Washington’da bir gelenek: Sakıp Sabancı Konferansı

3 Mayıs 2012

Sakıp Sabancı’nın ölümünden kısa bir süre sonra Sabancı Üniversitesi ABD’nin önde gelen düşünce üretim kuruluşlarundan (think tank) Brookings Enstitüsü ile birlikte “Sakıp Sabancı Konferans Serisi” başlatma kararı aldı. O tarihlerde Vatan Gazetesi’nin Washington muhabiriydim. Haberi duyunca hem sevindiğimi, hem de şaşırdığımı hatırlıyorum. Açıkçası bu projenin başarı şansının fazla yüksek olduğunu düşünmüyordum. Neden diye sorulacak olursa:1)O tarihlerde Türk-Amerikan ilişkilerinde işbirliğinden çok çelişki ve anlaşmazlıklar öne çıkıyordu. Washington’da bu kapsamda yapılacak bir konferansın da sorunların çözümüne katkı sağlamaktan çok yeni sorunlara vesile olma riski vardı.2)Brookings Demokrat Parti’ye fazlasıyla yakın bir kuruluştu ama Beyaz Saray’da iki dönemdir Cumhuriyetçi Bush oturuyordu.3)ABD’deki “think tank” sisteminin Türkiye gibi ülkelere uyarlanması son derece zordu. Nitekim son yıllarda ülkemizde peş peşe benzer kuruluşlar ortaya çıkmış ama henüz hiçbiri tam anlamıyla kurumsallaşamaştı. Brookings’in bazı ilke ve hassasiyetlerinden dolayı pürüzler çıkması kuvvetle muhtemeldi.Uzatmayayım, 3 Mayıs 2005’te yapılan ilk konferansı ABD Dışişileri eski Bakanı Madeleine Albrigt verdi. Bazı teknik aksaklıklar dışında “siyasi” olarak tanımlanabilecek bir tatsızlık yaşanmadı, yaşandıysa da dışarıya yansımadı.Bir yıl sonra dönemin Dünya Bankası Başkanı Paul Wolfowitz’i izledik. Bush’un önde gelen kurmaylarından olan “yeni muhafazakâr” Wolfowitz’den bir yıl sonraysa Demokratların dış politikadaki parlak isimlerinden Richard Holbrooke kürsüye çıktı. Bu üç konferansı da gazeteci olarak takip edip haberleştirdim. Ardından Demokratların adayı başkan seçildi. Brookings’ten bazı isimler de yeni yönetimde yer aldı. Örneğin Sabancı Konferansı organizasyonun kilit isimlerinden Philip Gordon Dışişleri Bakan yardımcısı oldu ki altıncı konferansı da o verdi.Holding değil üniversite kimliğiSalı günü, beş yıl sonra 8. Sabancı Konferansı’nı Washington’da izleme şansına sahip oldum. Bu seferki konuşmacı 1977-81 yılları arasında Demokrat Partili Jimmy Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanlığını yapan Zbigniew Brzezinski’ydi. 84 yaşında olmasına rağmen dış politika konularındaki entelektüel faaliyetlerini sürdüren, Obama yönetimi üzerinde pek etkili olmasa bile üniversite çevrelerinde hâlâ geniş bir prestije sahip olan Brzezinski’yi dinlemek güzeldi.Sonuçta 2005’deki kaygılarımın boşuna olduğunu gördüm. Sanıyorum Sabancı Konferansı’nın kurumsallaşma konusundaki başarısının ardında, Güler Sabancı’nın “Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı” yerine “Sabancı Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı” kimliğini öne çıkartması yatıyor. Nitekim konferansın ardından biz gazetecilerle sohbet eden Sabancı şöyle konuştu: “Üniversitenin kuruluş sürecinde farklı görüşleri dinlemeyi öğrendim. Zaten üniversite demek tartışma demektir. En iyi öğrenme şekli budur, yeter ki bilinçli ve bilgiye dayalı olsun. Kısacası tartışmaktan korkmamak lazım.”Brzezinski ve darbelerBrzezinski’nin konuşmasına gelince: Yaşlı strateji kurduyla tam bir yerküre ve tarih turu yaptık. Türkiye ile Rusya’nın adını sık sık birlikte andı, ülkemiz hakkında hep pozitif yorumlar yaptı, mesajlar verdi. Örneğin İran’ın gelecekte Türkiye’yi “model’’ alabileceğini söylemesi son derece ilginçti. Türkiye’deki asker-sivil ilişkileri sorulduğundaysa, 12 Eylül 1980 askeri darbesini Beyaz Saray’da, en hafifi deyimiyle sempatiyle karşılamış olan Brzezinski ile yüzyüze geldik. Ona göre Türkiye’deki askeri müdahaleler dünyadaki diğer örneklerine kıyasla ‘’farklı ve kendine özgü’’ydü, örneğin askerler ‘’kalıcı bir darbe için değil, doğru veya yanlış gördükleri lüzum üzerine ve geçici olarak’’ darbe yapıyorlardı.Haksızlık etmeyelim, Brzezinski sözlerini “Bana göre, Türkiye’de demokratik laik ve sivil otorite mefhumu şu anda baskın konumda ve bu çok olumlu bir gelişme’’ diye sürdürerek bundan sonra askeri müdahalelere sıcak bakmadığını da vurguladı.Sabancı’dan 28 Şubat hatırlatmasıBrzezinski’nin Obama yönetimi üzerinde fazla bir etkisi olmadığını tekrarlayalım ama onun bu sözlerinin, ülkemizdeki askeri vesayet, darbeler ve darbecilerin dış bağlantıları üzerine tartışmalar için yararlı olduğunu da vurgulayalım. Tam da bu noktada Güler Sabancı’nın biz gazetecilere yaptığı bir hatırlatmayı aktarmak istiyorum. Sabancı, 1994-96 yılları arasında Halis Komili başkanlığındaki TÜSİAD yönetiminde “başkan vekili” olarak görev üstlendiğini ve 24 Ocak 1997 günü, Prof. Bülent Tanör’e hazırlatılan “Türkiye’nin Demokratikleşme Perspektifleri” başlıklı raporu kamuoyuna sunduklarını hatırlattı. Bu rapor, içerdiği son derece ileri bazı öneriler nedeniyle TÜSİAD içinde de tepkilere yol açmış, Prof. Tanör’ün 28 Şubat sürecinde İstanbul Üniversitesi’nden uzaklaştırılmasına neden olmuştu.“Geçmişin kaydının iyi tutulması lazım. Bunları o tarihte TÜSİAD’ın nerde olduğunu soranlar için anlatıyorum” diyen Güler Sabancı belli ki son günlerde bu kuruluşun 28 Şubat sürecine destek verdiği yolundaki iddia ve suçlamaların artmasından rahatsızdı.

Devamını Oku

Artık her vatandaş bir gazeteci

2 Mayıs 2012

Geleneksel medyanın has bir evladı olarak “sosyal medya” adı verilen yeni olgunun bariz hakimiyetini kabul etmemek için epey direndiğimi itiraf etmeliyim. Ancak son genel seçimlerin arifesinde bizzat yaşadığım bir olay nedeniyle artık kaçacak daha fazla yerim kalmadığını kabullenmek zorunda kaldım.AKP lideri Erdoğan’ın genel seçimler öncesi son olarak katıldığı Ağrı’dan yapmış olduğumuz NTV canlı yayını kastediyorum. Özellikle de Hopa’da bir protesto gösterisinde hayatını kaybeden akrabam emekli öğretmen Metin Lokumcu konusundaki tartışmayı.Yayının ardından Başbakan Erdoğan, eşi, kızı ve danışmanlarıyla bir müddet sohbet ettik. Onlar gittikten sonra bilgisayarın başına geçince, yayın sırasında bir refleks olarak kurmuş olduğum “Ama öldü efendim” cümlesinin benden bağımsız bir şekilde alıp başını gitmiş olduğunu şaşkınlıkla fark ettim. Kuşkusuz olayın özünde geleneksel medya, yani bir haber kanalında yapılan bir canlı yayın vardı. Ama bir cümlenin o kadar kısa süre içinde yayılmasını ancak “sosyal medya” adı verilen yeni mecra sağlayabilirdi.Fırsat ve riskler“Ama öldü efendim” meselesini şimdilik noktalayıp “sosyal medya” ile gazetecilik ilişkisi üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. Öncelikle bir meslek olarak gazeteciliğin can çekiştiğini vurgulamak lazım. Sadece Türkiye’ye özgü olmayan bu durumun içiçe geçmiş sayısız nedeni var. Akla ilk olarak medya sahipleri ile siyasi iktidarlar arasındaki ilişkiler, sansür, otosansür gibi konular geliyor doğal olarak. Ardından yeni iletişim teknolojileriyle birlikte haber ve yoruma daha hızlı, daha çabuk ve daha özgür bir şekilde ulaşılabilmesinin geleneksel medyayı hayli zorladığını kabul etmeliyiz.Yeni medya ortamının en olumlu yönlerinden biri, vatandaşın bundan böyle haber ve yorumun sadece tüketicisi olmaktan çıkmasıdır. Şöyle ki internete erişme imkanı olan herkes herhangi bir konuyu haberleştirme, bunların görsel malzemelerini başkalarının paylaşımına sunma, akan haberleri yorumlama ve süren tartışmalara aktif olarak katılma imkanına sahip.Vatandaşın haber-yorum ağına aktif olarak katılır olması olumlu olmakla birlikte haberin deformasyonuna, buna bağlı olarak dezenformasyon, manipülasyon gibi risklere de son derece elverişli bir zemin hazırlıyor. Öncelikle gazeteciliğin temelini oluşturan (son dönemde ülkemizde yaşananlara bakılırsa “oluşturması gereken” demek daha doğru olabilir) haberi kaynağından doğrulatmak, haberi birden fazla kaynaktan kontrol etmek, haberin olabildiğince tüm unsurlarını kullanmak gibi ilkeler sosyal medya ortamında kolaylıkla berhava olabiliyor. Bu arada geleneksel medyanın da, sosyal medyaya ayak uydurma telaşıyla eskisi kadar titiz ve dikkatli davran(a)madığını gözlüyoruz.Vatandaş denetimiDevletlerin, hatta ekonomik güç sahiplerinin sosyal medyayı denetleme imkanları hayli geniş. Buna karşılık sivil toplumun bu konuda eli kolu büyük ölçüde bağlı. Örneğin her türden ırkçı, ayrımcı, kışkırtıcı haber görünümlü manipülasyonlar ve görüşler sosyal medya üzerinden hızla ve geniş bir şekilde yayılıyor. Bu konuda ülkemizden bir çırpıda sayısız örnek verebiliriz. İşin acısı, özellikle ırkçı-ayrımcı kişilerin kimliklerini bile gizlemeye ihtiyaç duymuyor olmaları hatta bu sayede daha da popüler oluyorlar.Sosyal medya konusunu daha çok konuşuruz, konuşmaya, tartışmaya mecburuz. Şimdilik son olarak şunu vurgulayalım: Son dönemde işlerini kaybeden çok sayıda meslektaşımızdan bir bölümü pes etmeyip sosyal medyada mesleklerini sürdürmeye çalışıyor. Onların bu çabalarını desteklememiz ve kendilerini tebrik etmemiz gerekiyor. Şu aşamada sosyal medya üzerinden geçimlerimi sağlamaları mümkün olmayabilir ama çok geçmeden o noktaya da ulaşacağımız kesin.

Devamını Oku

Peki şike davası ne olacak?

30 Nisan 2012

Birkaç atıf dışında şike soruşturması konusunda doğrudan görüş belirtmemeye dikkat ettim. Bunun birkaç nedeni var: Öncelikle Galatasaraylı olduğunu deklare etmiş birisi olarak, kendi kulübümün dahil olmadığı, en büyük rakibimizin baş zanlı olduğu bir dava hakkında konuşmayı ahlaki açıdan sorunlu gördüm. İkincisi, zaten olay çok karmaşıktı, iddianame de benzer büyük davaların çoğunda olduğu gibi kafa karışıklığımızı gidermek yerine daha da artırdı. Üçüncü neden, medyada şike davasını dillerine dolayan, daha açıkçası bunun rantını yiyen kişilerdir. İnsan onlarla aynı mesleği yapmaktan utanıyor ve refleks olarak onların boy gösterdiği konu ve alanlardan uzak durmaya çalışıyor.Medya demişken, şike konusunda yaşanan ilginç bir gelişmeye dikkat çekmeden olmaz: O soruşturmaya kadar polis-özel yetkili savcılar-yargıçlar üçgeninde kotarılmış olan onca soruşturmayı kayıtsız şartsız desteklemiş, bu süreçlerde yaşanan bariz ihlalleri, sırf bu soruşturmalara gölge düşmemesi için görmezden gelmiş bazı meslektaşlarımız, işin ucu Fenerbahçe’ye ve Aziz Yıldırım’a dokununca kazan kaldırdılar. Ama bunu hemen yapmadılar. Bir süre beklediler ve Yıldırım’ın boyun eğmeyeceğine, taraftarların da kendisini yalnız bırakmayacağına iyice kanaat getirince onlar da “direniş cephesi”ne dahil oldular.Yıldırım-taraftar kenetlenmesiHalbuki başlangıçta çok kişi Yıldırım’ın bir şekilde pes edeceğini, Fenerbahçe kulübü ve taraftarlarının da onu iyice yalnızlaştırıp kendileri için yeni bir sayfa açacaklarını düşünmüştü. Bu soruşturmayı kotaranlar da benzer şekilde akıl yürütmüş olmalılar, ama çoğu kişi gibi onlar da kötü bir şekilde yanıldılar.Fenerbahçe kolaylıkla yoksayılabilecek bir olgu olmadığı için, Yıldırım-taraftar kenetlenmesi doğal olarak birçok hesabı bozdu. Örneğin belli bir aşamada, kendisi de koyu bir Fenerbahçeli olan Başbakan Erdoğan devreye girdi. Bu noktada Erdoğan-Platini görüşmesinin son derece kritik olduğu anlaşılıyor. Ardından olayın birçok tarafı pozisyonunu değiştirdi, birbirlerine bağlı gözüken geri adımlar atıldı: Örneğin Fenerbahçe CAS’taki davasını geri çekti, yönetimin yenilemiş olan TFF dün açıkladığı tarihi kararı aldı.Geriye bir tek sürmekte olan şike davası kaldı. Bu kararın, mahkemenin işini kolaylaştırdığı herhalde söylenemez. TFF’nın “şike girişimleri sahaya yansımadı” gibi gayet kesin bir değerlendirmede bulunmuş olmasının ardından mahkemenin sanıkları şikeden dolayı mahkum etmesi halinde işlerin iyice karışacağı ortadadır. TFF’nin kararı yaklaşık bir yıldır süren ve tüm futbol sektörünü altüst eden krizi söndürür mü, belli olmaz. Fakat şu ana kadar yaşananlardan hareketle, Yıldırım ve ona sahip çıkan Fenerbahçeli taraftarların, dolayısıyla Fenerbahçe’nin galip çıkmasalar bile yenilmediklerini söyleyebiliriz.Peki mağluplar kim? Liste hayli uzun...Son not: Yazıya nokta koyduktan sonra Galatasaray yönetiminin özetle “Bu kararlar Türk kamuoyunun zekâsıyla alay etmek, adalet duygusunu hiçe saymak ve uluslararası kuralları görmezden gelmektir” şeklindeki TFF yönetimini istifaya davet eden açıklaması geldi. Haklı olabilirler ama olay çoktan haklılık-haksızlık ikilemini, hukuk çerçevesini aştı, tamamen siyasi bir zeminde seyrediyor. Bu aşamadan sonra Trabzonspor, Galatasaray gibi takımların itirazlarının gidişatı tekrar tersine çevirme imkanı ufukta gözükmüyor.*****Yaşasın 1 Mayıs!Taksim Meydanı’nda ilk 1 Mayıs’a 1976 yılında, 14 yaşında katılmıştım. 1977 ve 78’de de oradaydım. Çok uzun süre sonra geçen yıl 1 Mayıs’ta tekrar Taksim’e kavuştuk. Bir muciza gibiydi ve çok güzeldi. Maalesef bugün ABD’ye uçtuğum için Taksim’de olamayacağım. Bu sene Taksim’de en fazla ilgiyi, “anti-kapitalist Müslüman gençler”in çekeceği kesin gibi. Sol ile dindarların son derece geç kalmış bu buluşmasına aracılık ettikleri için onları özel olarak tebrik etmek istiyorum. Her iki taraftan gelen ve gelecek olan saldırılara kulak tıkamayı becerirlerse herkes için hayırlı olacak.Başta emekçiler olmak üzere herkesin 1 Mayıs Bayramı’nı kutlarım. Nice bayramlara.

Devamını Oku

CHP’nin İslamcılıkla imtihanı

29 Nisan 2012

Dün CHP tarafından düzenlenen “Değişen Mevsimler: Arap Halklarının Demokrasi ve Özgürlük için Yürüyüşü” başlıklı uluslararası toplantının ikinci ve son gününe katıldım. CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun da ara vermeden izlediği yarım günlük oturum epey renkli, dinamik, öğretici ve özellikle ana muhalefet partisi için son derece anlamlıydı.CHP yönetimi hemen hemen tüm Arap ülkelerinden siyasetçi, gazeteci ve aydın davet etmiş, bunu yaparken, sadece kendilerine benzeyenleri (yani laiklik yanlısı, solcu vb.) değil, ülkelerinde sahiden belli ölçülerde temsil kabiliyeti olanları tercih etmişler. Dolayısıyla Arap katılımcılarının ciddi bir bölümünü, bir şekilde İslamcılıkla irtibatlı kişiler oluşturuyordu. Hal böyle olunca Arap baharı üzerine tartışma dönüp dolaşıp laiklik-İslamcılık ilişkisi, çelişkisi ve rekabeti ekseninde gelişti.Zengin ve sahici bir tartışmaOlayı CHP ve CHP’liler için ilginç kılan, İslamcı olmayanların bile konuşmalarında sık sık İslam dinine olumlu anlamda referans vermeleriydi. Örneğin ilk olarak İslamcı olarak tanımlamanın pek mümkün olmadığı Cezayirli milletvekili Kamil Gerguri’nin konuşmasına besmeleyle başladığını gördük. Ardından bazı konuşmacılar ve son panelin ardından söz alan salondaki izleyicilerin büyük bölümü aynı şekilde yaptı, hatta bazıları salavat getirdi.Arap katılımcılar içinde “Ülkelerimizi en az 100 yıldır laikler yönetiyor. Yaptıkları sadece çalıp çırpmak oldu. Biraz da İslamcılara fırsat verin” diyenler de vardı, “Bu İslamcılar çok şımardı, çok hızlı gidiyorlar, biraz frene basmaları lazım” diye uyaranlar da. Haksızlık etmeyelim, laik ya da İslamcı pozisyonlara yakın olmakla birlikte Arap ülkelerinin geleceğinin, toplumun tüm kesimlerinin barış, hoşgörü ve uzlaşmayla brilikte yaşamasına bağlı olduğunu vurgulayanlar da oldu.Klişeleri aşmakÜlkelerindeki mevcut otoriter rejimlere sadık oldukları anlaşılan bazı katılımcıların Arap baharının güç ve önemini düşük gösterme, Arap halklarının arayışlarının gerçek anlamını saptırma gayretleriyse hazindi. Bunlardan birinin, ülkesinde (adını vermeye gerek yok, henüz rejimi değişmeyen herhangi bir ülke olabilir) halkın yüzde 99’unun mevcut rejimin arkasında olduğundan övünçle söz etmesi, hem gerçeklere, hem de toplantının ruhuna son derece aykırıydı. Hazin ve toplantının ruhuna aykırı olan bir diğer husus da bazı Türk izleyicilerin, Arap baharını tamamen bir “emperyalist komplo” olarak görüp buna sert bir şekilde karşı çıkmalarıydı ki CHP yönetiminin, parti içinde bu şekilde düşünen çok kişi olmasına rağmen farklı bir tutum takındığı ortada. Toplantının adının “Arap Halklarının Demokrasi ve Özgürlük için Yürüyüşü” olması tek başına bunu kanıtlıyor.Sonuç olarak yıllar boyunca siyasal İslam’ı anlamak istememiş, bunun gerek Türkiye’de, gerekse diğer ülkelerde yükselişini klişeler ve komplo teorileriyle açıklamaya çalışmış bir kesimin sözcüsü olan CHP’nin bu tür toplantılar sayesinde gerçeklerle tanışması, yüzleşmesi ve dolaylı da olsa bunları kabul etmesi son derece olumlu bir gelişmedir. Ancak parti tabanının tümünün, hatta yönetici düzeyindeki birçok ismin daha tam olarak bu noktada olduğu söylenemez. Hatta Kılıçdaroğlu’nun dini konularda göstermeye çalıştığı hassasiyetlerin CHP bünyesinde rahatsızlık yarattığına da zaman zaman tanık oluyoruz. “Bize ne Arap baharından?” diyenler, katılımcılara, bunlardan bazılarının söylediklerine itiraz edenler de muhakkak olmuştur. Ama CHP sahiden Türkiye’yi yönetmeye talipse, bu türden çağın gerisinde kalmış tepkilere kulak asmadan, gerçeklerle birlikte yaşamayı öğrenmesi gerekiyor.

Devamını Oku

BDP bağımsız Kürt devletine neden karşı?

26 Nisan 2012

Her ne kadar medyada hak ettiği kadar yer bulmasa da BDP heyetinin ABD ziyareti son derece önemliydi. “Neden?” diye soranlara Ankara’nın Kürt sorunundaki “yeni” stratejisini hatırlatmak yeterli olacaktır. Buna göre Abdullah Öcalan ve PKK yerine muhatap olarak BDP alınacak; Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani Ankara ile PKK arasında bir tür arabulucu rolü üstlenecekti. Washington yönetiminin de desteklediği anlaşılan bu stratejinin, Irak’ın bölünüp Kuzey’de bağımsız bir Kürt devletininin inşasını hesaba kattığını da düşünebiliriz.ABD’de temasta bulunan BDP’lilerden bazılarının birkaç gün önce Türkiye’de Barzani ile buluşmuş olmaları bu ziyareti hiç kuşkusuz daha anlamlı kılıyor. Ne var ki BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın Washington’da, Türk gazetecilere söyledikleri Kürt siyasi hareketinin Ankara-Erbil-Washington üçgeninde hayata geçirilmek istenen projeye tam olarak ikna olmadıklarını gösteriyor.Bu konuyu tartışmaya geçmeden önce Demirtaş’ın sözlerini hatırlayalım: “Elbette Irak’taki halkların yeni bir statüyle kendisini yönetmek istemesi, eğer barışçıl yöntemlerle gerçekleştirilecekse, sonuçta oradaki insanların hakkıdır. Ama bu, bölgesel düzeyde daha kanlı savaşlara, etnik çatışmalara yol açacaksa, böyle bir risk varsa, bu konuda çok daha dikkatli olunması lazım. Elbette şu anda Suriye, Irak, İran’daki gelişmeler bütün ve birbiriyle bağlantılı olarak ele alındığında, böyle bir risk vardır. Bugün Irak’ın üçe bölünmesi beraberinde huzur getirmeyecektir. Şu anda tehlikeli bir durumdur. Ama ülkeler gönüllü biçimde de ayrılabiliyorlar ama şu anda Ortadoğu böyle bir şeye çok müsait görünmüyor.”Öcalan’ın itirazlarıBDP liderinin Irak’ta bağımsız bir Kürt devletine mesafeli yaklaşması kimilerine şaşırtıcı gelebilir ama Kürt siyasi hareketini yakından takip edenler için bu yeni bir pozisyon değil. Bu düşüncenin telif sahibi de Abdullah Öcalan’dan başka birisi değildir. Öcalan’ın Barzani ve Talabani’yi, onlardan hareketle de Irak’ta bağımsız devlet fikrini sistemli bir şekilde eleştirmesinin üç temel nedeni bulunuyor:1) Öcalan, Türkiye’nin sayıca en kalabalık Kürt nüfusa sahip olmasından da güç alarak, tüm Kürtlerin liderliğine talip olduğu için Barzani ve Talabani ile rekabet ediyor;2) Öcalan, Türk devletinin en büyük korkusunun bağımsız Kürt devleti olduğunu çok iyi biliyor ve buna karşı çıkarak devletin kendisini muhatap, hatta partner olarak görmesini sağlamaya çalışıyor;3) Öcalan uzun süredir Kürt sorununun çözümü için “ulus-devlet” formatının dışında alternatifler üzerinde kafa yoruyor; onun “demokratik konfederasyon”, “devlet olmayan devlet” gibi önermeleriyle Barzani’nin düşündüğü devletin aynı şeyler olmadığı açıktır.Teori ve pratikDemirtaş’ın, Öcalan tarafından formüle edilen duruşun izini sürdüğü muhakkak. Bununla birlikte Demirtaş’ın bağımsızlık fikrine kategorik olmaktan ziyade konjonktürel olarak karşı çıktığını da görmemiz gerekiyor. (Serinkanlı ve tarafsız herhangi bir gözlemci de onun Irak’ın üçe bölünmesinin riskleri konusunda yaptığı uyarılara hak verecektir) Yine de açılımın durmasından sonra hayata geçirilen baskı politikaları yüzünden devletle Kürtler arasındaki mesafenin yeniden hızla açıldığı ve ayrılık fikrinin hiç olmadığı kadar rağbet görmeye başladığı bir ortamda Demirtaş gibi önde gelen bir Kürt siyasetçinin bağımsız devlet fikrine şu ya da bu nedenle eleştirel yaklaşması son derece cesur bir harekettir.Ancak Türkiye’deki Kürt siyasi hareketinin, devletin Irak’ta bağımsız bir Kürt devletine artık kâbus gibi bakmadığını, hatta Turgut Özal’dan esinlenerek böyle bir gelişmeyi nerdeyse teşvik etme noktasına geldiklerini ıskalıyor gibiler. Diğer bir deyişle, dün bağımsız Kürt devletine karşı çıktığı için devlet katında bir nebze de olsa değerli olan Kürt hareketi (ve Öcalan) belki bugün yine aynı nedenle devlet tarafından değersiz görülüyor olabilir.Son bir soru: İddianamesine Türkiye’deki Kürt siyasi hareketinin (hâlâ) bağımsız ve birleşik Kürdistan kurmak istediği tespitiyle başlayan KCK savcısı ne diyor acaba bu gelişmelere?

Devamını Oku

Mağdurlar mağrur, mağrurlar mağdur olurken

25 Nisan 2012

Hatırlanacaktır, Tunus yolunda uçakta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e 28 Şubat sürecinin yargılanması konusunu sormuş ve kendisinden şu yanıtı almıştık: “28 Şubat yargılamalarında dikkat edilmesi gereken şey rövanşist bir duruma düşmemektir. Rövanşizm her zaman kötüdür. Rövanşist bir düzeyde meseleleri ele alırsanız olayı bitmez tükenmez bir sıra meselesi haline getirmiş olursunuz. Sıra size geldiğinde rövanşı alırsınız ama bir sonraki sefere de diğerlerine bir sebep yaratmış olursunuz, bu da yakalanmış olan demokrasi standardından geri düşmenin bir yoludur.”28 Şubat konusunda Gül’ün uyarılarına ne derece uyulduğu tartışılır. Dün üçüncü dalgasına şahit olduğumuz, 28 Şubat’ın askeri ayağına yönelik operasyonlara pek fazla itiraz eden yok görünüyor fakat soruşturmanın “sivil”lere yönelmesi ihtimali üzerine giderek büyüyen bir tartışmaya söz konusu. Başbakan Erdoğan’ın “cadı avı olmasın ama gittiği yere kadar gitsin” sözleri, hükümetin, 28 Şubat’a aleni destek veren meslek kuruluşları, STK’lar, işadamları ve gazetecilerin de yargı sürecine dahil edilmesine pek karşı çıkmayacağını gösteriyor. Fakat bunun “cadı avı” görüntüsü vermeden nasıl becerilebileceği kuşkulu.Anayasal rövanşizmAslında “rövanşizm” konusu sadece 28 Şubat ile sınırlı değil. Yıllar boyu sistemin dışına itilmiş, horlanmış ve ikinci sınıf vatandaş muamelesine tabi tutulmuş kesimlerin desteğine sahip olan ve kendileri de bizzat bir dizi mağduriyete muhatap olmuş bir kadro eğer 10 yıldır bu ülkeyi yönetiyorsa birçok vesileyle “rövanş”ın söz konusu olması son derece anlaşılır bir şeydir. Ancak bu hesaplaşmanın da bir kuralı ve sınırı olsa gerektir. İşte Gül’ün Tunus yolunda vurguladığı, hesaplaşmanın “bitmez tükenmez bir sıra meselesi haline gelmesi” riski demokrasimizin önündeki en büyük engellerden biri olarak karşımıza çıkıyor.Nitekim Cumhurbaşkanı Gül, dün Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıldönümüde yaptığı ve yeni anayasa konusundaki görüşlerini anlattığı konuşmada telaffuz etmeden sözü yine rövanşizme getirdi ve şöyle dedi: “Anayasa aracılığıyla bir önceki dönemin ‘mağdurlarını’, ‘muktedir ve mağrur kılma’ çabası hep menfi neticeler doğurmuştur.”En geniş toplumsal mutabakata dayanan, sivil ve demokratik yeni bir anayasa üretebileceğimize olan inancım her geçen gün eriyor. Bunun birinci nedeni, Gül’ün de dikkat çektiği, dünün mağdurlarının günümüzde hayli muktedir ve mağrur bir üslubu benimsemiş olmaları. Buna bağlı olarak siyasi iktidarın demokrasiyi “çoğulcu” değil de “çoğunlukçu” bir perspektiften ele alıyor olması.İyimser bir yaklaşımYine de iyimser olmaya çalışalım ve Gül’ün dünkü konuşmasından bir alıntıyla yazımızı noktalayalım: “Anayasalar yalnızca bugünün güç dengelerine ve ihtiyaçlarına göre dizayn edilemez. Anayasalar, toplumun tüm kesimlerinin hak, özgürlük ve beklentilerini bugün ve gelecekte teminat altına alacak bir nitelikte olmalıdır. Bu da ancak, toplumsal mutabakatın mümkün olduğunca ‘asgari müşterek payda’da oluşacağı anlayışıyla kaleme alınan anayasalarla sağlanabilir. Unutmayalım ki, bugün güçlü olduğumuzda bizi kendi gücümüzden koruyacak bir anayasal kural, yarın zayıf düştüğümüzde bizi başkalarının haksızlığından da korur.”

Devamını Oku

Bağımsız Kürt devletinin önündeki engeller

25 Nisan 2012

Dünkü yazımızda Irak’ın bölünmesi ve buna paralel olarak bağımsız bir Kürt devleti kurulması ihtimalinin her geçen gün arttığı tespitini yapmış, bu gelişmenin önünü almanın mümkün olmadığını kavrayan Ankara’nın da doğacak bir Kürt devletinin hamiliğine kendini hazırlamakta olduğunu ileri sürmüştük. Tabii ki bunun aslında Turgut Özal’ın hayali olduğunun da altını çizmiştik.Öteden beri “devletsiz halk” olarak adlandırılan Kürtlerin bağımsız bir devlete kavuşması kuşkusuz son derece tarihi ve sırf bu nedenle bile aynı ölçüde zor ve sorunlu olacaktır. İşte bugün, Kürtlerin devletleşmeye doğru evrilmeleri sürecinde karşılarına çıkabilecek sorunları özetle ele almaya çalışacağız:Türk milliyetçiliği: Türkiye’de gerek “resmi”, gerek “sivil”, gerekse “karma” (diğer bir deyişle yarı-resmi) milliyetçi söylem esas olarak devletin bekası, yani varlığını sürdürmesi temeli üzerinde yükselir. Devletin bekasının olmazsa olmazı da ülkenin “bölünmez bütünlüğü”dür. Yani Türk milliyetçilerinin en büyük kaygısı, ülkenin bölünmesi, daha açık söyleyecek olursak Kürtlerin kopmasıdır. Sırf bu nedenle Türk milliyetçileri uzun bir süre, Kürt diye ayrı bir etnik grubun varlığını bile reddetmişlerdir. Her ne kadar son yıllarda inkâr politikaları eskisi kadar güçlü olmasa da, Türk milliyetçiliğinin Kürtlere herhangi bir statü verilmesini onaylama noktasına erişmiş olduğu söylenemez. Irak’ta Kürdistan’ın ilan edilmesinin beraberinde Türkiye Kürtlerinin durumunda değişiklikleri kaçınılmaz kılacağı için, buna Türk milliyetçilerinin çok gürültü bir şekilde karşı çıkacakları açıktır.Normal şartlarda Irak’ta bağımsız bir Kürt devletine destek vermesinin, hatta buna göz yummasının bile AKP hükümetini içerde çok ciddi bir şekilde zorlaması beklenir. Fakat gerek MHP’nin gündem belirleme gücünü giderek yitirmesi, gerek AKP’nin son 10 yılda Türk milliyetçiliğini belli ölçülerde dönüştürerek kapsama alanına alması nedeniyle bu zorluğun altından kalkması mümkündür. Fakat bunun için hem bir yandan Kürt olmayan kesimleri, bir bölünmenin (dolayısıyla Irak ve Türkiye Kürtlerinin bağımsız bir devlet çatısı altında birleşmelerinin) asla söz konusu olmadığına ikna etmesi; diğer yandan Kürtlere de, bağımsızlık fikrini geri plana itecek ölçüde tatmin edici bir statü sunabilmesi gerekiyor. Ama herşeyden önce eli silahlı PKK varlığını bir şekilde sona erdirmesi şart.Arap milliyetçiliği: Irak Kürtlerinin kopması kuşkusuz ülkenin Arap çoğunluğunu da öfkelendirecektir. Azınlıktaki Sünni Araplar, Kürtlere paralel olarak kendilerine de ayrıcalıklı bir statü (kimbilir belki de bağımsız bir başka devlet) tanınması karşılığında sessiz kalabilirler ama çoğunluğu oluşturan Şii Arapların bölünmeyi engellemek içinden ellerinden geleni yapacakları açıktır.Öte yandan Arapların çoğunlukta olduğu bir ülkenin bölünmesine diğer Arap halkları ve devletlerinin de hoş gözle bakması beklenemez. Belki şu aşamada bağımsız bir Kürt devletini engelleyebilecek güçte ve örgütlülükte bir Arap milliyetçiliği söz konusu olmayabilir ama bağımsız Kürdistan, zaten iyi olmayan Kürt-Arap ilişkilerinde mesafenin daha da açılmasına, çok güçlü nefret ve düşmanlık tohumlarının atılmasına neden olacaktır.İran: Tahran rejiminin Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinden rahatsız olması için birçok neden var. Öncelikle böyle bir devlet İran Kürtleri için de tam anlamıyla bir cazibe merkezi olacak, onlar arasındaki ayrılıkçı fikirleri daha da güçlendirecektir. İkinci olaraksa, Iraklı Şii Arapların esas olarak İran’ın müttefiği olduğunu hatırlatmak yeterli olabilir. Irak’ın Güney’inin Kuzey’le sıcak çatışmaya girmesi durumunda Tahran’dan çok güçlü destek alacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.Görüldüğü gibi Irak’ta bağımsız Kürdistan’ın ilanı bölgemiz ve ülkemizdeki dengeleri tamamen değiştirmeye aday tarihi bir gelişme olur. Bu yeni duruma uyum sağlayabilen devlet ve rejimlerin güçlenip, uyum sağlayamayanların da hızla tasfiye olacağı muhakkak. Sonuçta herkes için risk ve fırsatın birlikte olacağı çetin bir süreçle karşı karşıyayız.

Devamını Oku

Özal’ın hayali gerçekleşiyor mu?

23 Nisan 2012

Önce peş peşe gelen bazı önemli gelişmeleri hatırlayalım:- Irak’ın Sünni asıllı Cumhurbaşkanı yardımcısı Tarık Haşimi ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelerin desteğine sahip olan Haşimi’nin bir ayağının da Türkiye’de olduğunu biliyoruz.- Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani, Nuri el Maliki başkanlığındaki Irak hükümetiyle arasına mesafe koymaya başladı. Barzani son Türkiye ziyaretinde Haşimi ile bir araya geldi.- Haşimi’nin Türkiye’deki temasları üzerine Irak Başbakanı Maliki “Türkiye düşman ülke haline geliyor” şeklinde sert bir açıklama yaptı.- Önce yazılı bir açıklamayla Dışişleri Bakanlığı, ardından Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu Maliki’ye benzer sertlikte cevap verdiler.- Geçtiğimiz günlerde Barzani herhalde en fazla itibar gördüğü Türkiye ziyaretlerinden birini gerçekleştirdi. Iraklı Kürt liderin Türiye’nin Kürt (ve tabii ki PKK) sorununun çözümünde aktif bir rol oynayacağı tescillenmiş oldu.Irak’la alakalı bu gelişmelere paralel olarak şu noktaları da değerlendirmeye almalıyız:- Ankara ile Şam yönetimi arasındaki mesafe her geçen gün açılıyor. Tahran’ın Beşşar Esad rejiminin en önde gelen destekçi olduğu düşünülürse, Suriye krizi Türk-İran ilişkilerini de olumsuz etkiliyor.- Her ne kadar AKP hükümeti bir tür arabuluculuğa talip olsa da İran nükleer krizi Türkiye’yi hayli zorluyor. Her şey bir yana, Ankara’nın füze kalkanını kabul etmiş olması tek başına iki ülke ilişkilerinin gidişatını olumsuz yönde etkiliyor.- Ankara her geçen gün, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelerin “Şii hilali”ne karşı oluşturmaya çalıştığı “Sünni blok”a doğru sürükleniyor.Bazı sonuçlarBütün bu gelişmeleri birbirleriyle ilintilendirdiğimde şu sonuçlara varıyorum:1) Suriye’de Baas rejimi er ya da geç, dış müdahaleyle veya değil, devrilecek. Ne var ki yerini nasıl bir yönetimin alacağı belli değil. Ama bu ülkenin, rejim yıkılsa da yıkılmasa da bir tür iç savaş yaşayacağı kesin. Hatta bazı gözlemciler çoktan bir iç savaşın başladığını ileri sürüyor.2) Suriye’nin bölünmesi güçlü bir ihtimal. En azından Lübnan gibi, resmi olmayan ama fiili bir bölünme yaşanabilir. Böylesi bir durumda Kürtlerin nasıl bir statüye sahip olacağı Türkiye’yi ayrıca ve özel olarak ilgilendiriyor.3)Suriye rejiminin yıkılma ihtimaline karşılık İran’ın nasıl bir cevap vereceği bilinmiyor. Küçük çaplı bölgesel bir çatışma bile söz konusu olabilir.4) Irak’ın bölünmesi her geçen gün daha da kaçınılmaz hale geliyor. Üstelik Ankara da bu gelişmeye daha fazla direnmeyeceğe benziyor. Hatta “resmi” söylemleri bir yana bırakırsak AKP hükümetinin bölünmeye sıcak baktığını bile söyleyebiliriz.5) Irak’ın bölünmesi, bağımsız bir Kürt devletinin kurulması anlamına gelecek. Barzani’nin son ziyaretini böyle bir ihtimal dahilinde de değerlendirmek gerekiyor.6) “Bağımsız Kürdistan”ın Türkiye açısından eskisi kadar tabu olmadığı ortada. Hatta daha ileri giderek, Ankara’nın, etrafı “düşmanlar”la çevrilecek olan olası bir Kürt devletinin hamiliğine talip olacağını da düşünebiliriz. Bu da bizi yazımızın başlığına, yani Turgut Özal’ın hayaline götürüyor. Özal zamanında, kimi zaman açık ama çoğu kez dolaylı bir şekilde, Kürtler için, Ankara’nın desteğinde bir federasyon veya konfederasyon istediğini dile getirdiğinde çokça eleştirilmiş ve tabii ki fazla hayalci bulunmuştu.Özal’ın hayali önümüzdeki günlerde gerçekleşecek olabilir.

Devamını Oku