İlk olarak, bu yazının başlığını apardığımız bir kitapla başlayalım: “Lüzumlu Adam: İshak Alaton”. Alfa Yayınları’ndan çıkan bu biyografinin çarpıcı bir altbaşlığı var: Hedefi belli olmayan yelkenliye hiçbir rüzgar yardım edemez.Alaton’a hayatını meslektaşım ve arkadaşım Mehmet Gündem anlattırmış ama kitap boyunca sorularla hiç araya girmemiş ama böyle yaparak daha akıcı ve çok başarılı bir iş çıkarmış.İshak Bey’le, Hıdır Göktaş’la hazırladığımız “Resmi Tarih Sivil Arayış” kitabı için yaptığım bir söyleşi vesilesiyle 1991 yılında tanışmıştım. Sosyal demokrasiyi tartıştığımız o kitabın en ilginç ve bugün hâlâ geçerliliğini koruyan söyleşilerinden biri olmuştu.Kitapta beni en çok Yahudi aleyhtarlığının tavan yaptığı 1940’lı yıllarla, özellikle Varlık Vergisi faciasıyla ilgili anılar çarptı. Aşkale dönüşü babası Hayim Alaton’un oğluna söylediği şu sözlerdeki acıya bakar mısınız: “Ben devletime ihanet etmiş olsam mahkeme derhal idamıma karar verirdi. Peki devlet bana ihanet edince ne oldu...?”İkinci olarak bir dergiyle devam edelim. Toplumsal Tarih’in Mart 2012 sayısında kapağa çıkarılmış olan Cemal Kafadar söyleşisinden söz ediyorum. Ayşe Yazıcıoğlu, en az altı bölümden oluşacak “Tarihçinin Odası” söyleşi dizisine muazzam bir giriş yapmış. Tabii bunda uzun süredir Harvard Üniversitesi’nde görev yapan, ama bir ayağı hep Türkiye’de olan, katı ve kapalı bir akademisyen hayatı yerine hep dışa açık, birbirinden farklı konularla yakından ilgili olan Prof. Kafadar’ın renkli kişiliğinin ve hoşsohbet yanının payı da büyük olmuş.Cemal Hoca’yı, çalışmalarını ve bu kapsamlı söyleşiyi burada uzun uzun ele alma imkanım yok. Ama pekala bir alıntı yapabiliriz. Kafadar, ustalığına hayran olduğu marangoz Sait Usta’nın, o sıkça karşılaşılan “Ne kadar çok kitap var. Bunların hepsini okudun mu?” sorusunu sorduğunu belirtip şöyle devam ediyor: “Bunları senin marangozhanendeki aletler gibi düşün. Senin kaç tane tornavidan, kerpetenin, çivin, vidan vardır dedim hemen anladı. Alet kelimesinde aletleştirici bir ima var ama alet kötü bir şey değil. Yaşadığımız işten bir zanaat zevki alıyorsak o alet edevat bizim yoldaşımız.”Son olarak elimde bir gazete: Radikal’in 26 Mart 2012 Pazartesi nüshasından, Ezgi Başaran’ın, yine kitaplarla yoldaş olan ve yine bir ayağı hep Türkiye’de olmakla birlikte yurtdışında yaşayan Prof. Nilüfer Göle ile söyleşisinden söz ediyorum.Bir Yahudi okulunu basıp üçü çocuk dört kişiyi öldüren Muhammed Merah olayı, bizde, hiç de şaşırmayacağımız gibi pek bir ilgi uyandırmadı. O hep bildik “kimin yaptığını anlamak istiyorsak kimin işine yaradığına bakmalı” yaklaşımıyla bir dizi komplo teorisi üretildi, daha da üretilir.Bereket dünya komploculardan ibaret değil. Hem ülkemizin en önde gelen sosyologlarından olması, hem İslam konusunda soğukkanlı, derinlikli ve çığır açıcı çalışmalar yapmış olması, hem de uzun süredir olayın patlak verdiği Fransa’da yaşayıp tam da bu tür konular üzerinde kafa yoruyor olması Nilüfer Hoca ile yapılmış olan bu söyleşiyi daha değerli kılıyor. Henüz okumamış olanlara bağlantısını verelimhttp://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1082906&Yazar=EZGI-BASARAN&CategoryID=97 ve oradan bir alıntı yapalım:“İslam ile terör hareketlerinin bağının kesilmesi lazım. Bakın 11 Eylül’den sonra ‘neo-şehit’ diye bir kavram oluştu. Çünkü bu tür terör olaylarına karışan kimselerin gerçekten ne kadar İslam’la ilişkisi olduğunu bilemeyiz ama hiç yoktur da denemez. Dolayısıyla bu kimselere ‘cihadist’in ötesinde yeni isimler aranıyor. Tüm bu olayları sosyal psikolojik sebeplerle açıklamamız mümkün değil. O nedenle sağcı görüşün parmak bastığı önemli bir yer var: İslam’ın bu yönünün tartışılması ve kınanması. Müslümanların kendisini kötü hissetmesi bir tarafa, şüpheli konumuna gelmeleri başka bir tarafa. Dolayısıyla ‘Müslümanlar bu terör olaylarını onaylamaz’ dedikten sonra radikalleşen İslam’ı tartışmaya açmak gerekiyor. Bu iş âlimlerle çözülse çok kolay olurdu. ”
Bir ülkede siyasi atmosfer bu kadar hızlı ve köklü bir şekilde değişebilir mi? Ülke Türkiye, konu Kürt sorunuysa, cevap “kesinlikle evet” olacaktır. Bundan bir buçuk yıl önce Abdullah Öcalan’ın avukatları, yanlarında Özgür Gündem yazarı Cengiz Sapmaz ile birlikte farklı siyasi çizgilerden köşe yazarlarını dolaşıp İmralı ile kamuoyu arasında bir tür köprü olmaya çalışıyorlardı. O görüşmelerinden birinde Cengiz’e, Kürt sorununun çözümünün olmazsa olmazlarından birinin güçlü bir Kürt medyası olduğunu söylediğimi iyi hatırlıyorum. Aradan geçen sürede Öcalan’ın dış dünyayla ilişkisi hemen hemen kesildi, avukatlarının önemli bir bölümü cezaevine konuldu, Cengiz’in de dahil olduğu çok sayıda gazeteci tutuklandı. Son olarak mahkemenin Özgür Gündem Gazetesi’ni kapatma kararıyla devletin Kürt siyasi hareketinin sesini kesmede epey kararlı olduğunu gördük.Peki bu mümkün mü? Tabii ki değil, hele sosyal medyanın bu kadar yaygın ve etkili olduğu şu dönemde. Kaldı ki geçmişte de devlet özgürlükleri genişletmek yerine baskı politikalarını tercih etmiş ama hiçbir sonuç elde edememişti. Tansu Çiller’in başbakanlığı dönemi bu açıdan çok çarpıcı bir örnektir. Yargısız infaza kurban giden gazeteciler, gazete dağıtıcıları ve nihayet bir sabah Özgür Gündem Gazetesi’nin İstanbul’daki merkezinin havaya uçurulması... Ama bugün Çiller’in neyle uğraştığını kimse bilmiyor, galiba merak da etmiyor. Çiller’in partisi bile tarihe karıştı ama onun yok etmek için yasadışı yollara bile başvurduğu hareket daha güçlü bir şekilde yoluna devam ediyor.Acıdır, aradan geçen süredeki belki de tek fark “yargısız”ların yerini “yargılı” infazların almış olması. Bu arada ilginç ama düşündürücü bir ayrıntı: Dün Çiller’e bu akılları verenler, bugün hiçbir şey olmamış gibi varlıklarını sürdürüyor ve kafalarını kızdıranları, kendilerini özel yetkili savcılara şikayet etmekle korkutmaya çalışıyorlar!PKK’yı eleştirmekÖnceki akşam Trabzonspor maçı öncesi Ali Sami Yen Arena’da genç bir görevli yanıma yaklaştı ve heyecanlı bir şekilde bir şeyler anlattı. Özetle söylemek gerekirse, benden, Kürt sorunu bağlamında değerlendirmeler yaparken Kürt siyasi hareketine karşı pozitif ayrımcılık yapmamı rica etti. Yıllar boyunca devleti az, mümkünse hiç; PKK’yı ise çok, mümkünse hep eleştirmem yolunda telkinlerle, hatta üstü örtülü veya açık fark etmez, tehditlerle karşılaştım ki bunlar hâlâ sürüyor. Kürt hareketinden de özellikle son dönemde benzer tepkiler alıyordum ama bunların hiçbirisi o delikanlınınki kadar açık, net ve daha önemlisi samimi değildi.Defalarca söyledim, bu vesileyle tekrarlayayım: Kürt sorununun kalıcı bir şekilde çözümünü istemek, yani Kürtlerin temel hak ve özgürlükler, demokrasi taleplerinin yanında olmak (bu bağlamda Kürt medyasına ve gazetecilere yönelik baskılara karşı çıkmak) ile Öcalan’ın lideri olduğu, PKK’nın başını çektiği Kürt siyasi hareketini desteklemek bambaşka şeylerdir. Kürt sorununun çözümü, bunun tüm taraflarını eleştirmekten, hepsine mesafeli olmaktan geçer.Eğer samimi bir şekilde demokrasiden yanaysak, demokrat olmak istiyorsak öncelikle Kürt sorunu konusunda iyi bir sınav vermemiz gerektiği muhakkaktır. Ama bu sınav sadece Kürt olmayanlar için değil, Kürtler, özellikle onlar adına siyaset yapma iddiasındakiler için de söz konusudur. Bu sınavda kimin geçip kimin kaldığını saptayacak olansa tarihtir. Dolayısıyla demokrasiyle ilişkileri hayli şüpheli birilerinin insanlara demokrasi ve insan hakları savunuculuğu konusunda not dağıtmaya kalkmalarının hiçbir inandırıcılığı yoktur.PKK’nın suç ortaklığıBugün Kürt sorununun barışçıl çözümünü samimi olarak isteyenler, devletin açılım çizgisinden sapıp baskı politikalarına yönelmesini sistemli bir şekilde eleştiriyorlar. Ama açılımın yarıda kalmasının tek sorumluluğunu devlete yüklemek gerçekçi ve doğru olmaz. Çünkü ortada bir suç varsa ki var, burada devlet ile PKK bir şekilde suç ortaklığı içindedir.Hadi Güneydoğu’da askerlere yönelik baskınları bir kenara bıraktık diyelim, Batı’da Reşadiye, İskenderun, Kastamonu saldırılarının, büyükşehirlerde doğrudan sivilleri hedef alan kör terör eylemlerinin, hem yasal Kürt hareketinin hem de devlet içindeki güvercinlerin elini kolunu bağladığı, dolayısıyla açılımı dinamitlediği açık değil midir? PKK’nın bunlar hakkında kapsayıcı, samimi ve tatminkâr bir özeleştirisini görmeden berbat gidişat nedeniyle sadece devleti suçlamak, bu “kirli savaş”ın bir parçası olmak anlamına gelmez mi?
Ahmet Şık ve Nedim Şener tutukluyken, onlarla dayanışmak için sokağa çıkan meslektaşları, “Ahmet, Nedim çıkacak, yine yazacak!” diye bağırıyorlardı.Nitekim öyle oldu. Her iki meslektaşımız da büyük ölçüde cezaevindehazırlamış oldukları yeni kitaplarıyla okurlarının karşısına çıkmaya hazırlanıyorlar. Biz de burada kendileriyle yaptığımız sohbeti yayınlamayı bitiriyoruzKısa zamanda ikiniz de kitap yayınlayacaksınız. Kitaplarınızdan kısaca bahseder misiniz?Nedim Şener: Cezaevindeyken savunmaya yönelik çalışmalar yaptım. 8 yaşındaki kızım ilk telefon görüşmemizde bana “baba seni oraya niye koydular?” diye sordu. Kitap yüzünden diyemiyorum çünkü kitap bizim için çok önemli, okuması önemli. Kitaplara düşman olmasın diye bir iki saniye düşündükten sonra “bir yanlışlık var” diyebildim kızıma. Bizi olmadığımız şekilde tarif eden insanlar var ortada. TRT’de, Zaman gazetesinde, Samanyolu televizyonunda, cemaat medyasında, Yeni Şafak’ta... Biz bunlar değiliz. Bana savcının sormadığı telefon konuşmasını örgütsel ilişki diye önüme koyuyorlar veya bir köşe yazarının yazdığı yazıyı iddiannameye koyuyorlar. Bunları biraz anlatmak istedim. Yaşadıklarımı niye yaşıyorumu anlatmak istedim. İçeride yaşadıklarımı çok anlatmamayı tercih ettim çünkü gardiyanların başına dert açmak istemem. Çok yakın takip edildikleri için hemen buluyorlar kimden bahsettiğini ve hemen soruşturma açılıyor. Bir de tahliye olduğum için daha uzaktan bakan bir gözle olayları yazmaya çalışacağım. Kısaca son bir yılda ne yaşadığımı anlatmaya çalışacağım.Ahmet Şık: Benim yazdığım kitap bitti. İlk yedi ayı anlatıyor. Avukatlarla, mahkeme biraz yol alsın öyle yayınlayalım diye düşünmüştük. Bir, Ergenekon nedir ne değildir şeklinde kısa bir değerlendirme var. İlk 1,5 yıl çok umutlu olmamıza rağmen bugün ne kadar geri bir noktaya geldiğimizi anlatacağım. İddiannemenin hukuki bir değerlendirmesi gibi bir bölüm var. Kendim üzerinden bütün davayla ilgili bir savunma yaptım. Oradaki örgüt belgesi dedik şeyleri okuma yazması olan herhangi biri okusa onların örgüt dokümanı olmadığını anlar. Onların hepsinin metin analizini yaptım. Bir de Kaşif Kozinoğlu’nun 20-30 sayfalık kendi açımdan savunması gibi bir şeyini yazdım. Kozinoğlu’nu tanımam ve ailesinden özür dilerim ama, tanısam da pek seveceğimi sanmıyorum. Fakat Kozinoğlu’na savunma hakkı verilmeden öldü. Benim gözümde onun katili bu komployu kuranlardır. 24 yaşında bir oğlu olduğunu duyduğumda çok üzüldüm. Oğlu, eşi hayatları boyunca bu yükü taşıyacak. Savunma hakkı vermediler. Ahmak birkaç insanın terörist suçlamasıyla öldü adam, savunamadı kendini.Kitaplar dışında ne var?Şık: Öğrencilerim beni özlemiş. Üniversitedeki derslerime devam edeceğim. Haber merkezimiz var. Haber üretilen bir yerde ne yapılıyorsa onu yapıyoruz. Habervesaire diye bir sitemiz var. Onun dışında kitap yazmaya devam edeceğim. Kimsenin bana gazetecilik yapmam için teklif yapacağını sanmıyorum. Bu süreçte kimse bana iş teklif etmez ama benim gazetecilik üzerine kafamda bir projem var.Şener: Milliyet el değiştirince ben Doğan Grubu’nda kaldım ve Posta Gazetesi’ne geçtim. Bir süre geçsin istiyorum çünkü şimdi yazacağım her şeyde duygusallık olacak. Öyle olsun istemiyorum. Hrant Dink ile ilgili çalışmalarıma devam edeceğim. Evden çıkarıldığımda medyaya söylediğim “Hrant için, adalet için” sözü planlanmış bir söz değildi. Hayatımdaki en kalabalık gazeteci topluluğunu o gün kapımın önünde gördüm. Bu arada çok ilginç; polisler kameraların kadrajına göre kendilerine konum seçiyorlar. Onlar için bu bir medya planlaması. Ahmet’e de söyledim, onu almaya giden adamların saçları jöleliydi. Sabah 7.30’da kapıya geldiklerine göre onların saat 4-5 gibi kalkması lazım. O saatte bir polis saçına jöle sürmesi... Ahmet “Dokunan yanar” derken adres gösteriyordu. Ben “Hrant için, adalet için” derken bu komplonun niye başıma geldiğini anlatmaya çalışıyordum. Dink cinayetinin arkasındaki MİT’i, jandarmayı ve polisi ortaya çıkarttığım için bunun bir intikam operasyonu olduğuna kanaat getirdim. Silahlı terör örgütü üyesi diye saçma sapan bir suçlama yapıldı. O anda insan basın açıklaması yapamıyor. Bir cümle söyleme hakkınız var. Ben bu durumu şöyle anlatıyorum: Biri başınızı suya sokuyor, bastırıyor; siz bir an çırpınıp kafanızı çıkartıp bir nefes alıyorsunuz. O nefeste çok dikkatli olmalısınız. O nefes sizi bir daha batırdıklarında suyun altında kaldığınız uzun zamanda size dayanma gücü veriyor. Ahmet o nefeste “Dokunan yanar” dedi. Ben ise “Hrant için, adalet için” dedim. Bizim için 376 gündü o suyun altında kalış süresi. O dönemde Hrant’ın bazı arkadaşları, olaya politik yaklaşanlar “Nedim Şener Hrant Dink’in adını kullanıyor” gibi suçlamalarda bulundular. Hrant benim arkadaşım değildi. Ben kardeşi Orhan Dink’i ve ailesinden bazı üyeleri tanıyorum. Ama Orhan Dink’i tanıdığım zaman Hrant Dink’in nasıl asil bir adam olduğunu anlayabiliyorum. Orhan Dink gibi kardeşi olan bir adam dünyanın en mükemmel bir adamıdır. Orhan Dink’i tanısanız içinizden onun mücadelesine, kavgasına katılmak gelir. “Nedim Şener polisin içindeki şeyleri ortaya çıkarttı ama jandarmaya hiç değinmedi” diyenler var. Hayır. Benim yazdığımız kitap 400 sayfa ise bunun 70 sayfası jandarma. Ayrıca işin jandarma ayağı ilk çözülen kısımdır. Bu kısmın yargılaması yapılmıştır ama yargılamadaki suistimaller kitapta yerini almıştır. 250 sayfalık ikinci kitabımda 60 sayfa yine jandarmadan bahsettim. Dink cinayetindeki duvar git gide daha çok kırılıyor ve cinayetin arkasındaki özel ilişkiler de ortaya çıkıyor. Çatışmanın tarafları ortaya çıkıyor artık. Mesela geçen gün bir yere gidiyorduk. Bir sivil polis karşıma çıktı. “Abi bu olayı yapanlar hep aynı adamlar” dedi. Bir gün bir ağır ceza hakimi benden meslektaşları adına özür diledi. “Şike davasını yapanlar da aynı adamlar” dedi. Hakikaten öyle. Ben Ahmet’e de söylediğim gibi Aziz Yıldırım’ın kolundaki polisler beni sorguya alan polislerdi. “Dink cinayetinde devletin namusunu temizlemesi gereken şeyler var. Bunlardan biri DDK raporlarıdır” diye yazılar yazmıştım. Ragıp Zarakol’un yazısında da bu vardır. Daha sonra gazeteci arkadaşlarım kendisini Strasbourg’ta sıkıştırınca Cumhurbaşkanı sessiz kalmadı. DDK raporu çıktı biliyorsunuz. İçeriden çıktıktan sonra o rapora göz attım ve çok ciddi sakatlıklar gördüm. Örneğin daha önce istihbaratçılar için aklama raporu yazmış müfettiş meğer inceleme grubu içerisindeymiş. Posta Gazetesi’nde “Eğer bu kişi bu heyetin içinde olursa bu rapor sağlıklı olmaz” diye yazmıştım. Bana göre Cumhurbaşkanlığı raporu bile lekelenmiş bir durumda. Bunların nasıl bir süreç içerisinde olduğunu anlatacağım. Dink cinayeti ve istihbarat yalanları konusu artık Dink cinayeti ve devlet yalanları halini aldı. Çünkü siyasetçi bu konuda çok ciddi tavır aldı. Eğer Hrant için bu ülkede adalet yoksa Nedim için, Ahmet için, Ruşen için, kimse için adalet olmayacaktır.Şık: Esasında bu görünür davalar üzerinde kıyaslama yapıyoruz ama mesela bize yemek dağıtan mahkum vardı. Bana mektup yazmış. Çocuk uyuşturucu davasından ilk duruşmada tahliye olmuş. İlk duruşmasına 22 ay sonra çıkmış. Hukuk dediğin sadece Ahmet, Nedim, Hrant için değil. Bizimle sadece sorunlar görünür hale geldi. Cezaevlerinin durumu gerçekten çok kötü. Bu sadece Balbay, Şener, Şık üzerinden tartışılmasın. Gidelim bir Diyarbakır’a da görsünler 2012 Diyarbakır cezaevini veya Türkiye’deki F tiplerini.
İki farklı insan, bir ortak kader ve mücadele...A dınız 1 yıldır beraber anılıyor. Bu nasıl bir duygu? İnsan tek başına kendinden sorumlu olur. Siz sonuçta çok farklı insanlarsınız.Şık: Nedim’i 15 yıl öncesinden tanıyorum. Nedim İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde, Haluk Şahin’in dersine konuk olduğunda söylemiştim. “Bu medyada üç tane düzgün insan sayacak olsam bunlardan biri Nedim’dir” dedim. Çünkü ciddi bir iş yapıyor. İşini düzgün yapıyor. Hayatına yakın olduğum biri değildir ama aynı yerde çalışırken ne zaman yardım istesem yardım etmiştir ama kitaplarla ilgili değil, (gülüşmeler). Aynı koğuşta olmamız o yüzden bir şanstı. Farklı dillerde konuşsak da hayatta idealize ettiğimiz şey aynı. Benim Nedim’de şaşırdığım şey doğduğunda kalbi nasıl temiz ise şu anda aynı şekilde temiz olması. Hiç kirlenmemiş. Bu kadar iyiniyet insanı yaralar. O yüzden bu kadar örselendi.Şener: Bu komployu düzenleyenler kimse adımı Ahmet Şık ile birlikte yazdığı için son derece mutluyum. Ahmet’i çalıştırma meselesini bence açıklayalım. Ben 11 ay boyunca kendime misyonlar biçtim. İkimiz ayrı ayrı Doğan Yurdakul’un sağlığıyla ilgileniyoruz, işleri paylaşıyoruz. Ahmet dışarıda nasıl cevval biri ise içeride de öyleydi. Gardiyanlarla, müdürlerle aynı şekilde konuşuyordu. Ahmet’i durdurmaya çalışıyorduk. Bu onun yapısı. Ben savcı olsam Ahmet deli doludur der dava açmazdım mesela. Dışarıda söylediği cümleleri aynen içeride gardiyanlara da söyledi. Bu sebeplerden Ahmet’i kardeşi gibi korumaya, bir sorunu varsa çözmeye çalıştım. Onun temiz yüreğini herkes görsün istiyordum. Öbür türlü gardiyanlar ve yönetim sizi hemen etiketleyip tecrit uygulayabilirler. Bu benim için bir uğraştı.376 günlük tutukluluğun ardından özgürlüklerine kavuşan Nedim Şener ile Ahmet Şık, ANGA (Ahmetve Nedim’in Gazeteci Arkadaşları) adı altında örgütlenen herkese teşekkür ediyor. Şener, “İşte hapishanenin betonunu ANGA’cıların desteği deliyor.O deliklerde ufacık çiçekler yeşeriyor” diyor... Nedim Şener ile Ahmet Şık’la sohbetimizin bugünkü bölümünde, başlarına gelenleri Türkiye’ye hayır getirip getirmediği sorusu ile üzerlerine beton dökenlerle o betonu delmeye çalışanlar karşılaştırması ağır basıyor. Bu vesileyle, okuduğunuz söyleşinin yayına hazırlanmasında yoğun emeği geçen çalışma arkadaşım Semih Sakallı’ya teşekkür etmek istiyorum.Sizin pozisyonunuzun insanların kullanabileceği bir şey gibi algılamasına ne diyorsunuz? Rahatsız oluyor musunuz?Nedim Şener: Perşembe günü Amerikan Büyükelçiliği’ndeyim. Şafak Pavey’in odasında bir gazeteci dedi ki: “Siz tutuklandığınızda Ricciardone açıklama yapmıştı ve şimdi de ilk Amerikan Elçiliği’ne gidiyorsunuz. Bunu nasıl değerlendiriyorunuz?” Arkadaşın kafasındaki kurguya bakar mısın? Bu da bir yere çekiştirme çabası. Bir siyasi partinin, bir derneğin “sizin yanınızdayız” demesi... Bunlar önemli değil. Ben ateşin içine girerim ve yanmadan çıkarım. Kendime dünyanın her yerinde güveniyorum. Büyükelçi’ye de şunu dedim: “Türkiye’deki basın özgürlüğü ihlallerine yönelik gösterdiğiniz hassasiyete teşekkür ederim. ABD’deki meslektaşlarımız böyle bir ihlal yaşadıklarında biz de aynı tepkiyi göstereceğiz.” Neyin içinde olduğunuz önemli değil. Ben sosyalistlerle de muhafazakârlarla da birlikte olabilirim. Hayatımda siyasi duruş önemli değil. Olanları eleştirmem. Hele Ahmet’i hiç eleştirmiyorum, hatta destekliyorum. Bütün bu operasyonun en iyi tarafı beni Ahmet gibi biriyle beni hapise atmış olmaları. Bir başkasına tahammül edemezdim. Tek teşekkürüm budur.Ahmet, sen “dokunan yanar arkadaşlar” demiştin. Ben bir yazımda “arkadaşlarımıza dokunan yandı” dedim. Siz de buna katılıyor musunuz?Ahmet Şık: Bu söz planlanmış bir şey değildi. Gerçekten dokunanın yandığı bir şey. Bunu kitap için araştırma yaparken görmüştüm. Evden çıkarken birden etrafımda 10 tane polisi görünce o aklıma geldi. “Ne diyorsun?” diye sorduklarında doğrudan onu söyledim. Komplonun direkt adresini, yani cemaati gösterdim ve herkes anladı bunu. Daha sonra senin tarif ettiğin gibi dokunan yandı bu sefer. Bir arkadaşım bana “seni alacaklar abi” demişti. Ben de “haklısın, sanırım alacaklar” dedim. “Dilerim ki Ergenekon’dan suçlamazlar” diye de eklemiştim. Niye diye sorduğunda arkadaşım “o zaman kendi kafalarına sıkmış olurlar’”diye cevap vermiştim. Çok da iddialıyım ve halen aynı şeyi söylüyorum. Ergenekon bir derin devlet mi, ki bence değil. Bütün çabam bu soruşturmanın bir derin devlet soruşturmasına dönmesidir. Eğer öyleyse tüm hayatım bu yapıyla mücadele etmekle geçer. Arkadaşlarım, akrabalarım öldürüldü. Bu yapıyla benim aramda tırnak içinde bir kan davası var. Bu konuda da durduğum yer çok net. Kendi kafalarına sıktılar. Gerçekten bunu yaptılar. Bu çok hayırlı bir tutuklama oldu. Demokrasi mücadelesi dediğiniz şey bu kadar hukuk dışı soruşturmalarla gelmez.Şener: Önlemli olan güç odağı yani iktidar karşısında ne kadar katkıda bulunduğunuzdur. Basın özgürlüğü ihlalleri karşısında iktidar bundan ne kadar pay çıkardı kendisine ve bu toplumda ne kadar karşılık buldu? Mesela Almanya’da bir gazeteciyi tehdit eden Cumhurbaşkanı istifa etti ama burada 100 gazeteci tutuklandığı zaman iktidarın oy oranı artıyor. Bu tür realiteler var. Sanal bir fotoğraf ortaya koymak istemiyorum. Gerçekçi davranmak istiyorum. Eğer bu bir savaş ise, savaş illa silahla olacak diye bir şart yok. Bu sorunu çözecek olan siyaset ise, bunu bir şekilde çözecektir. Yoksa toplumda bu tutuklamaların sonucu nedir derseniz; insanlar korkmuşlar, tedirgin olmuşlar. İnsanlar size desteğini yanınıza yaklaşarak, kulağınıza fısıldayarak söylüyorlar çünkü izlendiklerini düşünüyorlar. Bu tutuklamaların hayırlı olan kısmı, sorunu görünür hale getirmesidir. Biz tutuklandığımızda 60 gazeteci tutukluydu. Bu sürecin sonunda bir 3. Yargı Paketi çıktı. Bir de 4. Yargı Paketi var. Temel değişiklikler yapılırsa biraz rahatlama olur ama sadece bunlar yetmez. Basının sermaye yapısından, iktidarın bu sermaye üzerinde etkisinden kaynaklanan sorunlar da var. İktidarın bu konuda özeleştiri yapması gerek. Patronlar gazetecileri çalıştırmak, en iyisini yapmak ister ama belli ki bazı kaygılardan dolayı bunu yapmıyorlar. İktidarın eleştiriye ne kadar tahammülü olacak, o önemli. Bakıyorum hâlâ yurtdışına çıkan bakanlarımız gazetecilerden tecavüzcü, terörist diye bahsediyor. O yüzden henüz hayırlı bir sonuç verdi gibi gelmiyor bana.Şık: Ergenekon denen soruşturmaların ne kadar ahmakça yapıldığını göstermesi anlamında hayırlı oldu diyorum. Evet sorunu görünür kıldı. 1990’larda Musa Anter’in de içinde olduğu 30 tane gazeteci, muhabir, dağıtımcı öldürüldü. O dönem de devlet onlar için terörist dedi. Meclis’te şu an olan biri de o zaman Basın Konseyi Başkanı olarak onlara terörist demişti. Basın ve ifade özgürlüğü dediğimiz şey iktidarlar ve ne yazık ki gazeteciler ve meslek örgütleri tarafından da sürekli ihlal ediliyor. Bu bahsettiğim kurumlar ve kişiler hep ideolojiler üzerinden konuya yaklaşıyor. 90’larda bazı gazeteciler ne yapıyorsa şimdi de aynısını yapan gazeteciler var.Siz içerideyken gelen desteği nasıl buldunuz?Şık: İsimleri tek tek saymadan herkese, ANGA (Ahmet ve Nedim’in Gazeteci Arkadaşları) adı altında örgütlenen herkese tek tek teşekkür ederim. Bu ülkede gerçekten sivil, gerçekten demokratik bir örgütlenme olacağını gösterdiler. İlk günden son güne kadar yürüttüler bunu. Çok önemli bir iş yaptılar. Desteği tabii ki çok önemli buluyorum. Medyada sadece risk alabilenler destek verdi. Birçok insanın seçim öncesinde Başbakan’ın karşısında nasıl eğilip büküldüğüne ve soru soramadığına tanık olduk. Onlar gelecekte bu dönemde yaptıklarıyla anılacaklar.Şener: Ahmet izin verirse bir şeyden bahsedeceğim. Çıkana kadar birçok farklı kesimden destek aldık. Ahmet’i yakından tanıyan, ailece tanıyan bazı liberal ve sosyalistlerden gördüğü zulümse beni çok yaraladı. Ahmet’e şunu söyledim: “Ben senin elinde dinamit lokumu görsem balık avlamaya gidiyor derim.” Bu kadar açık. Ahmet’i muhabirlikten tanıyorum. Serviste birlikte giderdik. Yol boyunca eşi ve kızı hakkında konuşan bir adamdır Ahmet. Terörist olmayacağı ve özellikle Ergenekoncu olmayacağı çok açık ama buna rağmen Ahmet’i tanıyan, beraber kavga vermiş, aynı dergide birlikte çalışmış, aynı sosyal çevrede bulunmuş insanların yazdıkları, söyledikleri veya sessiz kalarak infazına destek vermeleri beni çok üzdü. Ummadığım insanlardan bile çok destek gördük. Örneğin Ali Bayramoğlu’nun, kendisini incitecek bir yazı yazmama rağmen desteğini esirgememesi çok önemliydi. Siyasi bakışla beni infaz etmeye çalışanlar ise beni hiç şaşırtmadı.Şık: Benim Alper Görmüş’e negatif, Ali Bayramoğlu’naysa pozitif anlamda şaşırdığımı düşünenlerin çok olduğunu görüyorum. Hayır, gerçekten şaşırmadım. Ali Bayramoğlu’nu 1995’ten beri tanıyorum. Bu ülkenin meseleleri ile ilgili o zaman ne söylüyorsa şimdi de aynı netlikle söylemeye devam ediyor. Alper Görmüş’e de hiç şaşırmadım. Biz tutuklanmamdan iki gün önce konuşmuştuk. Ulusal Medya 2010 belgesinde yazan bir sözün benzerini söylemişti bana. “O kitabı senin yazmanla ulusalcı cepheden birinin yazması arasındaki farkı anlayabiliyorsun değil mi?” diye sormuştu. Ben de “Haklı olabilirsin” demiştim. Sonra bir bakıyorum Ulusal Medya 2010 belgesinde buna çok benzer bir ifade var. Şu anda çok komplocu bir şey söylüyorum ama bakışı gösteriyor esasında. Kendi kendini reddetmemek için beni satmayı tercih etti.Nedim, sen beton dökme diye çok güzel bir benzetme yaptın. Birileri bu beton dökme işine katkı verirken başka birileri betonu kırmaya çalıştı. Sonuçta betonu kıranlar kazandı değil mi?Şener: Havalandırmada kuşlar yuva yapıyor. Serçeler bazen yere düşüyor. Orada kalırlarsa ölecekler. Onları alıp havaya fırlatıyoruz 8 metre yukarı çıkıp kurtuluyorlar. Betonun duvarından bir yeri deliyor ufacık çiçekçik ve yeşeriyor. İşte o beton karşısında destek olan sizin, Ayşenur Arslan’ın, Ali Bayramoğlu’nun, Orhan Dink’in, Murat Sabuncu’nun ve ANGA’cıların yaptığı betonu kırmaktı. Devletin bütün organları beton makinaları ile beton dökerken küçük kalem darbeleri ile o beton delindi. Ahmet çok dirençli bir adam. Ben 8 ay orada kalacağımı bilsem ve bunu eşime söylesem oradan çıkamazdım, dayanamazdım. Ben evden çıkarken üçüncü gün eve döneceğim diye düşünüyordum. Çünkü bir hata var, ne Ergenekon’u? Bu hatayı polis düzeltmezse savcılık düzeltir diyordum. Nezarethaneye bile gireceğimi düşünmüyordum.Şık: Nedim arabada gülerek “Beşir Atalay’a söyleyin basın özgürlüğü var bu ülkede” diyordu. Tahliye olmadan 15-20 gün önce konuştuğumuzda “aklınca dalga geçiyordun o gün değil mi?” diye sordum. O da evet dedi.Şener: Bu durum çok daha uzun ve ölümcül olabilirdi. “Çorbadaki kıl”, “Post-Ergenekon” veya “Hrant’ın Parazitleri” diye yazan biri beni siyasi olarak düşman görüyor. Kaleminin ucundan beni ve ailemi imha etmeye çalışıyor ve bunu içine sindirebiliyor. Politikanın birçok tanımı var ama bu ülkede tanımadığın insanların hayatını karartma bir politikaymış. Bana desin ki “sen Ergenekoncu’sun.” Bu böyle olsa söylerim, saklamam ki. Ben örgüt üyesi olsam adam gibi örgüt üyesi olurum. Devlet beni öyle kolay ele geçiremez. Hrant Dink meselesinde de bu böyle. Ben hiçbir gerçeği saklamam. Ben “yazarsam Türkiye ayağa kalkar” diyen gazetecilerden değilim. Bulduğu her şeyi yazan bir gazeteciyim. O yüzden başım dertten kırtulmadı zaten. Benim 8 ay kalacağımı bilerek cezaevinde kalmam mümkün değildi. O yüzden umudu diri tutmak benim için çok önemliydi. İlk ay, her ay başı, iddianname çıkınca, seçim öncesi ve sonrası, ilk duruşma, her duruşma... Ben bunların hepsinde umutlandım. Ahmet’e hep söyledim. Umut edeceksin diye çünkü umut etmek mücadele azmini veren asıl duygudur. ‘Umarım bu sorumluluğun altında ezilmem’Nedim Şener ile Ahmet Şık ile cezaevi sonrası birlikte ilk söyleşi/2Bir şekilde basın ve ifade özgürlüğünün sembolü oldunuz. Çok fazla göz önündesiniz. Bu sorumluluğa hazır mısınız?Şık: Gerçekten çok ağır bir yük. Mesela kitabıma 125 kişi daha ismini koydu. En başta onların sorumluluğu var. İfade özgürlüğünden tutuklanan herkesten bahsediyorum. Buna üniversite öğrencileri, KCK tutukluları da dahil. Bize bir misyon yüklendi ve umarım bunun altında ezilmem. Yazdığımız, söylediğimiz her şeyi eğip büken bir medya olduğu için daha dikkatli olmalıyız.Şener: Evet, hak ihlalleri konusunda bir sorumluluk bindi omuzlarımıza. Onun dışında yine bildiğim yaşamı sürdüreceğim ama yazarken, söz söylerken çok daha dikkatli olmak gerekiyor.Geçen gün uçağa bineceğiz. Biri geldi yanıma. Geçmiş olsun deyip beni öptü. Sonra aklıma birden bu adam kim acaba sorusu geldi ve eşim Vecide’ye sordum. Endişeye kapıldım. Havaalanında kameralar var. Sonuçta hiç konuşmadığım biriyle örgütsel bağ kurdular. İşte öpüştünüz, konuştunuz diyerek beni ne ile suçlayacakları belli olmaz. İnsan böyle düşüncelere kapılıyor bazen. Benim tüm arkadaşlarımdan, muhabirlerden, gazetecilerden ricam beni olmadığım bir şey haline getirmesinler. Bazen söylediğimiz şeyi yanlış ifade etmiş olabiliriz. Düzeltme fırsatı versinler.Şık: Ki söylediğimiz söz ağırlığını yitirmesin.Yarın: Ahmet ve Nedim’in ağzından gelecek planları
İki farklı insan, bir ortak kader ve mücadele...Nedim Şener ile Ahmet Şık, 12 Mart akşamı, 376 günlük tutukluluğun ardından tahliye edildiler. Eşleri, kızları, aileleri, yakınları, arkadaşları ve sevenleriyle bol bol hasret giderdikleri yorucu 11 günün ardından ilk kez, İstanbul Galatasaray’daki Cezayir Restaurant’da bir araya geldiler ve sorularımızı yanıtladılar. Ahmet ve Nedim, yıllardır tanıdığım, takdir ettiğim, sevdiğim meslektaş ve arkadaşlarım. Davaları süresince onlarla dayanışmak için elimden geleni yapmaya çalıştım. Sonuçta karşınıza hiç de resmi olmayan bir söyleşiyle, daha doğrusu bir sohbetle çıkıyorum. Bu durumu anlayışla karşılayacağınızı düşünüyorum. Sık sık kahkahalar ve şakalarla kesilen bu söyleşiyi normal akışını bozmadan, birkaç küçük editoryal düzeltme dışında üzerinde oynamadan ve kısaltmadan vermeyi düşünüyoruz. Ahmet ve Nedim’in cezaevi sonrası verdikleri ilk ortak söyleşinin birinci gününde benzerlikleri ve farklılıkları ön plana çıktı... R.ÇAKIR Tahliye olalı 11 gün oldu. Kendinize gelebildiniz mi?Nedim Şener: Hemen hemen geldim ama insan o konuları konuşmaya başlayıca o günlere tekrar dönüyor. Olabildiğince az konuşup o olayın dışına çıkıp gözlemci olarak kalmak ve normal hayata karışmak iyi ama mesela polisle, Ergenekon’la ilgili gazetede bir şey okuduğun an buna geri dönüyor ve hakkında konuşmaya başlıyorsun.Bu süreç daha ne kadar devam edecek?Şener: Hiçbir tecrübem yok. Hayatımda daha önce hiç travma yaşamadım. Tabii Ahmet’le yaşamanın getirdiği travmayı yazmazsak (ikisi de gülüyor). O yüzden hiç bilemiyorum. “Önce intikam alacağım, hesap soracağım sonra rahatlayacağım” diye de düşünmüyorum. En iyi ilaç zaman olacak sanırım. Belki birkaç ay daha sürer, sonra oturur diye düşünüyorum.Ahmet sen de travma diyor musun yaşadıklarına?Ahmet Şık: Benim için değil. Nedim ile aramızda böyle bir fark var. Esasında saçma sapan farklar dolaşıyor internette Nedim’le beni kıyaslayan. Çok rahatsızım bu kıyaslamalardan. Eğer gazeteciler üzerinde bir kıyaslama yapılacaksa bu Ahmet’le Nedim arasında yapılmasın. Halihazırda tutuklu gazeteciler bir kenara bırakıyorum, eğer illa yapacaklarsa bunu medyadaki gazeteciler üzerinden yapsınlar. Nedim’in ruhu çok örselendi. O yüzden onun bu travmayı yaşamasını çok doğal buluyorum. Onun kalbinde koca bir yara var. Nedim’in devlet dediği şeye bakışı, bu ülkeye bakışı çok bambaşka bir yerdeydi ama sanırım yüz yüze geldi sanıyorum. Belki yanılıyorumdur.Şener: Haklısın. Ben mesela trafik ışıklarını bile önemserim ve hayatı kolaylaştırdığını, bir düzen getirdiğini düşünürüm. Trafik ışıklarına bile inanmaz bir hale geldim artık.Şık: Nedim bu konuyla ilgili çok komik bir espri yapmıştı.Şener: Evet. Devlete karşı güvenim o kadar azaldı ki bir gün “Anıtkabir’i bombaladılar” deseler doğalgaz patlamıştır diye bir opsiyon bırakacağım ve araştırma yaptıktan sonra “Evet bombalamışlar” derim. Ben o trafik ışıkları örneğini şundan veriyorum: Kırmızı, sarı ve yeşil bir kural içinde yanıyor. O trafik akışını düzenliyor, insanların güvenliğini sağlıyor, ölümü engeliyor. Bu kurala uymayanların cezası belli, çünkü yasalar gayet açık. Centilmence bir yaşam var orada ama bizim olayda şunu gördüm: Birileri trafik ışıklarıyla oynuyor ve sen bu sebepten ötürü kaza yapıyorsun. Ben gazeteciliği kurallarına göre yapıyorum. Açık, hatta gereğinden de açık bir şekilde yaptım gazeteciliği ama birisi ışıklarla oynayıp beni başkalarıyla ve devletle çarpıştırdı. Üzüldüğüm nokta şu: Ben hayata çocuğum üzerinden bakıyorum. Herkesin çocuğunu eşit görüyorum. Bizim hayatımız harcandıysa harcandı ama onların bir geleceği olduğunu düşünüyorum. Mahkemede aynen bunu söyledim. Hukuka, a yargıçların kendileri inanmıyorsa... Bu benim için çok önemli çünkü bizim çocuklarımızın mutlu yaşaması için böyle bir düzene ihtiyaç var. Kim kuracaksa kursun ama böyle bir düzene ihtiyaç var. Nedim düzen yanlısı, Ahmet sen ise düzen karşıtısın.Şık: Esasında ikimizin de istediği aynı şey. Bizim çocuklarımız, senin çocuğun, herkesin çocuğu mutlu ve adil bir şekilde yaşasın. Şener: Herkesin en kıymetli şeyi çocukları.Şık: 3 Mart’ta evden çıkarken eşime dedim en az 8-9 ay sonra görüşürüz diye ama Nedim...Şener: Ben eşime 3 gün sonra evdeyim dedim.Şık: Ve görüşe geldiklerinde “İddianname çıkar ve ilk duruşmada bırakırlar bizi” dedim. O da sekizinci, dokuzuncu aya denk gelir. Zaten bütün Ergenekon davalarında böyle oldu. 6 ila 7 ay arasında iddianname hazırlanıyor ve 2 ay sonraya ilk duruşma oluyor. Ama çıkmadık. Biraz yılbaşında umutlandık ama daha sonrasında ben yazı da içeride geçireceğimizi düşünüyordum. Nedim’in buna morali bozuluyordu. Nedim her duruşma öncesi çok umutlanıyordu. Ben de ona “Bu kadar umutlu gitme çünkü hayal kırıklığı da büyük olur” diyordum. 13 ay önceki dosya ne ise şimdiki dosya da o. Biz niye dışarıdayız, onu bilmiyorum. Soruyu daha doğru şu şekilde sormayalıyız: Bu dosya sebebiyle yargılananlar niye içeride? Gerçekten bu çok haklı bir soru. Hiçbir değişiklik yok ve bence son duruşma sadece ikimizi tahliye etmek üzere yapıldı. Bu çok kötü bir şey. Bu durumdan çok utandım. Biz Nedim ile sevinemedik bile. Yanımızda Hanefi Avcı var, Barış Pehlivan var. Barış genç bir çocuk. Yeni evli, karısına çok aşık bir adam ve en önemlisi 1 yıldır içeride. Bir yandan seviniyorsun bir yandan utanıyorsun. Çok berbat bir ruh hali.Sizin farklılıklarınız üzerine çok konuşuluyor. Mesela cezaevi çıkışında Nedim Gandhi gibiydi, sen ise Che Guevara gibiydin.Şık: Zaten zayıflayarak bedeni de buna uydurdu. (gülüşmeler) Ben de düşünüyorum niye bu kadar zayıflamaya çalışıyor diye ama açlık grevi böyle olmaz. Açlık grevinin bir adı var şanı var. Doğan abiyle (Yurdakul) sabah balın içine ceviz atıyorlar.Şener: Ama onu Doğan Abi yiyordu.Şık: Ton balığı filan yiyor ama zayıflıyor çünkü günde 5 saat yürüyor.Şener: Gandhi benzetmesini reddetmiyorum ama bir de Mandela var. Ben güneşte yanmakta o kadar siyahlaştım ki... Mandela’yla ilgili bir kitap okudum ve çok etkilendim. Bir insanın hapishanede 30 küsur yıl yattıktan sonra kendisini hapse atan yönetim ile çalışıyor olması, ezeli düşmanıyla sırf artık savaş olmasın diye konuşması beni çok etkiledi. Hatta o kitabı havalandırmada unuttum. Kitap ıslandı ve şişti ama hatırası var diye getirdim eve. Gandhi varsa bunun bir diğer ayağı da Mandela’dır. Bunu kesinlikle bir politik misyon olarak söylemiyorum. Yine de bu durumu çatışmadan çözebileceğimizi düşünüyorum. Eğer adalet her şeye hakim olacaksa benim yöntemim böyle. Ama Ahmet çıkar çıkmaz şutu vurdu.Şık: Benim çıkarken konuşmaya niyetim yoktu. Avukatım Fikret Abi (İlkiz) “Tahliye olursanız ne konuşacaksın?” diye sorduğunda ben “yarın benim için 4 Mart ve nerede kalmıştık” diyeceğim demiştim. Gerçekten başka bir şey söylemeye niyetim yoktu. Bizim gerçekten çok basit hayatlarımız var. Yonca, Mina ve bir köpeğimiz var. Bazılarına çok sıkıcı gelecek bir hayat bu ama biz çok mutluyuz ve o hayat devam etsin istiyorum. Başka bir derdim yok. Sokakta insanlar durduruyor, öpüyor, fotoğraf çektiriyor ve bu beni rahatsız ediyor. Onları kötülemek için söylemiyorum. Bir gazeteci için yüzünün bu kadar bilinir olmasını tehlikeli bulurum. Bu bilinirlik çatışma bölgelerine gittiğimizde tehlikeli yaratır. Yüzünün bilinmesi hedef gösterilmene sebep olabilir. Orada “Canlı yayındayız” dendiğinde bunu söylemem lazım diye düşündüm. Orada beni kesemeyeceklerini biliyordum. Çünkü normal olarak bu medya beni canlı yayına çıkartıp konuşturamaz. Türkiye’de son dönemde böyle bir sıkıntı var. Herkes körün fili tarif etmesi gibi konuşuyor her şeyi. AKP’yi, cemaati, baskıları, KCK’yı, Kürt meselesini, Ermeni sorununu... Başbakan “Affedersiniz Ermeni, affedersiniz Rum” diye cümleye başlıyor. Birtakım aklı evveller ise “Seçim dönemi tolerans göstermek lazım” diyor. sonuçta o konuşma doğaçlama gerçekleşti.Ertuğrul Özkök de o konuşma nedeniyle sana sahip çıktı.Şık: Çok açık söylemem gerekirse Özkök benim adım üzerinden kendini aklamaya çalışmasın. Cezaevine girsin diye söylemiyorum bunu. Bu sektörün bu kadar kirlenmiş olmasının baş sorumluları arasında Özkök vardır. Siz kendi iradeniz dışında bir şey yaşadınız. Hem kendi direnişiniz, hem de yakınlarınızın dayanışmasıyla çıktınız. İsteseniz de istemeseniz de bir mücadele verdiniz. Türkiye’de çok sert savaşlar yaşanıyor. Taraf olmak istediğiniz veya istemediğiniz türden savaşlar bunlar. Sizin bu mücadelenizin birileri tarafından kullanılması ve başka bir şeymiş gibi gösterilmesi size nasıl bir duygu veriyor? Şık: Ahmet Hakan’ın programında ben bu savaş sözcüğünü kullandım ve hemen saldırı başladı. (Eşim) Yonca’ya “Bana soruşturma açacaklar çünkü onu istiyorlar” dedim. Savaş sözcüğünü bilerek kullandım. Ergenekon süreciyle ilgili yazılarımda da ben hep savaş sözcüğünü kullandım. Şu anda bir tarafında cemaatin diğer tarafında örgüt olduğuna inanmadığım ama ultra milliyetçi, faşişt diyebileceğimiz bir yapının bulunduğu ciddi bir savaş var. Bize iki taraftan birini seçmemiz söyleniyor. İkisi de temiz değil. Ben iki tarafı da seçmiyorum. Savaş derken söylemek istediğim buydu. Biz ortada durup iki tarafa da eleştirel yaklaşıp tarafları doğru noktaya çekmeye çalışmalıyız. Bence sayımız az değil, sadece medyada görünürlüğümüz yok. Kişisel anlamda adalet ne zaman gelecek sorusuna cevabımsa benim durumum adalet getirmeyecektir. Geçenlerde gazeteci bir arkadaşıma bunu söyledim. Bu soruşturmalar, davalar süreci ileride kesinlikle bir soruşturma konusu olacak. Endişem o ki aynen bugün yapıldığı gibi yapılacak o soruşturma da.Ahmet’e ‘Bak bir cinayet nasıl örtülür, gör’ dedimÇok yoğun bir ilgi görüyorsunuz. Nedim, sen kendini bir yerde tanımlamaya çalışıyor musun.Şener: İçeride benimle “sen neyin içerisinde olduğunun farkında değilsin” diye dalga geçiyorlardı.Şık: Gerçekten hiç farkında değildi. O yazdığı kitabın ne anlama geldiğinin farkında değildi. Bence hâlâ farkında değil. (gülüşmeler) Hrant Dink kitabı çok iyi bir kitap. İçerik anlamında çok iyi bir kitap. Okunması gereken bir kitap. Suikastın neyi temsil ettiğini gösteriyor. Parçaları ortaya koymuş. “Bunları birleştir ve ortaya çıkanı yorumla” diyor kitap. Şener: Başbakan’ın 2008’de polisleri suçlayan raporu imzalamasını veri olarak kabul ediyorum. Ben hiç yorum yapmadan verilere dayanarak muhabir olarak işimi yapıyorum. Ben de duvarın arkasındaki şey hakkında yorum yapabilirim ama önce duvarı yıkıp ardındaki gerçeği göstermek istiyorum. Gerçekleri gösterirken bize bir ayna gösteriyorlar ama o ayna sakat. Ben o aynayı kırıyorum, o duvarı yıkıyorum ama bunları yaparken aslında devletle mücadele ediyormuşum. Ben bunun farkında değildim. Ahmet bu konuda haklı. 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nden karar çıkınca Ahmet koğuşta tabureyi yere fırlattı. Ahmet’e “Bak bir cinayet nasıl örtülür, gör” dedim. Benim için süreç olağan işliyor çünkü bunu bekliyordum. Cinayetin üzerine başka bir şekil vermeye çalışıyorlar. Ahmet’e bir insan nasıl böyle yalan söyleyebilir diyordum. Hrant Dink’in dostuyum ve arkadaşıyım diyerek nasıl resmin bir parçasını yok sayıyorlar. Ben Ergenekon konusunda da hiç pozisyon almadım. Kötüler var ama harcanan iyiler de var. Ahmet, Ertuğrul Mavioğlu ile birlikte güzel bir kitap yaptı. Ergenekon davasında hak ihlaline uğraşmış olanlar var ise ben onlarla ilgilendim. Birey üzerinden gittim. Ergenekon üzerinden giderseniz siyasi bir duruş almanız gerekiyor. Bu benim bilinçli bir tercihim. Dink cinayeti de benim için öyle çünkü ben bir muhabirim. Bu benim yaptığım işin özelliği ve işim beni kişiliğime işledi. Ahmet konuları yorumlarken birçok parçayı birleştirip değerlendiriyor. Yargıda olan poliste olan bir şeyi birleştirip bir bütünlük içinde size sunuyor. Ben ise bir veri olmadan girmiyorum o konuyor. Ahmet’in söylediği doğru olabilir ama ben oraya girmiyorum. Girersem verimli olamam.ÇOCUKLAR GİBİ ŞENDİK!Ahmet’le Nedim cezaevinden çıktıktan 11 gün sonra ilk defa buluştular. Biz de uzun bir aradan sonra yakın arkadaşlarımızla ilk defa doya doya hasret giderdik. Röportaj öncesi, sırası ve sonrası çok çok eski hatıralar, cezaevinde yaşanan komik ve trajikomik durumlar anlatıldı. Sohbet sırasında ne Ahmet’le Irak’ta taranan arabamız kaldı ne de Nedim’in cezaevindeki salataları. Ama en güzeli ikisinin özgürce dışarda olmaları ve bu kadar sık gülmeleriydi. Onlar güldükçe biz ferahladık, onlar güldükçe hava güzelleşti, onlar güldükçe hapisteki gazetecilerin özgürlüğü için daha da umutlandık... (İLKER AKGÜNGÖR)Yarın: Ahmet ve Nedim, davalarının Türkiye’ye hayrı olup olmadığını tartışıyor
Dün iki gazetede birden (Milliyet ve Taraf) devletin Kürt ve PKK sorunları konusundaki yeni stratejisi hakkında hemen hemen birbirinin aynısı iki haber çıktı. Bunlardan Milliyet Ankara Temsilcisi Fikret Bila’nın kaleme aldığı yazıdan hareketle bu yeni stratejiyi tartışmak istiyorum. Bila bu stratejinin “temel taşlarını ve öngördüğü yol haritasını” 10 maddede özetlemiş. Biz de madde madde gidelim:1- Kürt sorununun çözümünde sivil siyaset kanalı dışında hiçbir kanala itibar edilmeyecek, kullanılmayacak: Burada “sivil siyaset kanalı esas alınacak” gibi esnek bir cümle yerine diğer hiçbir kanala itibar edilmeyeceğinin söylenmesi dikkat çekici. Aslında bu yeni bir söylem değil, geçmişteki birçok hükümet ısrarla bu çizgiyi savunmuştu. AKP tam da bu noktada, başka kanallara da itibar etmiş olduğu için bir fark yaratma imkanı yakalamıştı. Demek bu fark arayışından vazgeçiliyor. Dolayısıyla “yeni” bir yaklaşım değil, “eski”ye dönüş söz konusu.2- İmralı’da Öcalan, Kandil’de veya Avrupa’da PKK muhatap alınmayacak, devre dışı bırakılacak: Bu maddeyi AKP açısından bir tür özeleştiri gibi okuyabiliriz. Çünkü daha önceki hükümetler döneminde kısmen başvurulan bu kanallar AKP tarafından sistemli olarak kullanılmış ve buralara ciddi yatırımlar yapılmıştı. Son MİT krizinde Başbakan’ın aldığı tutum, tekrar bu tür müzakerelere dönülebileceğinin işareti olarak görülmüştü ancak anlaşılan öyle olmayacak. 3- Güneydoğu’da ve diğer bölgelerde yaşayan Kürt vatandaşlar, PKK ve KCK’nın baskısından kurtarılacak: Yine eski dönemlerden kalma bir söylem, yeni olan tek şey PKK’nın yanına KCK eklenmesi. Bu maddenin ne zamandır hayata geçirilmek istendiğini amansızca süren KCK operasyonlarıyla görmüştük, ama son olaylar örgüt ile halk arasındaki bağı kopartmanın hiç de kolay olmadığını, hatta kopartmak için atılan adımların bu bağları daha da kuvvetlendirebildiğini gösterdi.4- Bu amaçla doğrudan halk muhatap alınacak ve sivil siyaset kanalıyla çözüm aranacak: BDP’nin dışlandığı bir ortamda “sivil siyaset”ten kastedilenin sadece AKP olduğu aşikâr. Ama Güneydoğu’dan milletvekili olarak düşük profilli isimleri tercih eden iktidar partisinin, seçim sonrasında uygulamaya konan baskı politikaları nedeniyle Kürtler’e seslenme şansının azaldığını söyleyebiliriz.5- Çözüm yeri olarak parlamento dışında hiçbir zemin kabul edilmeyecek; ipleri İmralı ve Kandil’in elinde olmayan, demokratik yollarla seçilerek Meclis’e gelmiş, siyasi inisiyatif kullanabilecek parti veya partilerle muhatap olunacak: Dönüp dolaşıp “PKK’ya alternatif yasal bir Kürt siyasi hareketi” yaratma arzusuna geliyoruz. En son Kemal Burkay’ın ülkeye dönüşüyle yeniden gündeme gelen bu arayışın ömrü birkaç gün bile olamadı. BDP’nin İmralı ve Kandil’e meydan okuması söz konusu olmayacağına göre sonuçta AKP tek başına Kürt sorununu çözmeye çalışacağa benziyor.6- PKK, silahlı eylemlere devam ettiği sürece silahlı mücadele devam edecek: Bu konuda söylenecek fazla bir şey yok. Hiçbir devlet, kendisine silahla kafa tutan bir güce karşı sessiz kalamaz.7- PKK ile bir daha görüşülecekse bu ancak silah bırakması için olacak: Stratejinin en kilit maddesi bu. Seçim sonrası PKK ve KCK’ya yönelik operasyonlar, Öcalan’ın tecriti vb. hep PKK’yı pes ettirmenin araçları olarak görüldü. Bu noktada başta Barzani olmak üzere Irak Kürtlerine epey misyon yüklenmiş olduğunu da duyuyoruz. Ama şu ana kadar yaşananlar PKK’nın silah bırakmaya hiç niyeti olmadığını gösteriyor.8- PKK silahlarını Türkiye’ye teslim ettiğinde, yargısal sorumluluğu olmayanlarla ilgili nasıl bir prosedür uygulanacağı belirlenecek: PKK’nın silah bırakması halinde en büyük tartışma lider kadronun geleceği etrafında yaşanacağı için bu maddenin fazla anlamlı olduğu söylenemez.9- Yeni anayasada Kürt kimliği veya özerklik düzenlemesi olmayacak. Yeni anayasa, insan haklarını ve vatandaşların kanun önünde eşitliğini esas alacak: Daha yolun başında anayasa konusunda böylesi kırmızı çizgiler çekmenin hiç de akıl kârı olduğu söylenemez. Kaldı ki mevcut anayasa da insan hakları ve vatandaşların kanun önünde eşitliğini temel alma iddiasında.10- Yerel yönetimler güçlendirilecek, uluslararası hukuka dayalı ilkeler esas alınacak: Bir önceki maddenin ardından, yerel yönetimlerin güçlendirileceği vaadi hiç inandırıcı kaçmıyor. Sonuçta mevcut devlet aklına baktığımızda, yeni anayasanın Kürt sorununun çözüme fazla bir katkı sağlaması mümkün gözükmüyor.Bütün bu 10 maddeyi toplu olarak değerlendirmek gerekirse, bu stratejiyi “yeni” olarak tanımlamak ve bundan kalıcı bir çözüm ummak pek mümkün gözükmüyor.*****İzzet Kezer’in anısına saygıBundan tam 20 yıl önce Sabah Gazetesi muhabiri İzzet Kezer, Newroz gösterilerini izlemek için gittiği Cizre’de, elinde beyaz bayrak bulunmasına rağmen, kimin tarafından ateşlendiği bilinmeyen bir silahın mermisiyle hayatını kaybetti. Geçen 20 yılda Kürt sorununu çözme noktasında pek fazla ilerleme katedememiş olmamız acımızı daha da büyütüyor.
Suriye’de bir iç savaş ve buna paralel olarak dış müdahale ihtimalinin giderek yükselmesi ister istemez bu ülkenin Irak’la karşılaştırılmasına yol açıyor. Bu karşılaştırmanın haklı yanları var kuşkusuz. Öncelikle Suriye’deki mevcut rejimin Amerikan işgaliyle devrilen Irak rejimiyle bir tür “ikiz kardeş” olması önemli. Hatırlanacağı gibi, tüm Arapların tek bir ülkede birleşmesini amaçlayan milliyetçi sol Baas Partisi, 1968’de Irak’ta, iki yıl sonra da Suriye’de iktidarı ele geçirmişti. Her ne kadar arkalarında belli bir toplumsal destek bulunsa da, iki ülkede de rejim değişikliği askeri darbe yoluyla oldu ve kısa süre içinde hem Suriye, hem Irak yer yer totaliterizme de kayan otoriter askeri rejimlerle yönetildiler.Irak ve Suriye’yi benzer kılan bir diğer husus, iktidarı ellerinde tutan elitlerin ülkede sayıca daha az olan topluluklardan gelmesi, bunun da bir tür azınlığın çoğunluk üzerindeki tahakkümü algısı yaratmasıdır. Bu nedenle bu ülkeleri istikrarsızlaştırmak isteyen unsurlar genellikle iktidardaki azınlıklara (Irak’ta Sünniler, Suriye’de Nusayriler) karşı çoğunluğu oluşturan kesimlere (Irak’ta Şiiler, Suriye’de Sünniler) yatırım yapmışlardır.Arapların mezhep nedeniyle ikiye bölünmüş olduğu Irak ve Suriye’nin ayrı ayrı Kürt sorunları bulunması da bu iki ülkenin bir diğer ortak noktasıdır. Tabii sayıca çok daha kalabalık olan Irak Kürtlerinin güç ve etkisinin Suriye Kürtlerinden hayli fazla olduğunu akılda tutmamız şart. Irak ve Suriye’deki Baas rejimlerinin, Arap milliyetçiliğine ek olarak devlet eliyle otoriter bir laiklik uygulamada da benzeştiklerinin, bunun da her iki ülkede İslami hareketlerin radikalleşerek yeraltına çekilmesine yol açtığının altını çizelim.İran faktörüIrak ve Suriye arasındaki benzerlikleri anlatmayı burada kesip başlıktaki sorunun cevabını arayalım. Aslında tek bir kelime etmek bile yeterli: İran. Yani Suriye’nin neden ikinci bir Irak olamayacağı sorusunun cevabını bu iki ülkede değil üçüncü bir ülkede, İran’da aramak gerekir.Eğer bugün bölgemizde İran’ın başını çektiği bir “Şii hilali”nden söz etmek mümkünse bunun sorumlusu kesinlikle George W. Bush yönetimindeki ABD’dir. Çünkü Bush, Tahran yönetiminin iki en büyük düşmanından, Afganistan’daki Taliban, Irak’taki Saddam Hüseyin yönetimlerinden, tek bir kurşun bile atmadan kurtulmasını sağlamıştır. (İran’ın Afganistan’daki nüfuzu konusunu bu yazıda uzun uzun ele almaya gerek olmayabilir, ama Saddam sonrası Irak’ta, yönetimde Şii ağırlığının öne çıkması doğal olarak bölgede İran etkisinin artması anlamına geliyor.)Özetle ABD’nin başını çektiği uluslararası güçler, İran’ın örtük de olsa onay vermesine rağmen Baas rejimini devirmekte bir hayli zorlandılar, öyle ki Irak’ta taşlar hâlâ yerine oturabilmiş değil. Hal böyle olunca, bugün İran’ın alenen yanında durduğu Suriye rejiminin, bir dış müdahale yoluyla devrilme ihtimalinin çok ama çok düşük olduğu gerçeğiyle yüzyüze kalıyoruz. Kuşkusuz Rusya ve Çin gibi güçlerin de böylesi bir müdahaleye karşı olmaları önemlidir fakat onlar ikna edilseler bile, Tahran’ın desteği sürdüğü müddetçe Baas rejimini yıkmak çok güç olacaktır. Dolayısıyla bunu hedefleyen bir müdahalenin bölgeye etkileri Irak işgalinden çok daha ağır ve telafisi imkansız sonuçlara yol açacaktır.Türkiye ne kazanabilir?Bölge derken tabii ki Türkiye’yi de içine alıyoruz. Hatta Suriye merkezli yeni bir krizin en fazla zarar vereceği ülkelerden birinin Türkiye olacağı muhakkaktır. Dolayısıyla dün Irak için telaffuz edilen ve tam bir yalan olan “bir koyup üç alacağız” cümlesinin bugün Suriye söz konusu olduğunda hiç ama hiçbir inandırıcılığı olmayacaktır. Öyle ki kendimizden ne kadar koyarsak koyalım Suriye konusunda herhangi bir şey kazanma şansımız bulunmuyor.Özköse ve Coşkun’a özgürlük!Milat Gazetesi yazarı ve Gerçek Hayat dergisi Ortadoğu Temsilcisi Adem Özköse ile kameraman Hamit Coşkun “Arap Baharı” üzerine bir belgeselin çekimleri için Hatay’dan Suriye’ye geçtiler. Yakınlarına en son olarak 10 Mart’ta, çatışmaların yoğun olduğu İdlib civarında olduklarını ve yaşananları görüntülediklerini söyleyen Özköse ve Coşkun’dan o günden beri haber alınamıyor. Meslektaşlarımızın Suriye rejiminin elinde oldukları tahmin ediliyor fakat yürütülen girişimlerden şu ana kadar herhangi bir sonuç elde edilemedi. Özköse ve Coşkun’un durumunun bir an önce aydınlatılmasını ve özgürlüklerine kavuşmasını istiyoruz. Takipçisi olacağız.
Önce başlıktaki “erken” sıfatını açayım. Lig bittiğinde medya en çok Fatih Terim’i konuşuyor olacak. Eğer Galatasaray bu şekilde gider ve şampiyon olursa “İmparator’un sırrı” manşetleri atılacak; eğer mekanizma bir yerde aksar ve GS ipi birinci göğüsleyemezse yine aynı medya büyük bir şevkle İmparator’un yarattığı hayal kırıklığını masaya yatıracak.Şahsen bu kadar beklemeye niyetim yok. Bu sene GS’nin şampiyonluğunu play off denen garip uygulamanın da engelleyebileceğini sanmıyorum. Bu başarının esas mimarı olan Terim’in sırrını tartışmak bu nedenle hiç de erken ve riskli değil.Bilen bilir, Galataraylıyım. Hem lise mezunu, hem kulüp üyesi, hem de birkaç senedir düzenli bir tribün taraftarıyım. Zaten GS’li olmayıp Terim hakkında pozitif yönü ağır basan gazeteci bulmak da epey zordur. GS’lilerin de Terim’i övme ve sevmede hayli zorlandıklarıysa ayrı bir gerçektir. Kamuoyunda başarılarına ters orantılı bir imajın daha ağır basmasının esas nedeni ona karşı artniyetli ve önyargılı yaklaşımlar olmakla birlikte Terim’in kendisinin de bu durumda sorumluluğu olduğu kansındayım.Neyse uzatmayalım, bir GS’li olarak, tarihimizin en büyük başarısının altında imzası bulunan Terim’i sevmeme gibi bir imtiyazım(ız) olmadığına inanıyorum.Cehennemden cenneteGeçen sene GS’liler için tek kelimeyle berbattı. Bu yılsa cehennemden çıkıp cennete girmiş gibiyiz. Bunda şike soruşturması nedeniyle başta Fenerbahçe olmak üzere diğer takımların yaşadığı sıkıntıların da payı muhakkak vardır. Ama GS’deki muazzam yükselişin ardındaki esas neden Terim’in yeni yönetimle birlikte hem kadroyu hem takımı tepeden tırnağa değiştirmesidir. Açıkçası geçen yılki facia ile Terim’in 2002’deki ikinci döneminin tatsız hatıralarını birarada değerlendirdiğimizde bu yıl için umutlu olmak kolay değildi ama bir aşamadan sonra maçlar, özellikle derbiler biz taraftarlar için birer kâbus olmaktan çıktı.İşte tam bu noktada Terim karşımıza çıkıyor. Peki nedir onun sırrı? 2000’deki UEFA şampiyonluğunun ardından İtalya’ya gitmiş olan Terim’e bir şekilde haber ulaştırıp kendisiyle bir kitap yapmak istediğimi söylemiştim ama kibarca bir red cevabıyla karşılaştım. Amacım onunla ve onu tanıyanlarla görüşüp bu sırrı deşifre etmekti. Ama olmadı, geçen süre zarfında 2008’de milli takıma Avrupa üçüncülüğü kazandırma dışında Terim’in kariyerinin genel olarak inişe geçmiş olduğu söylenebilir. Böyle baktığımızda GS’nin bu yılki başarısını “İmparator’un dönüşü” olarak tanımlayabiliriz.Motivasyonun sırrıTerim’in sırrını sorduğunuzda hemen herkes “oyuncuları çok iyi motive ediyor” cevabını verecektir. O zaman soru “Peki bu motivasyonun sırrı ne?” olmalıdır. Bu noktada susuyorum ve sözü Galatasaray Lisesi’nden dönem arkadaşım, GS tarihçisi ve spor yazarı Melih Şabanoğlu’na bırakıyorum. İşte Melih’in bu yazıma katkıda bulunmak için yolladığı notlardan bazıları:“Motivasyon maçtan önce teknik direktörün yaptığı ‘gaz’ konuşması değildir. Motivasyon derken şunu kastediyoruz:- Futbolcuda mesleğine ilişkin belirli seviyede bir ilgi yaratma.- Futbolcuyu sebatkâr, azimli, kararlı ve çalışkan birisine dönüştürme.- Futbolcuyu belirli bir işi yapabileceğine ilişkin özgüven aşılama.- Futbolcuyu kendi eksiklikleri konusunda eğitme ve bununla başa çıkma cesareti verme.- Futbolcuyu yüksek standartları hedeflemesi konusunda ikna etme.Terim bunları sadece konuşarak değil çalışarak gerçekleştiriyor. Bunun en büyük kanıtı ‘sıradan’ diyebileceğimiz futbolcuları belirli seviyeye getirmesi. Mesela Küçük Hakan’ı (Ünsal) Türkiye’nin en iyi sol beki haline getirmek için onu her gün 250 orta yaptığı bir antrenman sistemine sokmuştu. Suat Kaya’dan da Türkiye’nin en iyi defansif orta saha futbolcusunu yaratmıştı.Bu sene kimsenin dönüp bakmadığı stoper Semih Kaya takımın vazgeçilmezi durumunda. Semih bunu, eksikliklerini gösteren ve çalıştıran Terim’e borçlu. Keza Engin Baytar ve Selçuk İnan hayatlarının en iyi futbolunu oynuyorlar Terim sayesinde. Melo ve Elmander kendi kariyer rekorlarını kırıyorlar.Terim bu futbolcuları bu duruma getiren organizasyonu hazırlıyor temelde.Bu organizasyon ise eksiklikleri belirleme, bunları düzeltme, öfke yönetimi eğitiminden geçme gibi ayaklar içeriyor.”Teşekkürler Melih.Tabii ki teşekkürler Fatih Terim.