Refah Partisi’nin yükselişe geçtiği bir dönemde, 1993 yılında New York’ta Milli Görüşçü bir gençle sohbet ediyorduk. Kendisine “Necmettin Erbakan’ın dünyadaki tüm kötülükleri siyonizme bağlamasına ne diyorsunuz?” diye sorduğumda “Doğru bulmuyorum” cevabını almış ve çok şaşırmıştım. Ne var ki muhatabım sözlerini şöyle sürdürecekti: “Yıllardır New York’ta yaşayan biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Hocamızın siyonizm hakkında söylediklerinin fazlası yok, eksiği var. Öyle ki bizlerin siyonizme rağmen, hele onu karşımıza alarak iktidara gelmemiz ve iktidarda kalmamız mümkün değil. İşte Hoca burada yanlış yapıyor!”Onun (yıllar sonra bu gencin tercihini SP değil AKP’den yana yaptığını herhalde siz de anlamışsınızdır) bu sözleri Milli Görüş hareketinin gelişimini kavramamda bana hep kılavuzluk etmiştir. Şöyle ki Erbakan’ın en belirgin özelliği, sadece siyonizme, oradan hareketle İsrail’e değil, başta ABD ve AB olmak üzere, kolayca Batı diye tanımladığımız bir dünyaya, daha doğrusu Batı ekseninde oluşmuş olan dünya sistemine tavizsiz bir şekilde karşı olmasıydı. Erbakan mevcut küresel sistemin, dünya İslam birliği ve bunun uzantısı olacak bir dizi kurumun inşasıyla iflas edebileceğine samimi bir şekilde inanıyordu. Kimilerince “aşırı hayalci” bulunsa da 1995 genel seçimlerinden o ve liderliğindeki RP birinci parti olarak çıktı ve bir süre sonra da Erbakan Refahyol hükümetimin başbakanı oldu. Başbakanlığı sırasında dilini bir ölçüde yumuşatmış olmakla birlikte Erbakan’ın Batı karşıtlığını terk ettiğini görmedik. Örneğin Başbakan olarak Asya ve Afrika’yı ziyaret etti ama Avrupa ile Amerika kıtalarına ayak basmadı. Bu süre zarfında Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini geliştirmede ciddi bir adımına tanık olmadık, bunun yerine hayalindeki dünya İslam birliğinin bir tür başlangıcı olarak D-8’in kurulmasına öncülük etti.Kimileri Erbakan’ın bu duruşu nedeniyle, bundan 15 yıl önce bugün başlamış olan 28 Şubat sürecini Batı’nın (özellikle ABD ve İsrail) kotarmış olduğunda ısrarlı. Bense, ana aktörün TSK olduğuna, Batılı güç odaklarının tavizsiz bir düşmanları yerine orduyu tercih ettiklerine inanıyorum. Yani Erbakan’ın darbeyi savuşturma yolunda yapabileceği yegane şey, bazılarının iddia ettiği gibi “tankların üzerine çıkmak” değil, Batı’ya “onu alma, beni al” demek olurdu ki bu imkansızdan da öte bir şeydi.Batı ile zaruri yakınlaşmaBu noktada Erdoğan’ın Erbakan’la en temel farkına gelebiliriz. Kimileri çok şematik bakıyor ve Erbakan’ı “Batı karşıtı”, Erdoğan’ı ise “Batıcı” gösteriyor. Erbakan’ın “Batı karşıtı” olduğu doğrudur ama Erdoğan‘ı kestirmeden “Batıcı” ilan etmek kolaycılık olur. Erdoğan, Gül ve diğerleri Milli Görüş’ten “Reel politik karşısında ne yapmalı?” sorusuna verdikleri farklı cevap nedeniyle koptular. Onlar Hocaları gibi, bedeli ne olursa olsun reel politiğe meydan okumak yerine, belli bir güce kavuşana kadar onunla iyi geçinmeyi benimsediler. Kısacası AKP kadrolarının Batılı güç odaklarıyla kurdukları ilişkilerin temelinde “zaruret” yatmaktadır.AKP’nin yaklaşık 10 yıldır ülkeyi tek başına yönetiyor olmasında, mecburen de olsa dünya sistemini kaale almasının rolü birinci derecede önemlidir. Açık konuşalım: Eğer AKP, RP gibi Batı ile kavgalı, hatta ona karşı kayıtsız olsaydı, tezgahlandığını öğrendiğimiz bir dizi askeri darbe teşebbüsünden en azından biri başarıya ulaşabilirdi. Darbecileri caydıran ana etkenin, Batılı güç odaklarının AKP’nin üzerine çarpı atmamış olmaları, diğer bir deyişle TSK’ya karşı siyasi iktidarı yeğlemeleri olmuştur.Hatırlanacaktır, AKP iktidarının ilk yıllarında, Türkiyeli bazı odaklarla işbirliği içindeki ABD’deki bazı lobiler, Bush yönetiminde etkili olan neo-conlardan (yeni muhafazakârlar) bir bölümünü de arkalarına alarak AKP’nin aslında takiye yaptığı, Batı’yı ve İsrail’i her an satabileceği yolunda bir kampanya yürütmüş ve hayli etkili olmuşlardı. 2004 sonunda Vatan Gazetesi’nin Washington muhabiri olarak çalışmaya başladığımda kendimi tam da bu kampanyanın ortasında bulmuştum. Pekçok yerli meslektaşımla bazı Türkiyeli akademisyen ve araştırmacının hevesle dahil olduğu bu kampanyanın ilk hedefi, henüz başdanışman sıfatını taşıyan Ahmet Davutoğlu ve onun “stratejik derinlik” diye adlandırdığı dış politik vizyonuydu. Amaç çok açıktı: Davutoğlu’nu gözden düşürerek, AKP iktidarının özellikle Ortadoğu’da ABD ve İsrail çıkarlarına tereddütsüz bir şekilde hizmet etmesini sağlamak. Ne var ki hem Davutoğlu ve AKP hükümeti hayli dirençli çıktı, hem de Bush yönetimi, özellikle de neo-conlar hızla çaptan düştü ve bu proje gerçekleşmedi. Obama’nın iktidara gelmesiyle de AKP hükümeti iyice derin nefes alma imkanına kavuştu.Memnu avdet edecek mi?Erbakan ile Erdoğan arasındaki fark “Batı karşıtlığı-Batıcılık” olmadığı gibi bazı ulusalcıların da hararetle öne sürdüğü gibi “millilik-gayrı millilik” de değildir. Bu bağlamda Milli Görüş hareketinin efsane isimlerinden Oğuzhan Asiltürk’ün, AKP’nin Ergenekon, Balyoz gibi davalar aracılığıyla Amerikan karşıtı subayları tasfiye ettiği iddiasının da (ki daha önce başkaları da dile getirmişti) pek bir değeri olmadığını vurgulayalım. Çünkü bu subayların büyük bölümünde Batı ve ABD’ye karşı bir alerji varsa, bu esas olarak anti-emperyalist filan olduklarından değil, söz konusu dış güçlerin kendileri yerine siyasi iktidarı seçmiş olmasından kaynaklanmaktadır.Bitirirken şu soruları sormak şart: AKP’nin Batı ile ilişkileri, “zaruret”in ipoteğinden kurtuldu mu? Kurtulmadıysa ne zaman kurtulur? Kurtulursa ne değişir? Bu soruların cevaplarını başka yazılara erteleyelim ama AKP’nin İsrail politikasında, Davos’la başlayıp Mavi Marmara ile devam eden büyük değişimin altını muhakkak çizelim.Son olarak Mecelle’nin bir kaidesini hatırlatalım: “Mani zail olduğunda, memnu avdet eder.” Yani engel ortadan kalktığında engellenmiş (yasaklanmış) olan geri döner.
Gazeteci Ali Bayramoğlu’na göre şeffaflaşma becerilmezse siyasiiktidar cemaati, cemaat sınırlarına doğru püskürtecek. Bayramoğlu “Hükümet, poliste, yargıda hukuksuzluklar ve demokratik eksikliklerin farkına varmışsa, bunu tersine çevirecek güce sahiptir” diyorYeni Şafak gazetesi yazarı Ali Bayramoğlu ile söyleşimizin ikinci ve son bölümünde ağırlıkla AKP-Gülen cemaati ilişkisinin muhtemel geleceğini tartıştık: Hükümete yakın bazı gazeteci ve araştırmacılar “7 Şubat müdahalesi”, “yargı vesayeti arayışı” gibi kavramsallaştırmalara gittiler hatta MİT mensuplarının ifadeye çağrılmasını 27 Nisan muhtırasına benzettiler. Burada bir abartı görüyor musun?Tabii 27 Nisan’a benzetip iktidar etrafında bir tarih yazmaya kalmak başka bir şey, ben öyle demem ama siyasi iktidar bunu 27 Nisan muhtırası gibi sert algıladı. Bunu gazeteci olarak temaslarım ve gözlemlerimden hareketle söyleyebilirim. Hakan Fidan ifadeye gitseydi büyük ihtimalle tutuklanacaktı. Fidan’ın tutuklanması tabii ki bir darbe gücündedir. Bunu başka türlü tarif etmeniz mümkün mü? Fidan Başbakan’ın bütün güvenlik stratejilerinde referans aldığı biriyken yargı, usulünü aşarak onu yargılamaya kalkıyor. Siz sistem için doğal olan bazı MİT faaliyetlerini birer suç olarak görürseniz siyasi iktidar da bunu bir kalkışma olarak algılar. Bunu Türkiye Cumhuriyeti tarihinde İslami kesim içi en büyük kavga olarak görüyorum. Aynı zamanda, askerin dahil olmadığı en büyük devlet içi kavgalardan biri. Bu kriz nasıl evrilir? Her iki taraf da bir kavga olduğunu reddediyor...Bir kere her iki taraf da bu kavgadan büyük bir yara almadan çıkmak istiyor. Tayyip Erdoğan’ın aklında önce bir anayasa hazırlayıp ardından Çankaya’ya çıkmak varsa, oya ihtiyacı var demektir, dolayısıyla onun için bu tür ittifaklar kıymetlidir. Bu ittifakın kutuplaşma içeren açık bir kavgaya dönmesi halinde seçmen dengelerinin önemli ölçüde etkileneceğini düşünebiliriz. İkinci olarak, hükümet sadece tasfiyeler yapmıyor aynı zamanda bir kavga olduğunu da söylüyor ama sadece özneyi tanımlamıyor. Her ne kadar “atanmışlar” gibi içi boş gibi görünen bir ifade kullanmış olsa da hükümet bu hamleyi yapan, ya da bunu yapanların temasta olduğu iradenin kim olduğunu biliyor; bunu kendi iktidarına karşı bir müdahale olarak görmüş durumda ve son derece kararlı olarak bunu püskürtecek. Bunu yaparken de büyük kırılmalara, büyük çatışma duygularına yol açmadan ilerlemeye çalışacak. Başbakan’ın açıklamalarını bu bağlamda değerlendirmek lazım.Karşı tarafsa, her ne kadar içindeki bütün insanların böyle yaptığını söyleyemesek de, üç kademeli bir tepki gösterdi. Öncelikle her zamanki yöntemlere başvurarak toplumsal destek ve meşruiyet aradılar. Yani MİT’in kirli olduğunu ve yapılan işin doğru olduğunu söylediler. İkinci olarak, yasa çıkana kadar hiçbir geri adım atmadılar. Daha sonra, İstanbul Emniyeti’nde 10 yıldır belli operasyonları yürüten İstihbarat ve Terörle Mücadele birimlerinin yetkililerinin tasfiyesiyle hükümetin kararlılığını görünce önde gelen cemaat mensuplarının kızgınlıklarını korumakla birlikte belli bir tedirginliğe kapıldığını gözler olduk. Buradan bir normalleşme çıkar mı? Ne bekliyorsun?Şunu temenni ediyorum: Cemaat cemaat sınırlarına çekilsin, aynada kendine baksın... Bir zamanlar “cemaat şeffaflaşmalı” demiştim, tepki göstermişlerdi, tekrar ediyorum cemaat şeffaflaşmalı. Şeffaflaşma tüm cemaat mensuplarının listesini sağa sola vermek değildir. Şeffaflaşma, doğru olan, meşru olan yerlerde faaliyet yapmak, diğer yerlere bulaşmamaktır ve politik fikirleriniz varsa cemaat adına bunları söyleyecek mercilerin tespit edilmesidir. Tekrar altını çizeyim: Cemaat mensubu olmak meşrudur. Bir cumhurbaşkanı da, bir polis de cemaat mensubu olabilir. Görüşleri eblette kararlarını etkileyecektir. Bu da meşru ve kaçınılmazdır. Ancak o kamu görevlisi ya da polis elinde tuttuğu kamu gücünü, kamu çıkarı için değil de ait olduğu cemaatin çıkarları için kullanmaya başlarsa burada ahlak sınırları da, kanun sınırları da cemaat ve gelenek sınırları da aşılır ve burada paralel bir örgütlenme ortaya çıkar ki bu gayrimeşrudur. Toplumsal olarak cemaat ve onun parçası olmak ne kadar meşruysa bu tür bir örgütlenmenin varlığı gayrimeşrudur. Şeffaflaşmanın özü de budur. Tersi bir durum, yani bugünkü yapı, ülkeyi hukuktan, demokrasiden uzaklaştırıyor; kendi gücünü koruyabilmek ve artırmak için otoriterleşecek araçları devreye sokmaya başlıyor. Örneğin Ergenekon, Balyoz, Odatv gibi davaların, buralarda yaşanan hukuk aksaklıkları nedeniyle meşruiyetleri zedelenmiş durumda. Yani Ergenekon ile ilgili sorular davanın kendisinden daha çok öne çıkmış durumda. Cemaatin şeffaflaşmasının ne derece mümkün olduğunu düşünüyorsun?Cemaat bu aşmayı, kendisine soru sormayı, şeffaflaşmayı becerebilir mi, bilmiyorum, ama içerde kaçaklar varsa, bütün bu yaşananlar cemaate “Ne oluyor, nereye gidiyoruz?” sorusunu sorduruyorsa bir geri çekilme olur. Sordurmuyorsa şurası açıktır ki siyasi iktidarın kararlılığı cemaati, cemaat sınırlarına doğru püskürtecektir. Siyasi iktidarın bundan böyle gerek Emniyet’te, gerek yargıda, otonom, eşit iktidar talep eden yapılara müsaade edeceğini sanmıyorum. Hükümete gelince. Mevcut kriz üzerinden hükümet poliste, yargıda karşımıza çıkan bu tür otonom yapıların işleyiş biçimlerinin, polisin savcıların yönlendirmesi; polis-adliye ikilisinin büyük politikalarda kapsam kararları vermesinin, buralardaki hukuksuzluklar ve demokratik eksikliklerin farkına varmışsa, bunu tersine çevirecek güce sahiptir. Bu konuda bazı adımlar atacağını, mesela özel yetkili savcılık müessesesinin işleyişinden çok da memnun olmadığını biliyoruz. Ama yapması gereken pek çok iş var. Adli kolluk denen mekanizma bu ülkede kurulmak, polis savcıya bağlı çalışmak zorunda. Ayrıca çok ciddi bir sorun daha var: İstihbarat. Her türlü istihbarat biriminin sürekli takip gücü onlara tıpkı bir zamanlar MGK’nın yaptığı gibi, devletin önüne hazır politikalar sunma gücünü veriyor. Dolayısıyla hükümet istihbaratın demokratik denetimini sağlayabilir ki bu zor da bir iş değil. Son olarak, sürmekte olan Ergenekon, Balyoz, KCK gibi davalar ve onların türevlerindeki hukuk eksikliklerinin, ihlallerin tashih edilmesi son derece önemli. Bunu yargı sürecine müdahale etmeden yapmanın yolları muhakkak vardır. Oradaki yargıç ve savcı dokusunu olabildiğince yeniden yapılandırarak adımlar atmak mümkündür. Bazen kimi koalisyon ve ittifakların bitmesi, oralardaki aşırılıkların da törpülenmesi anlamına gelebiliyor. Açıkçası ben hükümetin hukuksuzlukları törpülemesini temenni ediyorum.MİT: “İfadeyle ilgisi yok”Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarlığı, İstanbul Bölge Başkanlığı’ndaki görev değişikliğinin “yeni olmadığını” bildirdi. İstanbul Bölge Başkanlığı’ndaki görev değişikliği kapsamında Bölge Başkanı İ.N.’nin merkeze alınırken, yerine A.D.’nin atandığı kaydedildi. MİT kaynakları, görev değişikliğinin yeni olmadığını belirterek, atama kararnamesinin kurum tarafında Ocak ayında gönderildiğini, görev değişikliğinin ise Şubat ayı başında gerçekleştiğini bildirdi. MİT kaynakları, atamanın KCK soruşturması kapsamında MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın da aralarında bulunduğu MİT mensuplarının ifadeye çağrılması süreciyle ilgisinin bulunmadığını kaydetti.
Yeni Şafak gazetesi yazarı Ali Bayramoğlu’yla MİT krizini veAKP-Gülen cemaati ilişkisinin dününü ve geleceğini konuştuk...Yeni Şafak gazetesi yazarı medyada MİT krizi üzerine en özgün ve kapsamlı değerlendirme yapan isimlerden biri olarak dikkatleri çekti. Biz de kendisiyle bu krizin ve dolayısıyla AKP-Gülen cemaati ilişkisinin dününü, bugününü ve yarınını tartıştık: AKP ile Gülen cemaati arasında bir çatışma olduğunu düşünüyor musun?Evet, düşünüyorum. İşe “Neden çatışma var” meselesinden başlamak gerekiyor. Bunun içinse biraz geriye gitmek lazım. 2002 ile 2007 arasında bir yanda AK Parti reformlar yaparken eski düzenin kurumları olan asker, yargı ve üniversiteyle bir tür süngü savaşına girmişti. Diğer yanda 1999’da yurtdışına çıkmak zorunda kalan Fethullah Gülen’e yakın emniyetçilerin 2002-2003 yıllarındaki Sarıkız, Ayışığı gibi kendi varlıklarını da özellikle hedefleyecek askeri darbe girişimlerini saptadıkları, buna bağlı olarak cemaatin sosyolojik ve yarı-politik dokusundan çıkıp çok daha aktif bir örgütlenmeye gittiklerini, yani kendilerini agresyon içinde savunmaya yöneldiklerini görüyoruz. İşte cemaatteki bu yönelişle AK Parti’nin askerle karşı karşıya kalışının paralelliği, zaten tabii olan ama bu koşullarda çok daha pekişen bir işbirliğine yol açtı. Ben ikisini 27 Nisan muhtırasının buluşturduğunu düşünüyorum...27 Nisan’ın önemli bir rolü oldu ama öncesi de var. Dediğim gibi 2003-2004 yıllarında Şener Eruygur zamanında jandarma kökenli bazı darbe girişimlerinin tezgahlandığı bilgisi bazı polis mahreçli internet sitelerinde dolaşıyordu. Yani iki güç de asker, yargı, üniversite gibi eski düzenin kurumlarına karşı paralel kavgalar veriyordu. Ayrıca siyasi iktidar o dönemde ne askere, ne MİT’e güvenemeyeceği için yönelebileceği tek kurum polisti. Sonunda polis içindeki bu yapılanma ile AK Parti’nin arayışları buluştu. 27 Nisan muhtırası bunu çok daha güçlendirdi. Nitekim açık savaşın başlama noktası 27 Nisan muhtırasıdır. Ardından AK Parti’ye kapatma davası, Ergenekon davası gibi karşılıklı salvolarla bu kavga sürdü.Her ne kadar mecburen ortaya çıkmış olsa da bu ittifakın başarılı olduğunu görüyoruz. Sonuçta askeri vesayet büyük ölçüde geriletildi, hatta tasfiye edildiğine inananlar da var...Muhakkak, meşruiyetlerinin temelinde de bu başarı var. AK Parti, bugün eleştirilen özel yetkili savcılık ve mahkemeler düzenlemesiyle, buradaki aktif yapılanmayla yol alabildi. Bu ikili açıkçası Türkiye’nin sivilleşme, geçmişle yüzleşme sürecinde çok önemli, tarihi roller oynadılar. Demokrat kamuoyundan da büyük destek gördüler. Ancak şunu da belirtmeliyim. Bence bu aktif yapıyı sadece cemaat üzerinden tanımlamak doğru değil. O emniyet-yargı yapısında çeşitli katmanlar var. Örneğin sosyolojik bir doku var, Orta Anadolu kökenli, müteddeyyin ve orta-alt sınıflardan gelen hakim ve savcıların elde ettikleri güçle geçmişte maruz kaldıkları toplumsal ve siyasal tahkir arasındaki elektrikli ilişkiler var. Ancak burada örgütlenmesi, çekim gücü ve ana dalga olması itibariyle ve sahip olduğu stratejilerle itici güç elbette cemaattir.Ben yazılarında cemaat yerine “otonom yapı” kelimesini özellikle bu nedenle kullandım. Ayrıca tabii şu da var: Gülen cemaatini bir polisiye grupmuş gibi ele almak hiç doğru değil. Bu cemaatin milyonlarca üyesi var, pek çok insan bu olaylardan tümüyle uzak, hizmet uğruna malını, mülkünü veriyor, bu meseleyi evladından bile öne alıyor. Onları tahkir etmek hiç de doğru değil. Nitekim cemaat benim gözümde her zaman Türkiye’de İslami hareketin modernleşmesinin; İslam ile Batı, İslam ile teknolojinin bir tür sentezinin ve yeni Türk muhafazakârlığının köklerinin oluşmasının bir aracı oldu, hâlâ da böyle. Bugün sorun bu dokunun cemaat olma sınırlarını aşması, politik olarak aktif hale geçmesidir. Çünkü bir yerden sonra sosyolojik örüntü, doku gölgede kaldı ve politik yön ön plana çıktı.Bu özellikle Gülen cemaati gibi bir cemaat için çok tehlikeli bir durum değil mi?Elbette tehlikeli. Kontrol dışı bir doku oluşuyor. Güçlü olduğunuz emniyet, adliye ve mülki amirliklerdeki kişi profiliyle oralarda üretilen politika, sıkça cemaatin istediği ve söylediğinin ötesine geçecek araçlar üretebilir. Bir polis sadece cemaat menbusu değil, bakışıyla da bir polistir. Şunun farkına varmalı cemaat: güçlenme, yayılma, kadrolaşma arayışı güvenlik birimleri ve stratejileriyle yapılıyorsa, kendisini kontrol eden, uygulamalarla tanımlayan doku olmaya başlıyor. Dahası cemaatin siyasi alandaki genel görüşleri asayiş mantığına endeksleniyor. Yani polisiye düşünmeye teslim oluyor. Ve cemaat son dönemlerde olduğu gibi ülkede ciddi bir otoriterleşme kaynağı olmaya başlıyor. Bu, Gülen’i seven pek çok insanı tedirgin edecek bir durumdur. Sonuç olarak cemaat içinde, adeta kontrol dışı mekanizmalar ürettiği düşünülebilir. Son krize baktığımızda “Neden bu çılgınlık?” diye soramadan edemiyor insan. Çünkü bu bir intihar. Bu sorunun üç cevabı olabilir. Birincisi, son derece merkezi bir otorite var ve bu otorite son derece planlı bir şekilde, adım adım giderek bu hamleleri yapıyor. Ancak senin de yazmış olduğun gibi, Fethullah Gülen’in fazlasıyla işin merkezinde olduğunu kabul etmekle birlikte cemaatin çok büyük ve geniş bir network (ağ) olduğunu ve bu networkün de kişilere geniş inisiyatif imkanları sağladığını düşünüyorum. Böyle olunca ikinci cevap çıkıyor karşımıza. Buna göre polisteki yapılanmanın attığı her adım cemaatin diğer parçalarını bunun arkasında durmaya sevk ediyor. Üçüncü alternatif de MOSSAD, Ergenekon gibi üçüncü aktörlerin sürece dahil olmasıdır ki bu bana hiç ikna edici gelmiyor. Cemaatten yana bildiğimiz kalemler, basın grupları, isimlerin sanki tek bir tornadan çıkmış gibi ortak bir davranış kodu içinde olmaları ilk iki ihtimali daha öne çıkarıyor.Cemaat Meclis’e girmek istedi ama AKP müsaade etmediPeki bu ittifak neden bozuldu ya da en azından çatırdamaya başladı?Evet, bir dönem askere ve eski düzene karşı el ele bir mücadele verildi. Burada pek çok hata yapılmasına rağmen, hukuki eksiklikler ve demokrasiye ters düşen durumlar olmakla birlikte takip edilen kişiler, takip edilen suçlar, Türkiye’nin geçmişi, yaşadıkları ve gelecekten beklentiler noktasında öyle bir meşruiyet hali ürettiler. O dönemde senin de dahil olduğun kimi arkadaşlar endişelerini ifade ediyorlardı; benim gibi bakanlarsa bu tür aksaklıkların olduğunu teslim ediyor, eleştiriyor ama mekanizmanın doğru istikamette çalıştığını savunuyordu. “Ne oldu da buradan oraya geçildi?” sorusuna kendi açımdan şöyle bir cevap veririm: Meşruiyet sınırları aşıldı. Bir yerden sonra devlet içinde mücadele eden bir güç, mücadelesini demokratik ilkeler ya da ortak bir proje etrafında yapmayıp aynı zamanda kendi gücünü artırmak ve bazı kişisel hesaplarını görmek için yürütmeye başladı. Böylece ciddi bir meşruiyet sorunu doğdu.Nasıl bir meşruiyet sorunu, biraz daha açabilir misin?O mücadeleyi sürdüren emniyet-yargı-siyasi iktidar bloğu, bunu yaparken kendi konumunu güçlendirmek ve kendi aralarındaki ilişkilerde pozisyon almaya yönelik bir strateji de izlemeye başladı. Üç yönü vardı bu stratejinin. Önce orduyu tuş aşamasına getirip öyle tuttuğu müddetçe güçlenen, KCK gibi operasyonlarla ve güvenlik diliyle daimi hale gelen bir güç ürüyordu. İkincisi kendisine yönelik eleştirileri cezalandırmaya, yetkisini bu istikamette kullanmaya başladı. Bunların bir kısmı gazeteci, bir kısmı devlet memuruydu. Mesela Hanefi Avcı. Hiç kimseye kefil değilim ama bu olayda biliyorum ve hissediyorum ki Avcı gibilerin başına gelenler bu palazlanmayı görüp ona dikkat çekmelerinden, bunu yüksek sesle dile getirmelerinden kaynaklanıyor. Aynı şey Ahmet Şık ve Nedim Şener’in de başına geldi. İşte burada artık bardak iyice doldu, hatta bizim için taştı. Ama iktidar için taşmamıştı. Çünkü iktidar kuvvetli bir biçimde Ergenekon sürecinde herhangi bir esneklik olması durumunda makaranın geri sarmasından endişe ediyordu. Dolayısıyla bu önemli ittifakın onlar için tali olan bu tür nedenlerle bozulması söz konusu değildi.Üçüncüsü son MİT krizinde olduğu gibi bu gücü devlet içinde kritik bölgelere yayılmak için araçsallaştırdı. Kürt politikası burada kritik bir rol oynadı, daha doğrusu büyük iç çakışmaya vesile oldu. Zira malum yapının gücü, Büşra Ersanlı, Ragıp Zarakol olayları, KCK operasyonları üzerinden iş Kürt politikasını uygulamada tanımlamaya kadar uzandı. İşte o noktadan itibaren asıl sorun başladı. Kürt politikasında ve genel demokratikleşme konularında Başbakan’ın etrafında daha meşruiyetçi bir anlayış ve ekiple, bu KCK operasyonlarını sürdüren ve her operasyonla biraz daha protein alan ve siyasi olarak konumunu belirleyen cemaat merkezli grup arasında bir kopuş yaşanmaya başladı. Daha çok cemaatin hakim olduğu alandaki anlayış KCK üzerinden Türkiye’de bir tür otoriterleşme eğiliminin kaynaklarından biri olarak tebarrüz etmeye başladı. Bu durum mevcut kadrolaşmadan zaten rahatsız olan Beşir Atalay, Sadullah Ergin, Hakan Fidan gibi insanlar tarafından iyice fark edilmeye başladı. Kürt meselesine bakışta aralarında çok büyük farklar olmasa da, politikaların belirlenmesi, uygulama ve kimi tutuklamaların iktidara verdiği zararlar gibi nedenlerle bir kopuş yaşandı. Bu fikri kopuş olmaktan çok, yer kapma savaşıydı. Yer kapma, pay isteme meseli önemli. Örneğin bildiğim kadarıyla cemaat Meclis’e girmeye çalıştı ama AK Parti buna çok müsaade etmedi. Yer kapma savaşında Başbakan’ın etrafındaki, kendisine engel olan güvenlik danışmanlarını hedef almaya başladı bu yapı. Cemaate çok yakın kalemlere baktığımız zaman Beşir Atalay’ı hedef aldıklarını görüyoruz. Çünkü Atalay, İçişleri Bakanı iken aşırı güç kullanımından tedirgin olan aktörlerin başında geliyordu ve tasfiyelere doğru hamleler yaptı, hatta bir-iki de tasfiye gerçekleştirdi. Hakan Fidan’ı hedef alıyorlardı çünkü MİT’in yeni politikaları, yeni konumunun Başbakan nezdindeki gücü ve cemaat mesafeli duruşu, sorgulanmasına neden oldu. Kamu Güvenliği Müsteşarı Murat Özçelik’e yönelik de bir memnuniyetsizlik vardı.Burada şu çok önemli, daha önce söyledim, bu çerçevede, güvenlik politikaları, güvenlik gücü ve dili cemaatin mücadelesinde varoluş aracı haline dönmeye başladı ve ciddi bir şekilde otoriterleşmeye özdeş hale geldi. Örneğin hükümet çevresinden ne zaman demokratikleşmeye yönelik bir niyet beyan edilse bu tür adımların demokratikleşmeye değil, Ergenekonculara yarayacağı şeklinde bir algı yaratıldı. Özetle seçimlerden sonra güvenlik bürokrasisi içinde kimin nerde olduğu bir kavgaya yol açmaya başladı.YARIN: Krizin geleceği
ERDOĞAN-GÜLEN İLİŞKİSİ: DÜN/BUGÜN/YARIN-5Gülen hareketi bir başarı öyküsüdür ama tarihinde başarısızlıklar da vardır. MİT krizinin büyük bir stratejik hata olduğu kanısındayım. Sanıyorum Fethullah Gülen, hareketini kademeli bir şekilde bu çizgiye çekecek ve bu stratejik hatayı telafi edecektir.Yaklaşık bir yıldır, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmalarına doğrudan orantılı bir şekilde, yabancıların (gazeteciler, diplomatlar, akademisyenler ve diğerleri) Fethullah Gülen cemaati (isterseniz “hareketi” veya yeni önermeyle “camiası” da diyebilirsiniz, fark etmez) hakkında sorularına muhatap oldum ve bunların hiçbirini cevaplandırmadım. Herhalde korktuğumu düşünmüşlerdir; nitekim bir Fransız gazeteci bunu yüzüme de söyledi. Ahmet’in o veciz sözünün (“Dokunan yanar arkadaşlar”) yanlış olduğunu ileri sürecek değilim, çünkü en azından Ahmet ile Nedim’in durumları ortada. Ama şahsen yanmaktan değil yanlış yapmaktan korktuğum için o soruları cevapsız bıraktım. Çünkü Gülen cemaati hakkında “kötü” şeyler duymak istedikleri her hallerinden belli olan bu soru sahiplerinin büyük bölümünün, çok yakın zamana kadar bu oluşum hakkında “aşırı olumlu” görüşleri, hatta onunla çok sıcak ilişkileri olduğunu biliyordum. En azından ortada ciddi bir samimiyet sorunu vardı. Daha önemlisi, gazeteciliğe başladığımdan beri, yani 27 yıldır, bu hareketi dışardan yüklenmeye çalışılan “aşırı olumlu” ve “aşırı olumsuz” anlamların ötesinde anlamaya ve anlatmaya ve özellikle bu hareket üzerine çeşitli hesaplar yapan odaklardan uzak durmaya çalışıyorum. Bu, sanıldığı kadar kolay bir şey değil. Hele başta da söylediğim gibi bazı etkili kişi, kurum ve odakların Gülen cemaatine bakışlarının çeşitli nedenlerle sürekli değiştiği düşünülürse. Örneğin meslek hayatımın ilk yıllarında Gülen’in “Amerikancı ılımlı İslam’ın Türkiye şubesi” olduğuna beni ikna etmeye çalışan İslamcılardan ya da sırf bu konu üzerine yazdığım için beni medyadan, solculuktan ve/veya laiklikten aforoz etmeye kalkan meslektaşlarımdan bazılarının ne zamandır bu camiaya sığınmış olduklarını görüyorum.Bu uzun girişten sonra konumuza dönelim: Fethullah Gülen, 20. yüzyılın son çeyreğinde Türkiye’ye damgasını vurmakla kalmadı küresel bir hareketi yoktan var etti. Bu hareketin, Müslüman Kardeşler, Rabıta, Tebliğ Cemaati gibi diğer uluslarötesi İslami yapılanmalardan en önemli farkı, dini değil eğitimi ön plana çıkarması; böylece sadece Müslümanlara değil her inançtan insanlara seslenebilmesidir. Bu hareketin 21. yüzyılda da etkisini kaybetmemesi, tam tersine sürekli güçlenmesine bakarak tam bir başarı öyküsüyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Kuşkusuz bu başarı kolay elde edilmemiştir ve ana öznesi Fethullah Gülen’in kendisidir. Onun ilk günden itibaren her adımını özenle attığını, her öğrencisini bizzat yakından kontrol ettiğini biliyoruz. Bu vesileyle “Hocaefendi iyi ama çevresinde kötü unsurlar olabilir” şeklindeki akıl yürütmelerin pek fazla geçerli olduğunu düşünmediğimi belirteyim. Hiç kuşkusuz her geçen gün daha da büyüyen bu yapı içinde çok ciddi hatalar yapan kişiler olmuştur, olacaktır, ama kimsenin tüm camiayı zan altında ve zor durumda bırakacak yanlışlar yapma hak ve imkanları olduğu kanısında değilim.Yalnız şu noktanın altını çizmeliyiz: Yer kürenin dört bir tarafına dağılmış ve medya, eğitim, sağlık, ticaret, bürokrasi gibi birbirinden farklı alanlarda çalışan isimler harekete ne kadar bağlı olsalar, merkezi disipline sonuna kadar riayet etseler de aralarında görüş ve bakış ayrılığı olması son derece doğaldır. Güncel bir örnek verelim: Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı yeni anayasada Kürtçe eğitime kapı aralanmasını savunurken, güvenlik bürokrasisinde yer alan veya onlara yakın olan bazı isimler “hangi Kürtçe?” gibi artık anlamı kalmamış bir soruya sırtlarını dayayıp bu tür önerilere bir tür bölücülük muamelesi yapabiliyor. Yine sözünü ettiğimiz vakıf gayrımüslimlerle olabildiğince diyalog geliştirmeye çalışırken, başkaları hoşlarına gitmeyen insanları “kripto Ermeni” veya “kripto Yahudi” gibi ayrımcı sıfatlarla yaftalayabiliyorlar.Gülen hareketi bir başarı öyküsüdür ama tarihinde başarısızlıklar da vardır. Bana göre bunların en çarpıcılarından biri 28 Şubat sürecinin başlarında geliştirilen, ama bir süre sonra sıra kendilerine gelince yanlış olduğu anlaşılan, diğer İslami yapıların uğradığı mağduriyetlere kayıtsız kalma stratejisidir. Son MİT krizininse çok daha büyük bir stratejik hata olduğu kanısındayım. “Gülen hareketini, belki de tarihindeki en büyük hataya ne sevk etmiş olabilir?” diye sorulacak olursa öncelikle AKP hükümetinin ve tabii ki Erdoğan’ın gücünü yanlış hesapladıklarını; buna bağlı olarak AKP’nin kendi desteklerini asla riske atmak istemeyeceğini düşünmüş olduklarını söyleyebilirim.Ancak esas sorun, AKP ile Gülen hareketinin Türkiye’ye bakışlarında ciddi bir kopuş yaşanması ve cemaatin de bu kopuşu kabullenmeye yanaşmamasından kaynaklanıyor. Şöyle ki askeri vesayetin tasfiyesi için polis-özel yetkili mahkemeler işbirliğiyle yürütülen operasyonlar hep birlikte öne çıkarıldı. Ama belli bir aşamadan sonra hükümetin ülkeyi “normalleştirmek” istediğini, ama diğer tarafın operasyonları sonlandırmak bir yana hayatın her alanına el atmaya giriştiklerini gördük. Şike soruşturması bunun en açık örneğidir.Polis-savcı-yargıç üçgeninde kotarılan operasyonların giderek yeni tür bir toplum mühendisliğine dönüştüğü imajı ve bunun içerde ve dışarda doğurduğu tepkiler hükümeti bir süredir rahatsız ediyordu ki MİT krizi bardağı taşıran damla oldu. (Bu süreçte epey fonksiyonel olan, medyaya iliştirilmiş bazı isimlerin son günlerde Ergenekon vb. yapılardan çok AKP hükümetini hedef tahtasına oturtuyor olmaları hiç şaşırtıcı olmasa gerek. İçlerinden bazılarının Erdoğan’a nasıl siyaset yapması gerektiği konusunda şantajvari tavsiyelerde bulunmaları en hafif deyimle, insanı gülümsetiyor.)Birileri çoktan “yiyorlar birbirlerini” diye ellerini oğuşturuyor olabilir ama AKP hükümetiyle Gülen hareketinin bu krizin kronikleşmesinin önünü birlikte almaları imkansız değil. Bu da ancak, devlet içindeki Gülen camiasına mensup etkili isimlerin artık devrin değiştiğini kabul etmeleri, ülkenin normalleşmesini engellemekten vazgeçmeleriyle olacağa benzer. Sanıyorum Fethullah Gülen, hareketini kademeli bir şekilde bu çizgiye çekecek ve bu stratejik hatayı telafi edecektir.Daha söylenecek çok şey var ancak bu diziyi bir yerde bitirmemiz lazım. Son olarak yıllardır dile getirdiğim çağrıyı tekrarlamak istiyorum: Gülen hareketi bir an önce şeffaflaşmalıdır. Bu yaşanmaksızın Türkiye’nin normalleşmesi mümkün olacağa benzemiyor. -BİTTİ-
ERDOĞAN-GÜLEN İLİŞKİSİ: DÜN/BUGÜN/YARIN-4Karşılıklı “aramıza kimse giremez” mesajlarınıdaha sık işiteceğe benzeriz ama her iki taraftandeğişik konularda gelecek adımların gerisinde yatan mesajlar çok daha belirleyici olacak...Dün Başbakan Erdoğan, MİT olayı hakkında ilk kez konuştu ve “Hiç kimse kriz duasına çıkmasın. Kimse kaos çatışma hayalleri kurmasın. Bu ülkenin tüm kurumları, tarihte hiç görülmedik biçimde uyum ve motivasyon içinde görevlerini yapıyorlar. Ne devletin kurumları arasında ne de bu milletin evlatları arasında bir anlaşmazlık yoktur ve olamaz” dedi. Daha önce de konuyla ilgili görüş bildiren iktidar partisinin tüm sözcüleri bir kriz yaşanmadığının altını çizmişlerdi. Hatta Hüseyin Çelik, Ömer Çelik, Bekir Bozdağ, Yalçın Akdoğan gibi isimler, adını vererek Fethullah Gülen cemaatiyle aralarında herhangi bir sorun olmadığında ısrar ediyorlar ve tam da tarif etmedikleri üçüncü şahısları (odakları) aralarına nifak sokmaya çalışmakla suçluyorlar.Hükümeti ve/veya Gülen hareketini (içerde ve dışardaki) sevmeyenlerin, hatta onlara düşmanlık besleyenlerin son yaşananlardan ziyadesiyle memnun oldukları, aralarındaki çatlağın daha da büyümesi için ellerinden geleni yapacakları aşikârdır. Lakin, her iki tarafın (AKP ve Gülen cemaati) birden kaybediyor olmasından hareketle sorumluluğu üçüncü şahıslara (MOSSAD, Ergenekon ve diğerleri) atmaya, böylece taraflar arasında herhangi bir anlaşmazlık olmadığını kanıtlamaya çalışmak fazla inandırıcı değil.Nitekim Erdoğan’ın dünkü konuşmasının en çarpıcı cümlesi olan “Hiçbir zaman seçilmişleri atanmışlara kul etmeyiz” iddiası, kendisinin ortada herhangi bir kriz olmadığı yolundaki sözlerini gölgeliyor. “Atanmışlar” derken savcıları kastettiği açık da “seçilmişler” kim? Tabii ki ne Hakan Fidan, ne de diğer 4 eski ve yeni MİT yöneticisi. Bu sorunun cevabı AKP ve onun kurduğu hükümet, hatta bu partili milletvekillerinin oyuyla seçilmiş Cumhurbaşkanı Gül’dür.Hatırlayalım, Fidan ve diğerlerinin “şüpheli” sıfatıyla ifadeye çağrıldığı ve kendilerine Öcalan ve PKK ile görüşmelerin de sorulacağı öğrenildiğinde, burada esas hedefin başta Erdoğan olmak üzere AKP hükümeti olduğu şeklinde yorumlar yapılmıştı. Bir süre sonraysa Gülen cemaatine yakın bazı isimler bu iddialara karşı “Ne alakası var. Savcılar KCK içinde karışık işler çeviren MİT elemanlarını soruşturuyor, hükümet politikalarını değil” şeklinde savunmalar geliştirmişti.Muhtemelen gazetelerin çoğunun bugün başlığa çıkaracağı bu cümleden hareketle, Erdoğan’ın esas hedefin kendisi olduğu şeklindeki yorumları benimsediği sonucuna varabiliriz. Dolayısıyla son günlerde siyasi iktidara yakın olduğunu bildiğimiz bazı isimlerin, “yargı darbesi”, “yargı vesayeti”, “7 Şubat müdahalesi” gibi kavramsallaştırmalara gitmelerinin, hatta bazılarının son krizi TSK’nın 27 Nisan (2007) müdahale girişimiyle kıyaslamasının hiç de boşuna olmadığını anlıyoruz.Başbakan yaşananları “münferit” olarak tanımlıyor ancak bugüne kadar hiç kimse olup bitenlerden şahsen savcı Sadrettin Sarıkaya’yı sorumlu tutmadı; tutmaya çalışanlar da onu bir şekilde bazı iç ve dış odakların yönlendirmiş olabileceği yolunda komplo teorileri geliştirdi.Bu krizi hemen hükümet-Gülen hareketi arasındaki çekişmeyle ilişkilendirmek hiç de şaşırtıcı değildi, çünkü uzun süredir, özellikle özel yetkili mahkemeler ekseninde Gülen hareketinin bilgisi dahilinde bir tür polis-savcı-yargıç üçgeni kurulmuş olduğu ve bu durumun giderek hükümeti de rahatsız ettiği olduğu yolunda iddialar vardı. Kriz patlak verir vermez, daha savcıya bir şey olmadan İstanbul’daki üç polis şefinin kızağa alınması (daha sonra devamı da geldi) bu teoriyi güçlendirdi. Daha önemlisi, yakın bir zaman kadar birçok konuda elele hareket etmiş olan bazı medya kuruluşları ve gazeteciler arasında çarpıcı bir bölünme yaşandı. (Meraklısına yakın zamandaki bir yazımı hatırlatırım: http://haber.gazetevatan.com/Haber/424742/1/Gundem )İktidar partisi sözcülerinin temkinli açıklamalarına ve Fethullah Gülen’in Başbakan’a yolladığı sıcak geçmiş olsun mesajına rağmen, her iki tarafın eli kalem tutanları, sanki uzun bir süredir bu anı bekliyorlarmış gibi yoğun bir savaşa giriştiler. Savcıların (ve onlarla birlikte hareket eden polislerin) tezlerinin ve bazı iddialarının, hiç de adı “cemaatçi”ye çıkmamış anaakım medyanın bazı organları ve bazı popüler gazeteciler tarafından dolaşıma sokulması bu savaşı daha enteresan kıldı.Dün de yazdığım gibi, Türkiye’nin en azından son beş yılına damga vurmuş olan bir “kendiliğinden ittifak”ın çatırdamasıyla başlayan yeni tür iktidar savaşlarının en çarpıcı örneklerinden birine tanık olmaktayız. Karşılıklı “aramıza kimse giremez” mesajlarını daha sık işiteceğe benzeriz ama her iki taraftan değişik konularda gelecek adımların gerisinde yatan mesajlar çok daha belirleyici olacak.Gülen hareketi üzerine görüşlerimi yarınki (ve muhtemelen son) yazıya saklıyorum, ancak bugünkü yazıyı bitirirken şunu söylememe izin verin: Üçüncü şahısların fazla heyecanlanmalarının gereği yok, bu krizin geleceğini yine her iki taraf belirleyecektir. Bunu barışarak mı, yoksa savaşarak mı yapacaklarını göreceğiz. Şahsen, gelinen bu noktada Gülen hareketinin geri adım atma ihtimalinin daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Ama yıllarca nice emek vererek kazanmış oldukları mevzileri hiçbir şey elde etmeden terk etmelerini beklemek de gerçekçi olmayacaktır.Evet, yarın devam edelim.
Erdoğan-Gülen ilişkisi: DÜN/BUGÜN/YARIN-3Ergenekon sürecinde yaşanan kimi kırılmaların bu ittifaka gölge düşürdüğünü biliyoruz. Prof. Türkan Saylan olayı bunlara bir örnektir amahükümeti en çok zorlayan gelişmenin Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmaları olduğu açıktırÖzel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya’nın başta Müsteşar Hakan Fidan olmak üzere eski ve yeni 5 MİT yöneticisini “şüpheli” sıfatıyla ifadeye çağırmasıyla patlak veren krizle birlikte, kimi zaman açık ama genellikle üstü örtülü bir şekilde dile getirilen, Gülen cemaatinin devlet içinde güçlü bir şekilde örgütlenmiş olduğu iddialarını yeniden tartışmaya başladık. Yıllardır ülkenin gündeminde olan bu iddiaların AKP iktidarıyla birlikte daha da arttığını biliyoruz ama bu sefer yeni bir durumla karşı karşıyayız: İktidar partisi çevreleri, daha önce yaşandığı gibi bu tür iddiaları yalanlama yarışına girmiyor; hatta bazen örtük, bazen aleni bir şekilde Gülen hareketinin devlet içindeki unsurları aracılığıyla hükümete politika dayatmak istediğinden şikayet ediyorlar.Aslında yazı dizimizin dünkü bölümünde izah etmeye çalıştığımız AKP hükümetiyle Gülen hareketi arasındaki “kendiliğinden ittifak”ta ilk kez sorun yaşanmıyor. Yani MİT krizi bir bakıma, Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu’nun saptadığı gibi “bardağı taşıran damla” olmuştur. Her ne kadar bu ittifak en çok, askeri vesayeti tasfiyeyi hedefleyen Ergenekon, Balyoz ve benzeri davalarda başarı göstermişse de en ciddi ihtilaflar da aynı süreçlere bağlı olarak yaşandı. Kimisi emekli, kimisi muvazzaf yüksek rütbeli bazı subayların soruşturmalara dahil edilmeleri ve/veya tutuklu yargılanmaları çerçevesinde yürütmeyle yargı arasında zaman zaman çıkan anlaşmazlıkları bu bağlamda değerlendirmek gerekir ki bunların son örneği İlker Başbuğ’un, devletin en tepesinden gelen itirazlara rağmen tutuklu olarak ve Yüce Divan’da değil Özel Yetkili Mahkeme’de yargılanmasıdır.Ergenekon sürecinde yaşanan kimi kırılmaların da bu ittifaka gölge düşürdüğünü biliyoruz. Prof. Türkan Saylan olayı bunlara bir örnektir ama hükümeti en çok zorlayan gelişmenin Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmaları olduğu açıktır. Konuyla yakından ilgilenen biri olarak, AKP’lilerin ezici bir çoğunun başından itibaren Şık ve Şener olayından ve buna bağlı olarak basılmamış kitapları toplatan ve gazetecileri yargı yoluyla susturmaya çalışan hükümet imajından son derece rahatsız olduklarını biliyorum. Bu imajın, AKP ve Erdoğan’ın Ortadoğu’da “rol model” olma iddialarına ciddi bir şekilde gölge düşürdüğünüyse hep birlikte gözlüyoruz.Kürt ve PKK sorunlarının nasıl çözülmesi gerektiği konusunda da her iki kanadın, kimi zaman mutlak bir şekilde ortak hareket ediyor görünseler de çok farklı, hatta zıt görüşlere sahip olduklarını da biliyorduk ki son MİT krizi bu farklılıkların ne derece hayati olduğunu kanıtladı. Her ne kadar sonradan, savcının tek amacının KCK’ya sızmış bazı MİT unsurlarının yasadışı faaliyetlerini soruşturmak olduğunda ısrar edilse de MİT’çilerin davetiyle esas olarak hükümetin PKK ve Öcalan’la görüşme politikalarının masaya yatırılmak istendiği açıktır. Bu durum, hükümete yakın bazı kişilerin de vurguladığı gibi siyasetin üzerinde bir “yargı vesayeti” kurma arayışı olarak görülebilir.MİT krizi olağanüstü bir jeopolitik ortamda patlak verdi: Suriye’de iç savaşın ve buna bağlı olarak dış askeri müdahalelerin eli kulağında; İran nükleer krizi hiç de olumlu seyretmiyor; Irak’ın yeniden kaotik bir ortama sürüklenmesi muhtemel ve genel olarak bakıldığında Ortadoğu’da mezhep temelli yeni çatışmalar yaşanabilir. Ve AKP hükümeti, önceki siyasi iktidarlardan farklı olarak bu gelişmelerin hiçbirine karşı kayıtsız kalmak istemiyor, hatta bunların herbirine müdahil olmak arzusunda. Hal böyle olunca MİT’e son derece kritik görevler düşüyor.MİT deyince Hakan Fidan için ayrı bir parantez açmak lazım. Bu son kriz de gösterdi ki Fidan, gerek Cumhurbaşkanı Gül, gerek Başbakan Erdoğan, gerekse Dışişleri Bakanı Davutoğlu için asla vazgeçilmeyecek bir isim. Bunda başta İran sorunu olmak üzere sözünü ettiğimiz konulardaki donanımından ziyade, devletin tepesine vermiş olduğu güven duygusunun belirleyici olduğu açık. Özetle, güvenlik bürokrasisi içinde AKP iktidarının en güvendiği ismin Fidan olduğunu bu kriz bize bir kere daha gösterdi.Öte yandan Mavi Marmara olayının ardından Erdoğan ile Gülen’in İsrail’e bakışlarında çok önemli farklılıklar olduğunu öğrenmiştik. Ayrıca Gülen cemaatine yakın yayın organlarında son dönemde Suriye ve İran konusunda çıkan haber ve yorumlara baktığımızdaysa hükümetin hayata geçirmeye çalıştığı dengeli politikaların epey uzağında, bu ülkedeki rejimlerin bir an önce alaşağı edilmesine yönelik yaklaşımların öne çıktığını görüyoruz.Yine de MİT krizinin ardında İsrail ve MOSSAD başta olmak üzere bazı yabancı ülkelerin veya kurumların doğrudan parmağını aramanın doğru olduğu kanısında değilim. Bu yaşanan krizden içerde ve dışarda çok kişi, kurum ve devlet istifade etmiş olabilir ancak buradan hareketle onların parmak izlerini bulmaya çalışmak fazlasıyla komploculuk olacaktır.Çünkü bu kriz, Türkiye’nin son beş yılına damga vurmuş bir ittifakın çatırdamasının ve buna bağlı olarak yaşamaya başladığımız “yeni tür iktidar savaşları”nın doğal ama yine de şaşırtıcı bir sonucudur.YARIN-Farkındayım, ilk gün, dizinin üç gün süreceğini belirtmiştim ancak daha söylenecek çok şey var. Bu nedenle krizin geleceğini tartışmayı yarına erteleyelim.
27 Nisan olayı AKP hükümetine TSK ile doğrudan hesaplaşmayı daha uzun süre erteleyemeyeceğini açık bir şekilde gösterdi. Artık, bu konuda çok uzun bir süredir hazırlıklar yapmış olan Gülen hareketiyle iş ve güç birliğine gitmeleri kaçınılmazdı ve öyle oldu28 Şubat süreci hem Milli Görüş, hem de Gülen hareketine çok ağır darbeler indirdi. Fakat bu darbelerin söz konusu hareketlerin kaderlerine farklı etkileri oldu. Şöyle ki, Milli Görüş bölündü: RP’den sonra Fazilet Partisi’nin de kapatılmasıyla, Recep Tayyip Erdoğan’ın başını çektiği “yenilikçi” kanat ayrılıp AKP’yi kurdu. Gülen hareketiyse, tam tersine “ricat” (geri çekilme) halinde olmasına rağmen birlik ve beraberliğini daha da güçlendirdi.Dünkü yazımızda sözünü ettiğimiz Erbakan-Gülen rekabeti bağlamında konuşacak olursak; 28 Şubat’ın kaybedeni Erbakan, kazananıysa Gülen oldu. Fakat Erbakan’ın kaybetmesi Milli Görüş’ün toptan kaybetmesi anlamına gelmiyor. Çünkü her ne kadar eski gömleklerini çıkardıklarını söyleseler de AKP’lilerin yıllardır ülkeyi tek başına yönetiyor olmaları 28 Şubatçıların hezimeti, Milli Görüş’ün de bir bakıma zaferidir.Türkiye son beş yıldır, 28 Şubat’ta çile çekmiş olan bu iki kesimin (AKP ve Gülen hareketi) güçlerini birleştirip geçmişin hesabını sormalarına tanık oluyor. Tabii ki bu süreçte yalnız değiller. İçerde ve dışarda çok sayıda kişi, çevre, grup, cemaat... kimi zaman farklı, kimi zaman ortak saiklerle bu sürece dahil oldular. Sonuçta, ilk bakışta AKP hükümetiyle Gülen hareketinin bir ittifakı olarak görünen şey aslında çok daha geniş çaplı bir koalisyondur.Ama öncelikle neden geç kalındığı, adına ister ittifak, ister koalisyon, ister işbirliği, ister başka bir şey deyin, sözünü ettiğimiz birlikteliği neden AKP iktidarının ilk yıllarında çıplak gözle gözlemediğimiz sorusunu sormamız gerekiyor. Benim bu soruya cevabım iki şıklı olacak: 1) Geçmişten gelen ve 28 Şubat’ta perçinlenen rekabet ve karşılıklı güven eksikliği; 2) Askerin ve kendilerinin gücünü tam olarak kestirememek.Daha açık söylemek gerekirse, tıpkı içerde ve dışardaki birçok kişi gibi hem AKP, hem de Gülen cemaati de TSK’nın demokratik sürece müdahale edip etmeyeceğini; ederse başarılı olup olmayacağını kestiremiyordu. (Daha sonra ortaya çıkarılan darbe girişimleri de bu kaygıların hiç de boşuna olmadığını gösterdi.) Dolayısıyla söz konusu iki taraf da TSK’yı gereksiz yere ürkütüp tahrik etmemek için son derece dikkatli adımlar atıyordu. Ne var ki AKP hükümeti ile Gülen cemaati arasındaki ilişkilerin normalin altında bir düzeyde seyrediyor olması, her iki hareketin de ayrı ayrı güçlenmesine engel olmadı; hatta tam tersine güçlenmelerini kolaylaştırdığını da düşünebiliriz.Sonuçta, 2007 Nisan ayının başında, yani bundan yaklaşık beş yıl önce, yine Vatan Gazetesi’nde yazmış olduğum gibi, Türkiye’de iktidar çekişmenin iki değil üç ana aktörü olduğu ortaya çıktı. Bu yeni durumu AKP hükümeti, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ve Fethullah Gülen cemaati üçgeni olarak tarif etmiştim.MİT krizinin, bu üçgenin unsurlarından birinin, yani TSK’nın iyice devre dışı kalmış olmasının doğal ama yine de beklenmedik bir sonucu olduğu kanısındayım. Fakat şimdilik bu konuyu bir kenara bırakıp beş yıl öncesine ve o dönemin ana akötlerine dönelim.1) AKP tabii ki Gülen cemaatine daha yakındı. Ancak onunla özdeşleşerek TSK ile fazladan sorun çıkarmak istemiyordu.2) Gülen cemaati de AKP hükümetinin geleceği belirsiz olduğu için “partilerüstü” konumunu korumaya çalışıyor, kendi bağımsız gündemine uygun strateji ve taktikler geliştiriyordu.3) TSK üst kademelerinin düşman algısında Gülen cemaati, AKP ve diğer İslami yapıları, hatta PKK’yı da sollayarak en üst sırada yer alıyordu. Kulislerde TSK’nın Gülen hareketine yönelik topyekûn bir harekat planladığı konuşuluyordu.Ama sonunda ava giden avlandı. TSK Gülen cemaatini etkisizleştirecek herhangi bir güçlü hamle yapamadan, bu hareketin alabildiğine aktif bir şekilde yer aldığı bir süreçle iktidar mücadelesinde devre dışı kaldı, tasfiye edildi. Burada dönüm noktası Şemdinli Davası olabilirdi, fakat hükümet ürkek davranınca yaklaşık bir buçuk yıl, yani 27 Nisan 2007 gecesi Genelkurmay Başkanlığı sitesine o meşhur muhtıranın konulmasını beklemek gerekecekti.27 Nisan olayı AKP hükümetine TSK ile doğrudan hesaplaşmayı daha uzun süre erteleyemeyeceğini açık bir şekilde gösterdi. Artık, bu konuda çok uzun bir süredir hazırlıklar yapmış olan Gülen hareketiyle iş ve güçbirliğine gitmeleri kaçınılmazdı ve öyle oldu. Yani Erdoğan ile Gülen’in yollarını kesin bir şekilde yeniden birleştiren kişi dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’tan başkası değildi.İş ve güçbirliği derken tarafların masa başında müzakereler yapmasını, protokoller imzalamasını kastetmiyorum. Zaten bu iki hareket doğalarının farklı olması, yani birinin siyasi bir parti, diğerinin toplumsal bir hareket olması nedeniyle bu türden bildik bir ittifak teknik olarak da mümkün değildi. Sonuçta ortaya çıkan “kendiliğinden ittifak”ta esas olarak Gülen hareketinin medya kuruluşlarıyla oralarda görev yapan bazı kişilerin bir tür kolaylaştırıcı işlevi görmüş olduklarını söyleyebiliriz.Bu işbirliği ilk meyvesini 2007 genel seçimlerinde verdi. AKP’nin yüzde 47 gibi yüksek bir oy oranına ulaşmasında, yıllarca epey işlerine yaramış olan “partilerüstü” imajlarını açıkça riske atan Gülen hareketinin katkısı hayli yüksekti. Ama hareketin siyasi tarafını en bariz biçimde belli etmesi 12 Eylül referandumunda olmuştur. Referandumda elde edilen başarı da her iki tarafta da yaptıklarının doğru olduğu düşüncesini güçlendirdi.Referandumdan kısa bir süre sonra yapılan genel seçimlerde AKP’nin yüzde 50’yi aşmasını, ülkede askeri vesayetin ölüm ilanı olarak nitelemek yanlış olmayacaktır. Ne var ki bu büyük seçim zaferinden kısa bir süre sonra yeni iktidar bloğunun iki ana bileşeni, AKP ile Gülen hareketi arasında sorunlar çıktığı söylentileri ortalığı kapladı. Taraflar daha bunları yalanlamaya fırsat bulamadan MİT krizinin patlak vermesiyle iddialar yepyeni boyutlar kazandı. Bunları yarınki bölümde ele alalım.Erbakan-Gülen buluşmasıYazı dizimizin ilk bölümünde “Gülen Erbakan ile hiç biraraya gelmedi” diye yazmıştık, ancak bir okurumuz ikilinin 21 Nisan 1996 günü, yani Erbakan’ın başbakan olmasından birkaç ay önce Özel Samanyolu Liseleri tarafından düzenlenen 1. Ulusal Matematik Olimpiyatı ödül töreninde bir araya geldiklerini hatırlattı. Ankara’da Yükseliş Koleji Spor Salonu’nda gerçekleştirilen törende Erbakan, “Fethullah Gülen Hocama teşekkür ediyorum. Sadece Türkiye’de değil, Müslüman Türk devletlerinin evlatlarının da inançlı yetişmesi konusunda büyük çaba sarf ediyor. Bu toplantıyı düzenleyenlerden Allah razı olsun” diye konuşmuş. Düzeltir, özür dilerim. (İlgililer şu bağlantıdan detayları öğrenebilir: http://tr.fgulen.com/content/view/46/11/)
Erdoğan-Gülen ilişkisi dün/bugün/yarın-1BAŞLARKEN...Bu dizide MİT krizini daha iyi anlamakta yardımcı olabileceğini düşündüğümüz bazı bilgi ve yorumları üç gün boyunca okurlara sunmak istiyoruz. Dizimizin başlığına Recep Tayyip Erdoğan ile Fethullah Gülen’i çıkarmış olmamız tabii ki bu iki şahsiyet arasındaki kişisel ilişkileri masaya yatıracağımız anlamına gelmiyor. Zaten bu ikilinin yanyana olduğu bir fotoğraf bile bulmak zor. Buna karşılık her ikisinin liderliğini yaptıkları hareketler (her ne kadar biri esas olarak siyasal, diğeri esas olarak toplumsal olsa da) özellikle son 5 yılda sık sık yan yana geldi, birlikte hareket etti ve Türkiye’yi birlikte dönüştürdü. Fakat bir süredir bu ittifakın çatırdamakta olduğuna dair söylenti ve iddialar güç kazanmaya başladı ve MİT kriziyle birlikte bu konu tüm ülkemin gündeminin merkezine yerleşti. Başlığında da anlaşılacağı gibi bu dizide önce “dün”e bakacak, bu amaçla 1970, 80 ve 90’lı yılları hatırlayacağız. “Bugün” bölümündeyse, özellikle 2007 seçimleriyle birlikte ortaya çıkan ittifakın MİT krizine kadarki serüvenini tartışacağız. Sonuncu “yarın” bölümünde de MİT krizinin ve buna bağlı olarak Erdoğan ve Gülen hareketleri arasındaki ilişkilerin geleceği hakkında bazı değerlendirmeler yapmak istiyoruz.En büyük yol ayrımı28 Şubat sürecinde yaşandı, 10 yıl sonra da TSK yüzünden birleşti... Erdoğan liderliğindeki AKP ile Gülen’in öncülüğündeki hareket Türkiye’ye damga vuracak bir işbirliğini hayata geçirdi. Temelleri AKP’nin iktidara gelmesiyle atılmış olan ama 27 Nisan 2007 muhtırasının tetiklemesiyle netlik kazanan bu ittifakın öyküsünü birkaç gün masaya yatıracağız...Fethullah Gülen Recep Tayyip Erdoğan’dan 11 yaş büyük. Gülen 1960 sonları ve 1970 başlarında İzmir’i merkez alarak Nurculuk kökenli yeni bir İslami hareketin temellerini atarken Erdoğan bir İmam Hatip Lisesi öğrencisi olarak Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki Milli Görüş hareketiyle irtibatlıydı. Dolayısıyla Gülen ile Erdoğan arasındaki ilişkiyi anlamak için öncelikle Erbakan ile Gülen arasındaki ilişkiyi irdelemek lazım.Öncelikle Erbakan’ın siyasete hep sıcak bakmış olan Nakşibendilikten, Gülen’in de siyasete mesafeli olmaya çalışmış Nurculuktan geliyor olmalarını akılda tutalım. Öyle ki Gülen’in Nurcu hareketin gövdesinden kopmasında, bu hareketin Adalet Partisi’nin peşinde aşırı politize olması hayli etkili olmuştur. Hatta sırf bu nedenle Gülen ve onu izleyen gençlerin ilk yıllarda AP yerine Erbakan’ın liderliğindeki Milli Nizam Partisi-Milli Selamet Partisi’ne daha fazla sempati duymuş oldukları söylenir. Fakat bu durum çok belirleyici olmadı, zaten uzun da sürmedi. 1970’lerin ortasından itibaren Gülen hem kendisini, hem takipçilerini siyasetten tamamen koparıp başta eğitim olmak üzere toplumsal alanlarda hummalı bir kurumsallaşmaya yöneldi.Bu faaliyetler kısa sürede meyvesini vermeye başlayınca Gülen ve cemaati İslami kesim içinde hızla ünlendi; kimi zaman ilgi ve merak, kimi zaman da endişe ve kuşku konusu oldu. Örneğin İran devrimiyle özellikle gençlerde yaşanan radikalleşme geleneksel İslami yapıları da bir şekilde etkisi altına almaya başladığında, bu gelişmenin önüne çıkan engellerden biri de Gülen cemaati oldu. Gülen’in “devrimci İslam”a karşı iç ve dış odaklar tarafından kayırıldığı yolundaki sayısız komplo teorisinin herhangi bir değeri bulunmuyor. Buna karşılık Gülen’in nerdeyse yoktan var ettiği hareket, içinden çıktığı geleneksel Nurculuk’tan ziyade Milli Görüş’ün, Gülen’in kendisi de bir nevi Erbakan’ın alternatifi olarak öne çıktı, en azından böyle bir algı oluştu.Bir süre İslamcıların iç meselesi muamelesi gören ve fazla merak uyandırmayan bu (en hafif deyimiyle) “rekabet”, 1994 yerel seçimlerinde Refah Partisi’nin (RP) elde ettiği zaferle birlikte tüm Türkiye’nin ilgisini çekmeye başladı. Şöyle ki RP’nin siyasi yükselişine neredeyse paralel olarak Gülen hareketi de toplumsal, ekonomik ve kültürel alanlardaki “sessiz ve derinden” gelişimini belli bir noktaya getirmişti ve artık aleni bir şekilde kamuoyunun karşısına çıkmaya hazırdı. Sonuçta RP’nin siyasi yükselişini durdurma karşısında giderek daha da çaresizleşen iç ve dış odakların büyük bölümü Gülen hareketine, bir nevi “can simidi”ymiş gibi sarıldı. Gülen’i RP ve Erbakan’ın temsil ettiğini düşündükleri “radikal İslamcılık”ın bir tür “panzehiri” olarak gördüler ve onun “ılımlı” yorumlarının egemen olması için ellerinden geleni yaptılar.Böylesi bir atmosferde Gülen’in fahri başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın peşpeşe gelen faaliyetlerine medya, iş, sanat, kültür dünyasından birbirinden ilginç isimler katılırken diğer İslami çevrelerin bir bölümü bunları belli bir mesafeden ve kuşkuyla izlemeyi tercih etti. Gülen’in diğer dinlerle başlattığı ve Papa ziyaretiyle taçlanan diyalog faaliyetleriyse genel İslami camiada tam bir kırılma yarattı.Cemaat kendini ısrarla “siyasetler üstü” olarak tarif ediyor ve yurtiçi ve dışındaki okullarını öne çıkarıyordu ancak Gülen’in kendisi Bülent Ecevit, Tansu Çiller, Alparslan Türkeş gibi dönemin önde gelen siyasetçilerle düzenli görüşmekten geri kalmıyordu, fakat Erbakan ile hiç biraraya gelmedi.Ama en büyük yol ayrımının 28 Şubat sürecinde yaşandığı açıktır. TSK’nin post-modern darbesini olabildiğince az zararla atlatmak isteyen Gülen, ilk darbeyi yiyen RP ve bazı İslami oluşumlarla dayanışma içine girmek yerine kendisinin onlardan tamamen farklı olduğunu vurgulamayı (daha doğrusu vurgulamaya çalışmayı) tercih etti ancak sonunda sıra kendisine ve hareketine de geldi. Hatta yıllar sonra dönüp bakıldığında 28 Şubatçıların RP kadar, hatta belki de RP’den daha fazla Gülen cemaatini kendilerine düşman belledikleri, belki de bu yüzden onu sona saklamış oldukları anlaşılıyor.28 Şubat süreci zaten birbirlerine fazla güvenmeyen Milli Görüş ile Gülen hareketlerinin aralarının daha da açılmasına neden oldu. Fakat yaklaşık 10 yıl sonra, yine TSK yüzünden yollar birleşti; Milli Görüş gömleğini çıkartmış olduğunu söyleyen Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP ile Gülen’in öncülüğündeki hareket Türkiye’ye damga vuracak bir işbirliğini hayata geçirdi.- Temelleri AKP’nin iktidara gelmesiyle atılmış olan ama 27 Nisan 2007 muhtırasının tetiklemesiyle netlik kazanan bu ittifakın öyküsünü yarın ele alacağız.