IŞİD ile ilgili haberleri izleyen herkes herhalde aynı soruyu soruyordur. Yedi düvelin, dünyanın en güçlü ordularının hedef aldığı bir “terör örgütü” nasıl ayakta kalabiliyor.Türkler bombalıyor, tutukluyor. Amerikalılar bombalıyor. Fransızlar bombalıyor, her yerde takip ediyor. Almanlar bombalıyor. Ruslar, Suriyeliler, İranlılar bombalıyor. Irak Şiileri de Irak Kürtleri de IŞİD ile savaşıyor.Ve IŞİD hala Irak’ın bazı kesimlerinde etkinliğini, Suriye’nin bazı kesimlerinde de varlığını devam ettiriyor.El koyduğu petrol tesislerinden satış yapmaması için onlarca kontrol sistemi oluşturuldu, ama IŞİD’in maddi bir sıkıntısı olduğuna ilişkin bir işaret gelmiyor. Ne silah eksiği var, ne adam eksiği.IŞİD konusunda Ankara çok suçlanmıştı, ancak bütün gelişmeler, Türkiye’den ciddi bir destek kanıtı vermedi. Ama Batı merkezlerinin bir kısmında IŞİD’in Ankara’da belli bir “hoşgörü” sağladığına ilişkin inançlar yok olmuş değil.Yedi düvelin askeri operasyonlarına rağmen ayakta kalabilen IŞİD’in Irak ve Suriye topraklarında Sünni halktan ciddi bir desteği olması gerekir ki, kolayca mevzi değiştirebilsin.Bölgedeki Sünni halkın, Şii yayılmasına karşı IŞİD’i en azından bir korunma sistemi olarak görmeleri de doğaldır. Rusya-İran hattının kuvvetli bir şekilde kurulmuş olması, İran’a Batı ambargosunun sona ermesinin bölgedeki Sünnileri rahatsız etmesi kaçınılmaz gelişmelerdir.Bu açıdan bakıldığında, bölgedeki Suriye-İran-Rusya hattıyla doğrudan çatışmak istemeyen Sünni devletlerin de IŞİD ile ilgili beklentilerinin olması kaçınılmaz görünmektedir.Savaşın ana görüntüsü Sünni-Şii çakışması olduğu zaman da IŞİD’in tasfiyesi hiç de kolay olmayacaktır.Bu savaşın her tarafı da Türkiye’nin Ortadoğu’daki ilişkilerini zorlamaya devam edecektir. Bu da Suriye sorunuyla birlikte Rusya ile yaşanan krizin devamına yol açacak bir durumdur.IŞİD konu olunca, ABD ve Avrupa’nın da bu terör örgütünün tasfiyesini gerçekten isteyip istemedikleri sorusu da sorulacaktır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan dün, bundan sonraki süreçte Kandil ve HDP’nin “muhatap” olmayacağını söyledi.Bu ifade, öncelikle yeni bir süreç için fikri hazırlık gösteriyor, sonra da dolaylı olarak bir ek noktaya işaret ediyor.Bülent Arınç da “Muhatap Öcalan olacaktır, olmalıdır” diye net bir ifade kullanarak hazırlığı teyit etmiş oldu.Ak Parti içinde, “biz gerekli demokratik adımları atarız, bunun için bir muhataba da ihtiyaç yok” görüşünü savunanlar olduğu biliniyor.Bunun en azından Kemalist-devletçi bir tavır olduğunu bilen ve gören Ak Partililer de var.Savaşı yapanlar, savaş sonrasının hazırlığını da yapmakla yükümlüdür. Ve savaşın bitmesi için de, savaş ertesinin hazırlanması için de Kürtler adına konuşacak birileri olacaktır.HDP kongresinde yeni bir yönetimle yeni bir barış stratejisinin ortaya çıkmasına ilişkin beklentiler de yükselmiştir.Şu anda eş genel başkanların değişmesi ve yeni yönetimin Hatip Dicle ile birlikte siyasi deneyimi yüksek bir kadro tarafından oluşturulması da beklentilerin başındadır.Hatip Dicle’nin genel başkanlığıyla, Abdullah Öcalan’ın daha etkili bir şekilde devreye girmesi için önemli bir yol açılmış olacaktır.Erdoğan, HDP’nin muhatap olmayacağını söylemiştir, ama Hatip Dicle yönetimindeki HDP ile Öcalan’ın kuvvetli bir barış politikasıyla tekrar muhatap olması da uzak bir olasılık değildir.İlk adım olarak HDP ve Öcalan’ın “Bu kadar kan yeter hendek savaşını durdurun” demesinin etkili olup olmayacağı ile ilgili kuşkular, soru işaretleri de vardır.Ama Öcalan ve Dicle’nin bu adım atması için bütün koşullar vardır, bunun bütün Kürt vatandaşlardan destek alacağı da bellidir.Leyla Zana’nın epey önce söylediği “Türkiye’de barış olacaksa bunu ancak Erdoğan ve Öcalan getirebilir” sözü boşuna edilmemiştir. Bu söz “Erdoğan sevgisi”nin ifadesi değildir, gerçekçi bir siyasi tespittir.Öcalan’ın “muhatap” olmasına sadece MHP ve bir kısım CHP’liden başka tepki de gelmez. Türk toplumu, birçok meselenin tek anahtarının barış olduğunu, savaş dolayısıyla çok net gördüğü için bu yolda atılacak her adımı desteklemeye hazır olduğunu ifade etmeye devam etmektedir.
Bunda bir kuşku yok, devlet her zaman daha kuvvetlidir. Bu kuvvetini barışı sağlamak için de kullanabilir.PKK, dağ savaşı deneyimi ne olursa olsun, şehirlerdeki hendek savaşını ne kadar uzatırsa uzatsın, ancak kan dökülmesini uzatır, silahla ne özerkliğe ulaşabilir ne özyönetime.PKK’yı yönetenler iyice akıllarını kaçırmamış iseler, bu savaşın sonunun 50 bin mezar olacağını görüyor olmalılar.Akıllarını kaçırmamış iseler dedik ama şu anda PKK’nın akıl ve mantık ve siyasi amaçlar çerçevesinde bir hat izlemediğine de kuşku yoktur.Silahlar ne kadar çok patlarsa, cenazeler ne kadar çoğalırsa, ne özyönetimin ne de özerkliğin konuşulmasının iyice imkansız hale gelmesi kaçınılmazdır.PKK, 50 bin mezar için savaşıyorsa da, bunun karşılığının “alın size 50 bin mezar” olması iki kuşağı daha kaybetmekten başka bir sonuç veremez.PKK, Kürtlerin ömür boyu, kuşaklar boyu savaşmasını istiyorsa, bunun karşılığı, akılcı, mantıklı, sağduyulu karşılığı bunun savaşan son kuşak olmasının sağlanmasıdır.HDP’nin, Kürt siyasetinin en yüksek noktada görüldüğü bir aşamada, PKK’ya sözünü dinletecek bir ağırlık oluşturamamasının nedenlerini herhalde HDP’liler biliyordur.Silahlı kuvvetin sivil siyasetin üzerinde kalması ve onun gelişme yollarını, demokratik siyaset alanlarını tıkamasının sonuçları da ortadadır.HDP’nin savaşı durdurmaya asıl katkıyı sağlayabilecek bir yapılanma olabilmesinin bazı somut değişimleri de aşağı yukarı bellidir.Sivil ve demokratik siyasetin tekrar öne çıkması, silahlı çözümlerin açık ve kesin olarak reddedilmesi için HDP’nin yeniden yapılanması şart olmuştur.Burada Abdullah Öcalan’ın yeniden ve etkili olarak oyuna girmesinin şartlarının yaratılması da kaçınılmaz olmuştur.PKK 50 bin mezar hedefliyorsa, barışçı çözümlerin hepsinin anahtarı bu 50 bin mezarın gerçekleşmemesidir.50 bin mezar çok ama çok ağır bir yüktür, devlet için de, Hükümet için de, barış isteyen herkes için de taşıması çok zor bir yüktür.
CHP bir kurultay yaptı, Kemal Kılıçdaroğlu oy birliğiyle tekrar genel başkan oldu. Demek ki CHP’liler hallerinden memnunmuş.CHP’lilerin hallerinden memnun olması onların sorunu ama, ülkenin ana muhalefet partisinin durumu herkesin sorunu.Ana muhalefet partisi, iktidarı gerçek anlamda denetleyecek siyasetler üretemediği zaman sorun ülkenin sorunu oluyor.CHP iki genel seçimde, bir yerel seçimde ve cumhurbaşkanı seçiminde Kılıçdaroğlu ile tartışılmaz şekilde başarısız oldu.CHP’liler yerel seçimde ve cumhurbaşkanı seçimindeki ittifak stratejisini de tartışmadılar.Haziran genel seçimi ertesinde Ak Parti’nin erken seçim stratejisi karşısında bu kadar etkisiz olmalarını da tartışmadılar.Kasım seçiminde yine yerlerinde saymalarını da hiç tartışmadılar. “Tartışalım” diyenler olduysa da bunların sesi hiç duyulmadı.CHP’nin bu kongresinden akılda kalan da Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ilgili üslubu oldu.Erdoğan’la ilgili düzeysiz de olsa, sert üslup kullananların müşterisi oluyor, ama ana muhalefet partisinin kongresinden geriye kalan sadece bu olduğu zaman da CHP için de ciddi bir seviye sorunu ortaya çıkıyor.Siyasette genel olarak bir üslup meselesi vardır, ama Kılıçdaroğlu’ndan geriye kalan sadece bu olduğu zaman da sorun siyasi tıkızlık olarak ortaya çıkmaktadır.CHP gerçekten bir ana muhalefet partisi kimliği kazanamadığı ve bu halinden memnun olmaya devam ettiği sürece Ak Parti de iktidarını rahat yaşamaya devam edecektir.Ana muhalefet partisinin, ikinci bir iktidar adayı partinin olmadığı bir sistem fiilen tek parti sistemine yönelme anlamına gelmektedir. Kuvvetli bir iktidar partisinin karşısında başarısız, beceriksiz ve zayıf partilerin olmasının kaçınılmaz sonucudur bu.Siyaset boşluk kaldırmaz, her boşluk hemen dolar. Sorumlu da sadece boşluğu yaratandır. Başkalarını suçlamaya hiçbir hakları yoktur.CHP’liler bu durumdan neden memnun olduklarını kendilerine ve birbirlerine sormaya başladıkları zaman da, görünen o ki bayağı gecikmiş olacaklar.
1.128 akademisyenin imzaladığı savaş karşıtı bildiriye tepkilerin linç dönüşmesi, akademisyenlerin gözaltına alınması hayra alamet işler değildir.Bildiri, savaş karşıtı bir bildiridir ve savaş karşıtı görüş sahibi olmak ve bunu ifade etmek demokrasilerde suç değildir.Bu bildirinin savunduğu görüşlere karşı görüş sahibi olmak da suç değildir, bunları tartışmak da suç değildir.Bildiri, alışkın olduğumuz şekilde sert bir siyasi çatışma alanı haline getirilmiş ve aşırı tepkilerle başka yaraların da yollarını açmıştır.“Oluk oluk kan akacak” gibi laflar, bildiriyi imzalayan akademisyenlerin odalarının kapılarına asılan bildiriler, çiziler çarpı işaretleri yaraların çok daha tehlikeli boyutlara ulaşabileceğini de göstermektedir.Başbakan Davutoğlu, bildiriye imza atan akademisyenlerin bu bildiriyi bir kez daha okumaları halinde imzalarını çekeceklerini söyledi. Olabilir.Ama Başbakan Davutoğlu da bu bildiriyi, günün heyecanlarına kapılmadan okursa, muhtemelen burada bir suç olmadığını görebilecek bir akademisyen kimliğine sahiptir.Hükümet-devlet, Güneydoğu’daki savaşla ilgili olarak kendi izlediği hat dışında herhangi bir farklı fikir olmasına tahammül edemiyor. Bu tahammülsüzlük nedeniyle “ihanet” kelimesi bu kadar çok kullanılır hale geldi.Farklı her fikir ve hassasiyetin arkasında niyet aramak ve ihanetle suçlamak, asla kendine güven gösteren haller değildir.Bu durumlarda terse işleyen birçok mekanizmanın ortaya çıkması da muhtemeldir. Nitekim, sayıları bini aşan yazar, sanatçı ve gazeteci de akademisyenlerin bildirisine imza verdiğini açıklamıştır.Bu durumda 2 binden fazla akademisyen, yazar, sanatçı ve gazetecinin gözaltına alınmaları, haklarında dava açılmasının sonuçlarını da düşünmek gerekir.Ülkenin bu kez de “savaş karşıtları” ve “savaşı destekleyenler” olarak ikiye bölünmesinin vahameti de bellidir.Bugün, Hükümeti desteklemek adına akademisyen lincini destekleyen, daha fazlasını isteyenler de Hükümete en büyük zararı verdilerini idrak edebilirlerse hiç fena olmaz.
Reyhanlı’dan başlayarak beş tane bombalı, canlı bombalı katliamın da IŞİD’in eseri olduğunu düşündük. Canlı bomba tarzı ve eylemcilerin bağlantıları dolayısıyla IŞİD ile ilgili fazla bir kuşkumuz olmadı.Bu beş olayın da ortak yanı ise hiç birinin IŞİD tarafından üstlenmemiş olması. IŞİD, Irak, Suriye ve Avrupa’daki bütün katliamlarını üstlenmiştir.Reyhanlı, Suriye’nin iç dengelerinin bozulmasının ardından Türkiye’ye buradan ilk büyük göç dalgasının arkasından gerçekleşmiştir. İkinci katliam girişiminin hedefi HDP’nin Diyarbakır mitingi olmuştur ve bu saldırı Türkiye’nin içinde büyük gerilim yaratmıştır.Suruç katliamı da Türkiye açısından bir dönemeçtir. Kobane’ye gitmek için Suruç’ta toplanan sosyalist gençlere canlı bomba saldırısının ardından “kim yaptı” diye sorulurken hızlı bir “IŞİD” cevabıyla yetindik.IŞİD’in sosyalist gençleri öldürmesinin mantığı üzerinde fazla durmadık ama bu katliamın da Türkiye içinde büyük yansımaları olmuştur. Bu katliamın hemen ardından Ceylanpınar’da iki genç polis evlerinde infaz edilmiştir.Suruç katliamının kararını verenlerin, Türkiye’nin içine yönelik hesaplarının olması, sonuçları itibariyle fazlasıyla mümkündür.Ankara katliamının hedefi de, Güneydoğu’daki savaşa karşı bir mitingdir. Bu katliam da doğrudan Türkiye’nin “içini” vurmuş, gerilimi doruğa çıkarmıştır.İstanbul Sultanahmet katliamına gelince de, seçilen yer esasen turistlerin ölmesinin hedeflendiğini göstermektedir. Bunun da çok açık sonucu Türkiye’ye Batılı turist girişinin önemli ölçüde azalması ve Türkiye’nin ekonomik sorunlarının artmasıdır.IŞİD’in bugüne kadar bildiğimiz çizgisi ve eylemlerinde “ince” siyasi hesap bulunmamakta, tamamen çok insan öldürerek Batı’yı dehşet havasına ve paniğe sokmaya yönelik hedefler seçilmektedir.Bu beş katliamın tümüne ve gelişme çizgisine baktığımız zaman da eylemlerin tümünün planlayıcılarının IŞİD dışında mihraklar olabileceği düşüncesi de öne çıkmaktadır.Burada da “Acaba Suriye mi” sorusu ortaya çıkmaktadır. Her katliamın ardından Türkiye IŞİD’e karşı askeri operasyonlar yapmıştır ve Suriye bundan ancak memnun olur. Bu katliamları planlayan ve taşeron örgütlere, tercihen radikal İslamcı örgütlerle ilişkili kişilere uygulatan eğer Suriye ise daha büyük krizlere hazır olmamız gerekir.
İki tartışmadaki aşırı tepkiler aslında sıkıntıların varlığını göstermektedir.İki olaydan biri “Beyaz şov” adlı eğlence programına katılan öğretmenin “çocuklar ölüyor” demesidir.Bunun teröre destek olduğunu düşünenler de aşırı tepki verdiler, şovun sunucusuna “dik durmadı” diyenler de aşırı tepki verdi.Güneydoğu’daki operasyonlarda çocuklar ve siviller ölmüyorsa bunun açıklamasın yapmak Hükümet-devlete aittir.Bunu söyleyene aşırı tepki vermenin nedeni, başkalarının söylemesini engellemekse, bu yolla sonuç alınamayacağı da ortadadır.1.128 akademisyenin “savaş dursun” bildirisi de aşırı tepkilere neden oldu. Bunlara “cahil” de dendi, “sözde aydın” da dendi, terör destekçisi de dendi. “Terör destekçisi” diyenler, 1.128 üniversite mensubunun “terör destekçisi” olmasının anlamı üzerinde düşünmediler. Bu öğretim üyelerine de “teröre destek” suçlamasıyla soruşturma açılması söz konusu, ama “oluk oluk kan akacak” diye tepki gösterene aynı hızla soruşturma açılmaması da yine Hükümet-devlet hesabına yazılacak bir durumdur. Aşırı tepkilerle, soruşturmalarla tartışma ve konuşma yolları tıkandıkça ne olacağı da bellidir. İçine kapanan, konuşamayan toplum başka patlamalara hazır hale gelecek bir topluma dönüşür. Hükümet-devlet savaşın bu şekilde yürümesine ilişkin hiçbir eleştiriyi dikkate almadığı zaman da her farklı görüşün adı kolayca “vatana ihanet” olur. Bu da 90’lı yıllarda alabildiğine yaşadığımız bir durumdur ve bunun hiçbir derde devam olmadığını görmemek için o yılları yaşamamış olmak bile yetmez.Hiçbir Hükümet-devlet sıkıntılarını kolay açıklamaz, ama sıkıntının üzerine sıkıntı bindiği, hiçbir sıkıntı çözülemediği zaman da “gidişat” konuşulmaya başlanır.Şu andaki durumdan Cumhurbaşkanının da, Başbakanın da, Ak Parti’nin tümünün de memnun olması mümkün değildir.Siyasi başarı da böyle durumlarda, “gidişatı çevirmek”ten başka bir şey olamaz. Gidişatı çevirme gücü ve imkanı da şu anda sadece Ak Parti’de vardır.
MHP Genel Başkanı Bahçeli de kesin kararını açıkladı, koltuğunu bırakmayacak, iki yıldan önce kongre yaptırmayacak.MHP’nin bir süredir ciddi kan kaybettiğini, yeni politikalar üretemediğini tespit edenler MHP’liler.Bu MHP’liler genel başkan seçimli kongre yapılmasını, partinin yönetim kadrosunun değişmesini istiyorlar.Ama kongre yapılması genel başkanın elinde, tüzük buna göre ayarlanmış, kanun da, siyasi partiler kanunu da buna göre düzenlenmiş.Yani genel başkan kendi istediği zaman gider, istemezse gitmez. Her genel başkan da zaten örgütte tedbirini almış olur.Gelişmiş demokrasilerdeki siyasi geleneklerle bizdeki gelenekleri hep karşılaştırırız ve her zaman uzun bir listeye ulaşırız. Bu listenin başında da liderlerin gitmek bilmemesi gelir.Sağcılık, solculuk, muhafazakarlık, milliyetçilik, hatta radikallik fark etmez. Örgütü ele geçirmiş olan gitmek bilmez.CHP’ye tarihinin en büyük başarısızlığını yaşatmış olan Deniz Baykal gider gibi yaptı, hızla geri döndü. Ancak bir kaset operasyonuyla gitti.Kaset olmasaydı Baykal halen CHP genel başkanıydı, çünkü “örgüt”e hakimiyetini hep sağlam tutmuştu.CHP’nin bugünkü genel başkanı Kılıçdaroğlu da bunca seçim başarısızlığına rağmen yerinden kımıldamıyor. Onunla birlikte gelen parti yöneticileri de ancak genel başkan isterse yerlerini kaybediyor.Demokratik geleneklerin pek azı siyasi partilerimize ulaşmış durumda. Bunların da ne kadar yerleşmiş olduğu tartışılır.Hazirandan Kasım’a önemli bir seçim gerilemesi yaşamış olan HDP de, bunun değerlendirmesini halka açık bir şekilde yapmadı. Bunun gerekçesi, zor koşullar altında, saldırı altında zayıflık göstermemek diye bulunur.Halka açık değerlendirmelerin, kimsenin koltuğa çakılı olmamasının parti içi demokrasiden başlayarak, ülke demokrasisine önemli bir katkı olduğu da geleneksel olarak görmezden gelinir.Kendileri demokrat olmayan siyasi partilerle demokrasiye ulaşmaya çalışmanın zorluğu ortada. Bunun için “deveye hendek atlamak” gibi sözler var. Ayrıca bir hikayede can havliyle hendeği atlayan deve de var.