Hrant Dink cinayetinin nasıl derin bir örgütlenmenin icraatı olduğu nihayet kanıtlanıyor.Tolga Şardan, Milliyet’te yer alan haberinde savcıların ulaştığı bilgilerle cinayetin “kamusal” ellerini ve ayaklarını yazdı.Cinayetin aydınlanmaması ve kamu görevlisi kişilerin sorumluluklarının ortaya çıkmaması için yıllardır sürdürülen karartma çabaları herkesin gözü önünde cereyan etti.Yok edilen kamera kayıtları, yok edilen telefon kayıtlarının bazıları ortaya çıkınca olayın tartışılır bir tarafı kalmadı.Cinayet asker ve sivil kamu personelinin takibi, denetimi ve desteğiyle işlenmiştir. Bu destek katilin yakalanmasında da devam etmiş, Türk bayrağı altındaki fotoğraflarıyla aleniyet kazanmış ve bir meydan okuma şeklinde devam etmiştir.Cinayet sırasında, cinayet mahallinde altı kamu görevlisi katilin çevresinde bulunuyordu. Bunlardan beşinin sivil birinin İstanbul Jandarma Komutanlığı’nda görevli bir astsubay olduğu da belirlendi.Cinayet sırasında çekilmiş görüntülerden daha önce ele geçirilmiş olan birinde, sırtı olay noktasına dönük bir kişi görülüyordu. Silah sesi duyulduğu anda bu şahıs, arkadan gelen sesi merak edip başını çevirmeden katilin ters yönünde uzaklaşıyordu. Bu kişiyi bir çok savcı merak etmedi, ama sonunda eden ve bulan çıktı.Hrant Dink cinayeti gibi bir olayın alt düzeydeki sivil istihbarat elemanları ve alt düzey Jitem mensupları tarafından planlanıp gerçekleştirildiğine inanan herhalde kalmamıştır.Savcıların “yukarı”ya doğru ilerlemesi halinde sadece Emniyet içindeki bazı örgütlenmeler değil, Jitem ile ilgili önemli bilgilere de ulaşılabilir.Yeter ki savcıların ellerini kollarını tutan odaklar bertaraf edilsin. Yeter ki kamu içinden gelen bütün karartma girişimleri engellenebilsin.Cinayetin ertesi günü, “milliyetçi hassasiyete sahip arkadaş grubu”nun işi olduğunu ilan edip insanları buna inandırmaya çalışan çok sayıda sivil “kamu” görevlileri ise hala yerlerindedir, en sivil pozlarla icraatlarına devam etmektedir.
Ak Parti hükümeti kurulduktan sonra, birinci hamlesi yeni anayasa konusunda olacak.1982 yılında askeri yönetimin yaptığı anayasayı o günden beri tartışıyoruz. Hiçbir sivil yönetimin de bu anayasada köklü bir değişiklik için harekete geçmediğini de sürekli hatırlıyoruz.Anayasa tartışmasını da yakın dönemde, 2007’den bu yana yapıyoruz. Bu tartışmanın da bir tarafının oldukça kısır geçtiği de herkesin malumudur.Kısırlık, muhalif siyasi partilerin tamamen, Ak Parti’ye anayasa yaptırmama tavrından kaynaklanmaktadır.CHP ve MHP anayasa konusundaki ana pozisyonlarını “yaptırmama” olarak kurmuş ve hep öyle devam etmişlerdir.Diğer yandan da sivil toplumun belli kesimlerinde canlı tartışmalar da olmuştur ve sonuçta ortaya çıkan bir “toplumsal mutabakat” vardır, bu da medeni bir anayasa yapılmasının artık elzem hale geldiğidir.Başkanlık meselesini bir kenara bırakırsak, medeni bir anayasanın Meclis’ten geçmesi ve halk tarafından da büyük çoğunlukla kabul edilmesi muhtemeldir.Mesele halen Ak Parti’nin amaçladığı başkanlık sistemi üzerinde durmaktadır.Başkanlık sistemiyle ilgili tartışmaların da bugüne kadar verimli olduğu söylenemez, çünkü tartışmaların esası kişi üzerinden, Tayyip Erdoğan’ın konumu üzerinden yapılmıştır. Bundan sonra da farklı bir durum olması zordur.Meclis’teki dört siyasi partinin eşit ağırlıkta temsil edildiği bir komisyon tarafından anayasa yapılması yöntemi de işlemediğine göre, tek yol olarak iktidar partisinin bir anayasa taslağı hazırlayıp bunu kamuoyunun tartışmasına sunması kalmıştır.Tartışmadan sonra tasarı, Ak Parti’nin teklifi olarak Meclis’e gelir ve Ak Parti Meclis’te 330 oy desteği sağlayarak bunu halk oylamasına götürmek için çalışır.Sorun Meclis’te 330 oya ulaşılmasıdır, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylediği gibi halk oyuna sunulacak anayasanın, başkanlık sistemini içermesi halinde de halktan destek bulması muhtemeldir.Ak Parti, anayasa hamlelerini doğru yapar, başkanlık sistemi için de bir siyasi partinin desteğini sağlarsa gerisi gelecektir.
Paris katliamının arkasından geleceklerin biri çok belli. Batı’da, 11 Eylül sonrasındakinden daha kuvvetli bir İslam karşıtlığı yaşanacak.Charlie Hebdo dergisi cinayetlerinin ardından, İslam karşıtlığının yükselmemesi için çok çaba gösteren Fransızlar bu kez aynı dille konuşmuyorlar.Brüksel’de, radikal İslamcıların yaşadığı semtteki insanlara “fazla hoşgörü” gösterildiği konuşuluyor.Almanya ve İngiltere, kendilerinin hedef olması ihtimallerine karşı sert tedbirler alacaklarının işaretlerini verdiler.Avrupa’da yaşayan bütün Müslümanların hayatları bundan sonra çok zor olacak. Büyük sınır dışı işlemleri, hatta vatandaşlıktan çıkarmalar olursa da bunlara kimsenin karşı çıkması da beklenmeyecek.Bütün Batıya savaş açmış olan IŞİD’e karşı daha etkili tedbirler alması için Türkiye de sürekli baskı altında tutulacak.Antalya’daki G20 toplantısından ayrılırken, Rusya başkanı Putin IŞİD’e 40 ülkeden destek verildiğini söyledi ve iki ülkenin liderlerine bunlarla ilgili ellerindeki kanıtları verdiğini açıkladı.Putin’in telaffuz ettiği “40” rakamı, IŞİD’in Sünnilerin yaşadığı hemen tüm ülkelerden destek gördüğü anlamına geliyor. Daha öndeki iki ülke konusunda ise rivayet muhtelif.Türkiye, Ortadoğu’daki son denklemlerin içine IŞİD ile birlikte konulduğu zaman oldukça karmaşık bir görüntü çıkıyor.Suriye’deki Esad yönetimi IŞİD’in düşmanıdır, ama Esad da IŞİD de Türkiye’nin “düşmanı” konumundadır.ABD IŞİD’e karşı kara gücü olarak, PKK’nın uzantısı olan PYD’ye destek vermektedir, Türkiye IŞİD konusunda ABD ile aynı safta olmasına rağmen bu desteğe kesinlikle karşıdır.PYD ve ana örgüt PKK IŞİD ile düşmandır, PKK Türkiye’ye de “düşman”dır. Ankara PYD’ye yapılan her yardımı PKK’ya yapılmış saymaktadır.Diğer taraftan Reyhanlı, Suruç ve Ankara katliamlarını Türkiye esas olarak IŞİD’in icraatı olarak görmektedir, ama IŞİD bunları üstlenmiş değildir. Suruç sonrası Ankara Suriye’deki IŞİD mevzilerini bir kez vurmuştur.Bu denklem içinden kolay çıkılabilir bir denklem değil, burada “düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışı da kimse için geçerli değil.Paris’ten sonra, bu denklem daha kolay çözülür bir hale getirilmezse de IŞİD sorunun çözümü bayağı uzaklara kalır.
Kandil’den son gelen sesleri dikkate alırsak, savaşın boyutunun önümüzdeki dönemde daha da büyüyeceğini söyleyebiliriz.Böyle bir savaşın ucunda ne olduğu da bellidir: Büyük bir manevi yıkım ve büyük bir maddi yıkım.Güneydoğu’nun fukara insanları, artık 90’ları da aşmış bir tahribatla karşı karşıyadır.Kandil’den bakınca bunun adına “demokratik özerklik başarısı” diyenler bu taraftan bakarlarsa onarılması güçleşen büyük tahribatı görebilirler.Bu tahribatta daha çok acıyla birlikte daha çok fukaralık vardır, daha çok çaresizlik vardır, daha çok umutsuzluk vardır.Kandil bir süredir HDP ile arasına da net bir mesafe koydu, “direniş”in demokratik siyasetle değil silahla yapılmaya devam edileceğini açıkladı.Türkiye’nin Kürt vatandaşları yine ağır bir cendereye sokulmuştur ve buradan çıkış noktaları bir bir yok edilmektedir.Kürtler tekrar bu cendereye girmemek için HDP’ye oy verdiler, çıkışı HDP’nin siyasetinden beklediler, ama umduklarını bulamadılar.PKK’nın silahları susturması için güvenlikçi ve askeri yöntemlerle alınabilecek sonuçların da ne olduğu, ne olabileceği bugüne kadarki tecrübelerden aşağı yukarı bellidir.PKK’nın durmasını HDP’nin girişimleri de, kamuoyunun çeşitli kesimlerinin çabaları da sağlayamamıştır.Bunu sağlamak için Kürtlerin sivil inisiyatifler geliştirmesinden başka çare kalmamış görünmektedir. Bunun için de Kürt siyasetinin, PKK dışındaki bütün unsurlarının birlikte bir baskı sistemi kurmaları gerekir.Devlet-Hükümet tarafı da buna uygun yolların açılmasına imkan verirse yeni bir alan açılabilir. Bunun için de önce Devlet-Hükümet tarafında bir “dil” değişikliği beklenecektir.Sakağa çıkma yasağı gibi savaş uygulamaları varken insanların herhangi bir sivil inisiyatif göstermeleri kolay değil, hatta mümkün değildir.“Orası savaş bölgesi bütün gerekleri yapılır” mantığı tek hakim mantık olursa da hayatın gerçeği, orasının daha uzun süre savaş bölgesi olarak kalmasıdır.Kandil bunu istiyorsa, savaşı yoğunlaştırmak ve yaymak istiyorsa, onun ekmeğine yağ sürmenin adı da bellidir...................Kısa bir soluklanma arası veriyoruz, haftaya görüşmek üzere. O.G.
Hükümet tarafının 7 Haziran ertesinde, Suruç katliamı ve ardından kararı çözüm sürecinin “dolaba” kaldırılması oldu.Askeri operasyonlar ve PKK eylemleri devam ederken Hükümet-Devlet tarafının şu andaki kararı, bu operasyonların “Silahlar gömülene kadar sürmesidir.Hükümet, çözüm sürecine son olarak “birlik ve kardeşlik projesi” koymuştur ve tekrar “masa” kurulmasının düşünülmediğini ifade etmektedir.“Masa” olmayınca “muhatap” da olmayacaktır. “Halk”ın talep ve beklentilerini “doğrudan” iletmesi beklenecektir.Kendisini mağdur hisseden insanların kendilerini ifade edebilmeleri için siyaset vardır, sivil toplum örgütleri vardır, yayınlar vardır.Güneydoğu’daki son özerklik ilanlarının gerçek bir karşılığı olmadığı ortadadır, ama bu da bir ifade şeklidir.“Masa”sız ve “muhatapsız” bir siyasi süreç, “Sizin için neyin doğru ve iyi olduğunu biliyoruz ve biz bunu yaparız” fikrine dayanabilir. Bu da siyasi değil devletçi bir süreç olabilir.Ak Parti hükümetleri döneminde barış süreci yönünde bir çok demokratik adımın atıldığına kuşku yoktur. 1 Kasım’da Ak Parti’ye oy veren Kürt seçmen de barış sürecine dönülmesini bekleyen, bunu Ak Parti’den bekleyen seçmendir.Türkiye’nin Kürt vatandaşlarının yarısından fazlasını, geçen dönemde aldığı bütün yaralara rağmen HDP temsil etmektedir. Bu da HDP’nin Kürtler adına konuşma hakkı ve yetkisi verir.HDP’nin dışlanması da Kürtlerin çoğunluğu için kendilerinin dışlanması anlamına gelecektir.tekrar barış ve normalleşme hedefine dönülmesi, demokratik siyasi süreçler içinde mümkündür ve kesinlikle daha kolaydır, gerçek anlamda “kucaklayıcı”dır.Bu süreci “devletçi” bir ruhla, masasız ve muhatapsız yürütmeye çalışmanın karşısında ise her zaman büyük bir devlet duvarı olacaktır. Bu duvarı aşabilecek olan da sadece demokratik siyasettir.
1 Kasım sonuçlarıyla ilgili tahlillerin bazılarından karmaşık ve kanıtlanması güç sonuçlar çıkarılıyor.Bazı yeni tespitlere göre, HDP’nin Batı’daki bir kısım oyu CHP’ye gitmiş, aynı miktarda oy da CHP’den Ak Parti’ye gitmiştir.Bu varsayımların üzerine de bazı siyasi sonuçlar çıkarılıyor. Bunların en önemlisi denebilecek olanı da Ak Parti’nin CHP’den oy almaya başladığı şeklindedir.Buradan çıkarılan ikinci sonuç da HDP’nin Kürt olmayan seçmenden aldığı oylardan da kaybı olduğudur.Bu varsayımın doğru olabilmesi için önce HDP’den CHP’ye ve CHP’den Ak Parti’ye giden oyların neredeyse tıpatıp aynı olmasının açıklanması gerekir.1 Kasım’ın kablosu hiçbir karmaşık varsayım çıkamayacak kadar net ve açıktır:MHP’nin kaybettiği oylar artı HDP’nin kaybettiği oylar artı 7 Haziran’da sandığa gitmemiş, 1 Kasım’da gitmiş olan seçmenin kullandığı oylar eşittir Ak Parti’nin oy artışı.Şehir şehir yapılacak toplama çıkartmalarda da aynı sonuç çıkmaktadır. Neredeyse illerin tümünde de genel tablodaki sonuç çıkmaktadır.MHP ve HDP seçmeninden CHP’ye giden oy kuşkusuz olmuştur. Ancak her ildeki tablo ile genel tablonun aynı olması dolayısıyla bu oy kaymalarının oldukça düşük ve hesaplanması zor miktarda olduğu söylenebilir.Eğer CHP’den Ak Parti’ye anlamlı bir oy kayması olsaydı, CHP seçmeni açısından bir “canlanma” durumundan da söz edilebilirdi. CHP seçmeni canlanmamış, donmuş kalmıştır.Batı’da HDP’ye oy veren “solcu” seçmenin ise HDP dışında gidebileceği bir adres yoktur. Bu seçmenin CHP’den HDP’ye gitmiş kesiminin gerekçeleri 7 Haziran’da ne ise 1 Kasım’da da aynıyla vakidir.7 Haziran’da HDP’ye oy vermiş seçmenin Ak Parti’ye geri dönmesinin gerekçeleri ve mantığı da esas olarak aynıdır ve buna şaşırmaması gereken en başta HDP’nin kendisidir.İki milyon oy kaybeden MHP ile, yaklaşık 5 milyon seçmen hareket ederken eski oyunda çakılı kalmış ana muhalefet partisinin “yenilenler” durumunda bir farkları da yoktur.Bu açıdan bakıldığında HDP’nin durumu diğer iki muhalefet partisinden de farklıdır ve seçim sürecini en zor yaşamış olan partinin HDP olduğu da gerçektir.
Her seçim ertesinin klasik sorusudur, “ne olacak bu CHP’nin hali?”Parti çevrelerinden ve partiden bir şeyler bekleyenlerden önce “istifa” çağrısı gelir. Bazen genel başkanın, bazen de onun yakın kadrosunun istifası istenir.CHP 7 Haziran’da da önemli bir varlık göstermemişti, ama Ak Parti tek başına iktidar olamayınca kendisinden bazı beklentiler canlandı.Fikriyatına ve kimliğine ilişkin tartışmalar bir yana, CHP geçen seçimlerin tümündeki stratejik hataları ele almadan geldi 1 Kasım’a kadar.Geçen yerel seçimde MHP ile ittifak kuran, MHP kökenli adaylar gösteren CHP kendi seçmenini de sandıktan uzaklaştırmıştı.Cumhurbaşkanı seçiminde yine MHP ile birlikte “çatı aday” işine girdi ve ilk turda hüsrana uğradı.CHP’nin o kadar siyaset bilimcisi var, bunlar iki turlu başkan seçimlerinin mantığını da herhalde anlatamadılar ki Erdoğan’ın ilk turda seçilmesini sağladılar.7 Haziran ertesinde Erdoğan’ın ana stratejisi erken seçim üzerine kurulurken bunu bozmak için çaba göstermek bir yana Ak Parti’nin peşinden sürüklendiler.Erken seçimi engellemenin net yolu, koalisyon teklifini Ak Parti’ye bizzat yapmaktı. Genel başkan, halkın önüne çıkabilir, makul, olabilir ve halkın destekleyeceği bir teklif açıklar ve bunun gerekçesini de halka anlatırdı.Halkın önünde açık bir teklif yapmak yerine, Ak Parti heyetiyle, sonucunu bile bile saatlerce günlerce toplantılar yapmanın erken seçime götüreceğini de anlamadılar.Her kanunu Anayasa Mahkemesi’ne götürmenin ekili bir muhalefet ve siyaset anlamına gelmediğini anlamamakta direnen sadece CHP kaldı.CHP’de 1 Kasım akşamından itibaren “istifa” sesleri yükseldi ve ortaya iki aday çıktı bile. Bu iki aday da “ulusalcı” kanattan ve gerginlik siyasetlerinden yana olarak biliniyor.Kılıçdaroğlu ve “sosyal demokratlar” gider yerlerine bu kez tam olarak “saf ulusalcılar” gelirse yine dertlere deva gelmeyecek. CHP bir de böylesini deneyebilir ve kendisini biraz daha toplumun ve siyasetin dışına çıkarabilir.
Büyük seçim başarısının bazı sonuçları olacaktı. Nitekim “başkanlık” gündeme en erken gelen konu oldu.Her iki seçmenden birinin oyunu alma başarısını göstermiş olan bir partinin sistemde bir temel değişiklik için yine halk desteğine güvenmesi çok doğal ve meşru.Başkanlık tartışması Ak Parti’nin yine her iki seçmenden birinin oyunu aldığı 2011 seçimi ertesinde ve Tayyip Erdoğan’ın halk tarafından seçilmesinden önce gündeme gelmişti.7 Haziran seçimindeki oy kaybı Ak Parti’nin başkanlık konusunda “fren” yapmasına neden oldu. Bu oy kaybında başkanlık konusunun etkili olduğu farz ediliyordu.Bu varsayım muhalefetin bütün kanatlarının kuvvetli bir kabulü ve “Erdoğan yenildi” kanaatinin kanıtı olarak ortaya çıkıyordu.Böyle düşününce de, seçmenin 7 Haziran’da uzak durduğu başkanlık konusuna 1 Kasım’da daha sıcak baktığı da aynı varsayımın devamı olmaktadır.Yeminli Erdoğan karşıtları bile, 7 Haziran’da söylediklerini hatırlarsa 1 Kasım’da buna uygun varsayımı kabullenmek durumundadır.Başkanlık sistemiyle ilgili olarak CHP’den herhangi bir olumlu değişim beklemek mümkün değildir. CHP zaten epeyce bir süre kendi içiyle meşgul olacaktır ve yeni politikalar geliştirmesini. sağlıklı tartışmalar yapmasını beklemek abes olur.Çok hırpalanmış bir boksör görüntüsü veren MHP’nin de bu meseleye nasıl yaklaşacağı meçhul olduğu gibi parti içindeki gelişmeleri de beklemek gerekir.HDP sözcüsünden gelen ilk siyasi değerlendirme ise, başkanlık tartışmasına açık oldukları şeklindedir.7 Haziran öncesi ve sonrasında muhalefet üslubu olarak CHP-MHP’ye yakın bir hatta durmuş olan HDP’nin tartışacak ve nesnel değerlendirme yapmak zorunda olduğu çok konu vardır.Ak Parti’nin milletvekili sayısı şu anda tek başına anayasa yapma veya değiştirme ve bunu halk oyuna sunmak için yeterli değildir.Bunun için bir partinin desteğine veya diğer partilerin içinden desteğe ihtiyacı vardır. Bu erken tartışmaya bir erken varsayım daha eklersek, bu desteğin gelmesi ihtimali olan parti sadece HDP’dir.