İki gündür dile getiriyorum ama bu kez daha vurgulu bir şekilde tekrarlamak istiyorum: Hrant Dink olayında en kritik soru “Dava neden Ergenekon’a bağlanmadı?” olmalıdır.Bu soru son derece meşrudur çünkü ölümünden önce Hrant’ı alenen ve küstahça hedef gösteren popüler faşistlerin nerdeyse tümü Ergenekon Davası’nın ilk ve önde gelen sanıkları olarak uzun süredir tutuklu yargılanıyorlar. Cinayetle doğrudan ilgileri olsun ya da olmasın, bu alçakça suikastın siyasal,kültürel ve psikolojik zeminini onların hazırlamış olduğu açıktır.Bu soru son derece meşrudur çünkü ilk anda doğrudan ilişkisi yokmuş gibi gözüken Danıştay Baskını Davası bir aşamadan sonra Ergenekon’a dahil edildi. Buna karşılık namlı Ergenekoncuların bir numaralı düşman ilan etmiş olduğu Hrant Dink’in öldürülmesinin davası, “yeterli delil yok” gibi bahanelerle ayrı görüldü.İlgi yeniden uyanırdı Şöyle bir ikinci soru soralım: Dink Davası Ergenekon’a bağlanmış olsa, kim ne diye itiraz edecek, bu itirazlar kamuoyunda ne derece etkili olacaktı? Şahsen böyle bir birleştirmenin ciddi bir muhalefetle karşılaşacağını hiç düşünmüyorum. Tam tersine Dink olayının da dahil edilmesiyle Ergenekon Davası, buna giderek mesafeli yaklaşmaya başlamış olan bazı toplumsal kesimler için yeniden ilgi odağı haline gelecek,onu sulandırmaya çalışanların elleri iyice zayıflayacaktı. Buna paralel olarak uluslararası platformda da Ergenekon davasının prestiji yeniden artacaktı.Ama olmadı. Çünkü Dink suikastının Ergenekon’a bağlanması yolundaki cılız taleplere karşı etkili ve yetkili çevreler anlaşılmaz bir ilgisizlik, duymazdan gelme tavrı sergilediler. Bugün, kararın ardından “Bu Ergenekon’un zaferi” diye kazan kaldıranların önemli bir bölümünün de,dün bu davanın Ergenekon’a bağlanması konusunda ciddiye alınacak herhangi bir gayret göstermemiş olmaları ayrıca manidardır.Peki bundan sonra gösterirler mi? Bakın Başsavcı Vekili Fikret Seçen dün Hürtiyet’ten Taha Akyol’a ne demiş: “Ergenekon’a bağlanabilir veya bağlanmayabilir ama örgütlü suçtur.” Aktif olarak görev yapan isimler arasında Ergenekon dosyasına en hakim isimlerden biri olan Seçen bile açık açık “Tabii ki Ergenekon’a bağlanmalı” demiyorsa, diyemiyorsa bu konuda umutlu olmak pek mümkün değil.Başlıktaki soruya benim kişisel cevabımı merak edenler için söyleyeyim, inanın bilmiyorum. Bildiğim tek şey bu sorunun son derece kritik olduğudur ve makul bir cevabını duyana kadar arada sırada bu soruyu sormaya devam etmek istiyorum.
Beş yılın sonunda geldiğimiz noktayı “sıfıra sıfır, elde var sıfır” diye değerlendirenler var. Katılmıyorum, daha vahim bir durumdayız, yani eksideyiz; diğer bir deyişle Hrant’ın öldürüldüğü günün gerisindeyiz.Çünkü Hrant’ın katlinin bize yaşattığı acı, yüzbinlerin cenazesine katılması, milyonların onun için ağlamasıyla birlikte kısa zamanda bir “umut”a dönüşmüştü. Hükümetin de söz konusu kitlelerin beklentilerine uygun hareket edeceği yolunda mesajlar vermesi de umutları iyice artırmıştı. Yıllarca aynı sistem tarafından hayli yıpratılmış olan AKP’lilerin, kendi iktidarlarını da ciddi olarak tehdit eden derin yapılarla hesaplaşmada Dink suikastinden yararlanma ihtimali makul görülüyor, hatta teşvik ediliyordu. Nitekim kısa bir süre sonra başlatılan Ergenekon soruşturmasında ilk tutuklananlar arasında Hrant’a her türlü kötülüğü alenen yapmış olan isimler de yer alıyordu.Atılmayan adımlar Fakat Ergenekon soruşturması peşine Balyoz, İrtica Belgesi, İnternet Andıcı gibi yeni davaları da katarak büyük bir hesaplaşmaya dönüşürken Dink Davası’nda tek bir adım dahi atılmadı. “Atılamadı” değil “atılmadı” diyorum. Örneğin en büyük ve doğal beklenti, Dink suikastinin Ergenekon Davası’na katılmasıydı, ama Danıştay Baskını Davası birleştirilirken Dink Davası kendi başına bırakıldı.Devletin bütün kademeleri hep aynı cevabı veriyor: “Bu işin temyiz safhası da var!” Daha önce de davayla ilgili eleştirileri “Yargı süreci devam ediyor” diye geçiştirmiş oldukları için şimdiki cevapları da kimseyi (herhalde kendilerini de) tatmin etmiyor.Şunu net bir şekilde söyleyebiliriz: Gelinen noktanın birinci derecede sorumlusu kesinlikle siyasi iktidardır. Verdikleri bütün sözlere rağmen bu soruşturmanın sonuna kadar götürülmesini sağlayamayarak hem Hrant’ın yakınlarına, hem tüm Türkiye’ye, özel olarak da kendilerine çok büyük kötülük yapmışlardır.Gelinen noktanın AKP’nin ne kadar aleyhine olduğunu göstermek için dünkü kalabalığı hızlı bir şekilde tahlil etmek yeterli olabilir. Şöyle ki, dün Taksim’den Agos’a yürüyenlerin bir bölümü 12 Eylül referandumunda kararlı bir şekilde “hayır” oyu kullanırken, benim de dahil olduğum bir bölümü sandığa gitmemiş, geri kalanlarıysa “Yetmez ama evet” sloganıyla iktidar partisine, niceliğini bilemem ama nitelik açısından son derece değerli bir destek sunmuştu. İşte Dink Davası’nın sonucu bütün bu tartışmaların üzerine bir şal örttü, AKP hükümetine yönelik umutlarını korumaya çalışanların dirençlerinin iyice kırılmasına kapı araladı.Sonuçta dün sadece Hrant’ı anmadık, göz göre göre uçup giden umutlarımıza, kırılan hayallerimize de ağıt yaktık. Yine de, birilerinin çok sevdiği “sözün bittiği yerdeyiz” cümlesini kurmamak gerekiyor.Haram/helal farkıDaha söylenecek çok söz var. Şimdilik sözü, dün Karin Karakaşlı tarafından okunan metinden bir bölüme bırakalım:“Dosya kapandı diyorlar bize. Kapandı mı bu dosya? Hrant Dink dosya değil ki kapatasın, o bir yara...Artık köprüden önceki son çıkıştayız. Oradan hakkıyla geçmeden tamamlanacak ödeşme, kurulacak düş, inanılacak adalet, yaşanacak memleket yok. Öbür türlüsü sadece yalan olur ve bir gün başımıza yıkılır. Altında kalırız hep birlikte.O yüzden gün, sadece söz söylemek değil söz vermek zamanı.Söz verelim mi birbirimize? Bu dava daha bitmedi.Söz verelim mi birbirimize? İnsanlık daha ölmedi.Söz verelim mi birbirimize? Devlet daha hesabını vermedi.Sözümüz söz olsun. Bu adaletsizlikle yaşamak hepimize haramdır. Aksi için uğraşan hepimize helal olsun.”Haram ile helal ayrımını bilen bir ülkenin çocukları olduğumuza inanıyorum.
Tam bir hayal kırıklığı ve umutsuzluk yaratan Hrant Dink davası kararı hakkında dün kaleme aldığım yazıyı “Bakalım Nedim Şener Pazartesi günü mahkemede neler anlatacak” diye bitirmiştim. O kadar beklemeye gerek kalmadı. Dün görüş günüydü. Nedim ziyaretçilerine davayı kısa ama doyurucu bir şekilde yorumlamış: “Cinayetin arkasındaki gücü görmeyenlerin, mahkeme kararına şaşkınlığı beni şaşırtıyor.”Evet, devletin en tepesinden en sıradan insana kadar toplumun büyük bölümü bu cinayetin arkasında bir “güç” olduğu kanısında ve mahkemenin bu gücü ortaya çıkaracak hiç ama hiçbir şey yapmamış olmasının şokunu yaşıyor. Galiba önümüzde üç seçenek var: 1) Olay Ergenekon’la irtibatlı ama kanıtlamak en azından şimdilik mümkün olmuyor.2) Olayın ardında herhangi bir “güç” yok.3) Olayın ardında başka bir “güç” var;Suikastın psikolojik zeminiGerçekten akla ilk olarak Ergenekon geliyor. Zira zamanında Hrant’ı alenen hedef gösteren popüler isimlerin hemen tümü Ergenekon Davası’nda uzun süredir tutuklu yargılanıyor. Olayların akışını şöyle bir hatırladığımızda Hrant’ın katledilmesinin psikolojik zeminini aynı kişilerin hazırlamış olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz.Ne var ki tetikçilerin arkasında da aynı isimlerin ve aynı yapının bulunduğunu benzer bir kesinlikte söyleyemiyoruz. Nitekim davanın savcısı da Ergenekon’u işaret etmiş ama ellerinde yeterli kanıt olmadığını belirtmişti. Eğer Dink suikastını Ergenekon’la irtibatlandıracak bazı bulgular olsaydı, tıpkı Danıştay Saldırısı Davası olduğu gibi, Dink Davası da Ergenekon’la birleştirilir, böylelikle Ergenekon’u “terör örgütü” olarak tanımlamak daha kolaylaşırdı.Türkiye’deki kötülüklerin çoğunun ardında Ergenekon’u arayan, çoğunlukla da bulan veya en azından kamuoyunu bu konuda ikna etmek için her türlü imkanı kullanan kişi, çevre ve odaklar da, nedense Dink suikastini bu derin yapıyla irtibatlandırma konusunda pek bir gayret içine girmediler.Kuşkusuz bütün bunlar Ergenekon’un Dink suikastından aklanmasına yetmez ama eğer böyle bir bağı bugün kanıtlayamıyorsak yarın nasıl kanıtlarız, açıkçası kuşkuluyum.“Yalnız kurtlar”Hrant’ın vurulduğunu, iki yıldır yaşamakta olduğum Washington’da öğrenmiştim. Bu tür acılar uzaklarda çok daha farklı yaşanıyor. Arkadaştık. Birbirimizi severdik. Ben ayrıca kendisine derin bir saygı duyardım, hâlâ duyarım.Daha Ergenekon soruşturmasının başlamadığı bir dönemdi. Hrant suikastını, o günlerde El Kaide bağlamında üzerinde kafa yorduğum bir olguyla açıklamanın doğru olacağını düşündüm: Yalnız kurtlar. Amerikalı ırkçı Alex Curtis tarafından geliştirilen “yalnız kurt terörizmi”nin (lone-wolf terrorism) Türkiye’deki olaylarda da geçerli olabileceği yolundaki tespitim başta belli bir ilgi gördü, fakat soruşturmaların biraz ilerlemesiyle tetikçilerin hiç de yalnız olmadıkları belirginleşti. Kısacası yanılmış olduğum açıkça ortaya çıktı. Dolayısıyla ikinci şıkkın mümkün olmadığına inanıyorum.Geriye üçüncü seçenek kalıyor, yani Dink suikastının ardında Ergenekon’dan farklı bir “güç”ün bulunma ihtimali. İmkansız demek kolay değil, ama kanıtlamak çok daha zor.Şimdilik burada kesip, beş yıl önce yazdığım “Hepimiz Ogün Samastız” başlıklı yazıdan bir bölümü hatırlatmak istiyorum:“Bu saldırıların ardında ‘yabancı odaklar’ aramak yerine öncelikle kendi içimize bakmamız gerekiyor. ‘Ya sev ya terk et’ veya ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur’ gibi, kendinden olmayana, kendisi gibi düşünmeyene tahammülsüzlüğü kışkırtan sloganlar nasıl olup bu kadar yaygınlaşıp sıradanlaşabilir? Kimi İslamcıların ümmetçiliği, kimi solcuların da enternasyonalizmi terk edip faşizan bir milliyetçiliğe evrilmelerinin sırrı nedir?‘Hepimiz Hrantız’ diyerek kendimizi kurbanla özdeşleştirip vicdanımızı rahatlatıyoruz. Halbuki ‘Hepimiz Ogünüz’ demeli, derin bir vicdan azabı çekmeli ve kendimizle, toplumumuzla yüzleşmeliyiz.”***Bugün saat tam 13’de Taksim Meydanı’nın Elmadağ’a olan yönünde toplanacağız ve AGOS’un önüne yürüyeceğiz. Slogan yok. Örgütsel flama, bayrak yok. Bu sessiz bir çığlık.
Siyasi örgütler normal şartlarda ilk ortaya çıktıklarında bir manifestoyla kuruluş nedenlerini, amaçlarını ve örgütlenme esaslarını açıklarlar. Türkiye’de özellikle Kürtler arasında belli bir tabanı bulunan Hizbullah ise bunun tam tersini yaptı. 1979 yılında Hüseyin Velioğlu’nun öncülüğünde Batman’da kurulan, yıllarca varlığını bile kabul etmeyen örgüt, tam 33 yıl sonra bir “manifesto” hazırladı ve bunu dün ilan etti.Hedefini “Müslüman fert, Müslüman aile, Müslüman toplum ve nihayet İslam’ın toplumsal hakimiyeti ve İslami hükümetin tesisi” olarak tarif eden örgütün manifestosunda Kürt sorununa özel ve geniş bir yer ayrılmış olması dikkat çekiyor. Halbuki Velioğlu’nun liderliği döneminde Hizbullah, nerdeyse tüm üyeleri ve kitle tabanı Kürtlerden oluşsa da Kürt sorununa vurgu yapmamaya, katıksız bir “ümmetçi” çizgi tutturmaya çalışmıştı. Aynı süreçte Hizbullahçıların PKK’ya savaş ilan etmiş olmaları da örgütün Kürt sorunuyla birlikte anılmamasının başka bir nedeniydi.Velioğlu’nun ölümünün ardından Hizbullah’ın Kürt sorununa daha yakın ilgi gösterdiği gözleniyordu, işte söz konusu manifesto örgütteki bu dönüşümün büyük ölçüde tamamlanmış olduğunu gösteriyor. Örneğin Hizbullah’ın 37 maddelik tüzüğünün 6. maddesinde “Hizbullah Cemaatinin çalışmaları yoğunluklu olarak Kuzey Kürdistan olmakla birlikte, faaliyet alanı tüm Türkiye’dir” denilerek örgütün İslamcılığının yanısıra Kürt kimliğinin de altı çiziliyor. Nitekim manifestoda Kürtler İslam tarihindeki yerleri ve rolleri nedeniyle övülüyor; örgütün “Kürtçenin resmi dil olması ve başta eğitim, öğretim olmak üzere Kürt halkına her alanda Kürtçe ile hizmet verilmesi için her zeminde gerekli çabaları” göstereceği vurgulanıyor ve Kürt sorunun çözümü için “özerklik, federasyon ve bağımsızlık gibi tüm seçenekler tartışılabilir” deniyor.PKK’ya zeytin dalıManifestodan örgütün amblem ve marşının daha sonra ilan edileceğini ve Hizbullah’ın şu dört temel organdan oluştuğunu öğreniyoruz: 1- Rehberlik Kurumu; 2- Merkez Yönetim Kurulu; 3- İslami Şura Meclisi; Disiplin ve denetleme kurulu.Manifestoda yer alan “Hizbullah cemaati; inanç ve ideolojisi ne olursa olsun, hiçbir cemaat, tarikat, parti, örgüt, grup veya siyasi oluşumla yersiz ve gereksiz sürtüşmelere girmeyi hem kendisi ve hem de diğerleri açısından uygun görmemektedir. Zülüm ve haksızlığa karşı mücadele eden diğer yapılarla sürtüşme, gerginlik yaşama ve çatışmanın zülüm rejimlerinin faydasına, çatışan grupların zararına olacağına inanmaktadır” sözlerini de PKK ile yeniden çatışma istememenin ifadesi olarak yorumlamak mümkün. Tabii hemen ardından “İslam ve uluslararası hukukun tanıdığı meşru müdafaa hakkı”nı saklı tuttuklarını unutmamak lazım.Bu arada “gayri İslami yönetimlerde görev alan bireyler özel konum ve amellerine göre değerlendirilir. Tümden tekfir anlayışı benimsenmez” sözlerini de not düşmekte yarar var.Sonuç olarak, bu manifestoyu, yediği bütün darbelere rağmen gücünü koruyan, hatta Velioğlu sonrasında yasal ve yarı-yasal faaliyetleri ön plana çıkararak eskisinden daha güçlü hale gelen Hizbullah’ın sesini daha fazla çıkarmak istediğinin işareti olarak görebiliriz. Yine bu manifesto bize Hizbullah’ın esas olarak diğer İslamcı cemaat ve grupları değil PKK liderliğindeki Kürt siyasi hareketini muhatap aldığını, çünkü onunla rekabet ettiğini gösteriyor. Bu rekabetten geçmişte olduğu gibi muhakkak bir çatışma çıkması beklenemez, hatta tam tersine, belli alanlarda işbirliği ve ittifaklar bile söz konusu olabilir. Cezaevlerinde sohbet hakkıOcak 2007’de çıkarılan bir genelgeyle cezaevlerinde her kişiye hafta 10 kişiyle 10 saat sohbet hakkı çıkarılmış, dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek “ileride 20 saate de çıkar” demişti. Fakat cezaevlerinden gelen çok sayıda mektupta idarecilerin gerek kişi, gerekse sürede kısıtlamaya gittikleri ileri sürülüyor. İlgili ve sorumluların dikkatine...*****Örgüt mü dediniz?Kılık kıyafetlerine, okudukları kitaba, dinledikleri müziğe, gittikleri yerlere bakıp gencecik çocukları “terör örgütü üyesi” olmakla suçlayan, yıllarca tutuklu yargılayan ve çoğunu da ağır cezalara çarptırıp hayatlarını karartan hukuk sistemimiz nedense Hrant Dink’in katledilmesinin ardında herhangi bir örgüt bulmadı. İşin acısı, bu acı karar Hrant kardeşimizin katlinin 5. yıldönümünden iki gün önce çıktı. Sahiden bir örgüt aradılar mı? Sanmıyorum. Arasalardı bulurlar mıydı? Sanmıyorum. Bulsalardı üzerine giderler miydi? Yine sanmıyorum.Mahkemenin neden böyle sonuçlandığını anlamak için, Hrant suikastinin gerçek anlamda aydınlatılması yolunda onca çaba sarf eden Nedim Şener’in neden 322 gündür tutuklu bulunduğunu anlamamız şart. Bakalım Pazartesi günkü duruşmada Nedim neler anlatacak.
2012 üzerine düşünceler/32011 yılı için uygun gördüğüm sıfatın “berbat” olduğunu daha önceki yazılarımda belirtmiştim. Hele söz konusu olan medya ve özellikle gazetecilik/gazetecilerse 2011 için “berbat”tan daha berbat bir sıfat bulmamız gerekebilir.Öncelikle basın özgürlüğü anlamında felaket bir yıl geçirdik. Onlarca gazeteci, “terörist” suçlamasıyla, ama esas olarak mesleki faaliyetleri nedeniyle gözaltına alınıp tutuklandı. Zaten 2011’e damgasını da bunlardan ikisi, Ahmet Şık ve Nedim Şener vurdu.Devletin tokatını yememe şansına sahip olan birçok meslektaşımız da patronlarının hışmına uğradı. Herhangi birini atlamamak için isim vermeyeceğim, ancak aralarında benim de bulunduğum çok sayıda gazeteci esas olarak siyasi gerekçelerle işlerinden çıkarıldılar ya da ayrılmak zorunda bırakıldılar. Bu tasfiyelerde siyasi iktidarın doğrudan müdahalesi olup olmadığı üzerine çok spekülasyon yapıldı, daha da yapılır, fakat bir yerden sonra bunların hiçbir anlamı kalmıyor; sonuçta, öncelikle büyük medyanın siyasi iktidarın arzularına göre yeniden dizayn edildiği, edilmek istendiği ortadadır. Dolayısıyla, ister doğrudan müdahele etmiş olsun, ister olmasın, ülkemizdeki yeni medya düzeninin esas sorumlusu siyasi iktidardır.Fakat 2011’in 2012 ile kavuşmakta olduğu günlerde, o çok sözü edilen “yeni Türkiye”nin yeni medyasının siyasi iktidarın ihtiyaçlarına cevap vermenin hayli gerisinde olduğu (bir kez daha) anlaşıldı. Tabii ki Uludere Roboski faciasından söz ediyorum. İki noktaya dikkat çekmek istiyorum:1) Büyük medya ne kadar denetim altında olursa olsun, günümüzde gerçekler, internet üzerinden ve sosyal medya aracılığıyla hızla dolaşıma giriyor.2) Muhalif oldukları düşünülen isimlerin büyük ölçüde ayıklanmış olmasına rağmen medyada hükümete yönelik çok sert eleştiriler geldi ve gerek Başbakan Erdoğan başta olmak üzerine yöneticiler, gerekse onların medyadaki destekçileri bu eleştirileri savuşturmakta çok zorlandılar, daha doğrusu savuşturamadılar.Eski müttefiklerBurada ilginç olan, eleştiri sahiplerinin hatırı sayılır bir bölümünün yakın zamana kadar AKP hükümetiyle iyi ilişkiler içinde olmasıdır. Bu noktada, daha önceki yazılarımda dile getirmiş olduğum, özellikle son 5 yılda yaşanan siyasi ittifakın çatırdamaya başladığı tespitimi hatırlatmak isterim. “Taraf olmayan bertaraf olur” şiarıyla, kendileriyle birlikte hareket etmeyen herkesi tasfiyeye koyulan ve bunda belirgin bir başarı elde eden söz konusu ittifakın bileşenleri, iktidar sahnesinde yalnız kalınca birbirleriyle mücadele etmeye başlamışa benziyorlar.Bir ittifakın dağılmaya yüz tutması ister istemez yeni ittifak arayışlarınaa kapı aralayacaktır. Nitekim daha şimdiden siyasi saflaşmaların allak bullak olduğunu, eski düşmanların dost, dostların da düşman olmaya başladığını, tabii ki en çok medyada görüyoruz.Bu bir polemik yazısı olsaydı, hepsi birbirinden eğlenceli (aynı ölçüde acı) bir dizi örnek verebilirdim. Buna hiç gerek yok ama bir kafa karışıklığına dikkat çekmeme izin verin: Roboski faciası nedeniyle hükümete getirilen eleştirileri aynı kaba koymak son derece yanıltıcı olacaktır. Şöyle ki bir grup, kabahat kimde olursa olsun devleti sorumluluğu üstlenmeye ve özür dilemeye çağırırken, diğerleri olayın tüm yükünü herhangi bir kişi ya da kurumun sırtına yükleyip böylelikle devlet içinde kendi arzularına göre yeni tasfiyeler için avuçlarını oğuşturuyor.İki grup arasındaki farkı şöyle özetleyebiliriz: Birileri devleti baskı politikalarından vazgeçmeye çağırırken diğerleri daha fazla baskı çığrıtkanlığı yapıyor. Ne var ki her iki grubun önde gelen isimleri aynı medya organlarında yer alınca aralarında hiç fark yokmuş sanılıyor.Daha söyleyecek çok şey var ama toparlayalım: 2012’nin Türkiye’de yeni tip iktidar savaşlarına sahne olacağına ve bunların da öncelikle medyada yansımasını bulacağına inanıyorum. Tarafların altüst olacağı, safların birbirine karışacağı böylesine bir atmosferde medyada da çok çarpıcı değişim ve dönüşümlerin yaşanması kaçınılmazdır.
Önce bir mektubu dikkatize sunmak istiyorum. 10 arkadaşıyla birlikte 3 Haziran 2011 günü tutuklanan İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi Ayça Kılınç’ın annesi Fadime Kılınç şöyle yazıyor:“Tutuklanma nedeni Grup Yorum konserinin biletlerini satmak (150 bin kişinin katıldığı, birçok sanatçının destek verdiği tamamen yasal bir konser), 8 Mart kutlamalarına katılmak, Kızıldere köyüne gitmek ve parasız eğitim, parasız sağlık etkinliklerine destek vermektir. Katıldığı bu etkinliklerin hiç birine polis müdahelesi dahi olmamış, hepsi olaysız bir şekilde sonuçlanmıştır. Kızımız, evinde veya başka bir yerde hakkında hiçbir delil bulunamamasına rağmen örgüt üyeliğinden yargılanmaktadır.”Ayça ve arkadaşları maalesef istisna değil. Türkiye’nin dört bir yanından, sırf sol görüşlü oldukları için, gülünç bahanelerle tutuklanan gençlerin haberi geliyor. Kimi okuduğu kitap, kimi duvarına astığı poster, kimi dinlediği müzik, kimi de kılık kıyafeti yüzünden mimleniyor, teknik takibe alınıyor ve büyük bölümü cezaevlerine konuluyor. Özellikle taşrada yaşanan bu türden dramlardan genel kamuoyunun haberi bile olmuyor. Olsa bile, Balyoz, Ergenekon, Şike, KCK gibi büyük soruşturmaların yanında bunlar pek bir ilgi uyandırmıyor.Halbuki bu parça parça olaylara bir bütün olarak bakılabilse ülkemizde Soğuk Savaş dönemini aratmayacak ölçüde anti-komünizmin hakim olduğu, son yıllarda Türkiye’yi tepeden tırnağa dizayn etmeye koyulmuş olan o meşhur “polis-savcı-yargıç” üçgeninde nice gencin hayatının karartıldığını görmemiz mümkündür. Bir yandan “komünizm çoktan öldü” diye konuşup diğer yandan her türlü sol faaliyeti daha doğmadan terörize etmekteki çelişkiye dikkat çekip adalet konusunu daha yakından inceleyelim.Tutukluluk süresi tartışması2012’nin en çok kullanılacak kavramlarından biri, tıpkı son birkaç yılda olduğu gibi “adalet” olacaktır. Bir yanda sürmekte olan Ergenekon, Balyoz, Şike gibi kalabalık davalar, diğer yandan her seferinde 50’şer 100’er kişinin gözaltına alındığı KCK operasyonları ve nihayet İlker Başbuğ’un yargılandığı İnternet Andıcı; Ahmet Şık ve Nedim Şener’le birlikte anılan Odatv gibi son derece sembolik davaların 2012’ye damgalarını vuracağını kestirmek güç değil. Ancak bunlara yeni davaların eklenip eklenmeyeceği belirsiz.Bu davaların birçoğunun ardında siyasi irade olduğu kesindir. Ama AKP iktidarının, ülkenin dümeninin yargının elinde olduğu imajından memnun olmadığı da muhakkak. Örneğin Başbuğ’un hem “terör örgütü lideri” olarak tanımlanması, hem de tutuklanması devletin tepesini derin bir şekilde rahatsız etti. Ayrıca Cumhurbaşkanı Gül, Başbuğ’un Yüce Divan’da yargılanması yolunda görüş belirtti.AKP’nin, tutukluluk süresini sınırlayacak yasal bir düzenleme üzerine çalıştığını biliyoruz. AKP’nin bu niyeti, düne kadar kendisini desteklemiş olan bazı çevre ve odakların tepkisine yol açıyor. Dolayısıyla yakında, tıpkı Şike Yasası ve Başbuğ olayında olduğu gibi tutukluluk süresi etrafında da çok sert tartışmalara tanık olabiliriz. Tabii burada ilginç olan, Türkiye’nin son beş yılında belirleyici olan ittifakın bileşenlerinin birbirlerine girmesi/girecek olmasıdır. Dinlemelere ayar arayışıEğer Ankara’da edindiğim izlenimler doğruysa, AKP hükümeti telefon dinlemeleri konusunda da yeni bir düzenlemeye gitmeyi planlıyor. Bilindiği gibi telefon dinlemeleri, öncelikle özel hayatın gizliliği ihlali noktasında yoğun ve güçlü eleştirilere neden oluyor. Ne var ki iktidar partisi genellikle bu tür eleştiriler kulak tıkamış, hatta birçok durumda siyasi rakiplerini zor durumda bırakan yasadışı ortam dinlemelerinden bile geniş bir şekilde istifade etmişti. Peki ne oldu da siyasi iktidar fikir değiştiriyor? Öncelikle bunun kesin bir bilgi değil, bir izlenim olduğunu tekrarlayayım. Sanıyorum, yukarıda sözünü ettiğimiz ittifak içi iktidar savaşlarının uzantısı olarak, AKP’nin bazı ileri gelenleri hakkında “teknik takip” sonucu elde edilmiş izlenimi veren birtakım iddiaların bir tür şantaj gibi kullanılır olması hükümeti kaygılandırıyor.2012 değerlendirmelerimize yarın medyayı eksen alarak devam edelim.
2011 tek kelimeyle berbat bir yıldı. 2012 da berbat bir yıl mı olur, bilemem ama daha şimdiden çok ama çok acayip bir yıl olacağını iddia edebilirim. Çünkü 2012’nin Türkiye için çok şeylere gebe olduğu kanısındayım. Son 10 yılda yaşadığımız büyük altüst oluşların, yeni saflaşmaların, alışılmadık türden iktidar savaşlarının bu yıl katlanarak süreceğini, bunun da beraberinde yeni değişim ve dönüşümleri getireceğini düşünüyorum. Bu değişimlerin iyiye mi yoksa kötüye mi doğru olacağını söylemek, benim açımdan mümkün değil, en azından şimdilik. Kaldı ki “iyi” ve “kötü” de herkesin bakış açısına göre değişiyor. Örneğin bana göre “berbat” olan 2011’i “müthiş” bir yıl olarak gören çok kişi var.Kürt sorununda son şanslar Sözü daha fazla uzatmadan 2012’de Türkiye’yi nelerin beklediğini irdelemeye başlayalım ve ilk olarak tabii ki Kürt sorununu ele alalım. Zira 2011’in son günlerinde yaşadığımız Uludere Roboski faciasıyla daha başedemezken önceki gün tanık olduğumuz yeni KCK operasyonları Kürt sorununun bu yıl da ana gündem maddemiz olacağını gösterdi. Peki 2012’de bu konuda yeni neler olabilir? “Kesinlikle 1990’lı yıllara dönüş yok” diye ısrar eden devletin 20 yıl sonra Leyla Zana’nın kapısını çilingirle açması bu süre zarfında kat etmiş olduğumuz yolu bize gösteriyor. Artık şurası çok net: KCK operasyonları devletin gücünü değil güçsüzlüğünü, sorunu çözme kapasiyesini değil çaresizliğini gözler önüne seriyor. Tutuklanan her Kürt şahsiyetiyle birlikte Kürt siyasi hareketini daha da güçlendirdiklerini herhalde devletin yetkili isimleri de biliyorlardır. O zaman 2012’de bu kısır döngünün bir yerde sona ermesini beklememiz son derece doğal olacaktır.Kuşkusuz bu noktada PKK’nın neyi nasıl yapacağı da etkili, hatta yer yer belirleyici olacaktır. Son Çukurca baskınından beri sesini pek çıkartmayan örgüt çağrıları dikkate alıp, kademeli bir şekilde de olsa silah bırakma yoluna giderse 2012 herkes için muazzam bir yıl olur. Tersine terör eylemlerini tırmandırırsa yine kâbus gibi bir yıl yaşayacağız demektir.Komşulara dikkatKürt sorununun gidişatında bölgesel gelişmeler bu yıl her zamankinden daha fazla etkili olacağa benziyor. Belli oranlarda Kürt nüfusa (dolayısıyla kendi Kürt sorunlarına) sahip olan üç komşumuz, İran, Suriye ve Irak için de 2012 epey kritik bir yıl olacak.Ankara’nın İran nükleer krizi, Suriye’deki iç çalkantılar ve Irak’taki iktidar savaşlarının her birinde alacağı pozisyonların doğrudan etkilerini bütün ülke yaşayacaktır. İlk bakışta bu üç ayrı sorunda da Türkiye ABD ile birlikte hareket ediyora benziyor. Fakat bu görüntü aldatıcı olabilir. Kaldı ki ABD’nin seçim sürecine girmesiyle birlikte, hep olduğu gibi dünyadaki gelişmeler ikinci plana atılacak ve Türkiye gibi bölgesel güçler büyük ölçüde yalnız başlarına kalacaklardır.Dünyada Suriye ve İsrail ile aynı anda ve nerdeyse eşit şiddette sorun yaşayan bizden başka ülke var mıdır, sanmıyorum. 2012 Türkiye-İsrail ilişkileri açısından da ilginç bir yıl olacağa benzer. Suriye’den Baas rejiminin gitmesinde mutabık olabilecek iki ükümet, yerini kimin alması gerektiğinde mutlaka anlaşmazlığa düşecektir. Benzer bir şekilde Ankara’nın nükleer sorunda İran’ın karşısında ve İsrail’in yanında yer almasını bekleyemeyiz.2012 üzerine konuşmaya yarın devam edecek ve Türkiye’deki iktidar savaşlarına yoğunlaşacağız.
Önce, son günlerin tartışmalara neden olan bazı gelişmelerini sıralayalım:- Başbakan Erdoğan, Uludere Roboski faciası için derin üzüntülerini bildirdi ama özür dilemedi, dolayısıyla TSK’ya sahip çıktı;- Erdoğan Roboski faciasından MİT’in sorumlu tutulmasına karşı çok sert ve net tavır aldı, yani MİT’e ve başındaki Hakan Fidan’a sahip çıktı;- İlker Başbuğ’un tutuksuz yargılanmasını arzu ettiğini beyan ederek eski “mesai arkadaşı”na kısmen de olsa sahip çıktı; - BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın “onbaşı” suçlamasına karşı Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel’e sahip çıktı.Yeni iktidar savaşlarıKimileri Erdoğan’ı, bu sahiplenmelerinin tümü, kimileri de içlerinden bazıları yüzünden eleştiriyor ve onu “Ankaralılaşmak”la suçluyorlar. Erdoğan’ı suçlayanların hemen hepsinin ona ve AKP hükümetine genel olarak geniş destek vermiş kişi ve odaklar olması ilgi çekici. Son günlerdeki bu tavırlarıyla, sanıldığının aksine AKP’ye desteklerinin hiç de “kayıtsız, şartsız” olmadığını öğrenmiş oluyoruz.Buradan hareketle 10 yıllık AKP iktidarının özellikle son 5 yılında tanık olduğumuz bir ittifakın çatırdağını söyleyebiliriz. Bu çatırdamanın sonucunda söz konusu ittifak dağılır mı, yoksa yeniden mi yapılanır, şu anda kestirmek mümkün değil, fakat birileri müdahale etmezse tartışma ve anlaşmazlık konuları giderek daha fazla öne çıkabilir.“Peki müttefikler neden birbirlerine düştüler?” diye sorulacak olursa, şimdilik, “ülkedeki eski iktidar sahiplerini tasfiyede o kadar hızlı bir şekilde zafere ulaştılar ki taraflardan en az biri, bunun getirdiği sarhoşlukla, iktidarda kendisine daha fazla alan talep etti, bu da halen tanık olduğumuz iktidar savaşlarını tetikledi” cevabıyla yetinelim.Ankara eski Ankara değil“İlerde bu konuya mecburen sık sık değinmek durumunda kalacağız, hatta belli bir aşamadan sonra yazılarımızın belki tümünün ana izleği bu yeni iktidar mücadelesi ve onun yansımaları olacaktır” dedikten sonra yine baştaki konuya dönelim. Soru açık: Erdoğan (ve AKP hükümeti) sahiden Ankaralılaşıyor mu? Bu soruyu soranlar, bir hükümetin “Ankaralılaşması” ile, onun TSK, MİT gibi güvenlik aygıtlarının, daha da önemlisi bu aygıtlarla köklü ilişkileri olan “derin” organizasyonların denetimine girmesini kastediyorlar.Aslında bu soru yanlış soruluyor. Çünkü 10 yıllık AKP iktidarında çok şeyin tepeden tırnağa değişmesine paralel olarak Ankara da eski Ankara olmaktan çıktı. Özellikle 2007 genel seçimleri ve Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmasıyla birlikte AKP hükümetinin devlet haline gelme sürecinin hız kazandığını, 2011 genel seçimleriyle birlikte bu sürecin büyük ölçüde tamamlanmış olduğunu söyleyebiliriz. Bundan böyle AKP için “hükümet oldular ama bakalım iktidar olabilecekler mi?” sorusu anlamını yitirmiştir. Buna bağlı olarak şunu hiç tereddütsüz söyleyebiliriz: Başbakan ve siyasi iktidarın diğer temsilcileri, TSK, MİT vb. devlet kurumlarına ve bunların yöneticilerine, onların vesayeti altında oldukları için değil, tam tersine bu kurum ve kişilerin vasisi oldukları için sahip çıkıyorlar.TSK’ya gösterilen özenBu noktada asker-sivil ilişkilerinin yeni konumuna kısaca göz atacak olursak, hükümetin TSK’ya yönelik güvensizliğinin yok denecek ölçüde azaldığını, TSK’nın da hükümete tabi olduğunu görüyoruz. Kuşkusuz bu ilişkinin sınandığı esas alan Kürt sorunu, daha doğrusu PKK ile mücadeledir. Hükümet bir süredir Kürt siyasi hareketine karşı “olmazı gösterme”yi temel alan bir strateji yürütüyor ve burada TSK’nın, halkla PKK’yı olabildiğince ayırmaya özen göstererek yürüttüğü operasyonlar kilit rol oynuyor. Tam da “işler çok iyi gidiyor” duygusunun hakim olduğu bir ortamda yaşanan Roboski faciası bu stratejinin de sonunu getirebilirdi. Fakat hükümet, her türlü eleştiri ve suçlamayı göze alarak bu faciadan TSK’nın mümkün olduğunca az zarar görmesi için çabaladı.Artık şunun ayrımına varmak durumundayız: TSK’nın aleyhine her gelişmenin hükümetin lehine olduğu günler geride kaldı; bundan böyle TSK’nın (ve diğer devlet kurumlarının) aldığı her darbe doğrudan hükümeti sarsmaktadır. Çünkü AKP artık sadece hükümet değil aynı zamanda ve hatta öncelikle devlettir.