Unutmak, Allah’ın insanlara bir lütfu mudur?

2 Şubat 2012

Geçenlerde bir aktarda alışveriş yaparken gözüme, “unutkanlığa birebir” diye reklamı yapılan bir tür kuru üzüm çarptı, denemek istedim. Dükkan sahibi, tarikat ehli bir dostumdur; bir yandan kuru üzümleri kesekağıdına doldururken diğer yandan “Unutmak Alalh’ın insanlara bahşettiği büyük bir lütuftur” diyerek kendi ekmeğiyle oynuyordu. “Yaşadığımız onca mutsuzluğu, acıyı unutamasaydık ne olurdu halimiz!” diyen dostuma ne cevap vereceğimi bilemedim ama o günden beri onun sözleri hep aklımda; hatta birçok kez unutma-hatırlama ikilemi üzerine yazmayı düşünüp erteledim, nasip bugüneymiş.Unutma-hatırlama-hatırlatma konuları üzerine yazmak kesinlikle fantezi değil zira siyasi gündemimizin ana ekseninde geçmiş; geçmişte yaşanan acılar; bunların sorumlularının saptanıp cezalandırılması; mağdurların zararlarının karşılanması; özür-af gibi konular var.Devletin Dersim katliamı nedeniyle özür dilemesi bu açıdan bir dönüm noktasıydı. 12 Eylül darbecilerinin yargılanma sürecinin başlaması da keza öyle. Sırada 28 Şubat, 27 Nisan gibi müdahalelerin olduğu söyleniyor ki olacağa benziyor. Şahsen tarihimizin bütün kara dönemleriyle hesaplaşılmasından yanayım, ama bu tepeden tırnağa bir hesaplaşma olmalı. Yani 12 Eylül’ün hesabı sadece Kenan Evren ve birkaç generalden sorulmamalı. Bugün “emir kulu” olma gibi bir bahanenin arkasında kendilerine dokunulmazlık sağlamak isteyen her türlü cunta işbirlikçisi de kapsama alanına alınmalı.Bu bağlamda Ergenekon soruşturmasının bir türlü Fırat’ın doğusuna taşınamaması örneğini hatırlatmak şart. Yargılanan birçok ismin Güneydoğu’daki yargısız infazlarla doğrudan ya da dolaylı ilişkisi iddiaları ortadayken davanın bu yönde geliştirildiğini görmüyoruz. Öyle ki Diyarbakır’da peş peşe kafatasları çıkarken, bunlarla bağlantılandırılan JİTEM’in kurucusu olmakla övünen bir kişi televizyonlarda canlı yayınlara çıkıp herkese küfürler edebiliyor, dezenformasyon faaliyetlerini sürdürebiliyor.Van, Uludere...Türkiye öyle bir ülke ki yaşadığımız onca şeyi aklımızda tutabilmek için yazının başında sözünü ettiğim kuru üzümden her gün avuç avuç tüketmemiz gerekebilir! Yaşandığında gerçek anlamda şok etkisi yaratan nice olay bir-iki gün içinde yeni şokların etkisinde unutulup gidiyor. Örneğin eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ne zamandır içerde. Devleti yönetenlerin baştaki “tutuklu yargılanmasın” ve “Yüce Divan’da yargılansın” çıkışlarının birer talimat değil temenni olduğunu, yargının bunlara kulak asmamasıyla öğrenmiş olduk ve o andan sonra da Başbuğ’u, dün iddianamesi ortaya çıkana kadar unutulmaya terk ettik.Türkiye’de halkın genellikle unutmaya meyyal olduğu söylenir, bir de buna egemen güçlerin toplumun hafızasına yaptığı iradi müdahaleleri eklerseniz durum daha da vahim bir hal alıyor. Örneğin Van depremi, daha doğrusu depremzede Vanlıların bu ağır kış koşullarında nasıl bir yaşam mücadelesi verdiği konusunda kapsamlı bilgilendirmelerden yoksunuz. İstisnaları hariç tutarsak, medyanın belli bir aşamadan sonra Van’a yönelik ilgisizliğinin, bu dramın toplum tarafından olabildiğince hızlı ve sorunsuz bir şekilde unutulmasına zemin hazırladığını rahatlıkla ileri sürebiliriz.Benzer bir şekilde Uludere Roboski faciasının, buram buram dezenformasyon kokan “haber” ve “analiz”in, bir de tabii siyasetçiler arasındaki polemiklerin malzemesi olmadan öteye gidememesi de son derece düşündürücü ve hüzünlendirici. Devletin Dersim konusunda gösterdiği özür bonkörlüğünü bu kez göstermemesi, sadece “derin üzüntü” ve maddi tazminatla yetinmesi de bu facianın neden unutulmaya terk edildiğini anlamamızda yardımcı olabilir.Bu yazıyı şöyle bitirelim: Unutmak gerçekten Allah’ın bir lütfu olabilir, ancak biz kullar da bazı şeyleri unutmamak, unutturmamakla mükellefiz.

Devamını Oku

‘Değer miydi 50 bin kişinin ölmesine?’

30 Ocak 2012

“Bu soruyu kendi kendime soruyorum” diyor Orhan Miroğlu ve yanıtını şöyle veriyor: “Herhalde değmezdi... Bu haklar demokratik mücadele yoluyla da savunulabilir ve elde edilebilirdi...”“Silahları Gömmek” (Everest Yayınları) kitabıyla, PKK ve Kürt sorunlarının çözümü konusunda özgün yaklaşımlar geliştiren Taraf gazetesi yazarı Orhan Miroğlu ile söyleşimizin bu bölümünde ağırlıklı olarak PKK ve Öcalan’ın, Miroğlu gibi bağımsız Kürt aydın ve siyasetçilerle ilişkisini ele aldık:-Bir zamanlar aynı partilerde birlikte çalıştığınız arkadaşlarla aranızda ciddi görüş farklılığı var. Bu kişisel ilişkilere de yansıyor mu?Yansıyor ve kişisel ilişkiler bitti. Bu anlamda partide olduğum zamanlar parti içinde hiç sorun yaşamadım. Partiden sorunlu bir şekilde de ayrılmadım. Ama son iki yılda İmralı’da Öcalan’a yönelik ve AK Parti’ye karşı takındığım tutum bakımından benim duruşum çok farklılaştı. Referandumda ‘Evet’ dememse bardağı taşıran damla oldu. Ergenekon sürecinde Ergenekoncuların Kürt hareketine ilgisiz kalmadığını yazdım. Bu yazılarımdan sonra PKK yöneticilerinden Mustafa Karasu bana “milletvekili olsaydı böyle mi düşünürdü?” diye cevap yazdı. Ben de Karasu’ya cevaben bir yazı daha yazdım. Bu şekilde de ipler koptu. Bu normal esasında, ama burada normal olmayan şu: O partinin kitlesiyle bizim gibi düşünenlerin temas etmemesi, bizim fikirlerimizin o kitle içerisinde herhangi bir tartışmaya sebep olmaması için büyük çaba harcıyorlar.-Ablukaya mı alıyorlar?Evet, değişik fikirlere karşı öyle yapıyorlar. Van’dan çok sevdiğim partili bir arkadaşım bana “Hem Taraf gazetesi hem de sizin yazılarınızı okumak yasak” diye mail atmıştı. Benim Uludere ile ilgili “Özür ve Kibir” başlıklı yazımı okumuş . Devlet ve hükümet adına özür dilenmesi gerekir demiştim. Bu yazıdan sonra yine mail attı ve “artık o yasağı deliyorum ve Taraf almaya başladım” dedi.-Kürt hareketinde AKP’ye karşı şaşırtıcı ölçüde alerjik bir durum gözledim. Buna karşılık CHP’ye bir ilgi var... Sizse AKP’ye hayli farklı bakıyorsunuz, onu Kürtler’in ve Kürt sorununun önemli bir parçası, önde gelen bir aktörü olarak görüyorsunuz.‘AK Parti başardı’AK Parti’yi sadece bölgede aldığı oy itibariyle değil, Kürtler’le devlet arasında, Cumhuriyet’ten bu yana kurulan siyasi ilişkiler bağlamında değerlendiriyorum. Dolayısıyla AK Parti’nin Güneydoğu’daki siyasi başarısının, 1999’da merkez sağ ve sol partilerin tabela partisi haline geldiği bir döneme tekabül ettiğine işaret ediyorum. Bu çok önemli bir şey. Bugün AK Parti’yi çıkarın, Türk siyasi hayatı bakımından, Doğu ve Güneydoğu’da ya da Kürt toplumu içerisinde, tutunabileceğiniz hiçbir şey kalmaz. Oysa ben bundan yana değilim. Sol gelenekten gelen biri olarak, sosyal demokrat bir partinin Kürt toplumunda böyle bir başarısı olsun isterdim. Ama bunu AK Parti başardı. AK Parti’nin Kemalizmle hesaplaşan bir parti olarak Doğu ve Güneydoğu’da güçlenmesi söz konusu. Dolayısıyla CHP’nin böyle bir şansının olamadığını söylüyorum. Kemalist paradigmaları kabul eden, Dersim’le yüzleşmeyi bile bin dereden su getirip erteleyen, AK Parti’nin tekeline bırakan bir CHP’den elbetteki umutlu olmak için bir sebep yok.- PKK’nın AKP’ye karşı tutumu hakkında ne düşünüyorsunuz?PKK’nın AK Parti’ye karşı tutumu, bir iktidar çatışması tutumudur. Her iki parti arasındaki iktidar rekabeti, Ak Parti’yi çözüm için, BDP’li Kürtler’in gözünde, muhatap aktör olmaktan çıkardı. Hâlâ aynı durum söz konusu. Zaman zaman belki haksız kelimelerle ifade etmiş olabilirim ama Kürt hareketinin sol grupların kuşatması altına girdiğini düşünüyorum. Bu kuşatma, Kürt hareketinin kendisini, Türkiye’de rakipsiz olan bir partiye karşı, hem kendi bölgesinde, hem Türkiye ölçüsünde bir iktidar alternatifi olarak görmesine yol açtı. Hata burada. Dolayısıyla 2007’den 2011’e kadar, o 4 yıllık süre, normal olarak geçseydi ve normalde her iki parti de bu işin çözümünde temel aktörler olduklarına dair güçlü bir inancı koruyabilselerdi, bugün yaşadığımız olmazdı. Bu rekabetin olması doğal. Ama PKK’nın şunu isteme hakkı yok: “Kürt toplumunu ben tek başıma yönetirim!”- Çok ilginç. Çünkü Kürt hareketi öteden beri, devletin kendilerini muhatap almamasından yakınır, halbuki siz şimdi Kürt hareketinin, devleti kontrol eden AKP’yi muhatap almamakta inat ettiğini söylüyorsunuz.‘1999’da siyaset yoktu’Aynen öyle. 1999’un tersi bir durum var. 99’da Öcalan’ın bu meseleyi çözmeye dair samimiyetinden hiç kuşku duymuyordum. Üstelik İmralı’daki işleyişe rağmen, böyle bir irade koydu ortaya. Yazdıklarına, savunduklarına baktığınız zaman, bu fikrin yüzde 100 doğru olduğunu görüyorsunuz. Ama Öcalan’ın karşısında çözüm isteyen bir devlet yoktu, siyaset zaten yoktu.- Şimdi var mı çözüm isteyen devlet?Tabii. Ordu ve bürokrasi içinde bazı gruplar hâlâ savaş istiyor olabilirler. Ama ben Kürt savaşını Türkiye’de ordunun ağırlıklı kesimi dahil artık kimsenin istemediğini düşünüyorum. Kürt savaşının devam etmesini isteyen birileri her zaman olacaktır... Ama koşullar çok değişti, siyaset kör topal da olsa, bu alana egemen olmak için ciddi bir çaba içinde. Yani Kürt savaşına bu devletin, Türkiye’nin daha doğrusu, ihtiyacı kalmadı diye düşünüyorum. Savaşı sürdürmek, onu zayıflatıyor. Üstelik askeri vesayet bir yanıyla zaten, artık aşı nma sürecinde. Bugüne kadar Kürt savaşı üzerinden korundu, ama sona gelindi artık ve bunun geriye dönüşü yok.- Kürt hareketi içinde silahı benimsemeyen Kemal Burkay, Şerafettin Elçi gibi bazı isimlerin Kürtlerin statüsü konusundaki talepleri PKK’nın çok ötesinde. Onların federasyon önermesi, PKK’nın demokratik özeklik dediği şeyin epey ilerisinde değil mi?Geçenlerde İstiklal Caddesi’nde, bir Kürt arkadaşla merhabalaştık. Anlattığına göre BDP’ye oy vermiş. Bana “Yahu değer miydi 50 bin kişinin ölmesine, 3 bin köyün haritadan silinmesine, sırf Kürtçe konuşacağız diye!” sordu.. Yüzüne bakakaldım ve “Vallahi ben de bu soruyu kendi kendime soruyorum” dedim.- Peki değer miydi?Herhalde değmezdi... Bu haklar demokratik mücadele yoluyla da savunulabilir ve elde edilebilirdi...-BİTTİ-PKK en iyi bildiği şeyi, yani susturmayı, tehdit etmeyi terk etmiyor bir türlü...‘Beni bakan bile yaptılar AK Parti’den!’- Siz, Kemal Burkay, Şivan Perver, hükümetle de görüşüyorsunuz bildiğim kadarıyla...Yanlış biliyorsunuz. Benim hükümetle şu ana kadar hiç bir görüşmem olmadı. Açılım sürecinde, yazarlarla yapılan toplantıya bir defa katıldım. Özel bir görüşmem olmadı. Şu ana kadar herhangi bir bakanla görüşmüş değilim. Bir tek istisnayla.Musa Anter cinayeti konusunda Sayın Beşir Atalay’la bir kez görüştüm ve onunla kanaatlerimi paylaştım, soruşturma ve failler konusunda endişelerimi paylaştım. Kürt meselesiyle ilgili görüşme ise bu olmadı. Görüşememek benden kaynaklanan bir şey değil. İsteyen herkesle görüşürüm..Ama böyle bir imaj var..Böyle bir imaj yaratılıyor. Benim Mardin’den AK Parti milletvekili adayı olacağım söyleniyordu. Beni bakan bile yaptılar AK Parti’den. Oysa ben zaten 2008’de DTP’nin kapatılma davası nedeniyle beş yıl siyasi yasak almış biriyim. AKP istese bile beni aday gösteremez. Ancak bağımsız vekil olabilirim.‘Kürt aydınları PKK’yı tasfiye edemez ki!’Şivan Perver, Rojin gibi bağımsız Kürt şahsiyetler hakkında ne düşünüyorsunuz?Bu değerli dostlarımızın siyasi bir kimlikleri yok. Sanat alanında etkili isimler. İnsanlar onların türkülerini dinlemek isterler, coşkularını hissetmek isterler. Fikirleri ve şarkıları susturmanın manası yok ve bu çok yanlış, çok yaralayıcı. Kemal Burkay, politik bir isim mesela. Fakat Kemal Bey’in Türkiye’ye gelmesinden sonra öyle bir hava yaratıldı ki, sanki 50-60 yıllık siyasetçi değil de, sadece Sezen Aksu’nun söylediği şarkıyı yazmış bir şair gibi lanse edildi. Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi’nin kurucusu, arkasından Kürdistan Sosyalist Partisi’nin genel sekreteri olmasına rağmen kimse ona bu soruları sormadı. Kemal Bey’in Türkiye’ye gelişinde bazı sıkıntılar oldu ama bunlar AK Parti’yle ilişkisi olduğunu göstermez. Sonra, olsa ne olur? O her şeyden önce, Kürt meselesi söz konusu olduğunda, federasyonu savunan sosyalist bir insan. Sonuçta Kemal Bey’in içinde politika yapmayı düşündüğü HAK-PAR seçimde koşulsuz BDP’yi destekledi. Şerafettin Elçin’in milletvekilliği talebi karşılandı, HAK-PAR’ın Milletvekili talebi oldu, kabul edilmedi ama yine de desteğini verdi. PKK kimi aydınlara ve sanatçılara neden bu kadar karşı?PKK’nın korkuları büyük. Bir çeşit paranoya... Yani bizim gibi insanlara olan yakalaşımında endişeler ve korkular öne geçiyor. En çok, tasfiye edilmekten korkuyorlar. Devlet bizi tasfiye ediyor korkusunun yanına, bizim gibi insanlardan korkmaları da ekleniyor. Oysa Kürt aydınlarının bugün için ne kimseyi tasfiye etmeye ne de yeni bir şey kurmaya fazla imkanları yok. PKK en iyi bildiği şeyi, yani susturmayı, tehdit etmeyi terk etmiyor bir türlü...‘Kürtler henüz hikayenin sonuna gelmedi’Kürtler ve Kürt siyasetinin geçmişle yüzleşmeye hazır olduğunu düşünüyor musunuz?Türkiye’de bugün kozmik odalara giriliyor, çeşitli davalar sürüyor. Bunlar Türkiye tarihi için devasa şeyler ama bu türden gelişmelerin Kürt hareketi söz konusu olduğunda da yaşanacağını sanmıyorum çünkü Kürt halkı için henüz hikayenin sonuna gelmiş değiliz. Bir PKK tarihi yavaş yavaş oluşuyor. Mesela Murat Karayılan son kitabında “Bizde kötü adamlar vardı kötü işler yaptılar” diyor. Hayır, bu kötü adam işi değil, bir sistem meselesidir. Kolektif işlerdir bunlar. PKK’da da böyle devletin bazı kurumlarında da. Bireylerin tabii ki sorumluluğu var ama bu sorunu onlar tek başlarına yaratmadı. Öte yandan PKK’ya sadece kriminal bir örgüt olarak bakmak bir tür psikolojik harptir. Çünkü bu harekete katılan insanların herbirinin bir hikayesi var. Bu hikaye ulusal taleplerden besleniyor. Ulusal taleplerin merkezinde bugün PKK değil TKSP (Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi) ya da KİP (Kürdistan İşçi Partisi) de olabilirdi. Bu sonucu çok değiştirmezdi. Devletin, başından beri istihbari anlamda ilişki kurmadığı bir Kürt hareketi yoktur. Ama bu işin maliyeti PKK’da çok yüksektir. Zamanında Dr. Şivan’ın (Sait Kırmızıtoprak) arkadaşlarıyla beraber Kuzey Irak’da infaz edilme hadisesinde bile MİT’in ve devletin rolü olduğuna inanıyorum ve bunu kitap ta da ima diyorum. Kürt toplumunda bir doğum olacaktı. Bana sor asanız Öcalan mı yoksa Şivan mı diye, benim gönlüm bu doğumu Dr. Şivan’ın yaptırmasından yanaydı.

Devamını Oku

‘Silahları Gömmek’ kitabının yazarı Orhan Miroğlu

29 Ocak 2012

Daha 13 yaşında, 1965 yılında Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) Batman mitingine katılmış olan Orhan Miroğlu, günümüz Kürt siyasi hareketinin öne çıkan isimlerinden biri. Kemal Burkay’ın liderliğini yaptığı sosyalist Kürt hareketi Özgürlük Yolu saflarında aktif olarak yer alan Miroğlu, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra tutuklanıp Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yattı. 15 yıllık cezasının 6.5 yılını tamamladıktan sonra yeni infaz yasasıyla 1988’de tahliye oldu. 1992’de Musa Anter’in hayatını kaybettiği saldırıdan yaralı olarak kurtuldu.Siyasi yasağı bittikten sonra HADEP’e giren Miroğlu, daha sonra kurulan DEHAP’ta insan hakları ve hukuktan; DTP’deyse dış ilişkilerden sorumlu genel başkan yardımcılığı yaptı. 2007’de DTP desteğiyle Mersin’den bağımsız aday olan Miroğlu az bir oyla, bir iddiaya göre sandık hileleri sonucu milletvekili seçilemedi. Seçimin ardından, çıkış hazırlıkları yapan Taraf Gazetesi’den teklif alan Miroğlu sonrasını şöyle anlatıyor: “Esasında hem gazetede yazabilir hem siyaset yapabilirim diye düşünüyordum ama Türkiye’de, bir Kürt siyaset adamı için bu pek mümkün değil. Gazete de bunu çok benimsemedi açıkçası. Gazete ile parti arasında bir tercih yapmam gerekti. Bu kararı tek başıma vermedim. Birkaç dostuma danıştım ve yazı yazmayı tercih ettim. Bunu da ilk olarak partiye açıkladım. Yani partiden herhangi bir politik sebepten ayrılmadım.”Ne var ki Taraf’ta kaleme aldığı yazılar Miroğlu’nun yakın zamana kadar birlikte siyaset yaptığı arkadaşlarıyla arasının açılmasına, daha önemlisi Abdullah Öcalan ve PKK’nın tepkilerine yol açtı; hatta Miroğlu alenen tehdit de edildi. Miroğlu ile yaptığımız söyleşide bütün bu konuları ele aldık. Ama sohbetimizin ana eksenini, Everest Yayınları’ndan çıkan Kürt sorununu anlama ve çözmede çok değerli gözlem ve tezler içeren son kitabı “Silahları Gömmek” ve orada ileri sürdüğü görüşler oluşturdu.‘Tarih PKK’ya, geçmişine karşı bir gelecek sunuyor...’Orhan Miroğlu: PKK’nın bundan sonra da Kürtlerin ve Türklerin hayatında olacağına inanıyorum. Beni diğer Kürt muhaliflerden ayıran da bu bakış açısıdır. Onlar PKK ile yola devam edilemeyeceğini düşünüyorlar. Ben belli bir kısım Kürt’ün PKK ile yola devam edeceği fikrindeyim ama bu haliyle bunun imkansız olduğunu düşünüyorum, kitapta da tarihin PKK geçmişine karşılık bir gelecek sunduğunu söylüyorum. Bu geleceği elde etmek değişimi kabul etmekten ve silahları gömmekten geçiyor- Kitapta Abdullah Öcalan Avrupa’da kalsaydı bambaşka bir ortam olurdu. Keşke kalsaydı diyorsunuz...Öcalan’ın Avrupa’da kaldığı süreci yakından biliyorum. Şu anda Öcalan’la sorun yaşayanlar bunun içinde Kemal Burkay ve Mahmut Baksi de var. Roma’da olduğu dönemde onunla iletişim kurdular. Öcalan Avrupa’da kalsa sadece PKK’nın lideri olarak kalmayabilirdi. Farklı çevrelerin etkisine açık hale gelebilirdi. Bir örgütle alakalı bir coğrafyada 15-20 yıl kalmak kabul edelim ki insan psikolojisinin iyi etkilemez. Bu yüzden Avrupa’da kalması silahları gömmek konusunda katkı sağlardı. Hem Avrupa’da kalıp hem PKK’nın geleneksel yapısını korumak pek mümkün olmazdı. Bugünkü haliyle veya Bekaa’dan yönetildiği haliyle bir PKK’ya Avrupa da izin vermezdi. Kürt Sorunu Avrupa Birliği’nin bir iç sorunu haline gelirdi. - AB niye istemedi bunu?Avrupa’nın çeşitli kurumları Kürt sorununu sadece bir insan hakları sorunu olarak gördü ve Avrupalılar, bu konuyu siyasi bir konu olarak gündemlerine almadılar. Öcalan’ın Avrupa’da kalması bu algıyı değiştirebilirdi. Ne var ki Türkiye de Öcalan’ın Avrupa’da kalmasını istemedi. Bugün ise İmralı’da geçen süreci Ergenekon’dan ayrı değerlendiremeyeceğimizi görüyoruz. Bu iki kere iki dört. O tarihin yarattığı sonuçları farklı yorumlayabiliriz ama belli ki İmralı tarihi, az çok Ergenekon’la iç içe geçmiş bir tarihtir. Mesela bir komutan Öcalan’a “Herkes ülke dışına çıkmasın, en az 500 PKK’lı kalsın” diyor. Sonra sorgucu komutanlardan bir başkası geliyor ve Öcalan’a, “Bu şiddette bir savaşla devlet sizi ciddiye almaz” diyor.‘Normalleşmeyi aramak lazım’- Kemal Burkay’ın da son günlerde dile getirdiği PKK ve Öcalan’ın derin devletle ilişkisi artık daha çok gündemde. Bu konuda kitaplar yazılıyor. AKP de bu konunun önünü açtı. Kitabınızda bu konuyu reddetmiyorusunuz ama bir yerden sonra bu konunun çok da anlamlı olmadığını söylüyorsunuz.Bu tartışmada Türk medyasının geleneksel bir tutumu var. Bizim gibi aydınlardan PKK’nın kötülüklerini veya PKK’nın kuruluş aşamasında olan tartışmalı şeyleri duymak istiyorlar. Yani bizim fikirlerimizi değil, sadece duymak istedikleri şeyleri duymak istiyorlar. Kemal Bey’in yaşadığı da biraz bu. Meselenin bu şekilde tartışılması hem Kürt aydınlarını zor bir duruma sokuyor hem de Kürt meselesinin barışçıl demokratik çözümüne katkı vermiyor. Böyle olunca PKK sadece kriminal bir örgüt olarak görülüyor, dolayısıyla çözüm de sadece güvenlik tedbirlerinde aranıyor. ABD’den ve Avrupa’dan daha fazla istihbaratla halledebiliriz diye düşünülüyor. Bu aşılması gereken bir mantık. Yanlış anlaşılmasın, PKK’nın tarihi tartışılmasın demiyorum. Kitabın önsözünde söylediğim gibi o dönemde değil MİT; CIA ve Mossad bile gelip Diyarbakır’da en az 10 tane örgüt kurabilirdi. Buna açık bir siyasi ortam vardı. Bunun sebebi hiç kuşkusuz devletin baskı politikalarıdır. Bu politikalar nedeniyle siyasi ortam, hep canlı ve her türlü gelişmeye açık kaldı. PKK’nın salt nasıl kurulduğunu tartışmak bu sebeplerden ötürü barışa bir katkı sağlamaz. Bu kuruluşun yarattığı siyasi sonuçlara bakmak ve normalleşmeyi aramak lazım. Yine de PKK’nın MİT tarafından kurulup kurulmadığı tartışmalarına en önemli katkının eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’ten geldiğini düşünüyorum. Sabah gazetesinin Öneş ile yaptığı söyleşide PKK’yı biz kurmadık dedi ama PKK içerisinde devlet adına çalışan bir grubun hep olduğunu da kabul etti.‘Bugün asıl kart Kürt hareketinin elinde’- PKK’yı ve Öcalan’ı ciddi bir şekilde eleştirmişsiniz ve bu eleştiriler özle ilgili eleştiriler...Ben eleştirilerimi değişim bağlamında yapıyorum. PKK’nın bundan sonra da Kürtlerin ve Türklerin hayatında olacağına inanıyorum. Beni diğer Kürt muhaliflerden ayıran da bu bakış açısıdır. Onlar PKK ile yola devam edilemeyeceğini düşünüyorlar. Ben ise belli bir kısım Kürt’ün PKK ile yola devam edeceği fikrindeyim ama bu haliyle bunun imkansız olduğunu düşünüyorum ve kitapta da, tarihin PKK’ya geçmişine karşılık bir gelecek sunduğunu söylüyorum. Bu geleceği elde etmek değişimi kabul etmekten ve silahları gömmekten geçiyor.- Her ikisini birlikte ve ayrı ayrı eleştirirken Öcalan’a ayrı bir önem veriyorsunuz. PKK’yı şu anda yöneten kadroya karşı bir umudunuz yok ama Öcalan üzerinden PKK’nın kendini yenileyebileceğini düşünüyorsunuz. Yanılıyor muyum?Bir yenilenmenin BDP’nin iç dinamikleri yoluyla sağlanabileceğini sanmıyorum. Çünkü elinde silahı tutanlar her zaman sivil hareketin ne yapması gerektiğine de karar verdiler. PKK kurumları çok farklılaştı. PKK eski PKK değil. Öcalan Türkiye’ye getirildiği zaman Türkiye’de HADEP vardı. Bugün DTK da KCK da söz sahibi artık. Sonra bir de işin diyaspora kısmı var.. KCK Kürt hareketinin ana damarlarından birini oluşturuyor. Bu problem nasıl aşılacak? Herhalde operasyonlarla aşılmayacak. Türkiye ve PKK siyasi tercihler yapacak. Tek taraflı bir siyasi tercih de mümkün değil. Mesela KCK meselesinde siyasi iklimin el vermesiyle birlikte Öcalan’ın KCK’nın en azından Türkiye’deki faaliyetlerine son verdirebileceğini ve tümüyle BDP’ye işaret edebileceğini düşünüyorum. O zaman yargılama sürecinde de savcılar delilleri görmezden gelirler ve belki pazarlık bile etmeden bu sorun çözülmüş olur. Yeter ki ılıman bir iklime girelim.- Bu ılıman iklimi kim kuracak? Açılımdan beri bu tartışılıyor. Her iki taraf da birbirini suçluyor. Ben her iki tarafında kollektif hatası olduğu kanısındayım...Haklısınız. Türkiye’nin demokratik zeminden uzaklaşmasının büyük hata olduğunu düşünüyorum. Uludere’nin yaşanmasının temel sebebi demokratik zeminden uzaklaşılmasıdır. Bu bazı güçlere cesaret vermiştir. Hükümet meseleyi yeniden güvenlik meselesi olarak kodladı. Özellikle de Silvan olayından sonra. Hükümet haklı mıydı, haksız mı? Bu ayrıca tartışılması gereken bir konu. Bence bugün asıl kart Kürt hareketinin elindedir, Öcalan’ın elindedir. Silvan saldırısına kadar genel mantık şuydu: ya talepler karşılanır ya da yeniden sizinle savaşırız. İşte bu mantığın değişmesi gerekiyor Bugün Öcalan çıkıp “Artık silahlı mücadele bir koz, bir imkan değildir” dese ki 1999’da bunu söylüyordu- oluşacak ılıman iklimi düşünün. Bunun 4-5 yıl sürmesi halinde Öcalan’ın özgürlüğü dahil her şey konuşulur bu ülke de. 2004’te yeniden savaş kararı alınmasaydı Öcalan bugün en azından ev hapsinde olurdu.Bölgede yaşananları anlattığımız zaman işin seyri değişir- Gerek KCK operasyonları, gerek Uludere faciası, gerekse kırsal alandaki operasyonların sürmesi, yani devletin baskıcı politikaları tekrar gündeme sokması PKK’ın silah bırakmamasına meşruiyet kazandırmıyor mu?Doğru ama ben yine de Kürt hareketinin buna saplanıp kalmaması gerektiğini düşünüyorum. Kürt hareketinin silah meselesini, hükümetin ona karşı politikalarına göre değil, Türkiye koşullarında şu an elinde bulunan siyasi imkanlarla ölçmesinden yanayım. Nedir bu imkanlar? 100 belediyeyi yönetiyor olmak. Ve üstelik bu yönetim meselesinde 15 yıla dayanan deneyim sahibi olmak. Kürtlerin kendi kendilerini yönetmesine ilişkin talep, 15 yıldır de facto biçimde de olsa az çok yerine gelmiş bir taleptir. Yasal altyapıda tabii ki aşılması gereken şeyler var. Sonra, 36 milletvekiline sahip olmak, bu sayının şiddetin tarihe karıştığı bir ortamda daha da artacağını gör ebilmek. Çoğulculuğu, iç demokrasiyi tesis etmiş bir Kürt hareketinin, sadece kimlik talepli bir hareket olmaktan çıkıp, Türkiye ile Ortadoğu’daki Kürt nüfus arasında da, siyasi mana da bir köprü olabileceğini anlamak, bunlara güven duymak, yani silaha değil. Kürt hareketinin değişimi buradan geçiyor.. Dolayısıyla biz eğer KCK operasyonlarına ya da bugünkü Kürt hareketinin karşı karşıya kaldığı baskılara, Uludere katliamına göre yorum yaparsak, elimizdeki bu saydığım imkanlara göre değil de devletin zulmune göre bir pozisyon almış oluruz. Aramızda silahla olan tarihsel ilişkiyi, bu çerçevede yorumlarız. Bu çerçevede yorumlarsak da benim sözünü e ttiğim kısır döngüden çıkamayız ve silahları gömmek mümkün olmaz. Öcalan ve PKK’lilerin şunu kavraması şart: Tarih PKK’ye, geçmişine karşı bir gelecek sunuyor...- Umudunuz var mı?Çok umutluyum. Bu umudu ifade eden, 8 tane kitap yazdım. Bir tek amacım vardı. Bu yaşadıklarımızı, Türk halkına anlatabilir miyiz diye düşünüyordum. O coğrafyada yaşananları anlattığımız ve birbirimize inanmaya, güvenmeye başladığımız zaman bu işin seyri değişecek...YARIN: - PKK benim gibi düşünenler abluka uyguluyor...- PKK ‘Kürt toplumunu ben tek başımayönetirim!’ deme hakkına sahip değil...

Devamını Oku

Zalimler için yaşasın cehennem

28 Ocak 2012

Bundan tam 31 yıl önce, 1981 yılının kışında İstanbul Gayrettepe’deki 1. Şube’de (diğer adıyla Siyasi Şube, günümüzde Terörle Mücadele) yüzlerce kişi sistemli bir şekilde işkence görüyorduk. İşkenceli sorgular üst katlarda yapılır, sorgusuna ara verilenlerden şanslı olanlar alt katlardaki hücrelere konulurdu. Bu hücrelerden, dolayısıyla bizlerden sorumlu olan polis memurlarının ezici bir çoğunluğu, herhalde sorguculuğa terfi etmek için olsa gerek, zalimlikte birbirleriyle yarışırlardı. Bu yüzden tuvalete gitmek, yemek yemek, su içmek gibi en temel ihtiyaçlarımızı temin etmek bile ayrı bir işkence fırsatı olabiliyordu.Ama istisnalar da vardı: Yaşı diğer polislere göre biraz daha ileri bir görevliyi, daha doğrusu onun gözyaşlarını hatırlıyorum. Belki kendisinin de o yaşlarda kız çocuğu vardı, belki de yoktu, hiç önemli değil; sözünü ettiğim görevli, maruz kaldığı ağır işkenceler nedeniyle arkadaşları tarafından tuvalete taşınan bir genç kızı gördüğünde gözyaşlarını tutamıştı.Dilsiz şeytanlar1. Şube’ye adımını attıkları andan itibaren sadece ve sadece kötülük, küfür, işkence, taciz görmüş olan insanlar için bu sahne bir tür mucizeydi. Nitekim kısa sürede bu kişi bir efsane haline geldi. Ve böyle ortamlarda hep olduğu gibi ilk kez kimin dile getirdiği belli olmayan bir söylenti genel kabul gördü: O polis Nakşibendiydi. Hızla yayılan bu rivayet bile, o tarihlerde Türk sosyalist solunun İslamiyete ne kadar mesafeli durursa dursun, ona bir şekilde sıcak baktığının kanıtıydı.Bu mucizevi sahne bir başka şeyin de kanıtıydı ve hâlâ kanıt olma özelliğini koruyor: İnsanlar “emir kulu” olsalar da, haksızlığa karşı durabilir, zulüm mekanizmalarının bir dişlisi olmayı reddedebilirler.Madem İslam konusuna girdik, yine İslami terminolojiyle devam edelim: Güvendiğim kaynaklarımın sahih olduğunu söylediği ama olmasa da sevmeyi sürdüreceğim bir hadise göre Hz. Muhammed “Haksızlığın karşısında susan dilsiz şeytandır” demiş. İşte, Nakşi ya da değil, 31 yıl önce benim ve birçok arkadaşımın yaşamında farklı bir pencere açmış olan o polis memuru, bir damla gözyaşının da, pekala nice sözcüğün yerini alabildiğini bizlere göstermişti.Geveze şeytanlarAlmanca’da bir terim var: Schadenfreude. Başkalarının başına gelen kötülüklerden zevk almak anlamına gelen bu sözcük günümüz Türkiyesi’nde altın çağını yaşıyor diyebiliriz. Haksızlık, zulüm karşısında susmak ne kelime, onu meşrulaştırmak için durmaksızın konuşan, sallayan, yalanlar, iftiralar üreten ve mazlumların, mağdurların halinden pornografik bir zevk alanları görünce insan tam bir kedere kapılıyor ve hemen aklına şu soru geliyor: “Bu kadar kötülüğü nerede, ne zaman ve niçin biriktirdiniz?”İnsanlık tarihi aynı zamanda zulümler ve onlara karşı direnişlerin tarihidir. Ve tarih zalimleri, onların cellatlarını, işkencecilerini, tetikçilerini değil zulme uğrayanları, ona karşı direnenleri, bu uğurda fedakârlıkta bulunanları yazmıştır. Uzaklara ve çok eskilere gitmeye gerek yok; yakın tarihimizin hayırla yad edilen hemen hemen tüm isimlerinin bir şekilde devletten (sistemden) kötülük görmüş olmaları bir raslantı olabilir mi?Tek bir örnek vermek istiyorum. Hayatı zindanlar, sürgünler, mahkemelerde geçmiş olan Bediüzzaman Said Nursi, 1909’da patlak veren 31 Mart Vakası nedeniyle tutuklanmış, idamla yargılandıktan sonra hakkında takipsizlik kararı verilince serbest bırakılmıştı.Onun mahkeme çıkışı söylediği şu sözün, tüm mazlumların bir tür sloganı haline gelmesi herhalde şaşırtıcı değildir: “Zalimler için yaşasın cehennem!”

Devamını Oku

Kemal Burkay: PKK’dan korkmuyorum

26 Ocak 2012

Kürt siyasetçi ve şair Kemal Burkay’ın geçtiğimiz Temmuz ayında 31 yıl aradan sonra Türkiye’ye dönmesi PKK’ya yakın çevrelerde rahatsızlık, PKK dışındaki Kürt hareketindeyse belli bir heyecan yaratmıştı. Bu çok anlaşılır bir şeydi çünkü genel kamuoyunun “şair” kimliğiyle bildiği Burkay, PKK’dan daha eski bir Kürt siyasi hareketinin (TKSP) uzun süre liderliğini yapmış ve bu sırada PKK’nın başını çektiği “silahlı mücadele” anlayışına, dolayısıyla PKK ile Abdullah Öcalan’a karşı tavır almış bir siyasetçiydi.Dolayısıyla PKK dışı Kürt hareketi denilince akla ilk gelenlerden olan Burkay’ın dönüşü sadece Kürt siyasetinin ilgisini uyandırmakla kalmadı. Özellikle iktidar partisi, Burkay’ın sürgününü sonlandırmasını memnuniyetle karşıladı. Bu bağlamda Egemen Bağış, Ertuğrul Günay gibi bakanlar kendisiyle bir araya geldi, hükümete yakın olduğu bilinen medya da Burkay’a ve onun görüşlerine geniş yer verdi. Öyle ki PKK çevreleri Burkay’ın dönüşünü bir “devlet (AKP) projesi” olarak değerlendirdiler.Bir aşamadan sonra Burkay’ın adı pek anılmaz, sesi pek duyulmaz oldu. Bunda hem PKK’nın kendisine karşı uyguladığı ambargonun, hem de AKP hükümetinin Kürt sorununun çözümü çerçevesinde herhangi bir olumlu adım atmamasının etkisi oldu. Siyasi iktidar bir yandan Burkay ve benzeri Kürt şahsiyetlerin önünü açmak istiyor, diğer yandan, onların Kürtleri, AKP iktidarının Kürt sorununu çözme konusunda iyiniyetli olduğuna ikna çalışmalarına yardımcı olabilecek herhangi bir somut girişimde bulunmuyordu.Burkay konusundaki sessizlik, TBMM İnsan Hakları Alt Komisyonu bünyesindeki Terör Alt Komisyonu’nun geçen hafta kendisini dinlemesiyle bozuldu. Burkay burada yıllardır değişik platformlarda dile getirdiği tezlerini tekrarladı, yani PKK’nın kurulup gelişmesinde devletin doğrudan dahli olduğunu, örgütün Ergenekon yapılanmasıyla koordineli çalıştığını söyledi. Burkay’ın bu çıkışı medyanın kendisini yeniden hatırlamasına yol açtı ve peş peşe verdiği mülakatlar PKK çevrelerini telaşa düşürdü. Daha önce Cemil Bayık, Duran Kalkan gibi PKK yöneticileri Burkay hakkında çeşitli suçlama ve hakaretler sıralamışlardı; son olarak Murat Karayılan adını vermemekle birlikte kendisini hedef aldı ve onu, hükümetin “Kürdü Kürde kırdırtma politikası”na uygun davranmakla itham etti.Karayılan ve diğer PKK’lıların Burkay’a yönelik hakaret ve tehditlerini aktarmak istemiyorum. Ancak bunların son derece ciddi olduklarını söyleyebilirim. PKK, tarih boyunca, hem başka Kürt gruplarından, hem de kendi içinden çok sayıda kişiyi sudan bahanelerle tasfiye etmiş olduğu için bu tehditleri önemsememek son derece yanlış olacaktır.Bu konuda düşündüklerimi yazmadan önce sözü Burkay’a vermek istiyorum. Kendisiyle uzun bir telefon konuşması yaptığım Kürt siyasetçi “Daha ülkeye döndüğüm andan itibaren bana karşı kuşkulu bir tavırları vardı, Meclis’te yaptığım konuşmayla birlikte bu alevlendi. Aslında ben Meclis’te PKK hakkında zaten bilinen görüşlerimi tekrarladım, gerçekleri anlattım. Eğer yanlışsam aksini kanıtlasınlar. Ama verecek cevapları olmadığı için hakaret ve tehdit yoluna başvuruyorlar” dedi.Burkay’a hükümetle ilişkilerini de sordum. Bu konuda son derece rahattı, şöyle konuştu: “Ben bir Kürt siyasetçiyim, Kürt sorununda bir tarafım. Diyalogtan yana bir kişiyim. Hükümet demek beni ve görüşlerimi ciddiye alıyor ki benimle görüşüyor. Ama hükümetle düzenli, sistemli bir ilişki içinde olduğum doğru değil.”Burkay PKK’nın Kürt siyasetinde tekel kurmak istediğini, bu nedenle geçmişte ve bugün gerek kendisini, gerekse birlikte hareket ettiği arkadaşlarını tehdit ettiğini vurguluyor ve sözlerini şöyle tamamlıyor: “Onlardan korkmuyorum!”Burkay korkmayabilir ama Kürt sorununun çözümünü samimi bir şekilde isteyen herkesin korkması, en azından endişelenmesi gereken bir durumla karşı karşıyayız. PKK’nın kendinden olmayan kişi ve gruplara tahammülsüzlüğünü bugün de sürdürüyor olması asla kabul edilebilir bir şey değildir. Burkay ve onun gibi, Kürt sorununda silahlardan bağımsız bir çözümü arayan kişilerin özgürlüklerini ve can güvenliklerini sonuna kadar savunmamız gerekiyor.

Devamını Oku

Kafatası cumhuriyeti

25 Ocak 2012

Diyarbakır İçkale’de yapılan kazılarda bulunan kafatası sayısı dün bu yazıya oturduğum sırada 23’e çıkmıştı. Sayı daha da artabilir çünkü JİTEM’den söz ediyoruz. JİTEM, bu ülkenin Kürt sorununu çözme iradesine ipotek koymuş olan çok sayıdaki resmi mekanizmanın en derinlerinden biriydı. Devletin en üst kademeleri tarafından yıllarca varlığı bile kabul edilmeyen ama bu ülkenin Kürt yurttaşları tarafından çok ama çok iyi tanınan resmi bir yeraltı örgütüydü.Bu kafatasaları, amirleri tarafından kendilerine limitsiz açık çek verilmiş olan bir grup gaddar ve sözümona “zeki”,”kurnaz” ve “işbitirici” subayın, yanlarına bazı itirafçı katilleri alıp Güneydoğu’da acımasız bir devlet terörü estirmiş olduklarının birer kanıtıdır. Öyle ki insanın aklına ister istemez şu geliyor: Diyarbakır gibi bir ilin göbeğinde bu kadar cesedi gömmeye cüret edebildiklerine göre kırsal kesimde kimbilir ne zulümlere imza atmışlardır!Şaşırtıcı ilgisizlikMedyada JİTEM kazılarıyla ilgili kaleme alınan yorumların hemen hepsi, haklı bir şekilde, kamuoyunun genel olarak bu vahim gelişmeye fazla ilgi göstermemesini sorguluyor.(Bu noktada dünkü Yeni Şafak’ta Ali Bayramoğlu’nun yazısını atlamışsanız, mutlaka bulup okumanızı öneririm.) İşin çarpıcı yanı, “Kürt kamuoyu” diye tanımlayabileceğimiz kesimler de, özellikle ilk günlerde, bulunan kafatasları konusunda fazla heyecan göstermediler. Daha sonra BDP çevrelerinden, devletin tesadüf eseri bu kafataslarını bulduğu, yoksa faili meçhul cinayetleri aydınlatma gibi bir iradesi olmadığı yolunda açıklamalar geldi. Söylediklerinde haklı olabilirler ama bu neyi değiştirir ki! Eğer savcılık kazıları sürdürüyor, kayıp ailelerin yardımları ve Adli Tıp’ın çalışmaları aracılığıyla kimlikleri saptamaya çalışıyorsa, bu süreci desteklemekten ve İçkale’nin bir örnek oluşturması için gayret sarf etmekten başka bir şey yapmanın anlamı olmasa gerektir.Fırat’ın doğusundaki ErgenekonErgenekon soruşturması ilk başladığında Güneydoğu’yu belirgin bir heyecan dalgası sarmış, Kürt düşmanlığıyla “derin devlet”in en has elemanı haline gelen bazı isimlerin tutuklanmasıyla heyecan doruğa çıkmış ama söz konusu yapının Fırat’ın doğusunda gerçekleştirmiş olduğu gayrımeşru işlerin soruşturmaya sahici bir şekilde dahil edilmemesiyle birlikte umutlar kırılmış, Ergenekon sürecine kuşkuyla bakılır olmuştu.Ergenekon Davası’nın Fırat’ın doğusuna neden tam anlamıyla uzanmadığı üzerine çok şey söylendi, daha da söyleneceğe benziyor. Şimdilik bu tartışmayı bırakıp İçkale kazılarının yaşanan bu tıkanmayı aşmada muazzam bir fırsat sunduğunu vurgulayalım. Eğer yargı görevini layıkıyla yaparsa İçkale’de elde edilen bulgulardan hareketle bir dönemin yasadışı uygulamalarıyla gerçek anlamda hesaplaşmanın zemini kolaylıkla oluşturulabilir.Tabii ki yargının sonuna kadar gitmesi, gidebilmesi için ortada çok güçlü bir siyasi iradenin bulunması gerekiyor. Eğer AKP hükümeti, JİTEM’in pisliklerinden sahici bir şekilde arınmak için kararlı bir şekilde davranırsa, hem Türkiye’yi daha ileri bir demokrasiye taşımış olur, hem de son dönemde kalplerini epey kırmış olduğu Kürtleri yeniden kazanma konusunda ileri bir adım atmış olur.

Devamını Oku

“Gerçeği hapsedemezsiniz!”

23 Ocak 2012

Hrant Dink davasının sonuçlanmasının ardından yazdığım yazıyı “Bakalım Nedim Şener neler anlatacak?” diye bitirmiştim. Dün Odatv duruşmasının öğlene kadarki bölümünü izledim. Verilen bir arada Nedim ile kısaca sohbet imkanımız oldu ve tabii ki kendisine hemen “Ne diyorsun Dink davasına?” diye sordum. Önce “İyi ki geçen duruşmada tahliye olmamışız. Sanki denge kuruluyormuş gibi bir görüntü oluşurdu” dedi ve ardından ekledi: “Dava öyle sonuçlandı ki, inan bana 10 kitap daha yazsam Hrant olayını bundan daha iyi anlatamazdım!”Türk basınında Dink suikastını tartışmasız en iyi bilen kişi olan, nerdeyse kendisini bu olayın aydınlatılmasına adayan Nedim’in kafası son derece net; bu kararın, suikastın ardındaki kişi ve odakların çabalarının ürünü olduğuna inanıyor. Nedim aynı zamanda, Dink olayı hakkında yaptığı araştırmalar, kaleme aldığı kitaplar yüzünden kendisine komplo kurulduğuna, bir yıla yakın süre tutuklu tutulduğuna da inanıyor.Nedim’deki değişim Nedim’i yıllardır tanırım. Şu tutukluluk günlerinin onu olumlu anlamda epey değiştirdiğini gözlüyorum. Cezaevinde alabildiğine zayıflamasına rağmen her duruşmada ayakları daha sağlam yere basan, kendine güveni daha da artmış ve kararlı bir Nedim’le karşılaşıyorum. Biz dışardakiler onların çok geçmeden tahliye olacaklarını umar ve düşünürken, Nedim son derece soğukkanlı ve gerçekçi, “bizi kolay kolay bırakmayacaklar” diyebiliyor. Ama hemen ardından şunu söylemeyi de ihmal etmiyor: “Beni içeri atabilirler ama gerçekleri hapsedemezler.”Son bir not: Nedim, Dink cinayetinde örgüt bulamayan 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kendisi hakkında daha önce almış olduğu bir kararı hatırlattı.Bilindiği gibi 6 Mayıs 2009 tarihinde “M. Yılmaz” imzasını kullanan bir şahıs polise bir elektronik posta posta göndererek Şener’in, Ergenekon’un prpoaganda biriminde çalıştığını ihbar etmiş, başvuru üzerine söz konusu mahkeme bu, daha kimin yazdığı dahi bilinmeyen (ve araştırılmayan) ihbara itibar edip Şener’in cep ve ev telefonlarının dinlemeye alınmasına karar vermişti.Geçen yazımdaki sözlerimi tekrarlamak istiyorum: Adalete değil arkadaşlarımıza güvenmeye devam edeceğiz.Son not: Duruşmanın öğleden sonraki bölümünü izlemedim ama sosyal medya sayesinde gelişmelerden anbean haberdar oldum. Nedim ek savunmasında bana söylemiş olduğu bazı sözleri tekrarlamış, bu arada aleyhine yazıp konuşan bazı isimleri anarak onların tanık olarak dinlenmesini istemiş. Onun haklı öfkesini anlıyorum ama bu türden meydan okumaların çok da gerekli olmadığını düşünüyorum. Çünkü herkes kimin kim olduğunu, neyi niçin yaptığını çok iyi biliyor. Yapılan her türden dezenformasyon faaliyetine, uydurulan her yalana cevap yetiştirmeye kalksak asıl işimizi yapamayız. Zaten istedikleri de bu.

Devamını Oku

Suriye’ye müdahale: Ya sonra?

22 Ocak 2012

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun El Arabiya kanalına verdiği mülakatta söylediklerini Ankara’nın Suriye politikasında bir dönüm noktası olarak tanımlayabiliriz. Tabii ki Davutoğlu’nun Türkiye’nin Suriye’ye müdahale olasılığını alenen telaffuz etmiş olmasını kastediyorum. Önce Dışişleri Bakanı’nın sözlerini hatırlayalım:“Eğer rejim protestocuları öldürmeye devam ederse bu bir Türkiye meselesi olmaktan çıkıp uluslararası bir mesele haline gelir. O zaman da bir Birleşmiş Milletler müdahalesi gerekir. Türkiye, 1980’lerde Halepçe katliamından sonra Kürtler’i Saddam zulmünden korumak için bir BM müdahalesi çağrısı yapmıştır. Eğer Arap Birliği inisiyatifi başarısız olur, cinayetler sürerse Türkiye, Suriye’ye müdahale öngören BM kararını desteklemek konusunda tereddüt etmeyecektir.” Haksızlık etmeyelim, Davutoğlu şartların oluşması durumunda bir müdahaleden söz ediyor. Yani Baas rejimi kendi halkını katletmeye devam edecek, diğer girişimler bunun öüne geçemeyecek, BM karar alacak ve Türkiye müdahale edecek. (Tabii burada “Türkiye tereddüt etmeyecektir” cümlesindeki vurguya ayrıca dikkat çekmeliyiz.) Olayların bugünkü gidişine bakarsak bu senaryonun gerçekleşme ihtimalinin hayli yüksek olduğunu görürüz.“Nötr mü dediniz?”Davutoğlu, Türkiye’nin krizde nötr bir rol oynadığını söylemiş ve “Suriye Ulusal Konseyi’ne toplantılarını gerçekleştirmek için bir platform sağlanmış olması ya da Suriye ordusundan kaçan askerin bize sığınması bu gerçeği değiştirmez” diye de eklemiş. “Nötr”, yani tarafsız olunca bunlar yapılıyorsa taraf tutulması halinde nelerin yapılacağını insan merak ediyor.İşin gerçeği Ankara’nın belli bir süreden itibaren açıkça Esad rejiminin karşısında yer alıyor ki şahsen bundan rahatsız değilim, hatta geç bile kalındığını düşünüyorum. Esas Esad ailesi ile kurulmuş olan samimi ilişkiler, karşılıklı bitmek bilmez ziyaretler, ortak bakanlar kurulları toplamalar rahatsızlık veriyordu. Ama bugün Suriye muhalifi kesinlerin hatırı sayılır bir bölümü o günlerde, AKP hükümetinin çizgisi doğrultusunda “Baas muhibi” olmaktan geri kalmıyorlardı.Muhtemel sonuçlarSuriye’ye, Türkiye’nin de bir parçası olacağı uluslararası bir müdahalenin son derece tehlikeli sonuçlar doğuracağı ve ülkemizin de olumsuz anlamda bunlardan etkileneceği açıktır. Öncelikle mezhep çatışması riskiyle karşı karşıyayız. Aynı mülakatta Davutoğlu’nun da altını çizdiği gibi, Suriye halkı Arap Baharı’nın bir uzantısının bir uzantısı olarak baskıcı Baas rejimi yerine daha demokratik bir yönetim için sokaklara düküldü, fakat tepkiler süreç içinde sadece siyasi iktidara değil, onu destekleyen Nusayri azınlığa da yöneldi.Her ne kadar Nusayrilikle Şiilik arasında benzerlikten çok farklılıklar bulunsa da Tahran ile Şam’ın stratejik ortaklıklarının da etkisiyle, Suriye’de yaşanacak bir Sünni-Nusayri gerginliğinin tüm bölgeye bir Sünni-Şii çatışması olarak sirayet etmesi riskini hiç yabana atmamak gerekiyor. Böylesi bir tatsız gelişmenin ister istemez Türkiye’ye de yansımaları olacaktır.Suriye’ye uluslararası bir müdahalenin (pekala uzun sürebilecek) bir iç savaşı tetiklemesi halinde bu ülkedeki Kürtlerin nasıl tavır alacağı da Ankara’yı doğrudan ilgilendiriyor. Son dönemde PKK’nın Baas rejimiyle yeniden çok güçlü ilişkiler kurduğu, Esad’ın örgütü Ankara’ya karşı bir şantaj aracı olarak kullandığı/kullanabileceği yolunda ciddi iddialar bulunuyor.Sonuç olarak, Suriye rejimine karşı halkın yanında olmak iyidir, doğrudur ama askeri müdahaleden yana olmak da akıl kârı değildir.

Devamını Oku