Milletvekili dokunulmazlığı, trafik suçları için, milletvekilleri kırmızı ışıkta geçsinler ceza vermesinler diye konulmamıştır. Ticari suçlar için de, karşılıksız çek için de konulmamıştır.Milletvekili dokunulmazlığı, milletvekillerinin, normal vatandaşın, kanunlarla başı derde girmesin diye söyleyemediğini söyleyebilmeleri için konulmuştur.Anayasa yapanlar, yasa yapanlar demokrasi eksiklerini çok iyi bildikleri için, milletvekillerine “aykırı” şeyler söylemeleri hakkını vermişlerdir. Halka çok görülmüş demokratik haklar bunun için milletvekillerine verilmiştir.Bu hak tartışılırken, “kürsüde söylerse olur, dışarıda söylerse olmaz” gibi saçmalıkların arkasına gizlenmek en azından çocukçadır.“Milletvekili söyleyebilir, vatandaş söyleyemez”in başka bir demokrasi ayıbı olması da ayrı bir tartışmadır. Ama kesin olan şudur ki, milletvekiline verilen dokunulmazlık vasat konuşmalar, vasat fikirler için değildir.Şimdi, ikisi genel başkanlar olmak üzere HDP’li 5 milletvekili hakkındaki fezlekeler hızla Meclis’e getirilmiştir.Bellidir ki, bu beş milletvekilinin dokunulmazlıkları hızla kaldırılacak ve bunlar “teröre destek” suçlamasıyla yargılanacaktır.Geçen temmuzda, savaşın başlamasıyla birlikte Ankara’nın resmi görüşü dışında her cümlenin “teröre desek” olarak suçlandığı bir dönem yaşıyoruz. Bu nedenle, tekrar 90’lı yıllara dönüş kaygısını dile getiriyoruz.Hükümet-devlet de 90’lı yıllara dönüşün söz konusu olamayacağını tekrar ediyor. Kuşkusuz tıpatıp tekrar olmaz ama sorun belli bir mantalitenin dönüşüdür.1991 seçimlerinde SHP, listelerini Kürt siyasetçilere açmış ve ilk kez kendi kimlikleriyle Meclis’e girmelerini sağlamıştır.Arkasından da sert bir çatışma ortamı başlamış, DEP’liler Meclis’ten çıkınca tutuklanmış ve uzun süreler hapis yatmıştır. Bunun devamı Kürtlerin merkez siyasetten dışlanması ve 90’lar diye özetlediğimiz gergin ortamdır, 28 Şubat post-modern darbesidir.İkisi eş genel başkan, 5 HDP milletvekilinin dokunulmazlığının ardından tutuklanmaları büyük ihtimal olarak ortaya çıkmaktadır.Bu da 24 yıl sonra Kürt siyasetinin bir kez daha merkez siyasetin dışına kesin olarak atılmasıdır. 1992’nin tekrarlanmasıdır, 90’larda biraz daha geriye, en geriye dönüştür.Mesele, bu duruma gerekçe bulmak değil, 1992’deki büyük yanlışı tekrarlamamaktır.
Meclis Başkanı, CHP’nin anayasa komisyonunu terk etmesinin ardından dört partiye tekrar toplantı çağrısı yaptı.Bu çağrı, ancak CHP’nin komisyon çalışmalarına katılmayacağı kararının teyit edilmesine yarar, başka bir derde deva olmaz.Bu Meclis’ten de ortak bir anayasa çıkmasının mümkün olmadığı bir kez daha kanıtlanmış olduğuna göre, yeni bir yol bulmak gerekiyor.Cumhurbaşkanı ve Hükümet kanadının şu anda aradığı yol, Meclis’te 330 oy olmadan anayasayı halkın önüne götürebilme yoludur.Şu andaki anayasa açıktır, bir anayasa değişikliği Meclis’te üçte iki çoğunluk alırsa halka gitmeye gerek olmadan kabul edilmiş olur. Halka gitmek için de 330 oy bulunması şarttır.Anayasa değişikliği ile ilgili maddelerin değişmesi için de aynı koşullar gerektiğine göre, bu yol kapalıdır.Hükümet erken seçim konusunu kesinlikle reddettiği için bu yola başvurmanın düşünülmediğini varsayıyoruz.Cumhurbaşkanı sözcüsünün iki ayrı halk oylamasıyla ilgili sözleri de önemli bir tartışma yaratmadı. Buna göre düşünülen, anayasanın cumhurbaşkanı-başkanlık dışındaki maddeleri ile başkanlık maddelerinin halk oyuna ayrı ayrı sunulmasıdır.Bu, teknik bazı sorunlar yaratabilecek bir yöntem olsa da Ak Parti’nin dışarıdan destek alabileceği bir yöntem olabilir. Örneğin aynı gün iki sandık iki oy fazla sorun yaratabilir.Bütün muhalefete, “gelin hep birlikte halkın önüne gidelim, bunun gerçekleşmesine destek verin ki halka soralım” denilecektir.Anayasanın başkanlık sistemi dışındaki kısmının ayrı oylanması halinde geniş bir kabul görmesi çok büyük olasılıktır.Başkanlık sisteminin ayrıca referandum konusu olması sağlanabilirse de tartışma yine aynı minval üzerine, Tayyip Erdoğan çevresinde yapılacaktır. Bu durumda halk sadece başkanlık sistemi değil Tayyip Erdoğan için de oy kullanmış olacaktır.Bu da, aynı zamanda bütün siyasi hattın halk tarafından onaylanıp onaylanmadığının tespiti de olacaktır. Sandık, her zaman her “kötü kokuyu” bastırır ve yeni başlangıçlara alan açar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, dün Anayasa Mahkemesi kararını yorumlarken vatandaşa yeni bir hak ihdas etmiş oldu. Bu hak, mahkeme kararlarına uymama hakkıdır.Mahkeme kararlarını beğenmemek hakkı, saygı duymama hakkı cumhurbaşkanı gibi her vatandaşın hakkıdır.Mahkeme kararlarını eleştirmek serbesttir, her vatandaş yazılı ve sözlü olarak bu hakkı sonuna kadar kullanabilir. Erdoğan’ın kullandığı “uymuyorum” kelimesi ise bundan çok farklıdır.Can Dündar-Erdem Gül davasıyla ilgili olarak bugüne kadar hemen herkes fikrini ifade etti. Bu iki gazeteciye yüklenen “casusluk” suçlamasının bu şekliyle her habere, siyasi içeriği olmayan haberlere bile yüklenebileceği de anlatıldı.Şu anda Amerika’nın da hâlâ CIA belgelerinin açıklanmasıyla ilgili tartışmaya devam ettiğini de biliyoruz.Dündar ve Gül’ün casuslukla suçlandığı haberin daha önce başka gazetelerde yer aldığını, bununla ilgili çok sayıda yazı yazıldığını, konunun Meclis kürsüsünde tartışıldığını biliyoruz. Bütün bunların ardından aynı haberin yayınlanmasının, herhangi bir siyasi amaç olsa da ancak siyasi olarak ve gazetecilik açısından tartışılabileceğini de tekrarlayalım.Suçlama gazetede yayınlanmış bir haber üzerinedir. Delillerin karartılması, gizlenmesi diye bir konu da yoktur. Gazetecilerin kaçması gibi bir kuşku da yoktur.Anayasa Mahkemesi “hak ihlali” ve tahliye kararını verirken bunu göz önüne almıştır. Savcının talep ettiği cezanın ağırlaştırılmış müebbet, yani eski idam olması da bu açıdan fark etmez.Dündar ile Gül’ün casusluk suçlamasıyla tutuklanması, bütün dünyada Türkiye’deki ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğüyle ilgili yaygın kuşku ve kaygı yaratmış bir olaydır. Türkiye’ye zarar verilmesini düşünüyorsak, gerçek zararı da görebiliriz.Savaş, savaşlar her alanı kirletir. Gazetecilerin casusluktan yargılanması da bu kirlenmelerden biridir.Savaş psikolojisiyle, savaşa, savaşın ayrıntılarına odaklanınca, manzaranın tümünü görmek, dolayısıyla da doğru müdahalelerde bulunmak iyice zorlaşır.
Savaş çok pahalı bir iştir. Savaşan, kim olursa olsun oluk oluk para harcar. Savaşta mermi sayılmadığı gibi para da sayılmaz.Ve savaştan para kazananlar da vardır. Savaşanlara borç verenler yüklü faiz gelirleri elde ederler. Bir de savaş araç gereçleri üretenler fahiş karlar elde ederler.Ankara savaşın getirdiği ek yükleri karşılamak için birkaç konuya yüklendi. Cep telefonundan devletin aldığı neredeyse vatandaşın ödediğinin yarısına yükseldi.Şu sıralar alkollü içkilere, sigaralara ve akaryakıta yapılan vergi artışlarıyla idare ediliyor.Ancak bu üç kalemdeki fiyat artışlarının da karaborsayı patlatması diye bir gerçek var. Uzun süredir güney sınırlarından Türkiye’ye kaçak akaryakıt girişi var. Kaçak üretilmiş alkollü içkiler de can almaya devam ediyor.Bu kalemlerdeki zamlar ve vergi artışlarının da enflasyonu artırması kaçınılmazdır. Enflasyon yükseldikçe de, yükselme eğilimi gösterdikçe de paradan para kazanma, yani faiz artışları da zorunlu hale gelir.İçerideki savaşın, savaş bölgelerindeki halka yönelik ekonomik tahribatının telafi edilebilmesi için yine devlet bir şeyler yapmak durumundadır. Devlet de bu kaynakları bulmak için yine halkın ödediği vergileri artıracak, halkın en yaygın şekilde kullandığı maddelere zam yapacaktır.Cumhurbaşkanı Erdoğan yüksek faizlerle ilgili tepkisini yine dile getirdi. Ancak ne yazık ki, hiçbir getirisi olmayan, sürekli harcamaların arttığı savaş halinde yüksek faizlerden kurtulma imkanı olmayacaktır.Savaşın, savaşların finansmanı çok az konuşulan bir konudur. Genellikle de “milli davalarda maddiyat söz konusu olamaz” gibi bir duvarla bu konuların konuşulması durdurulur.Ama savaşın, savaşların finansmanını da halk yapar. Vergilerle, enflasyonla, yaşam düzeyinin gerilemesiyle, yapılmayan okullarla, kapanan işyerleriyle, işsizliği tırmanmasıyla bütün finansmanı halk yapar.Türk ekonomisinin son yıllarda sağladığı gelişmelerin, milli gelirdeki artışların üretimin ve ihracat artışlarının savaş duvarlarına çarpması talihsizlikten öte bir durumdur.
Bu kadar çok davanın, bu kadar çok tutuklamanın olduğu, herkesin birbirine bağırdığı bir toplumda ciddi “sağlık” sorunları var demektir.Bundan birkaç yıl önce, yargının tutuklama alışkanlığından hep birlikte şikayet ediyor, esas olanın tutuksuz yargılama olduğunu konuşuyorduk.Bu konuda herkes aynı fikirdeydi, bunun üzerine yargı reformundan, yargının alışkanlıklarını değiştirmesi gerektiğini söylüyordu.Bugün ve her gün sürekli olarak davalar açılıyor, hakimler bol kepçe tutuklama kararı veriyor.Herhalde Adalet Bakanlığı’nda bunun rakamları vardır, ama durumun iyi olmadığını gözle görüldüğü bir noktada olduğumuz açıktır. Son olarak, konusu Kürtler olan iki kitaba “teröre destek” soruşturması açılması da çok mide bulandırıcı bir durumdur.Resmi görüş dışında görüşlerin, tespitlerin, uyarıların “teröre destek” sayılması kanalı da böylece açılırsa, bunun sonuçlarının ne olacağı da bellidir.Siyasi iradenin en tepesinden gelen, HDP’li milletvekillerinin de teröre destek suçundan yargılanmaları talebi üzerine de düşünmek gerekir.Çok fazla dava ve tutuklama kararının çıktığı bir konu da “cumhurbaşkanına hakaret”tir. Her gün, cumhurbaşkanına hakaret iddiasıyla birkaç soruşturma, birkaç dava açılıyor, birileri tutuklanıyorsa durum baştan aşağı sağlıksızdır.Geçen günlerde on üç yaşındaki bir çocuğun da aynı gerekçeyle tutuklanması, bu sağlıksız duruma tam anlamıyla tüy dikmiştir.Bu havanın devamının toplumu sürekli olarak gerdiğini, barış ortamından uzaklaştırdığı ve “iç savaş” ortamında yaşattığını söylemek zorundayız.Her gün birkaç şehit haberi gelirken, ölümle yan yana yaşarken, bombalar, canlı bombalar kovalanırken gerilime yapılacak her katkının etkisi de katlanmaktadır.Bu havayı değiştirmenin yolu var mı? Var. Birçok yolu var. Bunlardan biri de cumhurbaşkanlığının hakaretlerle ilgili şikayetlerini geri çekmesi, bu sıkıntıya bir son verilmesi.Diğer zorunlu yol da, “teröre desek” suçlaması yaparken her kademede özen ve dikkat gösterilmesidir.Bu kadar çok dava, bu kadar çok suçlama, bu kadar çok tutuklama her toplum için ağır bir yüktür. Bizim taşıdığımız yükleri de fazlasıyla katlamaktadır.
Ankara’da siyasetin bir kısmı varsayım ve söylenti üzerindir. Bunların çoğu gerçekleşmez, ama konuşulur.Bu günlerde Ankara’da erken seçim, fazla yüksek sesle olmasa da konuşuluyor. Nitekim CHP genel başkanı da partisinin örgütlerine “erken seçime hazırlanın” talimatı verdi.1 Kasım’da önemli bir seçim zaferi kazanmış olan Ak Parti’nin bir erken seçim düşünmesi için aslında gerekçeler var.Anayasayı tek başına yapacak, tek başına halkın önüne getirecek çoğunluğu 1 Kasımda az farkla kaçıran Ak Parti açısından bu dönem seçim için çok elverişli.Üç muhalefet partisinin de iki seksen uzanmış yattığı bir dönemde Ak Parti’nin yeni bir seçim zaferine ulaşması da büyük ihtimal, çok büyük ihtimal olarak ortaya çıkıyor.Tabii Ak Parti açısından çıta daha yukardadır. Hedef hem MHP’yi hem HDP’yi yüzde 10 barajı altında bırakarak, 367 milletvekilinin üzerine çıkmaktır.Erken seçimin tarihi ne olursa olsun MHP’nin toparlanması fazlasıyla zor görünüyor. Örgütleri dağılmış bir MHP seçmeninin önemli bir kısmının daha Ak Parti’ye geçmesinin bütün koşulları vardır.Bunların en önemlilerinden biri de Ak Parti’nin Güneydoğu politikasının, MHP’nin temel çizgisi olan “askeri çözüm” hattına dönmüş olmasıdır.HDP’nin yüzde 10 barajın altında kalması, MHP kadar kolay görünmese de vardır. Savaş koşulları devam ederken HDP’nin doğru dürüst bir seçim kampanyası yapması zor olacak, HDP çok yönlü baskılara maruz kalacaktır.Hükümet açısından, tek başına anayasal çoğunluk hedefinin yanında ki temel konuda halkın “onayı”nı alma ihtiyacı şu anda görünmüyorsa da, yakın dönemde ortaya çıkabilir.Güneydoğu’daki savaş halinin sonuna gelinmesiyle ilgili zorluklar da vardır, Güney sınırımızın ötesindeki hararetin geleceğiyle ilgili çok sayıda soru da vardır.Hükümet bu noktada, her iki mesele için halktan destek, daha büyük destek ihtiyacı duyabilir. Bu koşullarda iktidar partisine desteğin artmasının her iki alandaki “sert” politikaların onaylanması olarak görülmesi Hükümeti çok rahatlatır.Ankara’da konuşulan her şey gerçek olmaz, ama bu kez erken seçim üzerine yapılan fikir jimnastikleri bu alanı açabilir.
Yoğun gelişmeler, iktidar partisi dışındaki üç partiyi de oyundan düşürdü. Bunun anlamı hızla “tek parti sistemi”ne ilerlemektir.CHP, geçen iki ayını bir poster meselesiyle uğraşarak geçirdi. Bir milletvekilinin, bir başka milletvekilinin odasındaki Atatürk posterini attığı iddiası partinin geçen günlerdeki en önemli sorunu oldu.Ak Parti’nin Güneydoğu’daki “askeri çözüm” hattına CHP’nin herhangi bir itirazı yok. CHP Güney sınırımızdaki gelişmeler, Türkiye’nin dış ilişkileri hakkında da farklı bir görüşe sahip değil.Muhalefet partisi olarak CHP’nin tek icraatı Meclis anayasa komisyonundan çekilmek oldu. CHP başkanlık sistemiyle ilgili hiçbir tartışma, görüşme yapmak istemedi, kendisini anayasa meselesinin dışına çekti.Ülkenin üç güncel ve temel meselesinin dışında kalmış olan bir siyasi partinin, “ana muhalefet” sıfatı taşımasının nedeni sadece milletvekili sayısıdır.MHP’nin ana uğraşısı da genel başkanı değiştirme değiştirmeme mücadelesidir. Güneydoğu’daki gelişmeler ve sınır ötesi gelişmeler konusunda Ak Parti ile aynı hatta durmaktadır.Şu anda “MHP’nin Ak Parti’den farkı nedir” sorusunun cevabını MHP’lilerin de bulması kolay değildir. Zaten böyle bir cevap arayışı olduğu da şüphelidir.Ak Parti’nin HDP’yi merkez siyasetin dışına itme politikası da başarılı olmuştur. “Barış” ekseni üzerinde durmakta ve “Türkiye partisi” olma hedefinde aksayan HDP’nin merkez siyasetin dışında kalmasının yanlışlığı ve zararlarının ötesinde durum budur.Medeni anayasa konusunda da, Güneydoğu’daki çatışma bölgelerinde insani faaliyetlere dalmış olan HDP’den henüz bir hareket yoktur.Merkez siyasetteki manzara budur. Bu manzaranın adı, üç muhalefet partisinin de siyasi gelişmelerin dışında kalmasıdır.Böyle bir dönemde siyasetin dışında kalmış olan siyasi partilerin, bu süreçte tıkanıp kalmaları da çok açıktır ki iktidar partisini çok rahatlatmaktadır.Fiilen tek partili sisteme geçiş sürecine girilmiş olmasının uzun uzadıya tahlilleri yapılabilir. Siyasi yapının değişik unsurlarının bundaki sorumluluğu da tartışılabilir, ama bu sürecin durması için de siyasete kuvvetli bir dönüş gerekir. Üç muhalefet partisinin de bunun için nefesi olmadığına göre de fiilen tek partili sisteme geçilmesine kesin gözüyle bakabiliriz.