CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, bugünkü kurultay dolayısıyla beş gazetede uzun beyanatları yer aldı. Kurultayda CHP’nin durmaya devam ettiği kavşakta ne tarafa doğru yöneleceği konusunda fikir sahibi olmak isteyenler, bu beyanatların tümünü değilse de çoğunu okumuştur.Erdoğan’ın yabancı dil bilmediği için cumhurbaşkanı olmaması gerektiği, Çiller’in “siyasette kadın oluyormuş”un başarılı örneği olarak zikredilmesi gibi ifadeleri görenler “Kılıçdaroğlu ne kadar siyasi bir kişidir” sorusunu sormuş olabilirler.***CHP bir kavşakta duruyor. Bünyesinde, Kılıçdaroğlu’nun söylediği gibi, “kanatlar” var. Bu kanatlardan biri, partinin kökleşmiş ulusalcı-devletçi-muhafazakâr kanadı. Diğeri, 1965’te İnönü’nün “CHP soldadır” demesiyle, kısa Ecevit liderliğinde kuvvet kazanmış olan CHP’yi sosyal demokrat bir parti “yapma” umudunu taşıyan kanat.Kılıçdaroğlu, Baykal’ın gayri ahlaki bir operasyonla gönderilmesinin ardından, ikinci kanada “şans tanıma” eğiliminin ağır basması ve partinin ulusalcı-devletçi hattının ikinci üçüncü sınıf kadrolarının elinde yok olmaması kaygısıyla genel başkan oldu.Bu kurultayda da başkan adayı olmayacağına göre, CHP’nin bundan sonraki çizgisinin sorumlusu Kılıçdaroğlu olacaktır.***Beş gazetede yer alan beyanatlarında Kılıçdaroğlu benzer cümlelerle CHP’nin geçmişten geleceğe taşınması konusunda şunları söylüyor:“CHP’yi ana omurgasını, felsefesini değiştirmeden yenileyeceğiz...Partinin ideolojisini tartışmaya hiç ama hiç gerek yok. Kendi felsefi, görkemli bir tarihi var...”Bu iki cümleden çıkan sonuç, “aslında CHP’de herhangi bir değişim yapmayı düşünmüyoruz”dur. CHP’nin geçmişini tartışmadan, bütün tarihinin, Dersim’iyle, Varlık vergileriyle, darbe teşvikleriyle, ırkçı operasyonlarıyla “görkemli” olarak kabul edince zaten mesele kapanmış demektir.Ana eksen korunurken, yanına yenilenme görüntüsü verecek bazı unsurların katılması, “iktidar olabilmek için kitle partisi olmak gerekir” fikrinin “pratik fayda” kısmına girer. Kılıçdaroğlu da “eski ANAP, DYP ve DP’lileri CHP çatısı altına bekliyorum” diyor. Merkez sağın tasfiye olmuş partilerinin “eskilerini” çağırırken, Kürtleri çağırmaması “ana omurga”nın korunması refleksinin kuvvetinden kaynaklanıyor olmalıdır.***CHP Genel Başkanı, partinin ideolojisini tartışmak istemezken “sol, sosyal demokrat siyaset dilini daha fazla kullanacağız” diye bir cümle sarfediyor. “Biraz” sosyal demokrat CHP’nin, “biraz”ı artırarak “biraz daha fazla sosyal demokrat” olması hedefleniyor.O “biraz”ın ne kadar artacağı da herhalde yönetime girecek isimler sayılarak anlaşılacak...Biraz sosyal demokrat, biraz devletçi, biraz özgürlükçü, biraz muhafazakâr, biraz ondan biraz bundan bir siyasi parti ancak “biraz parti” olabilir. “Biraz parti”yi de her gören anlar, Kılıçdaroğlu’nun beş beyanatını okuması, bugünkü konuşmasını dinlemesi bile gerekmez. “Biraz parti”nin yönetimi de “biraz” olacağına göre bu kurultay da “biraz” yapılmış olacak.
Diyarbakır’da hafta sonunda yaşananlar, “nasıl olmaz”ın provasının tekrarından başka bir şey değil. “Taraflar” iki haftadır bu gösteriye hazırlanıyordu, her şeyin böyle geçeceği de günler öncesinden belliydi.BDP kuvvetli bir gösteri yaparak on binlerce kişinin “Öcalan’a özgürlük” diye bağırmasını istiyordu. Hükümet böyle bir şeyin gerçekleşmesini istemiyordu. Sonuç beklendiği gibi oldu, kalabalığın bağırması engellendi, ama tazyikli sular, gaz bombaları, biber gazları, taşlar, sopalar, polis dayağı yiyen, yaralanan milletvekilleriyle çıkış yoluna küçük bir kilit daha vuruldu.***Ankara, “Öcalan’a özgürlük” veya “pratik” anlatımla ev hapsine çıkması konusunun “Kürtlerin şiddetli talebi üzerine tartışılan bir konu” olmasını istemiyor.Bu tür siyasi çatışma alanlarında “ben verdim” ile “hayır, ben aldım” ifadeleri siyasi başarının ilanı olarak öne çıkmaya çalışır. Diyarbakır manzarası da aslında budur.Ancak şu anda temel meselenin çözümü için siyasi konumlanma ya da esas çatışma alanı “ben çıkardım-hayır ben aldım” çekişmesi değildir. Asıl konumlanma, meselenin çözümünü istemek ve istememek üzerinedir. Öcalan’ın ev hapsi bu yol haritasının maddelerinden biridir.Diyarbakır manzarası iki tarafın, bu olaydaki iki tarafın da yanlış konumlanma üzerine hareket etmeleri dolayısıyla “nasıl olmaz’ın provası” oldu.Silahların tümüyle susmasını sağlayacak yol haritası belli. Bu haritanın her ne pahasına olursa olsun daha belirgin çizgilere kavuşmasını önlemek isteyenler de belli. Diyarbakır’daki gibi yanlış konumlanmalar öne çıktığındaysa çözüm istemeyen cephe zaman kazanıyor, içinde halkın büyük kesiminin yer aldığı çözüm isteyen cephe ise zaman kaybediyor.***Diyarbakır’daki toplantıya izin verilse ve on binlerce kişi “Öcalan’a özgürlük” diye bağırsaydı gerçek konumlanmalar değişmeyecek ve yol haritasının ana unsurları kamuoyu gözünde de biraz daha belirgin hale gelecekti.“Nasıl olmaz”ı Türk halkı da Türkiye’nin Kürt vatandaşları da onlarca kez gördü, biliyor. Bu gibi tekrarlar sadece onların, çözüm istediğini düşündükleri siyasi güçlerin iradesi üzerinde kuşku duymalarına yol açar. Bunun sonucunda da tarafların birini değil, ikisinin de kaybı, çözümden korkan cepheninse kazancı vardır.
Bir kere daha en başından başlamak zorundayız: Mevcut anayasa, 12 Eylül askeri yönetiminin emir komuta zinciri içinde yaptırdığı ve ana fikri “devleti vatandaşlara karşı korumak” olan, bütün vatandaşlarını “potansiyel suçlu” olarak gören bir anayasadır.Medeni, demokrat, sivil bir anayasanın ana fikri, ancak bunun karşıtı olabilir: Vatandaşların; bütün vatandaşlarının bütün haklarını, bütün özgürlükleri güvence altına alan, devleti değil insanı koruyan bir anayasa medeni, demokrat ve sivil bir anayasadır.Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun böyle bir anayasanın temelini hazırlamak için çalıştığını sanıyorduk veya umuyorduk. Oysa 82 anayasasına can veren ruh bu komisyonda hortlamış ve “basın özgürlüğü” maddesi önerisi olarak kendisini göstermiş.Maddeyi hazırlayanlar, komisyonun AKP’li üyelerine “teknik destek” sağlayan hukukçular, maddeyi öneri olarak komisyona getirenler de AKP’li üyeler.***Önerilen madde, basın özgürlüğünü güvence altına almak bir yana, bu özgürlüğün her durumda son derece kolayca sınırlanmasının bütün koşullarını sağlıyor.Bir lafa zaten “milli güvenlik-kamu düzeni-genel ahlak” diye girdiğiniz zaman bu üç kavramın içine her şeyi sokmaya hazırlanıyorsunuz demektir.“Suriye’nin düşürdüğü uçakla ilgili açıklamalar tatmin edici değil” dersen milli güvenliği tehlikeye atarsın. “Kamu çalışanları işe şortla da gelebilsin” dersen kamu düzenini bozarsın; çoğunluğun aykırı gördüğü bir evliliği savunursan genel ahlakı çiğnemiş olursun. “Boşanma kolaylaştırılsın” dersen aile hayatını korumamış olursun. Yargıyı, yargı kararlarını eleştirirsen yargının tarafsızlığının ve bağımsızlığının sağlanması kuralını bozarsın.Diğer yandan, basın araçlarına “suç aleti olarak el konulmaması” ilkesi anayasadan çıktığı anda her matbaanın, her bilgisayarın hatta kitabın suç aleti olarak gösterilmesinin yolları da açılmış olur.AKP’nin hukukçularının yazdığı, milletvekillerinin önerdiği “basın özgürlüğü” maddesi, ne tarafından bakarsanız bakın, “bu ülkede özgür basın olamaz” maddesidir. Böyle bir madde ile de medeni, demokrat ve sivil bir anayasa olmaz. 82 anayasası ruhuyla, devleti ve ‘ahlakı’ koruma güdüsüyle yapılacak anayasa, üç aşağı beş yukarı yine bir 82 anayasası olur.
Oy desteği yüzde 50’nin üzerinde olan bir siyasi partinin, son seçimde yüzde 1’e ulaşmamış bir başka partiye “bütünleşme” önermesi pek duyulmuş bir durum değil.HAS Parti, girdiği ilk genel seçimde yüzde 0,74 oy alarak, içinden çıktığı Saadet Partisi’nin de gerisinde kalmıştı. Seçim öncesi demokrat ve “sivil” tavırlarıyla belli bir ilgi toplamış olan HAS Parti, düşük oy desteği dolayısıyla sahneden inmiş görünüyordu.HAS Parti, Genel Başkanı Numan Kurtulmuş ve diğer sözcülerinin aktardığı siyasi çizgi dolayısıyla “liberal-demokrat-sivil” sıfatlarıyla algılanan bir parti oldu.Türkiye’deki siyasi İslamın ana partisinden ayrılırken, AKP’ye göre daha liberal ve sivil bir hareket algılaması yarattı. İktidardaki AKP’den talepleri de özellikle “askeri vesayetin tasfiyesi” ve “demokratik reformlar”da daha etkili adımlar atılması yönünde oldu.***Tayyip Erdoğan’ın HAS Parti liderine bütünleşme önerirken ilk maddenin yaklaşık 300 binlik bir oy katılımını sağlamak olması zayıf ihtimaldir.HAS Parti kadrolarının, şu ana kadar kamuoyunda yarattıkları algı dolayısıyla, AKP’ye bir “sivil kan” katılımı olarak düşünülmüş olması ise farklı bir anlam taşır.HAS Parti’nin AKP’ye getireceği, 300 bin dolayında oy katkısı olarak değil, bir “sivil kan” ihtiyacının giderilmesi, bir tür siyasi yenilenme olarak görülecektir.2014’te Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması ve bir yıl sonraki genel seçimde tüzük gereği AKP’nin kurucu kadrosunun büyük kısmının Meclis dışında kalmasıyla AKP büyük bir “iç inşa” süreci yaşayacaktır. Erdoğan’dan sonra genel başkanın ve başbakanın kim olacağı çoktan konuşulmaya başlanmıştır. Ancak, bu “iç inşa” liderle bitmeyecek, başlayacaktır. Meclis ve hükümet gibi yerel yönetimler çerçevesinde de AKP neredeyse tümüyle tekrar “inşa” edilecektir.***Erdoğan’ın Kurtulmuş’a daveti bu sürecin fiilen başladığının işaretidir. Küçük ama “sivil” bir yapıda “taze kan” katkısı aranması kişilerle ilgili tartışmalardan daha önemli görünüyor.Bu davetle açılan yolun Kurtulmuş’u Erdoğan’ın yerine kadar götürüp götürmeyeceği sorusunun cevabını AKP ve çevresindeki “yapı”lar bugünden aramaya başlamışlardır.Bu sorular, Erdoğan’ın açık cevaplarına kadar var olacaktır.Ancak dünkü davet, bir “yön işareti” olarak görülürse, bunun AKP için de “pozitif” bir yön olduğunu şimdiden söyleyebiliriz.
Son seçim öncesinin en sıcak konularından biri, tutuklu milletvekili adaylarıydı. O kişilerden 9’u milletvekili seçildi, tartışma büyüdü. Yargı reformunun son paketiyle yapılan değişiklikler dolayısıyla meselenin çözülmesi bekleniyordu ama öyle olmadı.CHP, MHP ve BDP, hukuki sorun yaşanacağını bilerek Ergenekon davalarının tutuklu sanıklarından adaylar gösterdiler. Seçim ertesinde bu kişilerin hapishaneden çıkmalarının sağlanması hâlinde bunu, kendi siyasi direnişlerinin başarısının; dolayısıyla hem hükümetin başarısızlığının hem de Ergenekon davalarının boşluğunun kanıtı olarak göstermeyi hedefleyen bir taktik uyguladılar.Amaç Ergenekon sanıklarından bazılarının hapisten çıkarılmasıyla bir siyasi zafer havası yaratılması olduğu için de CHP, BDP’nin tutuklu Kürt vekilleriyle ilgilenme gereğini duymadı.Seçim ertesinde Ergenekon sanığı vekiller serbest kalsaydı, diğer Ergenekon sanıkları ve onların destekçileri için bu davalarla ilgili kuşkuların artmasını sağlamak kolay olacaktı.Kendi Ergenekoncuları ile meşgul olan CHP ve MHP’nin sözcüleri meseleyi “demokratik siyaset” çerçevesi içinde ele almadılar, bu yönde hiçbir çaba göstermediler, hatta zaman zaman BDP’lilerin içerde kalması gerektiğini bile söylediler. Bu mücadelenin “demokrasi” mücadelesi olduğu iddiası, CHP ve MHP’nin tavırlarını bilenleri ikna edemez.***Aslında tutuklu milletvekilleri sayesinde gündeme gelen “uzun tutukluluk” sıkıntısının giderilmesinin yolu son yasa değişiklikleriyle açılmıştır. Bunu CHP ve MHP’nin mücadelesi değil, sıkıntının Ergenekon davalarının dışında da büyük bir mağdur kitlesi yaratmış olmasının genel kabul görmesi sağlamıştır.Tutuklu vekillerin çıkması bugün CHP ve MHP için bir zafer değildir, bunu sağlayacak olan yasa değişikliği hükümetin kararı ve tek başına faaliyetiyle gerçekleşmiştir.Tutuklu vekillerin çıkmasının, Ergenekon davalarının zayıflığının kanıtı olarak gösterilmesi de yine aynı nedenle mümkün değildir.Ancak BDP’li vekilin tutukluluğa itirazı reddedilirken, Ergenekon sanığı vekillerin tahliyesi gerçekleşirse bunun toplumda farklı algılara yol açması da kaçınılmaz olacaktır.Tutuklu vekillerin tümünün çıkması ancak, son yasa değişikliğiyle amaçlanan faydayı sağlayabilir. “Ergenekoncular çıktı Kürtler kaldı” görüntüsü sadece Türk yargısının işleyişiyle ilgili kuşkuları güçlendirmez, AKP hükümetinin niyetleriyle ilgili başka soruları da kaçınılmaz olarak ortaya çıkarır.Doğrusu bellidir; bütün tutuklu milletvekileri ve bütün tutuklu “seçilmişler”, belediye başkanları, belediye meclis üyeleri çıkmalıdır ki, hâlâ körüklenen bazı gerilim noktalarının altı boşaltılmış olsun.
Gazetecilikte eskimenin faydalarından biri yılda 45 gün izin hakkına sahip olmak. Ülkemizin gündemi her zaman dolu olduğu için bu hakkı tam kullanmak zor oluyor. En azından kısa kısa kullanmaya çalışıyoruz. Bir hafta soluk alacağız. Haftaya görüşmek üzere sağlıcakla kalın.
Futbolla ilgili herkes bu dünyanın kirliliğini bilir, anlatırdı. Siyasi güç, yerel iktidar, epeyce de bir para olunca birçok ülkede olan kirlenme bize de geldi. Fazla ileri gitmeye gerek yok, şike soruşturması başladığı günden itibaren futbol dünyamızın birçok önemli isminin açık ya da örtülü suçlamaları bile kirliliği anlatıyordu.Özel yetkili mahkemeden çıkan karar ise aslında bir “aklama” oldu. Tuhaf bir aklama ama aklama. Soruşturmanın başından itibaren söylenenlere ve iddialara bakılınca bu karara “aklama”dan başka bir isim vermek mümkün değil.***Kararda, sanıklara verilen cezaların tümü aslında beş maçla ilgili. Sadece beş maç. Bu beş maç dolayısıyla, kulüp yöneticileri dışında üç futbolcu ve iki teknik direktör ceza aldı.Sadece üç futbolcu ile iki teknik direktörün toplam beş maçta şike veya teşvik primi girişiminden sonuç alınmasını sağlamış olmalarının mantıklı bir açıklamasını yapmak kolay değildir.Beş maçta 110 futbolcu ve beş teknik direktör var, içlerinden üç futbolcu ile iki teknik direktör girişimlerin başarıya ulaşmasını sağlamış! Bunu açıklamak için bayağı uğraşmak gerekir.***Karar aslında Fenerbahçe dışında bütün kulüpleri açık olarak aklıyor. Kişilere ve cezalara bakıldığında Fenerbahçe dışında “örgütlü” bir durum yok.“Örgüt” denilince de Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın aldığı ceza fazlasıyla açıklanmaya muhtaçtır.Yıldırım suç örgütü kurmaktan ceza aldı, en yakın çalıştığı yöneticiler ise “çete üyesi” değil, ama şike-teşvik işine karışmışlar.Aziz Yıldırım, neredeyse tek kişilik bir “örgüt” gibi. Üç maçta teşvik primi ve şike suçu işlemiş bir “örgüt kurucusu ve başı.” Aldığı ceza 6 yıldan fazla, eğer Yargıtay onaylarsa yaklaşık üç yıl daha cezaevinde kalacak, toplam 4 yıl yatmış olacak. Örneğin onlarca cinayetin söz konusu olduğu Susurluk çetesinden yatanlar en fazla iki yılla kurtuldu. Bunu da Türk yargısı açıklamak zorundadır.***Yıldırım’ın bütün tahliye talepleri “delilleri karartma ve kaçma şüphesi” dolayısıyla reddedilmişti. Üç yıl daha hapis yatması muhtemel bir kişinin “kaçma şüphesi”nin birdenbire kalkmış olması da ilginç...Türk futbolu böylece aklandı, her şey beş maça ve Aziz Yıldırım’a kaldı.Vah Türk adaleti. Vah Türk yargısı.
Leyla Zana’nın Erdoğan ile yaptığı görüşmenin içeriğiyle ilgili açıklamasından Başbakan’a bir “silah bırakma planı” önerdiği anlaşılıyor. Planın birinci maddesi “birlikte silah bırakma” olarak ortaya çıkıyor.“Birlikte bırakma”dan kasıt, güvenlik güçlerinin operasyonları durdurması, PKK’nın da bundan sonra “silah bıraktığını” ilan etmesi olarak anlaşılabilir.Zana’nın açıklamasına göre bu madde Başbakan tarafından olumlu bir tepkiyle karşılanmamıştır.***Başbakan, PKK’nın silah bıraktığını ilan etmesi, bunun gereğini yaptığının görülmesi, güvenlik güçlerinin operasyonları durdurmasının ancak ondan sonra mümkün olabileceği görüşünde ısrarlı görünüyor.Dağda silahla dolaşanlar varken, güvenlik güçlerinin operasyonları durdurmasının, PKK’ya rahat bir ortam sağlayacağı, silahlı grupların örgütlenme ve yerleşme imkânı bulacakları görüşünün hâlen ağır bastığı anlaşılıyor. Bunun anlamı, “PKK’nın sözüne güvenemeyiz”dir.“İki taraflı ateşkes” ortamını PKK’nın kalıcı barışa yönelik olarak değil, tam tersine “askeri güçlenme” imkânı olarak kullanması ihtimali bulundukça bu madde üzerinde anlaşmak zaten zor olacaktır.***Leyla Zana, Başbakan’ın “önce PKK silah bıraksın ve gerçekten bıraktığına inandırsın” önerisinin “gerçekçi” olmadığını söylüyor. Bunun anlamı da açıktır: PKK silah bırakır, bıraktığını kanıtlayan icraatlar yapar, ama bir süre sonra güvenlik güçleri büyük operasyonlara girişir ve büyük operasyonlar olursa gerçek bir barış sağlanmamış olacaktır.Bu güvensizliğin giderilmesinin yolu, sadece çözüm kararlılığıyla hareket ettiğini gösteren siyasi iradeye güvenmektir. Aslında Leyla Zana’nın daha önce söylediği “bu meseleyi Erdoğan çözebilir” sözü de bu beklentinin ifadesidir.***Zana’nın doğrudan Başbakan’ın önüne getirdiği “ikinci madde” de Öcalan’ın “ev hapsine çıkması, barış sürecine fiili katkıda bulunması yani bir anlamda bu süreci yönetmesi“ olmuştur.Bu görüşmeyi iki açıdan okumak mümkün: “Birlikte silah bırakma olmaz” deyip çözüm yolunun baştan tıkandığını da ilan edebilirsiniz, “barış kuvvetli bir siyasi irade ve kararlılığa kaldı” diyerek barış umudunu yükseltme yoluna da gidebilirsiniz. Bize göre ikinci açıdan okuma olasılığı, Zana sayesinde epeyce kuvvet kazanmıştır.