı sarmış olan okullar; yine küresel ölçüde faaliyet gösteren medya kuruluşları ve nihayet yine sadece Türkiye’de değil dünyanın dört bir tarafında düzenlenen, cemaat dışı katılımcıların daha fazla ön plana çıktığı toplantılar, sempozyumlar geliyordu.Sivilliğin geride kalmasıSon birkaç yıldaysa durum büyük ölçüde değişti. Özellikle ülkede yıllardır hüküm süren askeri vesayet rejimini tasfiyeyi hedefleyen Ergenekon, Balyoz gibi kilit soruşturmalarda, Gülen cemaatine yakın oldukları ileri sürülen bazı devlet memurlarının birinci derecede rol oynadıkları söylendi ki başlangıçta Cemaat bu tür söylentilerden, diğer bir deyişle “her taşın altında Cemaat var” algısından çok fazla rahatsız olmadı, hatta övünç duyduğu bile söylenebilir.Fakat önce Prof. Türkan Saylan, ardından Hanefi Avcı ve nihayet Ahmet Şık-Nedim Şener olaylarıyla toplumda ciddi kırılmalar yaşandı ve Gülen cemaatinin bu operasyonlardaki rolü daha geniş ve eleştirel bir şekilde sorgulanır oldu. Peş peşe gelen KCK operasyonları ve son olarak bu kapsamda Ragıp Zarakolu ve Prof. Büşra Ersanlı gibi saygın isimlerin tutuklanmalarında da gözler Gülen cemaatine çevrildi. Nihayet MİT kriziyle birlikte Cemaat’in “sivil” yönü iyice geri planda kaldı. Her ne kadar eğitim, medya gibi alanlarda varolan faaliyetler güçlenerek ve katlanarak artsa da Gülen cemaati bir sivil toplum hareketi olmanın yanısıra, hatta belki de ondan daha fazla, ülke içi iktidar mücadelenin önde gelen aktörlerinden biri olarak görülür oldu.Normalleşme arzusuGazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın (GYV) açıklaması serinkanlı bir şekilde okunduğunda, son birkaç yıldır iyice güçlenen, normal şartlarda Cemaat’e pozitif bakan kimi kişi ve çevrelerce de yer yer benimsenir olan bu algıdan derin bir şekilde rahatsız olunduğu görülür. Cuma günkü sohbette de bu rahatsızlığı açık bir şekilde gözledim. Bu sıkıntılı durumdan çıkışın yegane yolu olarak da “normalleşme” kavramı telaffuz edildi. “Normalleşme” arayışı normal olmayan, yani olağanüstü ve/veya olağandışı dönemlerde söz konusu olur. Dolayısıyla Gülen hareketinin, son birkaç yılda yaşanan durumu “olağanüstü” olarak tanımlayıp geride bırakmayı ve yeniden olağan hale, yani Cemaat’in sivil toplum alanındaki faaliyetlerinin hakimiyetine dönmeyi arzuladığını söyleyebilirim.Ancak burada birçok soru karşımıza çıkıyor. Öncelikle “devlet içinde kadrolaşma” iddiaları. Sohbetimizde şu iki noktada anlaştık (ki GYV açıklaması da bu yönde): 1) Hangi görüş, din, cemaat vb.den olursa olsun hak eden her vatandaş liyakat ölçüleri içinde devlet içinde görev alabilmeli; 2) Devlet içinde herhangi bir grubun kendi örgütlenmesine gitmesi kesinlikle suçtur ve engellenmesi gerekir.Görüldüğü gibi Gülen cemaati mensupları “devlet içinde devlet” oldukları veya “otonom bir yapılanma”ya gittikleri iddialarını açık bir şekilde reddediyorlar ve iddia sahiplerini bunun delillerini göstermeye çağırıyorlar. Tabii insanın aklına, bu yönde ciddi iddialar ortaya atan mesela Hanefi Avcı ve kitaptan sonra başına gelenler geliyor.İkinci olarak, bir şekilde parantez içine alınmak ve geride bırakılmak istenen “olağanüstü” dönemde çok kişi mağdur edildi, onların mağduriyetleri nasıl giderilecek? Bu noktada şu soruyu sormanın son derece meşru olduğu kanısındayım: Fethullah Gülen basın özgürlüğü konusunda yaptığı açıklamayı Ahmet ve Nedim gözlatına alınır alınmaz yapsaydı daha iyi olmaz mıydı, ciddi mağduriyetlerin önü böylece alınamaz mıydı?ŞeffaflıkŞimdilik son bir söz: Gülen hareketinin normalleşme arayışı olumludur. Ancak onca yaşanandan sonra bu kolay olabilecek bir şey değildir. Bu noktada başta Fethullah Gülen’in kendisi olmak üzere Cemaat’e çok büyük görevler düşüyor. Eğer Cemaat başkalarını suçlamaktan çok özeleştiriyi temel alırsa bu normalleşme daha kolay yaşanır. Aksi takdirde olağanüstü durum sürer ki bundan Gülen hareketi de dahil tüm Türkiye zarar görür.Eğer Gülen hareketi, artık “Her taşın altında Cemaat var” algısından şikayetçiyse, tüm toplum olarak birlikte taşları kaldırıp altlarına bakmamız gerekiyor ki tüm dünyada buna şeffaflık deniyor.Sıkça sorulan sorular1 - Görüştüğünüz kişilerin adını niçin yazmadınız?Ortada gizli saklı bir şey yok. Kaldı ki günümüz Türkiyesi’nde yaklaşık 20 kişinin bir araya gelmesini (hele bunlardan biri ne zamandır her hareketi takip edilen bensem) saklamanın imkanı da yoktur. Ama söz konusu olan bir gazetecilik faaliyeti değil bir sohbetti. Hiç yazmayabilirdim de. Fakat çok verimli geçtiği için muhataplarımdan izin alarak izlenimlerimi yazmak istedim. Zaten her iki yazıda da tırnak içinde kimsenin ağzından herhangi bir cümle kurmadım. Görüştüğüm kişilerin Cemaat bünyesinde etkili konumlarda olduğunu söylememin, maksadı üzüm yemek olanlar için yeterli olduğu kanısındayım. Bağcı dövmek isteyenleri tatmin etmemse mümkün değil.2- Bu bir barış toplantısı mıydı?Barış için bir savaş, savaş içinse savaşan en azından iki taraf olması lazım. Bir gazeteci hiçbir kişi, grup, parti ya da cemaatle savaş içine girmez, girmemeli. Ama bazı kişi, grup, parti ya da cemaatin bazı gazetecilere savaş açtığı durumlar olmuştur. Böyle durumlarda biz gazetecilerin yapabileceği tek şey hayatta kalmaya çalışmaktır. Bunu yapmanın yegane yolu da yine gazeteciliktir. Son birkaç yıl, benim de içinde bulunduğum bazı gazeteciler için son derece zorlu geçti: Tutuklananlar, işlerini kaybedenler, haklarında acımasız itibarsızlaştırma kampanyası yürütülenler. Ancak bütün bu mağduriyetlere rağmen, birbirimize destek olarak varkalmayı, dik durmayı becerdik. Eğer bugün bir normalleşme arayışı söz konusuysa ve bu olumlu bir gelişmeyese, bu noktaya gelmede o olağanüstü koşullara direnenlerin payı çok büyüktür.

Devamını Oku

Yıllar sonra Gülen cemaatiyle baş başa

14 Nisan 2012

AÇIKLAMADAN SONRA GÜLEN HAREKETİ -1Cuma günü Fethullah Gülen cemaati içinde etkin pozisyonlara sahip epey kalabalık bir grupla bir araya geldim. Üç saati aşkın süren, benim deyimimle, “damardan” bir sohbet oldu. Yani bütün hayati konuları son derece açık bir şekilde ve samimi bir atmosferde konuşup tartıştık. Sonunda, sanıyorum onlar da bu sohbetten benim kadar memnun ayrıldı. Dolayısıyla bu hayli geç kalmış buluşmayı düşünüp gerçekleştirenleri tebrik ediyorum. Sağ olsunlar.Bu buluşmanın eksenini hiç kuşkusuz geçtiğimiz günlerde Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın (GYV) imzasını yapılan açıklama oluşturuyordu. Gazetemiz Vatan dışında medyanın (buna Cemaat’in kendi yayın organları da dahil) ilk başta nedense öneminin farkına varmadığı bu açıklamanın Cemaat için bir tür dönüm noktası olduğu yolundaki fikrimi bu buluşmada doğrulama imkanı buldum.Şöyle ki, gerek Ahmet Şık-Nedim Şener olayıyla birlikte ülke içinde ve dışında “özgürlük, demokrasi, hoşgörü, diyalog” gibi değerler üzerinden yıllar içinde inşa etmiş olduğu imajının ciddi bir şekilde aşınması; gerekse MİT kriziyle birlikte AKP hükümetiyle bir tür iktidar savaşı içinde olduğu algısının hakimiyet kazanması başta Gülen’in kendisi olmak üzere Cemaat’in önde gelen isimlerini haklı bir şekilde telaşlandırmış. Bu bağlamda, MİT krizinin ardından Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu’nun bana verdiği söyleşide dile getirdiği “Cemaat ‘ne oluyoruz, nereye gidiyoruz’ diye sormalı” çağrısının karşılık bulduğunu söyleyebiliriz. Bayramoğlu demişken, onun açıklama için yaptığı “taktiksel geri çekilme” değerlendirmesinden rahatsız olduklarını gözledim. Bense bu açıklamayı “şeffaflaşma yolunda stratejik ve olumlu bir adım” olarak nitelemiştim ki önceki günkü buluşma bu tespitimi doğrular nitelikteydi.YüzleşmeDaha açıklayıcı olması için olayın özel boyutunu biraz anlatmam gerekecek.Türk basınında haklarında en uzun süredir ve en çok yazıp konuşan isimlerden biri olmama rağmen Gülen cemaatiyle aramda hep belli bir mesafe olmuştur. Örneğin daha hiçbir basın mensubunun ziyaret etmediği bir tarihte Cemaat’in yurtdışındaki okullarını gezip röportaj yapma isteğime olumlu karşılık alamadım. Aynı şekilde herkesten önce başvurmuş olmama ve medyaya sayısız mülakat vermesine rağmen Gülen’le görüşme yapma imkanım da olmadı. (Kendisiyle tek konuşmamız, Polat Oteli’ndeki ilk büyük iftarda elini sıkıp “Nihayet tanıştık” demem, onun da bana “Siz beni zaten tanıyorsunuz” karşılığını vermesidir.) Gülen hareketinin 1990’lı yılların başından itibaren gerçekleştirdiği kamuya açık faaliyetlerin büyük bir çoğunluğunu haberleştirdim. Gerek yurtiçi, gerekse dışında Abant Toplantıları’nın birçoğuna katıldım. Son olarak 2007 yılının Ekim ayında Londra’da düzenlenen Gülen Hareketi Sempozyumu’nu bir gazeteci olarak izlemiştim.Açıkçası bu “mesafe”, hele birçok meslektaşımın Cemaat’e ve/veya Gülen’in kendisine fazlasıyla angaje bir imaj verdiği düşünülürse çok da rahatsız edici bir durum değildi. Ama Hanefi Avcı’nın o kitabı yazması, Mirgün Cabas’la birlikte Avcı’yı NTV Yazı İşleri programında canlı yayında ağırlamamız; ardından Ahmet ve Nedim’in tutuklanmalarına karşı alenen tavır almam nedeniyle bu mesafe Cemaat tarafından hızla açıldı. Öyle ki, Ahmet’in “dokunan yanar” tespitinden hareketle benim “ne zaman tutuklanacağım” ve “ne zaman işsiz kalacağım” üzerine bahis tutuşanlar oldu. İlkine para yatıranlar kaybetti, ikincisine yatıranlarsa kazanmadılar ama paralarını da kaybetmediler.Bu süreçte yaşadıklarımı, fazla geciktirmeden ve ayrıntılı bir şekilde kaleme almayı düşünüyorum. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim: Gülen Cemaati ile bir şekilde irtibatlı bazı kişiler ve yayın organları tarafından hakkımda üretilen dezenformasyonun onda birinin doğru olması durumunda bile Cuma günkü buluşma gerçekleşmezdi. Nitekim ben de sözlerime “Sizlere kızgınım. Fethullah Gülen’in kendisine de kırgınım. Çünkü hakkımda çizilmek istenen portrenin gerçek olmadığını en iyi bilmesi gereken kişilerden biri olmasına rağmen bu duruma müdahale etmedi” diye başladım.Muhataplarımın cevabını, “Artık önümüze bakalım” temennisiyle özetleyebiliriz. Ben de kendilerine, 12 Eylül ile, 28 Şubat ile yüzleşen Türkiye’nin bu sözünü ettiğim süreçle de yüzleşmesi gerektiğini söyledim.Son dönemin moda tabiriyle “rövanşizm” peşinde değilim. Bu nedenle Gülen Cemaati’nin son açıklamada dile getirmiş olduğu şeffaflaşma arayışını veri kabul ediyorum. Peki bu arayış ne derece başarılı olur? Bu sorunun cevabını tartışmayı yarına bırakalım. Ama yarın söyleyeceklerimi bugünden bir cümleyle özetlemek istiyorum: Gülen cemaati içinde “sivil” kanatın, dizginleri yeniden ele almakta olduğunu düşünüyorum ki bu herkesin hayrına bir gelişme.Fakat tabii ki her şey bu kadar basit değil. Evet, yarın devam edelim.

Devamını Oku

‘AKP’nin büyük bir hikayesi var, muhaliflerinin yok’

12 Nisan 2012

“Türkiye Kime Kalacak?” kitabının yazarı gazeteci Osman UlagayOsman Ulagay, yukarıdaki sözü şöyle açıklıyor: Ülkenin iyi bir hikayesi varsa buna göre ülkenin kredi notunu yükseltiyorlar. AKP’nin ekonomi kurmayları finansal piyasalarda önceden sondajlar yaptılar, kendilerini anlattılar. AKP küresel gelişmeyi iyi okudu. Sorun muhalefetin benzer bir hikayesi olmayışı...Ekonomi ve siyaset ağırlıklı yazılarıyla saygın bir isim edinmiş olan Osman Ulagay, Başbakan Erdoğan’ın basın özgürlüğünü sınırlamaya yönelik çıkışlarını protesto edip 2010 yılının Şubat ayında sessiz sedasız Milliyet’teki köşesini terk etti. Ama bu süre zarfında boş durmadı ve “Türkiye Kime Kalacak?” adlı kitabı kaleme aldı. Biz de, haklı bir şekilde “Başbakan’ın yazdırdığı kitap” altbaşlığını taşıyan bu eserden hareketle Osman Ulagay’la bir söyleşi yaptık:Bu kitap öncekilerden farklı gibi. Daha net ve muhalif bir pozisyon aldığınızı görüyorum. Bu doğru bir tespit mi?Evet, doğru. Nedeni şu: Gelinen noktada birileri daha net bir pozisyon almazsa çok geç olacak. Eğer birileri Türkiye’nin bugünkü gidişatına dair bir tavır koymazsa daha sonra koymanın bir anlamı kalmayacak.Endişeniz nedir?Birincisi Türkiye’nin tek parti, tek adam rejmine doğru adım adım kaymakta olduğunu görüyorum. Tek parti, tek adam rejimlerinin belli özellikleri vardır. İktidar her şeyi bilen, her şey hakim olandır. Bütün ölçüleri, bütün değerleri kendisi belirlemek ister. AKP, kendine muhalefet edenleri oyundaki rakipleri olarak görmüyor. Onları aşağılamaya, gayri meşru göstermeye çalışıyor. Sanki bu oyunda şartlara uyan tek oyuncu var gibi düşünüyor ve o oyuncu her şeyi belirliyor. Bu çok endişe verici bir şey. Baştan beri AKP’ye ön yargılı bakan kesimin duruşu doğal ama başında bu açılıma bir şans veren ve bundan umutlu olan kesim bu noktada benimle benzer endişeleri paylaşıyor sanıyorum. Bir tek parti, tek adam rejimine doğru giderseniz, size karşı olan kesimi, ki bu Türkiye’nin yaklaşık yarısıdır, bu kadar dışlar ve aşağılarsanız bu oyun başka bir hal alıyor. Size muhalefet etme ihtimali olan herkesi dışladığınız zaman oyunun şekli değişiyor.İkinci endişem şu: Burada paradoksal bir durum var ama AKP döneminin Türkiye’nin potansiyelini ortaya çıkarttığı fikrindeyim. Türkiye’nin dünyadaki itibarı, durumu AKP öncesine göre değişmiş durumda; bugün çok daha ciddiye alınıyor. Ekonomik potansiyelini önemli ölçüde geliştirdi. Batı dünyasının her şeye hükmettiği bir dünyadan çok kutuplu bir dünyaya geçiş sürecinde Çin, Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi ülkelerin de söz sahibi olmaya başladığını göz önüne alırsak Türkiye’nin birçok farklı özelliği ile dünyada söz sahibi ülkelerden biri olabilme yolunda gittiğini söyleyebiliriz. Mevcut iktidarın ülkeyi bugünkü yere getirdiğini de söyleyen biri olarak Türkiye’nin bu potansiyeli gerçekleştirmesinin mümkün olmayacağını düşünüyorum ve fırsatı kaçıracağız diye endişeleniyorum. Çünkü enerji ve insan birikimimizin önemli bir kısmını kullanamıyoruz. Mesela eğer çok yetenekli bir genciniz üniversitede yükselmek istiyorsa ama bazı özelliklere sahip değilse -bu inanç bağlamında olabilir veya siyasi aidiyet bağlamında olabilir- yolları kapalı. Aynı şekilde girişimcilik konusunda belli bir kesimin müthiş bir dayanışması var. Eğer o halkada değilseniz şansınız çok azalıyor. Empoze edilmek istenen yaşam tarzı birçok insanın hoşuna gitmeyecek şeyler içeriyor. Bu durum o insanların Türkiye’ye katkı yapacak işlerde bulunma motivasyonunu azaltıyor. Bütün bu nedenlerle Türkiye var olan potansiyelini tam anlamıyla kullanamama gerçeği ile karşı karşıya.Öte yandan küresel oyunda da daha fazla söz sahibi olmak siyasi iktidarda aşırı bir özgüven yarattı. Dünyanın eski söz sahiplerine karşı ‘sizin devriniz bitti, bizim devrimiz başladı’ deniyor. Tabii ki Batı’nın eski gücü kalmadı ama sıfır da olmadı. Öne çıkmak isteyen ülkelerin Batı’yı tam karşılarına alarak veya onunla zıtlaşarak, onu küçümseyerek değil onunla daha iyi nasıl işbirliği yapılabileceğini düşünerek hareket etmeleri gerekir. Bu bakımdan mevcut iktidarı yeterli bulmuyorum.Sizin profilinizdeki insanların AKP’ye yönelik hayal kırıklığına mı tanık oluyoruz?2007 sürecine kadar AKP konusuna oldukça nötr bakıyordum. Baştan beri beni rahatsız eden, demokrasi kültürüyle bağdaşmayan bazı yaklaşımlar vardı. O yüzden AKP’nin Türkiye için ideal bir parti olduğunu, bizi Avrupa standardlarında bir demokrasiyle ulaştıracağını düşünmüyordum ama bunu bir aşama olarak görüyordum. Bu aşamayı doğru değerlendirirsek başka bir noktaya varabilirdik. Bu süreç sırasında muhalefetin dünyada olan biteni algılayarak AKP’nin karşısına güçlü bir alternatif olarak çıkacağını düşünmüştüm. Bu gerçekleşmeyince oyunun dengesi tamamen değişti. AKP’nin karşısına eski komplocu mantıkla çıkıldı: Önce asker, ardından kapatma davası. İş ölüm kalım meselesine dönünce AKP bu sefer gerçek kimliğiyle, gerçek amaçlarıyla, gerçek yüzüyle ortaya çıkmaya başladı. Bu süreçte AKP’nin ilk döneminde Batı dünyası ve medyası AKP’ye müthiş bir kredi açmıştı. O dönemde Türkiye’de sanki iki kamp varmış gibi düşünülüyordu: Türkiye’yi Avrupa’ya yaklaştırmak, dünyaya açmak, demokratikleştirmek isteyenler yani AKP ile buna karşı çıkanlar yani Kemalist, katı laik gibi isimlendirilen ve hep bir noktada askerle, katı merkeziyetçi, otoriter eğilimlerle özdeşleştirilen bir muhalefet. Sanki Türkiye’de başka bir şey yok. Bu son derece yanlış bir değerlendirmeydi ama bu değerlendirme tuttu. Fakat benim endişemin artmaya başladığı süreç içerisinde Batı medyasındaki tutum da değişti. AKP için daha fazla hayalci bir yaklaşım sergileyen Batı medyasıydı. Onlar AKP’ye daha fazla ümit bağladılar. Onlara Türkiye’deki bir kısım liberal, demokrat aydınları eklemem lazım. Bence onlar da çok fazla kapılmışlardı. Bu sol entelektüellerde çok uzun süredir görülen bir zaaf. Kendilerine mal edilebilecek bir çıkış yolu, projeleri olmadıkları için onlara en yakın olana takılmak.Bu noktada kitabınızda bahsettiğiniz hikaye kavramına gelmek istiyorum. AKP’nin büyük bir hikayesi olduğunu, rakiplerininse bundan mahrum olduğunu söylüyorsunuz. Hikayeden kastınız nedir?Hikaye kavramını benim hayatıma finansal piyasalar soktu. Bir ülkenin siyasal, ekonomik, mali istikrar, büyüme trendi gibi değişik göstergelerine bakıyorlar. Burada onların çetelesine göre iyi bir tablo görüyorlarsa ‘bu ülkenin iyi bir hikayesi var’ diyorlar. Ülkenin iyi bir hikayesi varsa buna göre de ülkenin kredi notunu yükseltiyorlar. Ben de hikaye sözcüğüyle şunu anlatmaya çalışıyorum: Bir gelecek vizyonu ortaya koyuyorsunuz ama bu ülkenin mevcut potansiyeli ile uyumlu yani gerçekçi olmalı. Ayrıca bu hikayenin ideolojik boyutu var. Öyle baktığınız zaman hakikaten AKP’nin iyi bir hikayesi var. Bir kere kuruluş döneminde kendinden önceki iktidarların neden başarısız olduğunu iyi analiz etmiş. Biliyorsun çok geniş kapsamlı kamuoyu araştırmaları yaptılar. 40 bini aşkın denekli araştırmalarda halk nasıl bir iktidar istiyor, kimleri siyasette görmek istiyor gibi sorulara yanıt buldular. Ayrıca toplumsal tabanda geniş bir yaygınlığı olan kesimle dini aidiyet üzerinden doğal bir bağları var. Finansal piyasaların, ekonominin çok önemli olduğunu da anladılar. AKP’nin kuruluş döneminde Ali Babacan başta olmak üzere AKP’nin ekonomi kurmayları finansal piyasalarda önceden sondajlar yaptılar, kendilerini anlattılar. AKP küresel gelişmeyi iyi okudu. Dünyanın artık yeni güçlere fırsat verdiğini anladılar. Sorun AKP’ye muhalefet eden kesimin buna benzer bir hikayesi olmayışı. AKP’nin hikayesinin bir diğer güçlü tarafı da şu: AKP’nin zihin yapısına baktığımız zaman 90 ya da 100 yıllık bir sürecin değiştirilmesi ya da rövanşının alınması olduğunu görüyoruz. Bu da onlara ideolojik büyük bir hedef sağlıyor. ‘Büyük rüya’ diyorum buna. Dolayısıyla o da bir güç.Bir taraf hikayesiyle, rüyasıyla yol alırken diğer tarafta geçmişe yönelik nostalji yaparak ve iktidarı kaybetmenin verdiği öfkeyle hareket ediyor. Şu günkü durumda ‘Türkiye kime kalacak?’ sorusunun cevabı çok net gözüküyor değil mi?Kitapta, bugünkü bütünlüğü içinde yola devam edeceği kabulünden hareketle Türkiye’nin kime kalacağın hakkında fikirlerimi söyledim. Ama Türkiye bugünkü sınırlarıyla, bugünkü yapısıyla kalacak mı? Bana gerekçeleriyle anlatıldığı zaman ‘evet bölünme ihtimali var’ diyorum ama o soruya girmiyorum.Erdoğan karşısında güçlü bir muhalefet görürse etkilenebilirTürkiye’nin bu haliyle kalacağını düşünürsek AKP’ye meydan okuyabilecek herhangi bir güç, potansiyel var mı?Kitabın sonunda bir fantezi gibi yazdım, acaba gençler o potansiyeli yaratabilir mi diye. Cumhuriyet’i kuran kuşak Mustafa Kemal ve onun mirasını sahipleniyor. O hikaye kendi döneminde, kendi kuşağında çok önemliydi. O günün dünyasında Cumhuriyet’in kurulması çok önemli bir hikaye. 1. Dünya Savaşı sonrası, Batı’nın her şeyi hükmettiği bir dönemde böyle bir hikayenin ortaya çıkması gerçekten çok önemli. 13 milyon nüfus var, okuma yazma oranı yüzde 15’lerde... Bu gibi verileri hatırlarsak hikayenin önemini daha iyi anlayabiliriz. O toplumu alıp modern dünyanın bir parçası haline getirme iddiası müthiş bir projedir ama o dönem için geçerlidir. Şimdi o modeli alıp hiç geliştirmeden bugüne uygularsan bugün aranan hikayenin yerine geçen bir hikaye elde edemezsin. ‘Bizim böyle güçlü bir hikayemiz var’ deyip ona takılıp kalınması o kesimin yeni ve özgün bir hikaye çıkarmasını engelledi.Yani endişelerinizden kolay kolay kurtulamayacağa benziyorsunuz...İktidar bloğunun kendi içindeki tartışmaları tam olarak kestiremiyorum. Bir de Batı’nın AKP’ye karşı tutumunun değişmesi iktidarı etkileyebilir. Başbakan Erdoğan gücün diliyle konuşmasını seven biri. Karşısında daha ciddi ve güçlü bir muhalefet görürse kendisini etkileyebilir. Yoksa dış etkilerle durumu kurtarmak için bazı adımlar atabilir.

Devamını Oku

İyi ki Sezai Karakoç var!

11 Nisan 2012

Türkiye adım adım Suriye batağına sürükleniyor ama genel kamuoyunun yaklaşmakta olan tehlikenin pek farkında olduğu, bunu umursadığı pek söylenemez. Tabii ki İslami camiayı istisna saymak gerekir. Burada yoğun bir tartışma sürüyor fakat özgün, bağımsız, mesafeli tavırların ender görüldüğü bu kesimde tam bir saflaşma yaşanıyor: Çoğunluk, Başbakan Erdoğan’ı takip ederek, her geçen gün Suriye’ye müdahale etmenin şart olduğu düşüncesine günbegün daha fazla yaklaşıyor; azınlıkta kalanlarsa tavizsiz bir şekilde Suriye’deki otoriter rejimi (ve bunun üzerinden İran’ın çıkarlarını) savunuyorlar.Geçenlerde kaleme aldığım “Nereye gitti bu İslamcılar?” başlıklı yazıda bu can sıkıcı durumu tahlil etmeye çalışmış ve son paragrafta şöyle demiştim: “Özetle Suriye tartışmaları bize İslamcılığın özünde sistem (ulusal ve küresel) karşıtı değil, sadece sistemin dışında kalmak istemeyip merkeze taşınmak isteyen bir hareket olduğunu gösteriyor, iyi de oluyor.”Tuzağa dikkatNe mutlu ki dün bütün İslamcıların böyle olmadığını kanıtlayan sahici bir örneğe tanık olduk. Yüce Diriliş Partisi Genel Başkanı Sezai Karakoç partisinin İstanbul İl Başkanlığı’nda yaptığı konuşmada açık ve net bir şekilde “İran-Türkiye-Suriye çatışması tuzaktır” dedi. Bilmeyenlere Karakoç’u özetle anlatmak çok zor olacaktır. Şu kadarını söyleyeyim, aslen şair olan Karakoç, her zaman her türlü iktidardan uzak durmayı bilmiş, bu sayede kirlenmemiş, güzel, akil bir insan, parlak bir düşünürdür.Dolayısıyla onun şu alıntılayacağım görüşleri, Ankara’nın Suriye politikasının değişmesine yol açmasa bile, birçok kişinin kendi kendilerine ve yakın çevrelerine “sahiden ne yapıyoruz biz? Bu yolun soru nereye varır?” diye sormalarına yol açacaktır ki gözlemlediğim kadarıyla bu sorgulama başlamış durumda.Karakoç Suriye konusunda şöyle konuşmuş: “Şimdi Batı bize diyor ki, ‘Suriye’de kötü bir yönetim var. Orada halk ile devlet arasında problem var, masum insanlar ölüyor. Bu işi siz halledin, siz çözün, insanların ölümünü seyir mi edeceksiniz?’ Şüphesiz Müslümanlar asla seyir etmez, ama bu meselenin çözümü silahla olmaz. O yönetimi uyaracak olan kılıç değil kalemdir. Çünkü kılıç ile girdiğiniz takdirde halk ile karşı karşıya gelecek ve siz yine masumları öldürmek zorunda kalacaksınız. Aynı o devletin yaptığını siz yapmış olacaksınız. İşte bu size kurulmuş bir tuzaktır. Çözümün sadece silah ve kılıç olduğu doğru değildir. Daima ondan daha güçlü olan bir çözüm vardır ve o çözüm fikirdir. Kılıç dahi fikrin emrindedir. Aksi halde zarar verir.Bugün Türkiye çok büyük bir tehdit ile karşı karşıyadır. Şimdiye kadar Müslümanların başına gelen zulümlerde hiçbir zaman Batı Türkiye’ye ‘gel sen buna karış’ dememişti. Tam tersine kendisi işgal ettikten sonra, ‘gel bize destek gücü ver’ demişti. Afganistan’da Bosna’da böyle oldu. Katliamlar olurken bizi sokmadılar, katliamlar oldu, bitti kendileri girdiler ve destek için çağırdılar.Bugün bilhassa Türkiye ile İran’ı çarpıştırmak istiyorlar ve ben bakıyorum ki, bunu önlemesi gereken kalemler tam tersine, en basit bir bahanelerle tahrikçi bir şekilde ortaya atılıyorlar. Tabii bu tek taraflı değil. İran’da da mutlaka böyle oluyor. Suriye’de de öyle oluyor. Türkiye’de de. Şunu bilelim ki bu ülkelerin arasındaki meseleleri çözemeyecek tek şey var ise o da silahtır. Bir tek kurşunun bile atılmaması gerekiyor. Eğer bu atılırsa arkası gelir ve bu ülkeler göz göre göre mahvolur gider. Arkası da Batı’nın korkunç istilasıdır. O zaman ne ezan ne kitap kalır. Bu yüzden uyarıyorum tüm Anadolu’yu, çilekeş Anadolu’yu.”Dindar aydınlara uyarıKarakoç dünkü konuşmasında islami kesimin aydınlarını da eleştirdi. Bu konuda söylediklerine de dikkat çekmek isabetli olacaktır: “Hakk’ın ve doğrunun emrinde olması gereken kalemler maalesef hükümetin emrindedir. Hakk’ın, doğrunun emrinde olan, bağımsız olarak İslam ülkelerinin tümünün menfaatinin, tümünün çıkarının ve geleceğinin emrinde olan kalem istiyorum ben. Bilgi istiyorum. Bu boşluk var. Bu boşluğu kim dolduruyor? Onu Batı medyası, Batı düşüncesi, Batı ajansları dolduruyor. Bu sebepledir ki öncelik İslam aydınlarının öne çıkması ve adeta bir örgütleniş içinde olup bir araya gelmeleridir. Ve zaman zaman İslam aleminin durumunu gözden geçirip verdikleri kararları da uygulamalılar. Hükümetler üstü, devletler üstü güçleri olması lazımdır. Bunun sağlanma yolu umumi bir hareketten geçer. Bugün her İslam ülkesinde bu tarz hareketler vardır ancak bu hareketler yerel kalmışlardır.”

Devamını Oku

Var mı “büyük hikaye”si olan?

10 Nisan 2012

Osman Ulagay’ın son kitabı “Türkiye Kime Kalacak?”ı okuyorum. Başbakan Erdoğan’ın basın özgürlüğünü sınırlamaya yönelik çıkışlarını protesto edip sessiz sedasız Milliyet’teki köşesini terk eden Ulagay bu arada hiç boş durmamış ve isabetli bir şekilde “Başbakan’ın yazdırdığı kitap” altbaşlığını taşıyan bu eseri kaleme almış. Ulagay’la kitabı üzerine geniş bir söyleşi yapacağım, muhtemelen bir-iki gün içinde gazetede okursunuz. Yine de bugün bu önemli kitaptan biraz söz etmek istiyorum.Ulagay öteden beri “sol”da bilinen bir aydındır. Fakat gerek yazılarında, gerekse daha önceki kitaplarında dile getirdiği alışıldık olmayan görüşler nedeniyle onun sağcılaştığını, en azından sağa göz kırptığını ileri sürenler olmuştur. Bu tür tepkilerin esas nedeni Ulagay’ın kendilerine tutmuş olduğu aynadaki suretlerinden memnun olmamalarıydı kuşkusuz.“Türkiye Kime Kalacak?”ın, Ulagay’ın çizgisinde bir tür “kopuş” olduğunu söyleyebiliriz. Bu kitapta da Erdoğan’ın başarısının sırlarını objektif bir şekilde çözmeye çalışan bir Ulagay var karşımızda. Ama Ulagay hem bunu yapıyor, hem de Erdoğan’ın inşa etmekte olduğu yeni Türkiye’den son derece rahatsız olduğunu gizlemiyor, buna karşı nasıl bir alternatif geliştirilebileceği üzerine kafa yoruyor. Kısacası Ulagay’dan pek alışık olmadığımız ölçüde “muhalif” bir çalışmayla karşı karşıyayız.Ulagay, AKP ve Erdoğan’ın “dünyadaki ve Türkiye’deki değişimi dikkate alan, zamanın ruhunu yakalayan iyi bir hikaye”ye sahip oldukları için başarılı olduğu görüşünde. Öte yandan AKP ve Erdoğan’dan memnun olmayan kesimlerinse, “büyük bir hikaye”ye sahip olmadıkları, bunu gelecekte değil de geçmişte aradıkları için yenilmeye mahkum olduklarını ileri sürüyor.Askerden çok askercilerUlagay’ın kitabıyla dünkü “Sakalım ve TSK” yazıma öfkelenen çok sayıda okurdan gelen mektuplarını aynı anda okumak ilginç ve açıkçası can sıkıcı bir deneyimdi. En son “mahalle baskısı” tartışmasını Vatan Gazetesi’nde sürdürürken muhafazakâr okurlardan bu derece yoğun tepki almıştım. Onlar özetle “biz asla bizden olmayana baskı yapmayız, yalan söylüyorsunuz” diyorlardı. Orduevlerini bir tür “laikliğin son kalesi” gibi gören ve göstermek isteyenler ise, askerin benim sakalıma karışmasını son derece doğal buluyor, bu uygulama yerine benim niyetimi sorguluyorlar.Halbuki bugün TSK bile sivillerin kılık kıyafetine müdahale etmeyi savunmakta zorlanıyor, hatta bundan vazgeçmiş durumda. Yakında bu tür uygulamaların sonlandırıldığını duyarsak da hiç şaşırmayalım. Dolayısıyla “Ne olmuş yani! Ordunun tabii ki kuralları olacak!” diyenler “askerden çok askerci” tanımını fazlasıyla hak ediyorlar.Tam da bu noktada Ulagay’ın kitabının “Hikayesiz laikler” bölümünden uzun bir alıntı yapmak istiyorum: “Laik kesimde hâlâ yaygın olan bir inanca göre ‘cahil halk’ın varlığı Türkiye’nin değişmez gerçeği. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri, eğitimli ve donanımlı oldukları, yani ‘cahil’ olmadıkları için ülkeyi yönetme hakkını sahiplenen ve kendilerini ‘cahil halkı’ eğitmekle ve yönlendirmekle yükümlü sayan seçkinler, seçimlerde uğradıkları yenilgileri ıllardan beri hep bu ezberle açıklıyor... Onların bu durumda olması AKP’nin bugün siyaset sahnesinde rakipsiz kalmasının ve Türkiye’nin yakın geleceğine damga vuracak konuma gelmesinin önemli nedenlerinden biri.”Bitirirken, Türkiye’de olup bitenlerden şikayet edenlere Ulagay’dan ilhamla şöyle seslenebiliriz: “Bırakın geçmişe takılıp aynı hikayeyi anlatmayı da ileriye dönük büyük bir hikayeniz var mı, onu söyleyin!”

Devamını Oku

Sakalım ve TSK

10 Nisan 2012

Pazar günü akşamüstü yeğenimin düğününe katılmak için İstanbul Fenerbahçe Orduevi’ne gittim. Ana nizamiyedeki görevli asker, düğün için girişlerin ilerdeki bir kapıdan olduğunu belirtip ardından ekledi: “Ama sakalınız yüzünden içeri giremezsiniz.“Neye uğradığımı şaşırdım. Orduevlerine girişte sakalın yasak olduğunu duymuştum ama bu yasağı çoktan geride bıraktığımızı düşünüyordum. Öyle ki o asker söyleyene kadar aklıma böyle bir ihtimal gelmemişti.Neyse, kendimi tanıtıp nizamiyedeki görevli subayla bu durumu konuşmaya çalışmam, “ne yapalım emir böyle” diye özetlenebilecek o bildik yaklaşım nedeniyle mümkün olmadı. Beni diğer kapıya ve orada olması gereken nöbetçi amire yönlendirdi. Diğer kapıda başka görevliler beni bekliyordu, ama nöbetçi amir henüz gelmemişti. Bunun yerine güneş gözlüklü bir astsubay, bana, ne gereği varsa, düğün sahipleriyle yakınlığımı, nöbetçi askere de gelin ve damadın gelip gelmediğini sordu. Ardından “daha önce de bu tür sorunlar çıktı ama genellikle çözdük” dedi. Ben de kendisine ortada bir sorun varsa bunun benden değil kendilerinden kaynaklandığını anlatmaya çalıştım ve “sizden herhangi bir şey rica etmiyorum” dedim. Kendisinden yine o bildik “biz de talimatlara uyuyoruz” cevabını alınca nöbetçi subayı da beklemeden eve dönmek için yoldan geçen ilk taksiye bindim. Yaklaşık 10 dakika sonra, akrabalarımdan cep telefonumu numaramı almış olan nöbetçi subay beni aradı, özür dileyip düğüne katılmamı rica etti, ama dönmedim.Saflığımın kurbanı oldumKişisel bir derdimi anlattığımı sananlar yanılır. Yıllardır bir orduevinden içeri adımımı atmamıştım, bundan böyle de atacağımı sanmam. Açıkçası saflığımın, Türkiye’de gerçekten bir normalleşmenin yaşandığına inanmamın kurbanı oldum. Halbuki son şehit cenazelerini bazı medya kuruluşlarının izlemesine izin verilmemesi bazı şeylerin değişmediğini göstermişti ama dediğim gibi bu tür bir tatsızlık yaşayacağım hiç aklıma gelmemişti. Eğer sakalımın sorun yaratacağını bilsem zaten oraya gitmezdim.Fotoğrafta da görüyorsunuz, bundan yaklaşık bir ay önce, sakallı haliyle Cumhurbaşkanı (dolayısıyla Başkomutan) Abdullah Gül’ün uçağına binmiş biri olarak, sırf sakalım var diye bir orduevinin kapısında kötü muamelemeye maruz kalmış olmak beni üzdü. Orada görevlilere sık sık “Hangi devirde yaşıyoruz?”, “Ne zaman değişeceksiniz?” diye sordum ama bu soruların muhatabının kendileri olmadığı anlamına gelen “biz emirleri uyguluyoruz”dan başka bir tepki alamadım.Olayın bu kadar basit olduğunu sanmıyorum. 12 Eylül döneminde askeri cezaevlerinde sistemli bir şekilde işkence görmemize rağmen, durumdan rahatsız olan bazı asker ve subaylar bir şekilde bunu bize göstermenin bir yolunu bulurlardı. Pazar günü Fenerbahçe Orduevi’nin önünde bu tür “insani” reflekslerle karşılaşmamış olmak üzüntümü daha da artırdı.Bu yaşadıklarımın siyasi anlamı üzerine çok şeyler söyleyebilirim. Ama ben olabildiğince kendimi frenleyip Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üst kademesine sadece şunu söylemek istiyorum: Otoriterinizi benim sakalım, bir diğerinin başörtüsü üzerinden, orduevi kapılarında yeniden tesis etmeye çalışmaktan vazgeçseniz herkes için çok iyi olacak.

Devamını Oku