Moskova’nın uçak krizinin başından bu yana attığı tek geri adım, dışişleri bakanlarının bugün görüşebileceği açıklaması oldu.Bu görüşme gerçekleşirse ilişkilerin tamiratı yönünde büyük bir adım olmayacağı da bellidir.Rusya’nın oldukça hızlı aldığı “yaptırım” kararlarının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’a da “kişisel” suçlamalar getirmesinin ilk yorumu Türkiye’yi tümüyle “kaybetmeyi” göze aldığı olacaktır.Moskova yönetimi, Türkiye’nin Ortadoğu’da herhangi bir etkili rol oynamasını tümüyle sıfırlamaya çalışırken, Suriye’yi tam kontrolü altına almaya devam etmektedir.Batı’nın, ABD, Fransa ve Almanya’nın Türkiye ile işbirliği içinde IŞİD’e karşı operasyonlar yapmasına karşı çıkmayan Moskova Türkiye’yi “itmekte” bir beis görmemektedir.Bu politikanın, Türkiye’yi zorunlu olarak Batı’ya daha yakınlaştırmasının da Moskova açısından bir sorun teşkil etmediği anlaşılmaktadır.Rusya, bu açıdan bakıldığında “Suriye’yi ben alırım Türkiye’yi size veririm” derken, aslında Soğuk Savaş döneminin etkinlik hatlarını da yeniden aynı şekilde oluşturmaktadır.Türk hükümeti, uçağın düşürüldüğü andan itibaren gerilimi artırıcı bir hat izlememiş ve sürekli üst düzey görüşmelerle gerilimi azaltma yönünde davranmıştır.Ankara’nın bir adım daha geri atması, aslında tek bir adımdır, bu da Rusya’nın uçakla ilgili taleplerini yerine getirmesidir.Uçağın Suriye üzerinde düşürüldüğünü kabul etmek, özür dilemek, tazminat ve sorumluları cezalandırmanın kabulü Ankara açısından kolay değildir ve bunu herkes bir çeşit “teslim olma” gibi görecektir.Bu krizde Batı da esas olarak “mesafeli” duruşunu devam ettirmekte ve sorun onu hiç ilgilendirmiyormuş tavrını değiştirmemektedir.Batı’nın bu pozisyonunun, “Türkiye biraz daha sıkışsın ve bize gelsin” beklentisine dayandığının da işaretleri vardır.Moskova krizden çıkış yollarını bütün noktalarda tıkarken bugünkü dışişleri bakanları görüşmesine Rus tarafının yeni taleplerle gelmesi de mümkündür.Batı ile Rusya’nın bugünkü durumun ortaya çıkmasında gizli bir mutabakat içinde olmaları ise abartılı bir tahlil olarak görülebilir, ama bu Ankara’nın her zaman göz önünde tutması gereken ihtimallerden biridir.
Rusya’nın, uçak krizinin ardından aldığı kararlar, ekonomik ve insani ilişkileri daraltıcı nitelikte kararlardı. Dün açıklanan kararla ise Rusya, ambargo aşamasına geçiş niteliğinde bir karar açıkladı.Buna göre, Türkiye’den gidecek tüm tarım ürünleri, sebze ve meyvenin Rusya’ya girişi yasaklanacak.Türkiye Rusya’ya yılda yaklaşık 5 milyar dolarlık mal ve hizmet satıyor. Bunun 1 milyar doları tarım ve hayvancılık ürünleri.Türk-Rus ilişkilerinin hemen tüm alanlarında daraltıcı kararlar alan, ekonomik ve insani ilişkileri çeşitli uygulamalarla zora sokan Rusya’nın Ankara’dan isteği de pazarlık çıtasını çok yükseğe koyuyor.Putin yönetimi ne istediğini net olarak açıkları: Rus uçağının Suriye sınırı içinde düşürüldüğünü Ankara’nın kabul etmesi, bunun için Rusya’dan resmen özür dilenmesi ve tazminat ödenmesi, sorumluların cezalandırılması.Ankara bugüne kadar yaptığı açıklamalarla, bu taleplerin herhangi birini kabul edebileceğine dair bir işaret vermedi. Tam tersine ilk günkü pozisyonunu korudu.Rusya da “önce taleplerimiz yerine getirilir, ancak bundan sonra bir görüşme yapılabilir” noktasından geri adım atmıyor.Cumhurbaşkanı Erdoğan, Paris’teki iklim zirvesi dolayısıyla Rus devlet başkanı Putin ile görüşme talep etti, ancak Rus tarafı bunu da kabul etmedi.Ankara şu ana kadar, Rusya’nın hamlelerine karşı “misilleme” niteliğinde bir karar almış değil. Bazı yaptırımlar dillerde dolaştı, ama bunların hiçbir somut hamleye dönüşmedi.Bu aşamada üçüncü bir ülkenin araya girerek bir müzakere ortamı yaratması da Rusya’nın katı tutumu dolayısıyla oldukça zor görünüyor.Sonuçta Ortadoğu bataklığı Türkiye’nin en umulmadık bir noktada içine çekmiştir. Suriye ve IŞİD meselelerinin Türk-Rus ilişkilerini bu hale getirecek gelişmelere yol açacağını birkaç ay önce kimse beklemiyordu.Bataklık böyle bir şeydir, bastığınızı sandığınız nokta aslında başka bir noktadır, her hareket ıslak kumların umulmadık yönlere gitmesine yol açabilir. Bataklığa düşmek kolaydır, çıkmak zordur.
Tahir Elçi’yi kimin öldürdüğünün cevabını yine herkes durduğu noktaya göre vermeye çalışıyor.“PKK öldürdü” demeye çalışanlar, halen bunun mantıklı bir açıklamasını üretebilmiş değiller. Ama çalışıyorlar.Cinayet anını herkes gördü. Elçi’nin açıklama yaptığı noktanın sağında çatışma çıkıyor, çevredekiler ve Elçi’nin dikkati o noktaya yöneliyor.O anda çatışmanın olduğu yönün tam tersinden, Elçi’nin sırtından ateş ediliyor. Bir mermi Elçi’nin ensesine isabet ediyor.Elçi çatışmanın arasında kalmış değildir, doğrudan hedef alınarak vurulmuş, öldürülmüştür. Bu silahın ateşlendiği nokta Elçi’ye uzak bir mesafededir.Tahir Elçi tarihi bir caminin kurşunlanmasıyla ilgili basın açıklaması yaparken “birileri” ateş etmiş ve bir çatışma başlatılmıştır. Planın birinci adımı budur ve bu çatışma devam ederken ters yönde mevzilenmiş bir şahıs da Elçi’yi vurmuştur.Bunun planlı bir cinayet olduğunun bütün kanıtları ortadadır. Bulunması gereken de önce, Elçi’nin ne tür bir silahla öldürüldüğüdür ve anlaşıldığı kadarıyla o mermi bulunmuştur.Merminin ne tür bir silahtan çıktığının bulunması da zor değildir, anlaşıldığına göre Elçi’yi öldüren mermi bulunmuştur.Elçi cinayeti, daha ilk anda herkesin aklına Hrant Dink cinayetini getirdi. Planlı, profesyonel bir örgütlenmenin, kamu elleriyle karartılma ve kafa karıştırma girişimlerini hatırladık.Çok benzeyen bir sahneleme, elinde silahla kaçan bir PKK’lı görüntüsüyle birlikte uygulanmaya başlandı. Bu PKK’lı, görüntülere göre, Elçi’yi öldüren silahın ateşlendiği noktanın tersinden, çatışmanın olduğu noktadan kaçmaktadır. Bir polisi öldüren, birini yaralayan silahlardan biri bu silah olabilir, ama Elçi’yi öldüren silah olması ihtimali düşük görünmektedir.Tahir Elçi, demokratik siyaset içinde bulunan, barışı savunan ve bunun için uğraşan bir insandı. Kimileri için de cezalandırılması gereken bir insandı. Hapse atılamadı, vuruldu, öldürüldü. Nedenlerin, niçinlerin cevapları çok açık bir cinayet daha herkesin gözü önünde işlendi. Geriye kalan başka bir soru var: Arkası gelir mi?
Gazeteci tutuklaması her zaman rahatsız edici bir olaydır. Cumhuriyet gazetesinin yayın yönetmeni ve Ankara temsilcisinin tutuklanması da asla onaylanamaz.Bu tutuklamanın gerekçesi bir haberdir, sadece gazetecilik faaliyetidir. Bunun ardında niyet okumak, siyasi tavırlara yönelmek de hukuki açıdan geçerli olabilecek dayanaklar değildir.Söz konusu haber MİT’e ait TIR’lara jandarma tarafından baskın yapılması ve bunlarda silah bulunduğunun ortaya çıkmasıdır.Bu haber uzun süre önce yayınlanmış, tartışma konusu olmuş bir haberdir. Bu TIR’lardaki silahların IŞİD’e gittiği iddiası da yalanlanmış, Türkmenlere gittiği resmen açıklanmıştır.Bir süre önce yeni bir unsur olarak, TIR’larda bulunan silahların fotoğrafları yayınlandı. Bunları yayınlayan Aydınlık gazetesi, bildiğimiz kadarıyla herhangi bir takibata uğramadı, haberin üzerinde de kimse durmadı.Bundan dört ay kadar sonra, 7 Haziran seçimlerine az bir süre kala aynı fotoğraflar Cumhuriyet gazetesinde yayın yönetmeni Can Dündar ve Ankara temsilcisi Erdem Gül tarafından yayınlandı.Bu kez haberin tepkisi büyük oldu. Bu haberin belli bir zamanlamayla tekrarı siyasi amaçlı bir faaliyet olarak görüldü, gazete ve gazeteciler sert şekilde suçlandı.Bu haberle ilgili tutuklama kararları da “casusluk” suçlamasıyla alındı. Daha önce defalarca yayınlanmış bir haberin casusluk konusu sayılmasının tuhaflığıyla birlikte, haberin bir amaç atfedilerek yargılanması da hukuk açısından çok tartışmalı bir durumdur.Böyle bir haber, tartışılabilir, gazeteye nasıl geldiği de konuşulabilir, siyasi amacı olup olmadığı üzerine polemik de yapılabilir.Ama bütün bunlar gazetecilerin tutuklanması için bir dayanak teşkil etmez.Gazeteci tutuklamasının her zaman yönetimlerin zarar hanesine yazılan olaylardır. Çünkü bu tutuklamalar her zaman daha kötü gelişmelerin habercisi gibi alınır ve yönetimler açısından bir yıpranma unsuru olur.Yine aynı şey olmuşsa ve bunun kaçınılmaz bir sonuç olduğu biliniyorsa bu kararı alanların neye hizmet ettiklerinin de düşünülmesi gerekir.
Herhalde hiç kimse Türkiye ile Rusya’nın birbirlerine füze fırlatmasını beklemiyordur. Böyle temennileri olan vardır, mesela IŞİD ve aynı hatta duranlar.Ama Ankara ve Moskova’da, bir sıcak çatışmaya doğru gidişi kışkırtacak kadar aklını yitirmiş kimse yoktur.Ama Rusya bir savaş alanı seçti ve o alanda ilerliyor. Bu alan ekonomi ve Türk-Rus ekonomik ilişkileri.Türkiye Rusya’ya tarım ürünleri ve tekstil dahil çok sayıda mal satıyor. Türk müteahhitler Rusya’nın dört köşesinde çalışıyor. Rus turistlerin Türk ekonomisine katkıları milyar dolarla ölçülüyor.“Ortak çıkar” alanında da doğal gaz var, Rus doğal gazının Batı’ya ulaştırılması projeleri var. Bir de nükleer santral var.Saydıklarımızın doğal gaz kısmı iki taraflı kayıp hanesine girer. Nükleer santral Rusya’nın kaybı hanesine yazılır. Diğer ekonomik konuların hepsi ise Türkiye’nin kayıp hanesindedir.“Dış politika”nın ne olduğu anlatılırken, uzun zamandır “yüzde 90’ı ekonomi olmuştur” fikri tekrarlanıyor. Dış politikaya ekonomik çıkarların hakim olması aslında geçen yüzyılda gerçekleşti. Bunun en büyük tecrübe alanı da Ortadoğu petrolü oldu.Türkiye’nin son dönemdeki dış politika hamlelerde “ekonomik çıkar” konusunun ön planda olmadığı gibi bir izlenim var.Bunun iki örneği de, Türkiye’nin dış ticareti açısından önemli sayılan ve gelişen iki pazarın, Mısır ve Suriye’nin durumları gösteriliyor.Ankara, Suriye’deki Esad yönetiminin değişmesini Ortadoğu politikasının ana unsuru haline getirince bu pazar sıfırlanmıştı.Aynı durum, Mısır’da Sisi darbesine tepkide Türkiye neredeyse tek başına kalınca ortaya çıktı ve bu ülke de artık Türkiye açısından “gelişen” bir pazar değil.Ankara-Moskova gerilimiyle yaşanabilecek ekonomik sorunlar tabii ki Mısır ve Suriye’de yaşananların çok daha üzerindedir.Türk ekonomisindeki siyasi kaynaklı sorunlardan söz ederken kuşkusuz, Güneydoğu’da yaşanan savaş halini de hatırlamak gerekiyor. Böyle bir savaş oluk oluk para harcanmasını gerektirdiği gibi, bölge ekonomisinin de ağır sarsıntılar yaşaması anlamına gelmektedir.
Yeni hükümet üyeleri, düşürülen Rus savaş uçağının gürültüsü arasında açıklandı.Dikkatler daha çok uçak krizine dönükken, yeni bakanlarla ilgili ciddi bir ses de çıkmadı. Davutoğlu’nun yeni kabinesinde “sürpriz” denebilecek bir isim yok, 7 Haziran öncesi hükümetin ana çatısı da büyük ölçüde korunmuş durumda.Açıklamadan önce iki isimle ilgili tartışmalar oldu. 2002’den beri ekonominin dümeninde bulunan Ali Babacan 13 yıl sonra hükümet dışında kaldı.Tartışılan ikinci isim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı, yeni milletvekili Berat Albayrak’tı. Albayrak da Enerji Bakanı olarak yeni hükümette yer aldı.Babacan ile ilgili tartışmanın altındaki ana konu, Türkiye’yi 2001 krizinden çıkaran, dış krizlerden çok az etkilenmeyi sağlayan ekonomi politikalarının değişip değişmeyeceği.Ana politikalarda bir değişiklik olmayacağının işareti olarak, önceki Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in bir kademe yükselerek, ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı olması gösterilebilir.Ekonomi yönetiminde birkaç yıldır süregelen faiz tartışmasının devam olarak Babacan’dan farklı bir yaklaşımın öne çıkıp çıkmayacağı da şimdiden bilinebilir bir konu değil. İç ve dış ekonomi dünyası esas olarak bu meseleyi yakından izleyecektir.Berat Albayrak’ın Enerji Bakanı olmasıyla ilgili, tahmin edilebilecek demagojiler yapılacaktır. Bunlar da üç beş gün sürer biter, sonrasında “icraat” kalır.Yeni hükümette, başbakan yardımcılarının sayısı bir adet artarken, eski Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in ismi de kulislerde konuşulmuştu, ancak tahminlerin aksine Çelik de hükümet dışı kaldı.Şu andaki temel sorunumuzla ilgili olarak hangi başbakan yardımcısının görevlendirileceği henüz belli değil. Ama 2013-2015 masasının aynı şekilde kurulmayacağı ifade edildiğine göre, barış süreciyle ilgili sorumluluğun yeni bir isme verilmesi mümkündür. Ama Başbakan Davutoğlu, Akdoğan’ın çözüm sürecini Dolmabahçe mutabakatına kadar getiren heyette önemli rol oynamış olmasını da dikkate alabilir.
Hep daha kötüsünü bekleyerek yaşamak ilginç bir hayat tarzı, bizde de pek bir yaygın. Hep yaygın oldu, sadece karanlık görenler, her ufukta kaos görenler hayatımızdan hiç eksik olmadı.Bu hayat tarzının altında amatör bir siyaset merakı yatıyor. İçinde yaşadığı toplumu bilmeden, bilmeye çalışmadan siyasete parmak ucuyla dokunanlar hüsran duygusuyla da iç içe yaşıyorlar.Siyaseti, “Benim dediğim olmalı, olmazsa bitmiştir bu memleket” cümlesinin içindeki küçük dünyada görmenin kaçınılmaz sonuçları var.Bunlardan biri demokrasiyi anlamamak, giderek demokrasiyi reddetmek açmazına düşmek. Demokrasi onların istediği gibi çalışmıyorsa, “bitmiştir bu memleket.”Demokrat olmaktan vazgeçmek de kolaydır onlar için, siyasetin aslında kötü bir şey olduğuna inanıvermek de kolaydır.Topluma ve siyasete egemen griliği görmeyi reddeden bazen sadece beyazları görür, bazen de sadece siyahları.Hangi siyahların beyazladığı, hangi beyazların karardığını görmeye, anlamaya çalışmak meşakkatli bir iştir. Bu meşakkate katlanmak da onlara hiç gelmez, onların dediklerinin olmasıdır esas önemli olan.Bu “memleketin sahibi” görüntüsü zaman zaman bir “aydın refleksi” gibi algılanır, aşırı iyimserlikler de aşırı kötümserlikler de bu aydın refleksine bağlanır. Oysa bu refleks sadece “memleketin sahibi benim” refleksidir.Biraz daha ileri gidince de ortada siyasetin s’si kalmaz, çok kuvvetli, çok sert bir “ego” savaşı kalır. Beceri bu ego savaşını siyasi mücadele gibi yutturmaktır.Şimdi beklenen yine “büyük kaos” oldu. Çünkü halk, artık açıkça suçlanamayan halk onların istediği gibi düşünmedi ve davranmadı.Onların istedikleri gibi düşünmeye çalışanlardan da bir şey çıkmadı, çünkü onlar da siyasete baktıkları aynı tıkız açının kurbanı olmuşlardı.Tek çare kaldı, kaos beklemek, felaket beklemek, “kendi aleyhine bir kez daha oy kullanmış olan halkın” geleceği için üzülmek. Buradaki “üzülmek” kelimesi de, arkasında “inşallah belanızı bulursunuz” olan o meşhur timsah gözyaşından ibarettir.
Başarsız siyasetler, rakiplerinin yanlış yapmasıyla ayakta durmaya çalışır.Muhalefetin bir kısmı da şu anda, yeni hükümetin tespiti sırasında Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında bir “niza” bekliyor.Ancak bu durumda söyleyebilecek bir şeyleri olabilecek, umutsuz senaryolar çıkarıp en katı kesime moral vermeye çalışacaklar.Doğrusu böyle bir ihtimal yok, yüzde 50 oyla iktidar olmuş bir partide “çatışma” beklemek hayalden başka bir şey değildir.Ak Parti’ye oy veren yüzde 50’nin yanında, oy vermemiş olanların önemli bir kısmı da yeni hükümetten bir şeyler bekliyor.Davutoğlu hükümetinin, zaman kaybetmeden açıklanması beklenirken belli vadelere bağlanan “icraat planları” da hazırlanıyor.Bunların arasında, üç ay, altı ay ve bir yılda yapılacak ve alt sınıflara, dar gelirlilere yönelik olanların öne çıkması da beklentilerin başında geliyor.Yeni hükümetin, orta ve alt sınıfların ekonomik sorunlarıyla ilgili düzenlemeler yapılırsa, seçim vaatleri yerine getirilmiş olacak ve Ak Parti’nin desteğini artıracaktır.Yeni hükümeti bekleyen ana mesele ise bellidir ve bunun için çözümler üretilmesi tabii ki hükümetten beklenecektir.Ülkemizin bir bölümü savaş alanıdır ve bu savaş bütün toplumu, toplumsal ilişkileri, siyaseti zehirlemeye devam etmektedir.Yeni hükümet gerçek bir reform hükümeti olacaksa, savaşın manasız hale gelmesi için şart olan reformların, demokratik hamleler yapılacaktır.Türkiye’nin Kürt vatandaşları halen kendilerini “eşit” vatandaş olarak görmüyorsa, savaşla bu duygu daha da güçleniyorsa bunun çözümü yine hükümetin, siyasi iradenin elindedir.Davutoğlu, bir reform hükümeti kurmak için yola çıktığına ilişkin çok sayıda işaret vermektedir. Bu işaretlerin gerçek siyasi pozisyonlara dönüşmesi için de fazla zaman yoktur.Dört yıl çok uzun bir süre değildir. 2011-2015 dönemi, yaratılan çatışma ortamıyla heba edilmiş ve tüketilmiştir. 7 Haziran bir tükenme günüdür, 1 Kasım ise kuvvetli bir beklenti günüdür.Yeni hükümetle birlikte halkın beklentilerinin en tepeye çıkacaktır. Siyaset de 1 Kasım’ı böyle okursa, cesur olmak zorunda olduğunu anlayabilir.