Kürt siyaseti, “özyönetim” konusunu gündeme getirirken ciddi bir zamanlama yanlışı yapmıştır.Böyle bir konunun sağlıklı tartışılabilmesi için şu andaki koşullar son derece elverişsizdir.Özyönetim meselesi bir tabu değildir, “devletin temel düzenini değiştirme girişimi” de değildir. Özyönetim idari yapıda merkez dışına daha fazla yetki ve inisiyatif verilmesinden ibarettir.Şu anda Türkiye’de federasyon isteyen, bunu programına yazmış bir siyasi parti vardır, ama büyük bir taraftarı olmamasının bir anlamı vardır.Türkiye Kürtlerinin şu anda özyönetimi düşünmediği de bellidir. Düşünmeleri de bu ortamda mümkün değildir. Silahlar patladıkça da düşünmeyeceklerdir.“Milli mesele” ile karşı karşıya kalmış her toplumda özyönetim tartışılmış ve Batı demokrasilerinde her ülkenin koşullarına göre yollar yöntemler bulunmuştur.Kürt siyasetinin şu anda özyönetim konuşmak için bir “muhatap” bulması mümkün görünmemektedir.Her gün birkaç şehit verilirken, her gün onlarca genç hayatını kaybederken ve savaşın tırmanmasından söz edilirken kimse özyönetim tartışmasına girmez, giremez.Buna karşılık özyönetim meselesini siyasi iktidar, demokratikleşme reformlarının bir parçası olarak ele alırsa tabii ki durum değişir.Siyasi iktidarın da böyle önemli bir demokratik adım tartışmasını toplumun önüne getirmesinin birinci koşulu da hiç kuşkusuz silahların susmasıdır.Silahların susmasının yolunu ancak siyaset alanının genişlemesi ve güçlenmesiyle mümkün olacağını bilmeyen de herhalde kalmamıştır.Ancak buna rağmen her siyasi hamleyi “ihanet mi değil mi” diye tartıştığımız zaman da insan seslerini susturur, silah seslerine daha fazla yer açarız.Yakın gelecekte, özyönetim tartışması da silah seslerinin arasında tam anlamıyla güme gidecek, gereksiz çatışma konularından biri olarak kalacaktır.Ama salim kafalar özyönetimi de tartışmalı, isteyen özerkliği de tartışabilmelidir. Yeter ki silahlar sussun, salim kafalardan çıkan sesler rahatça duyulabilsin.
Başbakan Davutoğlu, anayasanın birinci konu olacağı görüşme programından HDP’yi çıkardı.Bu görüşmelerde yeni anayasa için muhalefet partilerinin fikirleri alınacak ve işbirliği imkanları araştırılacaktı.Davutoğlu’nun bu kararı almasının nedenleri açık değil. Sadece “geçen haftadaki gelişmeler” diye bir ifade var.Eğer Demirtaş’ın Moskova ziyareti, rejimin üçüncü kişisi olan Lavrov ile görüşmesi ve uçak kriziyle ilgili ifadeleriyse bunlar açık olarak söylenebilirdi.Sonuçta HDP “anayasa masası”nın dışına itilmiştir ve tekrar bu masada yer alması kolay olmayacaktır.Yeni anayasayla ilgili görüşleri Ak Parti’nin çalışmalarına en yakın olan muhalefet partisi HDP’dir.HDP, 7 Haziran’da 6 milyon oy, 1 Kasım’da 5 milyon oy alarak ülkenin yüzde 10’unu temsil eden bir siyasi partidir.HDP’nin Güneydoğu’da son yaşananlar konusunda Hükümet ve devletle aynı hatta olması mümkün değildir. Herkesin bu hatta olması diye de bir mecburiyet yoktur.HDP’nin anayasa masasının dışına itilmesi de bu partinin demokratik siyaset alanının daraltılması anlamına gelir. Bunun da birinci doğal sonucu bu boş alanının biraz daha PKK-KCK etkisine açılmasıdır.HDP, Başbakan’ın anayasa masasında olmayacaktır, ama Meclis’te ve Meclis komisyonlarında, üçüncü parti olarak varlığı devam edecektir.Bu arada Meclis’in daha hızlı çalışmasını sağlamak amacıyla iç tüzüğün değiştirilmesi de gündemdedir. Bu değişikliği, HDP’yi Meclis’te de biraz daha itmek için fırsat olarak kullanmanın çok talihsiz bir hamle olacağına kuşku yoktur.Bazı siyasi çevrelerde HDP’nin kapatılması meselesi “mırıltı” halinde dolaşmaktadır.Ak Parti’nin 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri öncesinde açıkladığı seçim beyannamelerinde bir çok önemli demokratik reform vaadi de bulunmaktadır.Bunlar çoktandır beklenen reformlardır ve bunlar beklenirken HDP’nin kapatılmasının konuşulması bile siyasi havayı çok daha fazla karartır.“HDP neyi temsil ediyor” tartışması en suni ve abes tartışmadır. İster beğenelim ister kızalım istersek ihanetle suçlayalım ama HDP 5 milyon oyuyla ülkenin yüzde 10’unu temsil etmektedir.
Savaşlarda yıkılan binaların inşası en kolayıdır. Yüreklerdeki acılar ve yüklerin onarımı ise en zoru.Yıkılan binaların yerine yapılanlarla savaştan kalan görüntüler de silinir. Ama yüreklerdeki ve beyinlerdeki görüntülerin ne zaman silineceğini kimse bilemez.Savaş uzadıkça kirlenmenin artması bütün savaşların tabiatının ayrılmaz parçasıdır. Her kirlenme de acıların katlanması anlamına gelir.Sokakta kalan cenazeler, evlerden çıkamayan cenazeler, sokaklarda yatan ölü çocukların o bölgenin insanlarının hafızasından silinmesi için birkaç kuşak değişmesi gerekecek.Her gün 25-30 insan hayatını kaybederken, “barış” diye bağıranların sesleri de giderek daha cılız çıkmaya başladı.Doğrudur barış umudunu kaybetmemek, barış kelimesini telaffuz etmeye devam etmek gerekiyor, ama barışın nasıl gelebileceğini söylemeye çalışanların da sesleri iyice kısıldı.Bir milyon kişi sokağa çıkıp “barış istiyoruz, bütün silahlar sussun” diye bağırırsa bunun bir etkisinin olabileceği bile kuşkulu hale geldi.Ne yapacağız? Durup bekleyeceğiz her gün ölen insan sayısının yüze, iki yüze çıkmasını seyredeceğiz. Bütün bu ölü insanlar sadece birer sayı olarak gazete sayfalarından, ekranlardan akıp gidecek ve her gün aynıları yaşanmaya devam edecek.Bu savaşın neden başladığını bile açıklamakta bayağı zorlanıyoruz. Savaş başladıktan sonra da hiçbir “fren” mekanizmasının harekete geçmemesi de normal insan mantığına anlatılamaz.Savaş şu anda ülkemizin bir bölgesindedir, Kürt vatandaşlarımızın yaşadığı bölgede. Ve bu savaşı bölge dışına çıkarmanın hesaplarını yapanların olduğuna da kimsenin kuşkusu olmasın.“Bunlar kim olabilir” diye çok aramanın da bir manası yok, bunlar savaşın bitmesini istemeyenler ve bütün halkın savaş acılarına daha yakın olmasını isteyenlerdir.Yine de “enseyi karartmayalım” ve barış için çağrı yapmaya, herkesi akıl ve mantığa davet etmeye devam edelim.
Türkiye’nin en gerilimli dönemlerinden birini yaşadığına kuşku yok. Gazeteyi, bilgisayarı açtığımızda sayısız savaş ve ölüm haberiyle karşılaşan insanların bütün hayatına bu gerilim, gerilimler yansıyor.Bu ortamı değiştirebilmek için bir “dayanak” arıyoruz. Bu dayanağı uzakta aramanın gereği yok, hemen önümüzde duruyor.Elimizde 33 yıldır hayatımızı zorlaştıran bir anayasayla yaşamış olmanın suçu, ülkeyi bugüne kadar yönetmiş bütün iktidarlara aittir.Bugün topluma barış ve huzur yönünde somut bir hedef ve umut verebilmenin ilk adımı da bu suçtan kurtulmakla başlayabilir.Siyasi partiler tarafına baktığımız zaman önce Ak Parti’nin somut tekliflerle harekete geçmesi beklenecektir.CHP ve HDP ise medeni bir anayasa için destek vaadinde çeşitli defalar bulunmuştur. Eğer bugün başka gerekçeler öne çıkararak medeni anayasa hareketini baltalama tarafına geçerlerse bütün topluma en büyük kötülüklerden birini yapmış olurlar.Başbakan Davutoğlu’nun CHP, MHP ve HDP genel başkanlarına nasıl bir teklifle gideceğine ilişkin net bir bilgi yok.Ancak büyük ihtimaldir ki, başkanlık sistemi konusunu ayırıp, iki aşamalı bir çalışma önerisi gelişecektir.Aslında Meclis’te oluşmuş bir anayasa iskeleti mevcuttur ve bunun üzerinden yazıma geçilmesi de zaman kazandırıcı bir yöntem olabilir.Medeni anayasa ile “barış ve kardeşlik” için geniş bir toplumsal iradenin ortaya konulması mümkün olursa “bu savaş neden” sorusu bütün toplumun sorusu haline gelebilecektir. Davutoğlu seçim öncesinde de sonrasında da gündemin birinci konusunun yeni anayasa olacağını söylemişti. Bunu siyasi iktidarın en önemli siyasi vaadi olarak görebildiğimiz zaman da gerçekleşmesi için her desteği vermek bütün demokratik siyasetlerin mecburiyeti olduğunu söyleyebiliriz.Başkanlık sistemi konusunun ayrılıp, çalışmanın ikinci aşaması oyarak tartışılması ve ele alınması halinde bu mesele de daha sağlıklı bir tartışma ortamına kavuşabilir.Demokratik bir anayasanın Türkiye’nin ayağındaki ağır pranga olduğu hep söyleniyor. Bu prangadan kurtulmanın birçok kilidi kendiliğinden açacağını da bildiğimize göre, durmanın hiçbir mazereti kalmamıştır.
Bu soru epeydir soruluyor: Abdullah Öcalan devrede olsaydı bugünkü noktaya gelinir miydi?Cevabı ararken en fazla söylenebilecek olan “gelinmeme ihtimali vardı” olabilir.O zaman da başka soru gelir: Bu ihtimal varsa neden değerlendirilmedi?Bunlara cevap arıyorsak, önce hatırlamamız gereken, temmuz ayında masa devrilmeden çok önce Öcalan’ın iletişiminin kesilmiş olması.Çatışma veya savaş, silahlar ortaya çıkmadan aylar önce Öcalan ile görüşmek isteyen HDP heyetlerinin talepleri reddedildi. O zamandan beri de Öcalan’ın “siyasi” bir hamlesi bulunmuyor.Kısa bir süre önce Ak Parti tarafından Öcalan ismi zikredilmeye başlandı. Bu da, Ak Parti tarafında Öcalan’ın tekrar devreye sokulmasıyla ilgili bir fikir olduğunu gösteriyor.Böyle fikirler olabilir, hatta girişimler w de yapılabilir. Ama yine ortaya çok fazla sonu çıkar.Bunların birincisi Öcalan’ın sözünü dinletecek bir otoritesinin kalıp kalmadığıdır. Öcalan savaş öncesinde devreden çıkarılmış ve o günden bu yana çatışmalar şehir savaşlarına dönmüştür.Öcalan devreden çıkarıldığı sırada, Kürt siyasetinin temel hattı, KCK dahil “zaman demokratik siyaset zamanıdır” fikriydi.Bu arada KCK’nın barış süreci çerçevesindeki sözlerini tutmamış olmasının da birkaç açıklaması vardır.Bu durumda Öcalan’ın “durun” demesinin bir hükmü olacağı epeyce kuşkuludur. Şehir savaşlarını yürütenlerin durması için, onlara kumanda eden KCK’dan bu yönde talimat gelmesi gerekir ki, şu anda bu yönde bir işaret görülmemektedir.Abdullah Öcalan devreye girdiği andan itibaren barış sürecinin en önemli figürlerinden biri ve sürecin en önemli kozu olmuştu. Bunu açlık grevlerini ve Kobane eylemlerini durdurarak da göstermişti.2015 martındaki Nevruz ile birlikte hava değişirken, Abdullah Öcalan da buzluğa konuldu. Buzluğa koyma kararını verenler herhalde Öcalan’ın etkinliğiyle ilgili sıkıntıların ortaya çıkabileceğini hesap etmemişlerdi ki, önemli bir kozu da elden çıkarmakta olduklarını fark etmediler.
Savaş hem öldürür hem süründürür. Savaş, ölümün, genç ölümlerin yanında açlık demektir, fukaralık demektir, ekonomik ve sosyal yıkım demektir.Ülkemizin bir kısmında devam eden savaşın acı bilançolarını her gün alıyoruz, her gün şehit sayıyoruz, ölüm açıklamalarını dinliyoruz.Savaş bölgesinde yaşayan insanların hiç de kısa sürmeyecek ekonomik yıkımlara mahkum edildiğini de biliyoruz, en azından tahmin ediyoruz.Ekonomik yıkımın boyutunu dünkü Milliyet’te Güngör Uras’tan öğrendik. Güngör Uras, resmi kayıtlardan yıkımın bilançosunu çıkarmış. Bu aslında bir ara bilançodur, savaş sürdükçe bu bilanço katlanarak artacaktır.Savaşın cereyan ettiği ve etkilediği 21 ilde, yıl başından ekim ayı sonuna kadar kapanan işyeri sayısı 13 bine yaklaşmıştır. Bunların 11 bin 400’ü esnafa ait işyerleri, 1.500’ü sanayi ve ticaret işletmeleri. Ve bunlar sadece Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği ve Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu’nun kayıtlarındaki rakamlardır. Kayıtlara geçmemiş olanlar bilinmemektedir.Kaba bir hesapla, ekmeği kesilen aile sayısının 50 bin dolayında olduğu söylenebilir. Bu en az 250 bin insan anlamına gelir. Bu 21 ilde toplam nüfusun yaklaşık 14 milyon olduğunu düşünürsek yıkımın bilançosunun ağırlığını daha iyi görebiliriz.Tekrar edelim, Güngör Uras resmi kayıtlardaki rakamları aktarmıştır, gerçek rakamları ancak tahmin edebiliriz.Savaş bitene kadar da bu bilanço katlanacak, ekmeksiz kalan insan sayısı milyonları bulacaktır. Ufukta savaştan başka bir ihtimal olmadığına göre herkes kendi yıkım tahminini yapabilir.Bu insanlar tekrar iş kuracaklar, iş bulacaklar, evlerine tekrar ekmek götürecektir. Ne zaman? Savaş kararı verenler savaşı durdurma kararı verdikleri zaman.Bu yıkımın oranımı için tekrar planlar, programlar yapılacak, kaynaklar aranacak, zor bulunacaktır.Savaşa karar vermek kolaydır, hem de çok kolaydır. Savaşın getirdiği bütün acıların, yıkımların onarımı zordur, çok zordur.
Şu andaki durumu görmek için, Güneydoğu’dan gelen birkaç haberi arka arkaya okumak bile yeterli.Durum, hiçbir açıdan olumlu yorumlara yol açacak bir işaret vermiyor.Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları, savaş bölgesine gittiyse, operasyonlar korgeneral rütbesinde yönetiliyorsa, buradan ancak durumun vahametini görebiliriz.Bu durumun arkasının ne olabileceğine herkes kafa yoruyor, ama bir iyimserlik penceresi açmaya çalışan kimse de görülmüyor.Başbakan Davutoğlu’nun dün Ak Partili gençlere hitap ederken söylediği “çehrelerinizde şehitlik aşkını görüyorum” cümlesi de daha kötüsünün hazırlık gibi görülebilir.Başbakan, böyle bir cümle sarf etmek ihtiyacı duyduğuna göre ülke yönetiminde hakim varsayımlar da kötümserlik hattındadır.Her şeye rağmen bir yerden başlamak konusunda bir ışık görünmüyor. Ama sonuçta bu ışığı yaratacak olanlar yine siyasi iradeleri doğru yönlendirecek insanlardır.Güneydoğu’da yaşayan bütün vatandaşlar çatışmaların durmasını istiyorlar. Durum, “çatışmayı başlatan o mu bu mu” tartışmasını fersah fersah aşmıştır.Artık hangi noktadan başlanacağını tespit etmek ve buradan başlama iradesini göstermek tek önemli konu haline gelmiştir.Şu anda da bir başlangıç noktası net olarak görülmektedir. PKK hendek kazmayı durdurması, askerin de şehirlerden çekilmesi bir başlangıç noktası olarak ortaya çıkmaktadır.Bu bir barış noktası olmasa da, şu anda çatışmanın ortasında kalarak helâk olan halkın bir nefes almasını sağlayacaktır. Sürekli çatışma altında, sokağa çıkma yasaklarıyla yaşamanın ne olduğunu o bölgede yaşamayanlar bilmiyor olabilir, ama bir an özlerini kapatıp orada olduklarını düşünürlerse bir şey hissedebilirler.Bazen en karamsar anda ortaya çıkan bin ışığın çok farklı gelişmelere yol açabildiğini kendi siyasi tarihimizden de biliyoruz.Şu anda da ilk ihtiyacımız bir “ışık”tır, tek bir “ışık”. Ve bu ışığın ardından yeni ışıkların doğmasını umut etmektir.Silahla çözüm hiç bir zaman nihai çözüm olamaz, ancak temel sorunun yeniden üremesini ve dana kuvvetli olarak yaşamasını sağlar. Bugüne kadar hep böyle olmuştur, bundan sonra da böyle olacaktır.
Seneler senelerce evveldi, siyasi nedenlerle gözaltına alınan insanların önlerine evlerinde bulunan kitaplar dizilir, öyle fotoğraf çektirilirdi.Kitaplar suç aleti fotoğraflarının vazgeçilmez unsuruydu. Zanlılar salınsa bile kitaplar müsadere edilirdi.Mahkemeler çok hızlı kitap toplatma kararları verir, yazarlar, çevirmenler, yayıncılar tutuklanır, mahkemelerde süründürülürdü.Yargı kitapları hızla toplamak, imha etmek için, seçilmiş bilirkişilerden rapor alır, bu bilirkişiler de önlerine gelen her kitaba “suçlu” damgası vururdu.Askerler daha toptancı davranır, sıkıyönetim kararlarıyla yüz binlerce kitabı yayınevlerinden toplayıp imha ederlerdi. Sırf kitap bulmak, müsadere etmek ve evin sakinlerini gözaltına almak için evler basılırdı.Bunlar seneler senelerce evveldi. 80’lerin ortalarından itibaren “suçlu kitap” kavramını unutmaya başladık.Her fikirden kitabın asla suçlu olmadığı, olmayacağı günlere geldik, diyorduk ki bir eskiye dönüş hali tam anlamıyla kafamıza düştü.Güneydoğu’da yapılan bazı operasyonlarda yine kitaplar bulunmuş, bu kitapların suçlu olduklarına mahkemeler hızla karar vermişti. Sonra bu operasyonların geçtiği şehirlerden biri olmayan Gaziantep’in bir mahkemesi de Hasan Cemal ve Tuğçe Tatari’nin kitapları için toplatma kararı vermişti.Bu kitaplar, ülkenin en büyük sorununun “Kürt tarafı”nı anlatan kitaplar. Bu kitaplar barış için yol bulmaya çalışan, savaşı değil barışı hedefleyen kitaplar.İkisini de okudum. Ve bu kitapların toplatılmasına “yok artık” demekten başka bir söz bulamıyorum.Yargının tekrar kitap toplatan, fikir suçu peşine düşmüş bir yargı olması, pek korktuğumuz 90’lardan daha da geriye, 80’lere, 70’lere dönüşten başka bir şey değildir.Gazetecinin hapiste olduğu bir ülke olmaktan kurtulmaya çalışırken, tekrar mahkemelerin kitap topladığı bir ülke olmayı doğru bulan varsa, aklını peynir ekmekle yemiş demektir.Kitap toplayan bir yargı bu ülkenin hakkı değildir ve bu siyasi iradenin sonuna kadar karşı durması gereken bir ayıptır.