Benim de dahil olduğum çok kişi Arap baharının Tunus’tan başlamasına şaşırmıştı ancak bu Gül için sürpriz olmamış. Gül, “Tunus petrol zengini olmadığı için güçlü ve dinamik orta sınıfa sahip. Devrim de esas olarak onların eseri” dedi4 Ekim 1996 günü Refahyol hükümetinin başbakanı Necmettin Erbakan, işadamı ve gazetecilerin de dahil olduğu kalabalık bir heyetle Afrika gezisinin startını verdi. Akşam inilen Kahire’de küçük çaplı bir bayrak ve karşılama skandalı bizleri bekliyordu. Mısır’ın tek hakimi olan Hüsnü Mübarek’in bu ziyarete “kerhen” onay vermiş olduğu iddiaları ertesi günkü yavan ve tatsız görüşmeyle doğrulandı. Zaten Mübarek’in daha önceki Türkiye ziyaretinde Erbakan’la buluşması da sorunlu geçmişti. Erbakan kendisini “Müslüman Kardeşler’e kötü davranmayın. Onları tanırım, iyi insanlardır” diye uyarınca Mübarek “Çok seviyorsanız hepsini size yollayalım” karşılığını vermişti.Bir sonraki durak Libya’ydı. Fakat o tarihte uluslararası uçuş yasağı olduğu için önce Tunus’a uçmak, ardından karayoluyla Libya’ya ulaşmak gerekiyordu. Bu nedenle Dışişleri Bakanlığı Tunus’u da resmi ziyaret kapsamına almak istemiş ama bu ülkenin tek adamı Zeynel Abidin Bin Ali, Erbakan’ı kabul etmek istemeyince sadece transit geçiş için Cerbe Adası kullanılmıştı.Libya’da yaşananlarsa herkesin malumu: 6 Ekim akşamı çöl ortasındaki bir çadırda gazsetecilerin önünde Libya diktatörü Muammer Kaddafi peşpeşe sıraladığı eleştiri, öğüt, hakaret vb. ile belki de cumhuriyet tarihimizin en büyük diplomatik skandalının yaşanmasına neden olmuştu.Her şey kökten değiştiCumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Tunus’a uçarken o günler aklıma geldi. O tarihte Devlet Bakanı olan Gül’ün, Kaddafi’nin o inanılmaz sözleri üzerine çadırı nasıl sessiz sedasız terk etmiş olduğunu hâlâ dün gibi hatırlarım. Ama yaklaşık 16 yılda çok ama çok şey değişti, hatta tepetaklak oldu. Sırayla gidelim: Mübarek kafes içinde yargılanıyor, ülkenin yönetiminde başta Mü slüman Kardeşler olmak üzere İslamcıların ağırlığı çok açık.Bin Ali çoktan ülkesinden kaçıp kapağı Suudi Arabistan’a attı bile. Ve Tunus’taki seçimlerden Erbakan’ın yakın dostu Raşid El Gannuşi’nin lideri olduğu Ennahda partisi birinci çıktı. Tabii en talihsizi bizzat vatandaşları tarafından linç edilen Kaddafi oldu. Libya’da da İslamcıların önde gelen siyasi güçlerden biri olduğunu biliyoruz.Ya Türkiye? Erbakan bir yıl önce hayatını kaybetti ama onun öürencileri yaklaşık 10 yıldır ülkeyi tek başlarına yönetiyorlar; Mübarek, Bin Ali gibi isimlerin pek sevdiği askeri büyük ölçüde etkisizleştirip siyasetin dışına ittiler ve Mısır, Tunus, Libya gibi ülkelere de, en azından buralardaki İslami hareketler ilham kaynağı oluyorlar.Gannuşi faktörüUçakta Gül ile Tunus üzerine uzun uzun sohbet etme imkanımız oldu. Benim de dahil olduğum çok kişi Arap baharının Tunus’tan başlamasına şaşırmıştı ancak bu durum Gül için hiç de sürpriz olmamış. “Tunus petrol zengini olmadığı için çok güçlü ve dinamik bir orta sınıfa sahip. Devrim de esas olarak onların eseri” diyen Gül, Tunus’un Arap Baharı’nın etkisindeki tüm ülkeler için örnek oluşturduğunun altını çizdi.28 Şubat döneminde İngiltere’de sürgünde yaşayan Gannuşi’nin Erbakan’ı ziyaretinin ve kıldığı namazın bile bazı gazetelerin birinci sayfasında “irtica kanıtı” olarak kullanılmış olduğunu hatırlatan Gül sözlerini şöyle sürdürdü: “Halbuki benim de yakından tanıdığım Gannuşi çağdaş yaşam tarzıyla İslam’ı bağdaştırma gayreti içindeki bir filozoftur. Demokrasi, kadın gibi zor meseleleri cesaretle tartışmış, bu yüzden çile çekmiş, yıllarca sürgünde yaşamış biridir.”Ben de İslami hareketler üzerine çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra Gannuşi’nin adıyla ve eserleriyle tanışmıştım. İslamcıların ezici bir çoğunluğunun demokrasiyi “beşeri ideoloji” diye damgalayıp karşılarına aldığı bir dönemde demokrasiyi Müslüman toplumların kurtuluşu için bir tür “olmazsa olmaz” şeklinde tarif eden Gannuşi belki yalnızdı ancak geçen süre zarfında birçok İslamcı da onunla aynı çizgide buluştu.Bugün Tunus’ta ilginç bir bir arada yaşama deneyimine tanık oluyoruz. Nahda ile Cumhuriyetçi Kongre Partisi ile Ettakatol’un oluşturduğu üçlü koalisyon hükümetinin başında Nahda Genel Sekreteri Hamadi El-Cibali yer alıyor. Ettakatol lideri Mustafa Bin Cafer kurucu meclis başkanlığını üstlenirken, cumhurbaşkanlık makamında, Gannuşi’nin yakın arkadaşlarından, sol kimliğe sahip insan hakları savunucusu ve Cumhuriyetçi Kongre Partisi lideri Munsif Merzuki oturuyor. Gannuşi ise parti liderliğine ek olarak devlette herhangi bir makama talip olmamamakta ısrarlı. Enerjisini büyük ölçüde, “İslam’ın demokrasi ve modernizm ile çatışma içinde olmadığını vurgulama” iddiasının taşıyacak olan yeni anayasa çalışmalarına hasretmiş durumda.Tunus gerçekten çok önemli çünkü eğer Tunus başarılı olursa bu diğer İslam ülkeleri için de olumlu bir örnek olacaktır. Olmazsa tam tersi bir durum yaşanır. Şimdilik burada keselim ve bugünkü Gül-Gannuşi buluşmasından gözlemleri de içerecek şekilde Tunus konuşmayı yarın sürdürelim.‘Rejim zulumle olmaz’YASEMİN Devrimi ardından Tunus’a Cumhurbaşkanı düzeyinde ilk ziyareti gerçekleştiren Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Kartaca Sarayı’nda Cumhurbaşkanı Munsif Merzuki tarafından resmi törenle karşılandı. ’Yasemin Devrimi’nden bu yana Türkiye’nin Tunus’a yakın ilgi gösterdiğini, yanında bulunarak devrimi destekleyen ilk ülkelerden olduğunu söyleyen Gül, “Bugün Suriye’de olup bitenler karşısında duyarsız kalması mümkün değil. Hiçbir rejim zulümle, diktatörlükle baki olamaz. Bugünkü çağda, Akdeniz’in kıyısında bu mümkün değil. Suriye’deki bu baskıcı rejimin devam etmesi mümkün değil.”
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 28 Şubat süreciyle hesaplaşılırken “rövanşizm”e kapılınmaması gerektiğini vurguladı. Tunus yolunda uçakta sohbet ettiğimiz Gül’e 28 Şubat tartışmaları hakkında ne düşündüğünü sorduğumuzda şöyle konuştu: “Bu konunun birinci dereceden şahidiyim, ama artık Cumhurbaşkanlığı makanının verdiği bir mesafeden olaylara yaklaşmak durumundayım. Olaya yaklaşırken dikkat edilmesi gereken birinci boyut, bir daha bu tür şeylerin olmamasının sağlanmasıdır. Bunun için yakalanmış olan demokratikleşme standardı, insan hakları seviyesi ve genel hukuki kazanımların kalıcı olmasına imkan verecek bir ortam şarttır. İkinci boyutsa bu süreçte hakları yenmiş, mağdur edilmiş çok sayıda insanın mağduriyetlerinin giderilmesi hususunda bir çalışma yapmak gerekiyor.”Gül sözlerine şöyle devam etti: “Üçüncüsü ise yargıyla ilgili husustur. Bu konuda da dikkat edilmesi gereken şey rövanşist bir duruma düşmemektir. Rövanşizm her zaman kötüdür. Rövanşist bir düzeyde meseleleri ele alırsanız olayı bitmez tükenmez bir sıra meselesi haline getirmiş olursunuz. Sıra size geldiğinde rövanşı alırsınız ama bir sonraki sefere de diğerlerine bir sebep yaratmış olursunuz, bu da yakalanmış olan demokrasi standardından geri düşmenin bir yoludur. Oysa yaşamakta olduğumuz demokratikleşme, normalleşme, iyileştirmeler veya ne derseniz ne deyin, bu süreçten geriye gitmememiz çok önemlidir.”“İmajımızla bağdaşmayan bir görüntü”Tunus yolunda uçakta benim dışımda şu gazeteciler vardı: Hasan Cemal (Milliyet), Fehmi Koru (Star), Taha Akyol (Hürriyet), Abdülhamit Bilici (Zaman), Yasin Aktay (Yeni Şafak). Gül, basın özgürlüğü konusunda giderek artan şikayetleri hatırlattığımızda şunları söyledi: “Öncelikle temel ölçü herkesin yargılanabileceğidir. Ancak hep söylediğim gibi, tutuklu gazeteciler konusunda yansıyan görüntü hem Türkiye’nin ulaşmış olduğu özgürlük standardıyla hem de Türkiye’nin imajıyla bağdaşmamaktadır. Nitekim Adalet Bakanlığı da zaten bu konuda bir çalışma yürütüyor ve hem ifade özgürlüğünün daha da genişletilmesi hem de tutukluluk hallerinin düzenlenmesi suretiyle bu durumun düzeltilmesi üzerine çalışıyor. Bu konuda beni de bilgilendirdiler. Şiddet içermeyen hiçbir düşünceenin ifadesi suç sayılmamalıdır.”“O afişler hemen kaldırılmalıydı”Cumhurbaşkanı Gül’e, Hocalı katliamı dolayısıyla Taksim’de düzenlenen mitingde açılan bazı ayrımcı pankartları sorduğumuzdaysa şu cevabı aldık: “Türkiye’nin ne ülkesine ne de milletine yakışmayan, esasen milletin duygularını asla yansıtmayan son derece talihsiz bir olaydı. Sözünü ettiğiniz afişleri utanılacak şeyler olarak gördüm. Bunlar toplumun tamamına şamilmiş gibi görmek olmaz. Ama o afişleri görenlerin hemen indirmesi gerekirdi, hiç kimse görmeden, şahit olmadan bunların hemen indirilmesi lazımdı. Çok rencide edici ifadelerdi, ama o afişlerle o mitingi yapanları birbirinden ayırt etmek lazımdı. Mitingi izlemedim, gazetelerden sonradan bilgi edindim. Orada İçişleri Bakanı’nın o pankartın bulunduğu yerde ancak onu farketmeden konuşmuş olabileceğini düşünüyorum. Yoksa bakan o pankartı okusa veya fark etseydi eminim müdahale ederdi.”“Başbakan’ın hiçbir sağlık sorunu yok”Cumhurbaşkanı Gül, Stratford ve Wikileaks belgeleriyle ilgili son günlerde yapılan yayınlarla ilgili olarak da şunları söyledi: “O tür haberlerin bir kısmı çoğu zaman doğru olmayabiliyor, işin içindeki bir aktör olarak bazen birebir bildiğimiz olaylar hakkında bile çok yalan yanlış bilgilerin araya karışabiliyor olduğunu görüyoruz. Dolasıyla orada çıkan her şeyin doğru olmadığnıı bilmek gerekir. Örneğin Başbakan’ın sağlığıyla ilgili olarak çıkan haberlerin doğru olmadığını söyleyebilirim. Çok başarılı bir operasyon geçirdi. Hiçbir sağlık sorunu kalmadı. Zaten benzer operasyonlar geçirmiş etrafımızda pek çok insan var...”“Demek ki yeterince iyi şeyler olmamış!”Cumhurbaşkanı Gül üç sene önceki bir İran gezisinde yine uçakta gazetecilere “iyi şeyler olacak” demiş, kısa süre sonra hükümet Kürt açılımını başlatmıştı. Fehmi Koru ile birlikte o gezide ben de vardım. Gül’e o sözlerini hatırlatıp açılımın geleceğinin ne olduğunu sorduğumuzda şöyle konuştu: “Demek ki yeterince iyi şeyler olmamış. Veya PKK ve birileri iyi şeylerin olmasını istemiyormuş. Nihayetinde birileri bu meselenin çözüme kavuşmasını istemiyor olabilir ama bizim özgüvenle bu sorunun üzerine gitmemiz lazım. Bunu sorun olarak yaşamamıza yol açan ne varsa, ister Kürt sorunu boyutuyla isterse silah boyutuyla, ona karşı mukabil bir yolla gitmek lazım. Siz buna ‘açılım’ diyorsunuz, ama benim için bu konuyu problem olmaktan çıkaracak bütün çalışmaları kapsıyor. Bunu da alabildiğine özgüven içinde ve demokratik standardı da yükseltmekten geri durmadan yapmak lazım.”
Daha birkaç aylık gazeteciyken, 1985 yılında Nokta Dergisi’nde Ayşenur Arslan’ın şefliğinde kurulan bir ekipte görev aldım. Amacımız yeni yeni konuşulmaya başlanan İslami hareketin yükselişini masaya yatırmaktı. Sonuçta başörtülü bir kızın fotoğrafı ve “Dinci gençlikte patlama” başlığıyla yaptığımız kapak çalışması Nokta Dergisi’ne sahiden patlama yaşattı. Bunda İslami hareketin temsilcilerinin görüşlerinin aracısız olarak aktarılmasının payı büyüktü.Bugünden bakıldığında gülünç gelebilir ama o tarihte İslamcılara doğrudan mikrofon uzatmak alışılmış bir şey değildi; devletin “irtica” raporlarıyla yetiniliyor, İslamcılar bir tür uzaylı gibi görünüyordu. İşte Nokta Dergisi, Türk basınına yaptığı birçok olumlu katkıya ek olarak bu geleneği de kırarak bir çığır açtı.Ekip içinde İslamcılarla görüşmeleri ben üstlenmiştim. İlk işim piyasadaki İslami dergileri toplamak, varsa telefonla, yoksa doğrudan adreslerine giderek (o tarihte bazı İslamcı dergilerin telefon bağlatacak paraları bile olmayabiliyordu) talebimizi ilettim. Başta çok şaşırdılar, çünkü dışlarındaki medya kendilerini ilk kez muhatap alıyordu. Bunlardan kimi teklifimizi kabul etti, kimi etmedi. Sadece bir mülakatı, Salih Mirzabeyoğlu ile olanı yayınlayamadık. Bunun nedeni, söylediklerinde herhangi bir suç unsuru filan görmemiz değildi, açıkçası Mirzabeyoğlu’nun sorularıma verdiği cevaplar popüler bir haftalık haber dergisinin sınırlarını hayli aşan bir yoğunluktaydı. Nevi şahsına münhasırMeslek hayatımda çok sayıda İslami grup, cemaat ve çevre tanıdım; birbirinden farklı İslamcı şahsiyetlerle tanıştım. Bunların birbirleriyle benzeşip ayrıştığı noktaları bulup çıkarmak, aralarındaki ilişki ve ilişkisizlikleri, sorunları tahlil etmek beni hep heyecanlandırmıştır. Bu noktada Mirzabeyoğlu ve onun düşünsel liderliğini yaptığı İbda hareketini oldum olası “nevi şahsına münhasır”, yani kendine özgü olarak tanımlamışımdır.Bu nedenle, 1990’da ilk baskısı yapılan Ayet ve Slogan, Türkiye’de İslami Oluşumlar kitabımda en çok titizlendiğim bölümlerden biri İbdacılarla ilgili olanıdır ki İslami hareket içinde “marjinal” olarak tanımlanabilecek bir çevreye gösterdiğim bu ilginin diğer bazı İslamcıların hoşuna gitmediğini de biliyorum. (Bu yazıda uzun uzun Mirzabeyoğlu ve İbda’yı anlatma imkanım yok, zaten zaman epey değişti; oturduğunuz yerden, internet sayesinde birçok şeyi öğrenmek mümkün.)Suç örgütü lideri mi?28 Şubat’ın tam hız tartışıldığı şu günlerde, bu sürecin birinci derecede mağdurlarından Mirzabeyoğlu’nun adının çok az geçmesi, birçoklarının amacının geçmişle hesaplaşmak değil düşmanlarıyla/rakipleriyle olan hesaplarını görmek olduğunu kanıtlıyor. Şöyle ki 28 Şubat’ın en sert yaşandığı bir dönemde 1999 yılına birkaç gün kala tutuklanan Mirzabeyoğlu örgüt liderliği suçlamasıyla müebbet hapse mahkum edildi.Olayın hukuki boyutunu tartışacak değilim, fakat konuyla ilgili bir gazeteci olarak Mirzabeyoğlu’nun bir suç örgütü lideri olduğunu düşünmüyorum. Zaten onun “İbda” olarak tanımladığı dünya görüşü bu tür katı merkezi bir yapılanmayı ilke olarak dışlıyor. Öte yandan kendilerini İbda düşüncesiyle tanımlayan bazı genç gruplarının kimi silahlı eylemlere girişmiş olduklarını biliyoruz fakat bunlardan Mirzabeyoğlu’nu doğrudan sorumlu tutmanın hakkaniyetli bir davranış olduğu kesinlikle söylenemez. Kaldı ki “provokasyonlar bize yarıyor” diye PKK’nın yapıp da üstlenmediği terör eylemlerine bile sahip çıkan; Körfez Krizi sırasında “Saddam sen oradan, biz buradan” diye pankart açan ve kendilerini İBDA-C diye adlandıran gruplar artık tamamıyla sahneden çekilmiş durumda.Sözü uzatmaya gerek yok: Geçen 14 yıl zarfında birçok cezaevinde dolaştırılan ve halen Bolu F Tipi Cezaevi’nde yatan Salih Mirzabeyoğlu ülkemizde sayıları hiç de az olmayan düşünce suçlularından biridir ve en kısa sürede kendisine yapılan haksızlığın sona erdirilip özgürlüğüne kavuşması sadece o ve sevenleri için değil tüm Türkiye için hayırlı olacaktır.
28 Şubat sürecinde genel olarak sosyalist solda, özel olarak ÖDP’de hakim olan “Ne şeriat ne darbe” yaklaşımını eleştirmemin belli bir kızgınlık ve öfke yaratmış olduğunu görüyorum. Ama şaşırmıyorum, çünkü solcu bir gazeteci olarak İslami hareket üzerine çalıştığım 27 yılda bu tür tepkilere alıştım. Son dönemde ÖDP bünyesinde İslam’a bakış konusunda yeni arayışlar olduğunu biliyordum fakat Birgün gazetesinde bana cevap yetiştirmeye çalışan yazılara baktığımda etkili yerlerdeki isimlerin hâlâ klişelerde ısrar ettiklerini gördüm ve üzüldüm.Birgün’deki yazılardan birinde şöyle deniyor: “Dönemin koşullarının Çakır’a göre bir önemi yok; Başbakanlık konutuna doldurulan tarikat şeyhlerinin de, ekranlardan ve kürsülerden şeriat çağrısı yapanların da...”Kimseyle polemik arayışında değilim, fakat bu cümleye “ne önemi olabilir ki?” diye sormamam ayıp olur. Veya “askerin demokratik sürece müdahalesinin bahanesi olan “dönemin koşulları”nı öne sürerek 28 Şubat darbecilerinin suçlarını hafifletmeye çalışmanın bir sosyaliste, sol harekete ne tür bir katkısı olabilir?” diye sormadan duramıyorum.İnsafsızlık15. yılında yapılan 28 Şubat değerlendirmelerindeki samimiyetsizliğin sağı, solu, dini, mezhebi yok maalesef. Medyada Mümtazer Türköne’nin başını çektiği, 28 Şubat’ın faturasını sağdan, Necmettin Erbakan ve RP’ye kesme tavrı buna bir başka örnek. Erbakan’ın 28 Şubat’taki MGK bildirisine imza atmış olmasından hareketle yapılan bu eleştirilerde çok şey var belki ama insaftan eser yok. Kuşkusuz demokrasi açısından arzu edilen, Erbakan’ın hiçbir taviz vermeden askere direnmesiydi, ama böylesi bir durumda Türköne’nin (ve şu günlerde 28 Şubat üzerine yaptığı suçlamalarla dikkat çeken Hüseyin Kocabıyık’ın) danışmanlığını yaptıkları Tansu Çiller’in DYP’si onun arkasından gelebilecek miydi? Nitekim Refahyol hükümeti de Çiller’in milletvekillerini kontrol edememesi nedeniyle dağıldı.Erbakan’ın stratejisini kabaca “askeri oyalamak” olarak tanımlayabiliriz. Örneğin o meşhur bildiriyi imzaladı ama hayata geçirilmesi konusunda hiçbir adım atmadı, hatta 28 Şubatçıların en büyük kozu da bu oldu.Erbakan’ınki tabii ki pek gerçekçi olmayan, hayli naif bir stratejiydi ve başarısız oldu.Ya direnseydi?Milli Görüş’ü ve Erbakan’ı en iyi tanıyan gazetecilerden olan Fehmi Çalmuk, 28 Şubat sürecinde Hoca’nın yakın çevresine “burdan Kızılay’a kadar gitsek arkamızdan çok kişi gelmez” anlamında sözler sarf ettiğini yazmıştı. Erbakan gerçekten böyle konuştu mu? Konuştuysa söylediklerinde haklı mıydı? Kızılay’a sahiden yürümeye kalksa ne olurdu?Görüşlerini benimseyenler kadar benimseyenler de onu sevenler kadar sevmeyenler de Erbakan’ın ülkesini seven bir politikacı olduğunda büyük ölçüde anlaşırlar, cenaze töreninde de buna şahit olduk. Dolayısıyla Erbakan’ın ülkesini sevdiği için, istemeyerek de olsa herhangi bir direniş sergilemediğini, yani tankların üzerine çıkmadığını söyleyebiliriz. Ama şunu unutmamak lazım, Erbakan bunun faturasını bizzat kendisi ödedi: Hükümeti elinden alındı, partisi kapatıldı, kendisi siyasi yasaklı yapıldı... Fakat biz Erbakan’ın başına gelebilecekleri engellemek için askerlere başkalarını, hele diğer İslami yapıları işaret ettiğini görmedik.Son söz: 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan gibi sert dönemler hakkında birilerini suçlamaya kalkanlar önce aynada kendilerine, ardından hemen yakın çevresindekilere baksalar herkes için daha hayırlı olur.
Önceki gün Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmalarının birinci yılı doldu, dün de arkadaşları ve meslektaşları olarak bir kez daha “Yansak da dokunacağız” pankartının arkasında Taksim’de toplanıp Galatasaray’a kadar yürüdük. Dünkü buluşmamıza, Ahmet ile Nedim’in Silivri Cezaevi’nde başka bir bloğa nakledildikleri haberi damga vurdu. Uzun bir süre iki arkadaşımızın ayrı koğuşlara konulmasından endişe ettik ama avukatlar araılığıyla yine birlikte kaldıklarını öğrenip sevindik. 12 Mart’ta yeniden duruşma var ve Ahmet ile Nedim başta olmak üzere çok sayıda Odatv Davası sanığının tahliye edilmesini hem umuyor, hem tahmin ediyoruz.Bugün birinci yıl vesilesiyle genel bir değerlendirme yapmak ve bir kâr/zarar bilanço çıkarmak istiyorum.Ahmet ile Nedim: Tam bir yıldır özgürlüklerinden, sevdiklerinden, mesleklerinden uzak kalmaları kuşkusuz onların zarar hanesine yazılacaktır. Ama kim ne kadar uğraşırsa uğraşsın buraya ikinci bir unsur ekleyemez. Bu bir yılda arkadaşlarımız, benim ilk gün NTV canlı yayınında sarf ettiğim “her kuşun eti yenmez” saptamasını fazlasıyla haklı çıkardılar. Dik durdular, yalpalamadılar ve haklılık konumlarına gölge düşürmediler. Buna paralel olarak her ikisinin de sadece Türkiye’de değil dünya çapında basın özgürlüğünün birer sembolü haline geldiklerini görüyoruz. Ancak bu onurun onlara çok ağır sorumluluklar yüklediği de açıktır. Diğer bir deyişle Ahmet ve Nedim, hatta onların birinci derecede yakınları bundan böyle hem bu onurla, hem de onun ağır yüküyle yaşamak zorundalar.Türkiye: Ahmet ile Nedim’in tutuklanmaları hiç kuşkusuz Türkiye için büyük bir kayıp ve ayıptır. Ama ilk cezaevi görüşünde Ahmet’in bana demiş olduğu gibi, tutuklanmaları ülkenin hayrına sonuçlar verdi. Gerçekten bu tutuklamalar Ergenekon soruşturmasında Prof. Türkan Saylan olayından sonraki ikinci kırılma anı, daha önemlisi ülke için bir “dönüm noktası” oldu. Türkiye’deki basın özgürlüğü ihlalleri, buna bağlı olarak demokratikleşme sürecindeki aksaklıklar hem içerde, hem dışarda daha fazla ve daha yakından gözlenir, tartışılır ve eleştirilir oldu.Medya: Ahmet ve Nedim’le birlikte ülkemiz gazetecileri üzerindeki ölü toprağı kısmen de olsa kalktı, son yıllarda tanık olmadığımız türden bir dayanışma inisiyatifi hayata geçti. ANGA (Ahmet ve Nedim’in Gazeteci Arkadaşları) adı altında biraraya gelen bir avuç gazeteci, nice imkansızlık, engelleme ve tartışmanın üzerinden gelip bu tutuklamaların dünya çapında bir olay haline gelmesine katkıda bulundular. En azından Ahmet ve Nedim’e yalnız olmadıklarını gösterdiler. Bu süreçte bazı meslektaşlarımızın demokratlıklarının sınırlarını da görmüş olduk. Bizler bir gün daha az yatmaları için çabalarken, onların bir gün daha fazla içerde kalmaları için ellerinden geleni yapan medyaya iliştirilmiş unsurlarınsa adlarını anmaya bile gerek yok.Hükümet: Bu olayın en üyük kaybedeni hiç kuşkusuz AKP hükümetidir. İlgili savcı ve polis şefinin çok kısa süre içinde görevlerinden alınmaları, “seçilmişler”in memnuniyetsizliğinin açık kanıtıydı. Nitekim bir yıl boyunca hükümet ve iktidar partisinin tüm yetkilileri yabancılarla biraraya geldiklerinde kendilerine hep Ahmet ile Nedim soruldu, yani fatura doğal olarak onlara kesildi. Hükümet de en son Egemen Bağış’ın BBC World yayınında yaptığı gibi, kimsenin gazetecilik faaliyeti nedeniyle tutuklu olmadığında ısrar ettiler ama muhataplarını tabii ki ikna edemediler. Başbakan Erdoğan da siyasi kariyerinin en kötü cümlelerinden birini, “Bazı kitaplar bombadan daha tehlikelidir”i, benim Ahmet ve Nedim bağlamında sorduğum soru üzerine sarf etti.Basın özgürlüğü ihlalleri hakkındaki şikayetlerin Ahmet ve Nedim olayından sonra sistemli bir şekilde tırmanması, AKP’nin İslam dünyasına model olma iddiasına da ciddi bir şekilde gölge düşürdü. Bu arada Türkiye’yi sevmeyen çevrelerin de basın özgürlüğü ihlallerini sömürdüklerini görüyoruz ki bunun suçlusu hakları gasp edilen gazeteciler değil, bunları gasp edenlerdir.Fethullah Gülen hareketi: Ahmet ve Nedim olayının en büyük kaybedenlerinden bir diğeri Gülen cemaatidir. Basit olandan başlayalım, Bu Ahmet’in hazırladığı, cemaati eleştiren kitap daha bitmeden, polis sayesinde çok popüler oldu. Önce internet üzerinden çoğaltıldı, ardından basıldı ve çok sattı. Daha önemlisi, içerde ve dışarda Ahmet ve Nedim’in tutuklanmasının ardında Gülen cemaatinin bulunduğu algısı, bu hareketin imajında çok derin yaralar açtı. Dünya çapında ılımlı bir dil tutturan, “barış, diyalog, demokrasi, özgürlük” gibi kavramları öne çıkardığı için Müslüman olmayan çevrelerden bile yaygın ilgi ve destek bulan Gülen hareketi, özellikle Batı dünyasının çok hassas olduğu basın ve ifade özgürlüğüne, kendi çıkarları gereği müdahale ettiği iddiaları yüzünden sorgulanır oldu. Cemaatten çok kişi haksız yere itham edildiklerini, bu tutuklamalarla kesinlikle ilgileri olmadığını söylüyorlar ancak cemaatin medyasının yayınları onların bu savunmasını hayli zayıflatıyor.Toparlarsak, dokunanların yandığı, dokunulanların parladığı bir yılı geride bıraktık. İnşallah bu vahim hatayı yapanlar inat etmeyi bırakır ve hatadan bir an önce dönerler.
“AKP 28 Şubat’ın ürünüdür” cümlesinin en büyük zaafı öznenin kim olduğunun muğlak olmasıdır. Dün de ele aldığımız gibi, bu önermeyi sıklıkla kullananların ciddi bir bölümü, 28 Şubatçıları (hatta asıl olarak onların bağlı olduğunu düşündükleri dış odakları) “özne”, AKP’yi de basit bir “nesne”, daha da ileri giderek bir “taşeron” olarak görme ve gösterme eğiliminde.Tersini düşünüyorum; eğer AKP’nin bugünlere gelmesinde 28 Şubat’ın da katkıları olmuşsa (ki olmuştur), bu kesinlikle 28 Şubatçıların (ve onların iç ve dış destekçilerinin) istediğine bağlı olarak, yani onların “sayesinde” değil, onlara “rağmen” yaşanmıştır. Dolayısıyla 28 Şubatçılarla AKP’liler arasında bir tür “danışıklı dövüş” yaşandığı yolundaki komplo teorilerinin hiçbir değeri bulunmuyor.Yenilikçi-gelenekçi çekişmesi“AKP 28 Şubat’ın ürünüdür” önermesinin bir diğer zaafı, 28 Şubat’ın bu parti için bir tür doğum tarihi olarak kabul edilmesidir. Halbuki AKP’nin temelleri, Milli Görüş hareketi içinde çok daha önceleri atılmıştı. RP içindeki veya ona yakın bir grup İslamcı aydın tarafından geliştirilen “yenilikçi” düşünce, dönemin İstanbul İl Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde pratiğe aktarılmış, kısa zamanda çok olumlu sonuçlar elde edilince de parti içinde bir akım haline gelmişti.Yenilikçilerin gelenekçilerden en büyük farkı, Milli Görüş’ün hedef kitlesini dindarlarla sınırlı tutmamaları, buna uygun olarak dini söylem kadar, hatta yer yer ondan daha çok sosyo-ekonomik söylemlere başvurmalarıydı. Özellikle solun gerilemesine paralel olarak hayli iş gören bu strateji sadece RP’yi yerel ve merkezi iktidara taşımakla kalmadı, yenilikçilerin de yakın geleceğin lider kadrosu olarak yetişmelerine imkan sağladı.Yenilikçilerle gelenekçiler arasındaki ayrımın ana ekseni İslamcılık değil reel politik ile kurulan ilişkiydi. Örneğin, bazılarının sandığının aksine yenilikçiler daha katı İslamcıydı, fakat ülke ve dünya gerçeklerini gelenekçilere göre daha fazla önemsiyor, adımlarını bunlara uydurmaya çalışıyorlardı. Yenilikçilerin reel politiği gözeten bir İslamcılığı Milli Görüş hareketi içinde sürdürmeleri, hele bunu hareketin ana stratejisi haline getirmeleri mümkün değildi; ısrar etmeleri halinde kopuş da kaçınılmazdı.Fakat 1994 yerel, 1995 genel seçim zaferleri iç kavgaları erteledi. Necmettin Erbakan’ın başbakanlığında gecikmeli de olsa Refahyol hükümetinin kurulması ve icraata geçmesi de yenilikçilerin argümanlarını zayıflattı. Ama 28 Şubat 1997 günkü MGK toplantısıyla işin rengi değişti.Zaruri kopuşUzun süredir Milli Görüş hareketini izleyen biri olarak, Erdoğan liderliğindeki yenilikçi akımın normal şartlarda, er ya da geç kopmak zorunda kalacağını ve muhtemelen gelenekçilerden daha parlak bir geleceği olacağını düşünüyordum. Kopuşu engellemenin yegane yolu, Milli Görüş’ün, Erbakan’ın “fahri/manevi”, Erdoğan’ınsa “fiili/maddi” liderliğinin tesisiydi ki bu imkansızdan da öte görünüyordu. Ancak normal şartlarda yenilikçilerin kopması çok zor, sancılı ve hayli yıpratıcı olurdu, herhalde yıllar sonra yaşanan SP-HAS Parti ayrışmasının yarattığından kat kat güçlü bir tahribatla karşılaşırdık.Ancak generaller her zaman olduğu gibi 1997’de de ülkedeki hiçbir suyun kendi doğal kanalından akmasına izin vermediler ve Milli Görüş içindeki zaruri kopuşa erken doğum yaptırdılar. “Erken” diyorum ama yenilikçilerin ayrılabilmesi için RP’nin kapatılması ve Erbakan’ın yasaklı ilan edilmesi yetmeyecek, Fazilet Partisi’nin de kapatılmasını beklemeleri gerekecekti.“AKP 28 Şubat’ın ürünüdür” önermesini tartışmayı, kişisel görüşümü “öyle görünüyor ama değil” şeklinde özetleyerek burada noktalıyorum.Bugün Ahmet ile Nedim’in tutuklanmalarının birinci yılı. Ahmet ve Nedim’in gazeteci arkadaşları olarak yarın saat 11’de Taksim Meydanı’nda toplanıp Galatasaray’a yürüyerek tutuklu tüm gazetecilere desteğimizi bir kez daha dile getireceğiz.
15. yılında yapılan 28 Şubat değerlendirmelerinin ciddi bir bölümünde, başlığa çıkardığımız saptama yer alıyor: “AKP 28 Şubat sürecinin ürünüdür.”Bu saptamanın, belki farklı cümlelerle de olsa, sosyalist soldan ülkücü harekete, SP’den HAS Parti’ye, CHP’lilerden ulusalcılara kadar, birbirlerinden farklı kesimler tarafından benimseniyor olması anlamlı ama çok da şaşırtıcı değil. Peki bu doğru bir akıl yürütme midir?İlk bakışta doğru gözüktüğü muhakkak. Şöyle ki 28 Şubat’ta askerler demokratik sürece müdahale etmese, yani Refahyol hükümeti apar topar devrilmese, RP kapatılmasa, Necmettin Erbakan ve arkadaşları siyasi yasaklı olmasa, İslami cemaatler üzerinde baskı uygulanmasa, yani olaylar olağan biçimiyle seyretse bugün bambaşka bir Türkiye’de yaşıyor olurduk ve böylesi bir Türkiye’de muhtemelen AKP de olmazdı.Dolayısıyla 28 Şubatçıların, muhtemelen kendilerine aşırı güvenmelerinden kaynaklanan müthiş bir öngörüsüzlükle, belini kırmak istedikleri İslamcılara o kadar kısa süre içinde hayal bile edemeyecekleri bir güç ve iktidarı sunmuş olduklarını söyleyebiliriz. Ancak birkaç noktaya özellikle dikkat etmek kaydıyla:Hedef 28 Şubatçılar mı, AKP mi?1) “AKP 28 Şubat’ın ürünüdür” tespitini eğer bir SP’li, bir HAS Partili ya da 28 Şubat’tan doğrudan zarar görmüş herhangi bir kişi ya da grup öne çıkarıyorsa bu bir yere kadar anlaşılabilir. Ancak 28 Şubat sürecini açık ya da örtük bir şekilde desteklemiş olanların, sanki o dönemde 28 Şubatçıları uyarmışlar gibi bugün kalkıp “28 Şubat AKP’nin doğum günüdür” türü çıkışlar yapmalarında en azından bir samimiyet sorunu vardır.2) Esas samimiyetsizlikse, “AKP 28 Şubat’ın ürünüdür” tespitini, 28 Şubatçıları değil AKP’yi eleştirmek, suçlamak için kullanmaya çalışmaktır. Böyle yapanlardan bazıları, 28 Şubat’ı esas olarak bir “dış komplo” olarak görüyor ve bu yolla AKP’yi de bazı dış güçlerin (ABD, İsrail, Masonlar vb.) taşeronu olarak göstermeye çalışıyorlar. Birilerinin kendi siyasi acizliklerini örtmek için başvurdukları bu tür komplo teorilerini hiçbir zaman ciddiye almadım. Hatta bu yüzden kimileri, beni de bu komplonun bir parçası olarak göstermeye kalktı ki bunlardan birinin ne zamandır AKP’nin en gözde medya kuruluşlarından birinde siyasi kariyerinin “en parlak günlerini” yaşıyor ya da yaşadığını sanıyor olması manidardır.3) AKP 28 Şubat’ın en sert şekilde egemen olduğu bir dönemde, yani RP’nin kapatılmasından sonra değil, yeni bir seçimin ardından yaşanan nispi normalleşme döneminde, yani FP’nin kapatılmasının ardından doğdu. FP’nin, bir süre sonra AKP’nin daha inandırıcı bir şekilde benimsediği, Batı ile kavga etmeme, tam tersine onunla uyumlu çalışma; AB’ye karşı çıkmama, tam tersine onu en fazla savunma gibi açılımlar yapmış olduğunu da unutmamalıyız. Unutmamamız gereken bir diğer husus, bugün demokrat vs. kesilen çok kişi ve grubun, FP’nin sudan sebeplerle kapatılmasına bile “parti kapatılmasına karşıyım ama yargı kararına saygı göstermek gerekir” gibi gerekçelerle sessiz kalmış olmalarıdır.Ufuk Uras’tan açıklamaBu konuda söyleyeceklerimi daha bitirmedim, yarın sürdürmeyi düşünüyorum. Ama yazıyı bitirirken, bugün tartıştığımız konuyla doğrudan ilişkili olan dünkü yazım üzerine, 28 Şubat sürecinde ÖDP Genel Başkanı olan Ufuk Uras’ın yaptığı açıklamayı aktarmak istiyorum.“28 Şubat kararlarının ertesi günü 1 Mart’ta ‘Süngülerin gölgesinde demokrasi olmaz’ başlıklı bildiriyle muhtırayı sert bir şekilde ilk ÖDP olarak biz eleştirdik” diyen Uras şöyle devam ediyor: “Muhtıra öncesi de, Sultanahmet Meydanı mitingimizin başlığı, ‘Ne Refahyol, Ne Hazırol’ idi ve konuşmamızda iktidarı eleştirmemize rağmen, çözümü demokraside gördüğümüzü açıkca vurguladık. Sözünü ettiğin ‘Ne şeriat ne darbe’ sloganı, hiçbir metin ve konuşmamızda geçmemiştir. Özgürlükçü laiklik perspektifimizle hareket ettik, geleneksel otoriter laiklik anlayışıyla aramıza hep mesafe koyduk.”Diyecek bir şey yok, takdiri o günlerin tanıklarına bırakıyorum.
O günleri yaşamamış olan bir kişi, 15. yılında 28 Şubat süreci hakkında yazılanlara, söylenenlere bakınca toplumun ezici bir çoğunluğunun TSK’nın siyasi sürece müdahalesine karşı olduğunu, hatta ona direndiğini düşünebilir. Halbuki gerçek farklıydı. Örneğin 28 Şubatçılar güçlü bir toplumsal desteğe sahiptiler. Ayrıca dişe dokunur bir direnişle de karşılaşmadılar.Hatırlıyorum, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı 9-11 Temmuz 1999 tarihlerinde düzenlediği 2. Abant Toplantısı’nın bir oturumunda 28 Şubat sürecini masaya yatırmak amacıyla “Türkiye’de devletten bağımsız sivil bir İslami hareket olmuş olsaydı, 28 Şubat sürecine karşı sivil itaatsizlik eylemleri düzenlenebilirdi” demiş ve anında Fethullah Gülen cemaatinin o tarihte etkin isimlerinden olan, vakfın eski başkanı Latif Erdoğan’ın hışmına uğramıştım. Erdoğan, 11 Temmuz 1999 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin kayıtlara geçirdiği gibi “Sen ne demek istiyorsun? Ayaklanma mı olması gerekirdi? Provoke mi ediyorsun?” diye gürlemişti lakin katılımcılar arasında Prof. Niyazi Öktem gibi, bu terimin anlamını ve Thoreau, Gandi gibi teorisyen ve uygulayıcılarını bilenler vardı da “sivil itaatsizlik”in ayaklanma değil pasif direnme anlamına geldiğini öğrenmiş oldu.ÖDP’nin kaçırdığı fırsatİslami kesimin 28 Şubat performansı üzerine epey yazıp konuştum, daha da yazarım fakat bugün solu, özellikle de sosyalist solu mercek altına almak istiyorum. Bu konuda elimizde çok çarpıcı ve hazin bir örnek var: Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP). Solun gerçekten birbirinden farklı kesimlerinin biraraya gelmesiyle 23 Ocak 1996’da kurulan ÖDP, bir ihtiyaca cevap verdiği için olsa gerek sahici bir heyecan yaratmıştı. Ardından Susurluk skandalında izlenen tutum, örneğin “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemindeki aktif rol alınması ÖDP’nin önünü iyice açtı. Bu açıdan bakıldığında 28 Şubat 1997 günü ordunun Refahyol hükümetini devirmek için düğmeye basmış olması ÖDP için çok ama çok büyük bir fırsattı. Ne var ki ÖDP bu fırsatı tepti.O tarihlerde ben de ÖDP üyesiydim. Ancak genel olarak İslami hareketler, özel olarak RP hakkındaki çalışmalarıma rağmen ÖDP’nin 28 Şubat sürecinde geliştirdiği politikalarla hiçbir ilgim olmadı, bunları herkes gibi ben de medyadan öğrendim. “Politikalar” dememe bakmayın, ÖDP’nin 28 Şubat’a bakışı, ilk bakışta son derece cazip gözüken şu meşhur slogandan ibaretti: “Ne şeriat, ne darbe!”Bu sloganı savunanları, TSK’nın kuyruğunda solculuk yapmaya çalışanlarla eşitlemek tabii ki çok büyük haksızlık olur. Fakat bu ülkede askeri darbelerin darbesini en çok yemiş insanların, modern ya da post-modern fark etmez, askerin demokratik süreçlere müdahalesine tek başına karşı çıkamıyor olmaları anlaşılır bir şey değildi, hâlâ değil.Yanlış bir eşitlemeAçacak olursak: Bir yanda “şeriat” dediğiniz, muhayyel bir “tehlike” söz konusu. Yani olmuş bir şey değil, olacağı da belli değil ama siz “ya olursa” diye endişeleniyorsunuz. Bunun karşısındaysa “darbe” var ki olmuş. Askerler, arkalarına büyük sermayeyi, büyük medyayı ve bazı “sivil” kuruluşları; yanlarına da yargıyı alarak, halkın oylarıyla işbaşına gelmiş bir hükümeti gözlerinizin önünde deviriyor. Ama siz, “Kahrolsun darbe” diyemiyor, iki tarafa eşit mesafede durmaya çalışıyorsunuz. Sonuçta muhayyel olanla somut olanı eşit oranda eleştirdiğinizde demokrasi konusundaki inandırıcılığınız zayıfıyor, hatta ortadan kalkıyor.Peki ÖDP neden bu yanlışı yaptı? Bunun temelinde, sosyalist solda geleneksel olarak baskın olan, İslam dinine, İslami harekete ve dindarlara hak ettiği önemi vermeme anlayışının yattığı kanısındayım. Sıklıkla militan bir ateizme kayan kaba materyalizmin o tarihlerde ÖDP’de de hayli etkili olduğunu biliyoruz. Müslümanlarla gündelik hayattaki sorunlarını değil de dinlerini, imanlarını konuşup tartışmayı önceleyen kişilerin solda yol açtığı tahribat maalesef kolay kolay telafi edilemiyor. Eğer siz İslami hareketin 1980’lerde başlayan yükselişini şematik bir şekilde 12 Eylül rejiminin bazı politikalarına bağlamışsanız, yani İslamcıları sistemin basit birer oyuncağı olarak görüyorsanız 28 Şubat’ta gerçekte neler yaşandığını anlayabilmeniz doğal olarak imkansızdır. Hele bir de askerin bu ülkede esas olarak, hatta sadece sizi düşman kabul ettiğine inanıyorsanız, 28 Şubat’ı bir tür danışıklı döğüş olarak dahi görebilirsiniz.