Medeni anayasa konusu, oldukça dar bir siyasi oyunlar alanının malzemesine dönüşmeye başladı.Meclis’te dört partiden eşit sayıda üyeyle kurulan komisyon kurulduğuyla kaldı, herhangi bir faaliyeti olmadı.CHP bu komisyonu boykot etmeyi tartıştıktan sonra, ortaya yeni bir öneri attı. Buna göre, öncelik 12 Eylül darbe yasalarının temizlenmesine verilmeli.Bu öneri ilk anda olumlu görülebilir, ama fiili karşılığı anayasa çalışmasının ertelenmesinden ibarettir.Siyaset, savaşlarla mecalini kaybederken kimin medeni bir anayasa istediği sorusunun cevabı da ortaya çıkamıyor.Medeni bir anayasa için ilk maddelerden biri vatandaşlık tanımının değişmesidir. Ancak savaşın etkileri, birçok mantık ve bilinç bozulmasına yol açmışken bunu önermek de iktidar partisi için zor bir konu haline gelmiştir.Ak Parti’de medeni bir anayasa heyecanı, zaman zaman Başbakan Davutoğlu’nun bazı ifadelerinin dışında gündem dışı kalmış görünmektedir.Davutoğlu Güneydoğu’daki savaş yaralarının sarılması programını açıkladı ama bunun da herhangi bir heyecan yarattığı söylenemez. Bunun içindeki “demokratik reformlar” kısmı da, genel ifadelerle havada kalmış oldu.2023 hedefleri adı verilen ve karşılığının büyük ve kapsamlı olması gereken bir program genel hatlarıyla tekrarlanırken medeni bir anayasa yapamayan siyaset bu hedeflere ilk engeli çıkarmış olmaktadır.Ak Parti 14 yıldır iktidardadır ve iki önemli referandum çerçevesinde de bütün anayasa tartışmalarında toplumsal desteği sağlamıştır.Anayasa konusu siyasi oyunlar ve özellikle başkanlık sistemi meselesi içinde daraltıldığı zaman da halka somut bir hedef vermekten uzaklaşılmaktadır.Anayasa konusunda, 1982’den bu yana konuşulmamış, tartışılmamış hiçbir ayrıntı kalmamıştır, Bir kez daha “komisyona havale” edilmesi, futbol deyimiyle ortada amaçsız bir şekilde top çevirmekten başka bir şey değildir.Medeni bir anayasa istiyor musunuz? Gerçekten istiyorsanız, hiç bir bahaneye sığınamazsınız, çünkü hiç bir bahane kalmamıştır.
Ankara’nın Suriye yönetimi ile arasının bozulmasıyla birlikte ortaya bir “savaş bekleyenler” çevresi çıktı.Bunların bir kısmı, aşırı eskimiş “fetih” hayalleri görenler. Bir kısmı da, sınırımızdaki kargaşadan Türkiye’nin en azından “etkinlik” olarak kazançlı çıkmasını umanlar.“Etkinlik” sağlamak için de, bunların öngördüğü strateji, en azından belli bir askeri güç kullanılması gerekiyor.Rusya’nın Esad yönetiminin “hamisi” olarak silahlarıyla devreye girmesinin ardından savaş bekleyenlerin hevesleri kırılmadı, tam tersine arttı.“Rusya’ya kafa tutacak kadar güçlenmiş bir Türkiye” inancıyla yola çıkıldığı zaman savaş istemek bu inancın zirve yapması anlamına geliyor.Türkiye Cumhuriyeti bir savaş yıkımının içinden doğdu. Bunun bilinciyle de savaşlardan uzak durma konusunda büyük hassasiyet gösterdi.Bu hassasiyetin faydalarını anlatmak için de uzun tarih derslerine gerek olmadığını düşünebiliriz ama savaşın nasıl bir yıkım anlamına geldiğini de hatırlatmak gerekebiliyor.Son günlerde Moskova’dan gelen beyanlarda, Ankara’nın Suriye içinde askeri operasyon hazırlığı yaptığı iddiası da yer alıyor.Rus yönetimi, Ankara üzerinde bir baskı alanı daha oluşturmak için böyle ifadeler kullanmış olabilir. Ama sonuçta Türkiye’nin Suriye’ye asker göndermesi konusu gündemin bir kenarına iliştirilmiş olmaktadır.Suriye toprakları içinde şu anda altı askeri güç hareket halindedir. Suriye ordusunun yanında Rus askeri ve İran askeri vardır. Karşı tarafta da IŞİD ve ne menem bir şey olduğu belirsiz Özgür Suriye Ordusu vardır. Altıncı silahlı güç de Suriyeli Kürtlerinin PYD’sidir.Ankara açısından bakıldığında, bu askeri güçlerin beşi “karşı” tarafta görülmektedir. Bu hengamenin içine Türk askerinin girmesinin sonuçlarını düşünmek için de askeri uzman olmaya gerek yok.Manzara buyken Türk askerinin Suriye’ye girmesini istemek ve beklemek, yıkımın katmerli olarak Türkiye’ye taşınması demektir.Irak’ı işgal eden Amerika savaşı kazanmadı, geride bir yıkıntı ve dağımmış bir ülke bırakıp gitti. Bunu görebiliyorsak, 2003’te Amerika’nın müttefiki olarak Türk ordusunun işgale katılmamış olmasının doğruluğunu da görebiliriz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan yeni anayasa ve başkanlık önerisinin halka anlatılması için düğmeye bastı.Ak Parti’nin yanında çeşitli sivil toplum örgütleri de aktif olarak anlatma ve tartışma çalışmalarına katılacak.Erdoğan, daha önce kullandığı “yerli ve milli” kavramlarını yeni anayasa hedefini tanımlamak için kullandı.Toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek ve mutlu bir gelecek inşasında temel olacak anayasanın milli ve yerli olması kuşkusuz en doğru tanımdır.Bu tanım, bütün halkı potansiyel suçlu olarak gören, her şeyi “iç ve dış düşmanlara karşı” devleti korumak üzerine kurulmuş 1982 anayasasının tam tersidir.Erdoğan’ın çizdiği çalışma hattında, yerli ve milli anayasanın içinde başkanlık sisteminin de halka açık olarak anlatılması vardır.Bu sistem değişikliğinin ihtiyaç ve gereklilik olduğu anlatılırken, bugüne kadar cumhurbaşkanı ve başbakanlar arasındaki uyumsuzlukların halka anlatılması önde gelecektir.Aynı partiden gelen seçilmiş cumhurbaşkanı ile başbakan arasında tam bir uyum sağlanabileceği şeklinde bir varsayım vardır.Bizim siyasi geçmişimizde ise aynı partiden olmalarına rağmen cumhurbaşkanları ile başbakanlar arasında uyumsuzluk ve çatışmaların birçok örneği vardır.Celal Bayar da Adnan Menderes de Demokrat Partili’ydi, ama iktidarlarının son döneminde neredeyse görüşmez olmuşlardı.DYP kurucusu Cumhurbaşkanı Demirel ile kendi getirdiği DYP’li başbakan Çiller’in araları hep gergin olmuştu.Aynı örneği ANAP kurucusu Turgut Özal ile yine ANAP kurucularından Mesut Yılmaz için de verebiliriz.Son iki örneği verirken 1982 anayasasının mantıklarından birini de belirmek gerekiyor. Şu anda geçerli olmaya devam eden bu anayasa, zaten cumhurbaşkanının yetkilerini kullanarak sivil siyasi iktidarların elini ayağını tutması mantığına dayanıyordu.Ahmet Necdet Sezer de, bütün görev süresi boyunca icraatlarının büyük kısmını buna dayandırmıştı.Bu örneklerin tümü iktidarın tepesinde denge ve denetim unsuru yaratmaktan çok çatışma alanları yaratma örnekleridir.Buradan başlandığı zaman Erdoğan’ın ve Ak Parti’nin başkanlık sistemi önerisini halka anlatması da daha kolay olacaktır.Tabii ki bu meselenin bir yönüdür, diğer yönlerinin de aynı açıklıkla anlatılması gerekecektir.
Can Dündar ile Erdem Gül hakkındaki iddianame hazırlandı. Her ikisi için de hem ağırlaştırılmış müebbet hem de müebbet hapis cezaları isteniyor.Bunun hangi mantığa sığacağının açıklamasını yapabilen varsa beri gelsin.Daha önce defalarca yayınlanmış, üzerinde yüzlerce yorum yapılmış, içerde ve dışarıda bol bol tartışılmış bir haberin tekrarı yüzünden bu cezaların istenmesini açıklayabilecek hukukçu da zor bulunur.Söz konusu haberin siyasi amaçlı olduğu savunulabilir, ama “siyasi amaç” diye bir suç da yoktur. Burada olsa olsa bir gazetecilik tartışması yapılır.Ülkeye kötülük yaptığına inandığımız her faaliyete “vatana ihanet” suçlaması yapmak aşırı bir alışkanlık haline geldi.Ama “ülkeye kötülük” kavramı üzerinde biraz düşünebilirsek, iki gazeteciye bir haber dolayısıyla ağırlaştırılmış müebbet, yani eskinin idamı ve müebbet istenmesinin ülkeye gerçek bir kötülük olduğunu görebiliriz.Nitekim, bu haberle ilgili tartışmalarda Batı medyası bunu Ankara’nın ciddi rahatsızlığının kanıtı olarak görmüştür. Bu da “IŞİD’e destek” suçlamalarının bir hanesi olarak yazılmıştır.İşte bu yüzden, bu dava ve tutuklamalar hem ülkeye, hem Hükümete gerçek kötülüktür.Bunun bilincinde olmayan ve durumdan vazife çıkarmakta acele eden ve yarışanların yol açtıkları başka zararlar da konuşulmalıdır.Şu anda bu “kötülük” halinden dönmenin yolu var. Önce hakim iddianameyi reddeder, sonra da Dündar ve Gül’ü tahliye eder.Bunu da muhalif çevrelerin “direndik kazandık” diye yorumlamasını önemsememek, ülkeye yapılmış bir kötülükten, bir hukuk yanlışından zamanında dönülmesi olarak görmek doğrusudur.Basın ve ifade özgürlüğüyle ilgili eleştiri ve suçlamalarda, Can Dündar ve Erdem Gül’ün durumu birinci unsur haline gelmişse, önce giderilmesi gereken de budur.Bu meselede yargının durumu da, tam bir “geliyor ezelden gidiyor ebede aynı şekilde” halidir. Tek parti döneminin ruhundan kurtulamamış bir yargı nereye gidilebileceğini önce hukukçular kendilerine sorsun.
Dolmabahçe mutabakatının ardından ve geçen temmuzda askeri operasyonların başlamasıyla birlikte Hükümet ile Kürt siyaseti arasında iletişim kopmuşu.Operasyonların öncesinde Abdullah Öcalan da fiilen devre dışına çıkarılmış, onun da iletişimi kesilmişti.Bu dönemde ilk diyalog teşebbüsünün Leyla Zana’dan geldi öğrenildi. Zana doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşme talebinde bulundu. Erdoğan da bu görüşmeye olumlu baktığını açıkladı.Leyla Zana’nın Kürt siyasetinde resmi bir görevi bulunmuyor. Hatta milletvekili olarak henüz yemin de etmedi. Ama Zana’nın 1992’den bu yana Kürt siyasetinde bir ağırlığı bulunmaktadır.Doğrudan Cumhurbaşkanı ile görüşme talebinde bulunmak da, bütün diyalogların kesildiği bir dönemde önemli bir siyasi adım haline gelmiştir.Bu görüşmenin içeriğini tahmin etmek zor değildir. Zana, savaş koşullarında Güneydoğu’da yaşayanların yaşadıkları acıları, çektikleri sıkıntıları anlatacak ve operasyonların durmasını isteyecektir.Erdoğan da Zana’ya, hendek direnişlerinin sona erdirilmesi gerektiğini, ancak bundan sonra operasyonların durabileceğini söyleyecektir.Bunun doğrudan konuşulması da diyalog yolunda bir ilk adımdır, arkası gelebilecek bir adımdır.Cumhurbaşkanı Erdoğan, bundan sonraki süreçte PKK’nın ve HDP’nin muhatap alınmayacağını tekrarlamaktadır. Muhatap artık doğrudan Türkiye’nin Kürt vatandaşları olacaktır.Erdoğan’ın görüşmeye sıcak bakması da bu açıdan, Leyla Zana’nın belli bir temsil niteliği olduğunu kabul etmektir.Geçen hafta Diyarbakır’da Ak Partili ve HDP’li milletvekillerinin bir araya gelmesi de başka diyalog kapılarının açılabileceğini göstermiştir. Silahların susması ortak bir hedef olabildiği zaman da temsil niteliğine sahip olanların diyaloğu çok daha kolaylaşır.Ak Parti’nin Kürt milletvekilleri, parti ve hükümet kademelerinde yukarıya doğru neyi ne kadar aktarıyor, bilemeyiz, ama şu anda Kürtlerin yaşadıklarını onların da çok iyi bildiğine kuşku yoktur.Leyla Zana ile başlansın, en fazla “asıl muhatap” sevinecek, arkasının gelmesini bekleyecektir.
Açık konuşmak ABD’nin iç ve dış siyasette yerleşmiş geleneklerinden biridir. Amerikan halkına yalan söylenmesi, affı olmayan bir siyasi suç olarak görülür.Amerikan Başkan yardımcısı Biden de Türkiye ziyaretinde Ankara’nın hoşuna gidecek veya gitmeyecek diye ayırım yapmadı.Güneydoğu’daki savaşla ilgili olarak, Türk hükümetinin politikasına Amerikan yönetimi açık destek vermiş oldu.İkili görüşmelerde neyin hasıl konuşulduğunu bilemeyiz ama, Güneydoğu’da yaşananlar ve PKK ile ilgili olarak Washington’ın bir sorun görmediği anlaşılmıştır.Suriye konusunda, bugüne kadar yaşanan bir çok iniş çıkışa rağmen Ankara ile Washington esas olarak aynı hatta bulunmaktadır.Bir tek istisnayla. Bu da ABD’nin Suriye’deki Kürt partisi PYD ile ilgili kanaatidir. ABD, Ankara’nın aksine PYD’yi meşru bir siyasi hareket olarak görmekte, Ankara ise PYD’nin asıl kimliğinin PKK’nın uzantısı olması görüşüyle dışlamakta ısrar etmektedir.Rusya’nın, Cenevre’de yapılması gereken Suriye toplantısına PYD’yi de davet etmesi Ankara için çifte sıkıntı ifade etmektedir.Amerika’nın, Rusya’nın aksine, Türkiye’nin Suriye’nin geleceğinde söz sahibi olmasına bir itirazı yoktur.Biden, Türkiye’nin iç sorunlarıyla ilgili diğer konulara, akademisyenler bildirisi ve ifade özgürlüğü tartışmalarıyla, tutuklu gazeteciler sorununda açık olarak eleştirel bir tavır almıştır.Buna içerden gelen öfkeli tepkilerin Amerikalıları sindirmesi veya yaklaşımlarını değiştirmelerinin söz konusu olmayacağı bellidir.Amerikan yönetimi ifade özgürlüğüyle ilgili bütün sorunlarda aynı tavrı göstermektedir. Buna öfke duymak yerine, anlamaya çalışmak Türkiye’nin dünyada neden böyle görüldüğü sorusunun cevabının bulunmasını da sağlar.Türkiye’deki ifade özgürlüğü sorunlarının Amerikalıları rahatsız etmesi çok doğaldır. Nasıl ki, Mısır ve Suriye’deki insan hakları ihlalleri bizi rahatsız ediyorsa ve biz bunları açıkça ifade ediyorsak, onlar da aynı hakka sahiptirler.Amerikan tarzı açık konuşma alışkanlığı herkes için faydalıdır, herkesi de açık konuşmaya zorladığı için herkese faydası dokunur.
Siyasette şartlar oluştuğu zaman, bir gün önce hiç hesaba katılmayan ihtimal bile gerçek olabilir.“Baskın seçim” ile ilgili fikir yürütürken, şu anda bunun için gerekli şartların ufukta görünmediğinden yola çıkıyoruz.Biraz dikkatli bakarsak şartlardan birinin çok yakında durduğunu görebiliriz. Bu şart, HDP’nin yakın geleceğiyle ilgilidir.Ankara’da yapılan bazı hesaplara göre, milletvekilliği düşecek ve terörle işbirliği, teröre destek suçlamasından hüküm giyecek HDP’li sayısı belli bir miktara ulaşırsa seçim konuşulmaya başlanır.Ak Parti’nin HDP’yi baraj altına itme stratejisi geçen iki seçimde de başarısız oldu. Yeni bir seçim durumunda HDP’nin baraj altında kalmamak için bağımsız adaylarla seçime girmesi durumunda da 20-25 vekillik Ak Parti’ye geçecektir.Yakın bir seçimde MHP’nin de baraj altında kalması oldukça yüksek bir ihtimal haline gelmiştir. Bu partide Bahçeli’nin genel başkanlığa devam etmesi veya etmemesi halinde belli kopmalar giderek daha kuvvetli bir ihtimal olmaktadır.Eğer MHP içindeki çatışma bölünmeyle devam ederse, partiden ayrılmak zorunda kalacak MHP’li vekillerin önündeki tek yol olarak Ak Parti’ye yaklaşmak kalacaktır.Bu durumda, birkaç HDP’linin vekilliklerinin düşmesiyle birlikte Ak Parti yeni anayasayı referanduma götürme ve halkın onayını alma şansına sahip olacaktır. Bu noktadaki varsayım tabii ki halkın önüne gelecek anayasayı, başkanlık sistemi dahil onaylayacağıdır.Bu gelişmeler, baskın seçime ihtiyaç bırakmaz ve üçü de zayıflamış muhalefet partilerinin karşısında Ak Parti’yi bir seçim başarısı daha kazanmış gibi kuvvetli hale getirir.Eğer bu gibi gelişmeler yaşanmazsa ve yeni anayasayla birlikte başkanlık sistemini halka götürmek için baskın seçim de her zaman kullanılabilecek bir yoldur.Bunun şartlarının ortaya çıkması için Meclis’teki anayasa komisyonunun 6 ay olması gereken çalışma süresinde bir gelişme sağlanmaması da gerekir. Buradan bir sonuç çıkmasına hiçbir siyasi parti inanmadığına göre, bu 6 ay Ak Parti için bir sonraki hamlelerinin hazırlık dönemi olacaktır.