Kucaklaşma

19 Ağustos 2012

Görüntü, anında Habur’u hatırlattı, büyük tepki aldı. Tepki doğal, ama görüntü de doğal. BDP’lilerin PKK militanlarına “sempati” göstermesinin şaşılacak bir yanı yok.CHP’nin Tunceli Milletvekili Aygün’ün kaçırılmasının hemen ardından bu “kucaklaşma” olayına “hissî” ve en sert şekilde tepki vermek durumu değiştirmiyor, değiştirmeyecek.Çok kullanılan bir yol üzerinde karşılaşılmasının ve kucaklaşmanın önceden planlanmış bir gösteri olup olmadığının da pek bir önemi yok. Önemli olan bu kucaklaşma görüntüleriyle “alan hâkimiyeti” durumunun herkesin gözüne sokulmasıdır.PKK militanları, sevdikleri vekillerle istedikleri gibi sohbet ettikten sonra el sallayarak giderken üniformaları ve otomatik silahlarıyla rahatça dolaşabildiklerini anlatmış oldular.Sorunun siyasi algısını yanlış eksenler üzerine inşa ederek, çıkış yollarını tıkayan siyasi hamlelerin sahipleri suçu “dışarıdaki” ya da “içerideki hainler”de aramasınlar. “Kucaklaşma” görüntüsünün anlattığı durum siyasi yolların tıkanmış olmasının sonucudur.***Kürt sorunu, bütün ağırlığı ve tarihi birikimiyle ortaya çıktığından bu yana Ankara’da sürüp gidecek bir “endişe” oluştu. Sorunun “uluslararası” bir mesele hâline gelmesi endişesi, Ankara’yı sürekli olarak “dış parmak” aramaya yöneltti.Mesele, ülkenin bir iç meselesidir ve demokrasi içinde çözülebilecek bir meseledir; ama böyle algılamamakta ısrar edip “dış parmak” arayarak sorumluluktan kurtulma çabaları meselenin “iç ve dış güvenlik” alanına sıkışmasına yol açmıştır.Bu sıkışmanın sürmesinde ısrar etmenin kaçınılmaz sonucu, Ankara’nın büyük endişesinin, Kürt meselesinin “uluslararasılaşması” hâlinin gerçeğe dönüşmesidir. Suriye’deki gelişmeler, Esad’ın gidişinden sonra bu ihtimali daha da yakınlaştıracaktır.***“Siz çözemiyorsanız, oturun birlikte çözelim” sözünün hâlâ ortaya çıkmamış olması, son dönemde Türkiye’de gerçekleştirilmiş demokratik adımlar sayesindedir.Bu adımlar öne çıktıkça PKK dâhil, “savaş” üzerine siyaset yapan bütün güçler gerilemiştir.Ankara, “kucaklaşma”ya bakarken bağırmakla yetinir, geçen dönemdeki politikaları cesur bir şekilde masaya yatırmazsa başka “kucaklaşma”ların da yolunu açmış olur.

Devamını Oku

Başkent İstanbul olsun

19 Ağustos 2012

Böyle bir öneri üzerine hemen “Atatürk” diye başlayan bir itiraz ve daha ötesinde sözler yükselecektir. Küçük bir zihinsel faaliyet dahi göstermeden bağıranların bol olduğu bir toplumuz. Buna alışığız...Atatürk Ankara’yı ulvi veya hissi nedenlerle başkent yapmadı. Bu kararı son derece pratik ve gerçekçi, siyasi ve askeri nedenlerle aldı.Birinci Meclis Ankara’da açılmıştı. Ankara, İstanbul’dan gelecek vekiller için de, Lazistan ve Kürdistan mebusları için de “ortada” yer alıyordu.İstanbul’da, cumhuriyetin ilanı sonrasında da Mustafa Kemal yönetimine en azından soğuk ve mesafeli “güç odakları” varlıklarını koruyordu. Ankara ise küçük bir şehirdi, kasabadan az büyüktü ve orada herhangi bir muhalif güç odağı bulunmuyordu.Ankara bütün potansiyel “tehlike”lere en uzak nokta olmasıyla da dönemin hassasiyetlerine uygun bir yerdi. Ruslara da Yunanlılara da Kürtlere de Araplara da, hepsine birden en uzak noktaydı.Ehem-mühim karışıncaTarih içinde, ülkeyle birlikte Ankara’nın yaşadığı değişim de ayrı bir konudur. Ama sonuçta bir “Ankaralılık” hâli ortaya çıktı. Türk vatandaşlığı, Türkiyelilik gibi kimlik tanımlarının ötesinde Ankaralılık farklı bir ruh hâli olarak kök saldı.Kimi Ankaralılar, her ne kadar ülkenin başka köşelerinden, farklı sosyo-kültürel dokulardan geliyor olsalar da derhal “Ankaralı ruhu”nun etkisi altına girmekte birbirlerinden geri kalmadılar.Ehem ile mühimin birbirine karıştığı; herkesin herkese, önüne “sayın” konulmuş unvanlarla hitap ederek kendisini mühim olduğuna inandırdığı bir farklı dünyadır Ankara.Ehem ile mühim Ankara’da öyle karışmıştır ki, Ankaralıların çok mühim sanarak aldıkları bazı kararlar ve yaptıkları icraat aslında kimsenin umurunda bile olmaz. Ve bazen de öyle kararlar alırlar ki milyonlara hayatı dar ederler. Ama Ankaralılık ruhu gereği onlar hep bunların dışında, üstündedir.İstanbul başkent olursa bu Ankaralılık ruhundan hep birlikte kurtulmuş oluruz. ‘O zaman Ankara kalmaz’ diyeceklere cevap bellidir: Ankara üniversite ve sağlık şehri olur; okullarıyla, tıp fakülteleriyle yine önemli bir merkez olarak varlığını sürdürür.Herkes ferahlayacak...Ankaralılar İstanbul’a gelince ne olur? Çok iyi olur. Vapura binerler. Çok farklı insanlar görürler. Dünyanın, tarihin, hayatın Ankara’da başlayıp Ankara’da bitmediğini yaşayarak görürler. Ankara’da “somebody” olan çok sayıda Ankaralı İstanbul’da “anybody” olunca önce rahatsız olacak, kendisini sudan çıkmış balık gibi hissedecektir. Ama inanmalıdırlar ki sonrası onlar için de çok iyi olacaktır. Hele “diğerleriyle” ilişkilerini kesen lojman düzeni yerine sıradan insanlarla yan yana oturduklarında neredeyse çağ atlamış olacaklardır.Trafikte sıkışan bakanlar yürüyecek, genel müdürler metroya binmek zorunda kalacaktır. Eski bakanlara, eski milletvekillerine kimse “sayın bakanım”, “sayın milletvekilim” demeyecek; “bey”, “amca” diyecektir.Ruhu, zihni ve yüreği kapanmış, bir türlü açılmayan Ankara İstanbul’a gelince herkes emin olsun, herkese büyük ferahlık gelecektir.Bayramınız kutlu olsun: Ankaralılar dâhil bütün vatandaşlarımızın, okuyunca küfür edenler dâhil bütün okurlarımızın bayramının kutlu olmasını, daha mutlu günler için umutlarının artmasını dileriz.

Devamını Oku

Bu AKP-PKK savaşı değil

17 Ağustos 2012

CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün kaçırılması basit bir terör eylemi değil. PKK’nın ilk kez bir milletvekiline “bulaşması”, eylemin sonu kansız ve barış mesajlarıyla gelmiş olmasına rağmen “çıtanın yükseltilmesi“ anlamını taşıyor.Bu olay dolayısıyla, siyasi odakların nesnel değerlendirme yapmaları beklenirken, herkes ama istisnasız herkes, var olan “kapalı pozisyonları”nı kuvvetlendiren tavırlar aldı.İşin ardında Ergenekon arayan da oldu, kaçırmanın düzemece olduğunu anında ilan edenler de. Çünkü olaya herkes alıştığı açıdan, durduğu noktadan baktı.***PKK’nın son saldırıları Suriye’deki gelişmelerle birlikte ele alındığında, Türkiye sınırları için de bir “egemenlik alanı” hedeflendiği yorumlarına yol açtı. Örgütün tepesinde böyle hedefler gözetilmiş olabilir, ancak bu durum için gerekli maddi şartlar; bölgesel otorite boşluğu, karşıdaki askeri gücün zafiyeti gibi durumlar mevcut değildir.Eğer PKK’yı yönetenler böyle bir hedefi zorlarsa, bunun sonucu sadece çok kan dökülmesi, bölgedeki vatandaşların hayat şartlarının iyice zorlaşması olacaktır.PKK da iyi bilmektedir ki Türkiye’de, Kuzey Irak ve Suriye’den, İran’dan çok farklı bir durum vardır. Türk vatandaşı Kürtlerin yaklaşık yarısı, şu veya bu nedenle PKK ve çevresindeki Kürt siyasetlerinin yanında görünürken diğer yarısı kararlı bir şekilde AKP’yi desteklemeye devam etmektedir.***Habur ayağındaki sabotajın ardından “açılım“ kavramı giderek erimiş, yerini “asayişçi” ve “çatışmacı” dil almış olmasına rağmen hükümet bir ölçüde “savaşın üzerinde” durmaya çaba gösterdi.Bu aşamada PKK’nın ve BDP’nin politikalarının “ulusalcı” veya “çözümden korkan” cepheye yaradığı da ortadadır. Ve arkasından da “devletçi pozisyon”un hükümet nezdinde daha güçlendiğinin işaretleri gelmiştir.Şu anda ise egemen görüntü “AKP-PKK çatışması” hâlidir.Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir “Kürt açılımı” gerçekleştirmiş olan siyasi partinin, iktidarının onuncu yılında “savaşın tarafı” olması Başbakan Erdoğan tarafından da “ya PKK’nın tarafındasın ya benim tarafımdasın” mealinde telaffuz edildi.“Askeri çözüm”de cenazeler sayılır. Daha çok cenazesi olan kaybetmiş olur. “Siyasi çözüm”deyse her durumda herkesin “ben kazandım çünkü...” demesi imkânı vardır.

Devamını Oku

Elleri geri gidiyor

3 Ağustos 2012

Meclis komisyonu anayasa taslağı maddelerini yazma aşamasına geçti; geçti ama 82 anayasası ruhuyla geçti. Basın özgürlüğü maddesini yazıp getiren AKP’liler, önce öyle bir madde yazdılar ki, 82 anayasasındaki basın özgürlüğü kısıtlamaları, yazdıkları bu maddedeki kısıtlamaların yanında bayağı zayıf kaldı.Tepkiler üzerine o taslak madde geri çekildi. Ama yerine getirilen oldukça kısa maddeye yine de “genel ahlak” lafı konuldu.“Genel ahlak” lafını koyanların her biri “genel ahlak”ın ne olduğunu kendine göre anlatacaktır. Çünkü “genel ahlak” somut ve açık bir durum göstermez; herkesin kendisine göre tarif edeceği ve hukuki kıstas getirmesi mümkün olmayan bir kavramdır.Birisi kalkar, evli olmayanların birlikte yaşamasını genel ahlaka aykırı bulur, buna göre yasa çıkarmaya kalkar; bir başkası, kısa etekli kadın fotoğraflarına takar.“Genel ahlak”a takılmış AKP’liler ve onların hukukçularının aklına her nedense bu maddeye “her türlü ayrımcılık, kin ve nefret” kıstasını koymak gelmiyor.***Komisyonun AKP’li üyeleri eliyle milletvekili dokunulmazlığı ile ilgili maddeye de öyle bir unsur konuldu ki; bu unsurun ne anlama geldiğini, nasıl kullanılacağını anlamak için hukukçu olmaya hiç gerek yok.Demişler ki: “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmaya yönelik suçlarda dokunulmazlık işlemez.”Anayasaya bu hükmü yerleştirmek isteyenler, nasıl kullanılma ihtimali olduğunu bilmiyor olamazlar.Maddeyi yazanlar, “adi suç” olarak nitelenen suçlarda milletvekilinin dokunulmazlığının devam etmesini düşünürken, anayasaya bir “siyasi suç” koymaya çalıştıklarının herhalde farkındadırlar.***Söz konusu maddeleri öneri olarak getirenler, Ankara’nın müesses nizamının temelindeki ruhu değiştirmek bir yana, ellerinin sürekli geri gitmesiyle bu ruhun gücünü de anlatmış oluyorlar.O ruhun, demokratik-sivil-medeni bir anayasa yapmakla görevli olanlarda daha işin başında böyle güçlü bir şekilde ortaya çıktığını gördükçe, gerçekten demokrat bir anayasa yapmanın Ankara için hiç de kolay olmadığını anlıyoruz.NOT: Kısa bir soluklanma için ara veriyoruz, bayram arifesinde görüşmek üzere sağlıcakla kalın.

Devamını Oku

Son nokta Özkök’ten

2 Ağustos 2012

Ergenekon davalarının son noktası, yine bir asker tarafından, eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün verdiği ifadeyle konulmuş oldu.Özkök kendi görev süresi içinde, iki müdahale planı yapıldığını bildiğini, astlarının “muhtıra”dan söz ettiğini ve Ergenekon yapılanmasından haberdar olduğunu açıkladı.Eski Genelkurmay Başkanı bunları, suçlayan bir edayla, parmağını sallayarak söylemedi. “Astlarım” demek dışında hiç kimseyi kişi olarak zikretmedi. “Astlarını, arkadaşlarını satan komutan” görüntüsü vermedi.“Genç subaylar rahatsız” manşeti ve jandarmanın gizli dinlemeleri konularını zikrederek, yine isim vermeden belli bir çerçeveyi tamamlamış oldu.***Özkök’ün ifadesi üzerinden daha çok soru sorulabilir, kendisine ulaşan belge ve bilgilerin hiçbirine “itibar” etmeyip resmi soruşturma açtırmamasının nedeni de açıkça sorulabilir.Ancak anlattıklarının tümüne baktığımızda Özkök’ün çok ince bir çizgide yürüyerek iki darbe girişiminin savuşturulmasında, bu planların “kuvveden fiile” çıkmasını engellemekte başarılı olduğu ortadadır.Eğer 2003’te bir muhtıra verilseydi, darbe planlarından birini “astları, genelkurmay başkanına rağmen uygulamaya kalksaydı“ ne olurdu?Bu soruya hâlâ “keşke olsaydı” diye cevap verenler vardır. Asıl sorun da burada. Ergenekon davalarının tümünün “komplo” olduğuna inananlar var ve onların Hilmi Özkök’ü nasıl gördükleri de bellidir.***Bu zihniyet, bugünden yarına yok olmayacaktır. Ama yok olmak zorundadır.Sivil siyaset, her sorunu bütün unsurlarıyla demokrasinin korunması ve ilerlemesi çerçevesinde ele aldığı ve her durumda bunu somut olarak gösterdiğinde “Ergenekon” kelimesiyle özetlenen anlayışlar biraz daha ufalacaktır.“Sivil siyasetin hiç mi suçu yok” diyenlere, “hayır yok, çünkü kimsenin gizli gündemi de yok, kimse de asker üzerinden iktidar hesabı yapmıyor” cümlesini rahatça söyletecek olan, sadece sivil siyasettir.Demokrasi korkusunun her türünü silecek olan da sadece sivil siyasettir.Ergenekon davaları bitince, demokrasinin maddi ve manevi inşasının tamamlanması gerekiyor ki, Ergenekon kelimesi o destan dışındaki anlamlarından kurtulsun.

Devamını Oku

Tolerans hâlâ sıfırsa

1 Ağustos 2012

İşkence, bir insanlık suçu olarak ülkemizin ağır ayıplarından biri oldu, hem de uzun yıllar boyunca. Askeri yönetim dönemleri kadar sivil yönetimlerde de işkenceye, bütün yönetimlerin “rutin” bir uygulaması olarak alışıldı.AKP hükümetinin “işkenceye sıfır tolerans” ilan etmesi ve işkence olaylarında ciddi bir azalma olmasıyla bu insanlık ayıbından kurtulmaya çok yaklaştığımızı düşündük.Birkaç örnekte hükümetin olayın üzerine kararlı bir şekilde gitmesi de “sıfıra çok yaklaştık” duygusunu güçlendirdi.Ancak Emniyet’te yapılan son bir atama çok haklı tepkilere yol açtı. İşkence yaptığı, suça katıldığı kanıtlanmış bir kamu görevlisinin üst düzey bir göreve getirilmesi “işkenceye sıfır tolerans”ta ciddi bir çatlak anlamına gelir.İşkenceye en azından katıldığı resmen kanıtlanmış bir kamu görevlisinin çok üst düzeye gelebilmesini kimin nasıl algılayacağı da bellidir.Bu terfiyle “işkenceye tolerans” işareti verilmesinin sorumlusu İçişleri Bakanı’dır.***Yaklaşık bir yıldır görevde olan İçişleri Bakanı, birçok beyanıyla tepki görmüş ve eleştirilmiştir. Uludere olayına yaklaşımı, hükümetinin ve partisinin aldığı ana pozisyonların tam tersinde, kaba asayişçi yaklaşımın zirvesi olmuş, partisinin içinden de haklı eleştirilerle karşılaşmıştır.Son terfi olayı da siyasi olarak parti ve hükümetin politikasının tam karşıtı bir tavır olarak, tabii önce Hükümet ve AKP tarafından da ciddi olarak ele alınmak zorundadır.Partinizin hükümeti “işkenceye sıfır tolerans” derken, siz “işkenceye tolerans” diyorsanız, siyasette bir tek kural işler, işlemek zorundadır.***Siyasi liderler için, kendi seçtiklerini, çok eleştirildiği gerekçesiyle “harcamak” kolay değildir. Ama İçişleri Bakanı’nın durumunda, Başbakan bu bakanının icraatını, işkence gibi önemli bir konuda kendi politikasının karşısında bir tavır olarak görmek ve gereğini yapmak durumundadır.İçişleri Bakanı eve gittiği takdirde “işkenceye sıfır tolerans” politikasının devam ettiğini, Erdoğan ve AKP’nin bu konuda kararlı davranacağını anlayabiliriz.Bu yapılan bir çalışma arkadaşının “harcanması” olarak görülmeyecek, işkence gibi bir insanlık suçunun ülkeye bir daha uğramayacağının güvencesi olarak algılanacaktır.

Devamını Oku

Gül’ün kararı önemlidir

30 Temmuz 2012

Başbakan Erdoğan’ın siyasi hayatının devamıyla ilgili kararı biliniyor. Kendisi açık olarak ifade etmiş olmasa da, o kadar çok tekrar edildi ki, herkes Çankaya’ya çıkacağına kesin gözüyle bakıyor.Siyasetin, Ankara’nın yakın geleceği için, Erdoğan’ın kararı kadar önemli olan, Cumhurbaşkanı Gül’ün siyasi hayatının devamıyla ilgili kararıdır.Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve sözcüsü Ahmet Sever’in, Ruşen Çakır’a söylediklerinden çıkan ilk sonuç, Gül’ün emekli cumhurbaşkanı olarak “eve gitmek” gibi bir niyetinin olmadığıdır.Olmaması da gerekir. Abdullah Gül, dışişleri bakanlığı, başbakan yardımcılığı, başbakanlık yaptı. Cumhurbaşkanlığı dâhil bütün bu görevlerinde üslubu hiçbir zaman çatışmacı, kavgacı olmadı.Temel meselelerin dışında da kalmadı, “iyi şeyler olacak” diyerek Kürt açılımının startını verdi, Erivan’da futbol maçına giderek Ermeni açılımını başlattı.Her iki açılımın da şu anda tıkanmış görünmesi ayrı bir konudur. Bugün yaşanan tıkanmalar, kapalı bir yapı içinde bu açılımları başlatmış olmanın önemini azaltmaz.***Cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili kanuna özel “Gül maddesi”ni AKP’nin hangi güdüler veya kaygılarla koyduğunu bilmiyoruz. Ama bu yapılanın Gül’de, bazı AKP’lilere karşı kırgınlık yaratmış olması doğaldır. Ona rağmen Gül, kırgınlığını “şimdi” duyuruyor; yine çatışmacı bir tavrı olmayacağı da Sever’in sözlerinde vurgulanmış oluyor.Aynı röportajdan öğrendiğimize göre, Abdullah Gül, tekrar cumhurbaşkanı adayı olup olmama konusunda bir karara varmış değil. On iki yıldır uyum içinde çalıştığı Erdoğan ile böyle bir çatışmaya girmesi de, Abdullah Gül’ün bütün siyasi geçmişi göz önüne alındığında, büyük sürpriz olur.Abdullah Gül siyasette var olmalıdır.Bulunduğu makamlardaki icraatları,uzlaşmacı siyaset üslubu Gül’e emekli olma ya da pasif görevlerle zaman geçirme izni vermez.Doğal olarak Abdullah Gül de siyasi geleceğiyle ilgili kararını, talebini açıklamak için Erdoğan’ı bekleyecektir.Tekrar edelim, bu bekleyiş ne kadar kısa sürerse AKP için de herkes için de o kadar hayırlı olacaktır.

Devamını Oku

Endişeli bekleyiş

29 Temmuz 2012

Açıkça ifade eden yok ama AKP çevrelerinde yeni yapılanma beklenirken, endişe işaretleri satır aralarında da olsa, dışarıya yansıyor.Başbakan Erdoğan’ın, adı “başkanlık sistemi” olarak konulmasa da cumhurbaşkanı yetkilerini artırma yolunda girişimde bulunup bulunmayacağını AKP’liler de bilmiyor.Cumhurbaşkanı seçimine iki yıldan az bir süre kaldı ve AKP ile partiye yakın çevrelerde Erdoğan’ın her durumda Çankaya’ya çıkmak istediğine ilişkin bir kuşku yok.***Siyasette, böyle önemli bir koltuk boşalacağı zaman kendisini o makama layık görenler olması, bunların ortaya çıkarak partileri içinde ve bütün kamuoyu nezdinde taleplerinin gereği olan faaliyetlerde bulunması doğaldır.Ancak AKP içinde başını uzatan, “ben varım” diyen bir siyasetçi görünmüyor. Bunun anlamı, adaylıklarını yüreklerinde tutanların Erdoğan’ın kararını bekledikleridir.Kuşkusuz ki kuvvetli bir liderin, partisinin kendisinden sonrasını şekillendirmekte etkili olması hem doğal hem de meşrudur. İşte “endişe” işaretleri de bu noktada ortaya çıkıyor.Demirel de Özal da bütün tecrübelerine rağmen “emanetçi” formülünden kaçınamamış, partilerini ve hükümeti Çankaya’dan yönetmelerini sağlayacak tercihlerde bulunmuşlardır. Ne olduğunu herkes biliyor, ama hatırlamakta fayda var. Tercihlerin ikisi de partilerini ve hükümeti yönetemedikleri gibi partileri de yok olmuştur.***“Emanetçi formülü”nde tayini yapan için ilk risk partinin çoğunluğunun bu karara uymayı reddetmesidir ki, bu yolun parçalanmaya kadar gitmesi ihtimali de her zaman vardır.AKP’nin ve liderinin, başarı anlamında sık vurguladıkları hususlardan biri, siyasi istikrarın uzun krizlerin ardından AKP tarafından sağlanmış olmasıdır. Bu başarının sahiplerinin, halk desteği sürekli artan bir siyasi partiyi iktidarının on ikinci yılında, parti içinden başlayarak genel bir siyasi istikrarsızlığın kapısını açacak bir yola girmeleri tabii ki mantık çerçevesinde görülebilecek bir durum değildir.Hele ki bu siyasi istikrarsızlığın devamında “restorasyon” ihtimali bütün ağırlığıyla baş köşede bekliyorsa, “emanetçilik”le başlayacak partiyi dağıtma formülleri iyice akıl dışı kalmaktadır.Bugünkü belirsizlik devam ettikçe AKP’deki kısık sesli endişeler yüksek sesle ifade edilir ve siyasi istikrarsızlık korkusu da bir kez yayılırsa, havanın tekrar değiştirilmesi herkes için çok güç olur.

Devamını Oku