32. İstanbul Kitap Fuarı günleri

3 Kasım 2013

İstanbul Kitap Fuarı’na ev sahipliği yapan TÜYAP günleri başladı. Kısaca uzun yolculuk günleri! O yolculuklardan birini yapıp Beylikdüzü’ne ulaştığımda yine hafif sersemlemiş ve yorgundum. Ve ‘keşke kentin içinde bir fuarımız olsaydı’ diye yine dertlendim.Yıllardan beri Tüyap Tüm Fuarcılık Yapım AŞ kuruluşunda Kültür Fuarları Genel Koordinatörü olarak görev yapan Deniz Kavukçuoğlu bu ‘uzaklık’ konusuna daha farklı yaklaşıyor. Ona göre fuar yalnızca İstanbullular için hizmet verdiği dönemlerde önemliydi, fakat o artık bir İstanbul fuarı değil, uluslararası yanıyla bir Türkiye fuarı.‘Türkiye’nin çok değişik kentlerinden ziyaretçiler geliyor’ diyor Kavukçuoğlu. ‘Doğal ki ağırlık yine İstanbul’da. Metrobüsün kapımızın önüne kadar geliyor olması büyük kolaylık getirdi. Ziyaretçi sayısında her yıl görülen artış uzaklığın olumsuz bir rol oynamadığını gösteriyor. Öte yandan İstanbul’da, merkezde kitap fuarını bugün erişmiş olduğu hacimde (40 bin metrekare) yerleştirilebilecek bir mekân da yok.’Her yıl biraz daha büyüyen fuarOnu yakalamışken İstanbul Kitap Fuarı ile ilgili sormak istediğim birkaç soruyu daha soruyorum. Bunca yıldır TÜYAP’a içerden biri olarak tanıklık etmenin nasıl bir duygu olduğunu, mesela. ‘Yaptığı, ortak olduğu, omuz verdiği bir çabanın olumlu sonuçlarını görmek, elde edilen başarıda payı olduğunu düşünmek insanı mutlu ediyor’ diyor. Ona göre TÜYAP her yıl biraz daha büyüyor, hem nicel hem de nitel olarak.Peki ya gençler?‘Gençler fuara sahip çıkıyorlar’ diyor Kavukçuoğlu. ‘Doğal ki bu durduk yerde olmuyor; genç okurları fuara genç edebiyatçılar, yazarlar çekiyor. Genç okur genç yazarla birlikte yaşlanırken yerlerini yeni gençler alıyor. Bu durum fuarın sağlıklı gelişmesini ve sürekliliğini olası kılıyor.’Kavukçuoğlu’nun özellikle gençler konusundaki işaret ettiği umuda katılmamak mümkün değil. Umalım ki gelecek zaman çok okuyan bir ülkenin eşiğine bıraksın bizi...Fuar 10 Kasım’a kadar açık10 Kasım’a kadar açık kalacak kitap fuarı, genç yaşlı kitapseverleri kıtalar aştırarak buluşturmaya devam ediyor. 32. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, hafta içi saat 10.00 ile 19.00 arasında, hafta sonu ise geçen yıllarda olduğu gibi 10.00 ile 20.00 arasında ziyaret edilebilecek.Uzun yol diyerek başladık ya... Bu senenin konuğu olan Çin Halk Cumhuriyeti’nin ulusal standını görmeden asla geri dönmeyin! Yazarlarla buluşmaya gelen okurlara da önerim: ‘İmza salonu’ uygulamasını gözden kaçırmasınlar.

Devamını Oku

Teklifinizle İlgilenmiyorum!

2 Kasım 2013

Başar Başarır’ın geçtiğimiz ay Can Yayınevi’nden çıkan kitabının adı başlıktaki gibi: Teklifinizle İlgilenmiyorum.Koltuğunuza oturun, kemerlerinizi bağlayın vee... Eytan adındaki birisinin (hatta birilerinin) tekliflerine hayır diyen şaşkın ama dirayetli Reha Bey’in öyküsünde olduğu gibi, etrafınızı saran Eytan kılıklı ‘şeytanlara’ dikkat kesilerek okuyun... Sadece okuyun. Her bir öykünün keyfine tek tek vara vara. Böylesi kitapları okumak sizi bu tür ‘kötülüklere’ karşı uyanık tutacak ve arındıracaktır. Vallahi Pazar yazısı olduğu için böyle yazmıyorum. Gerçek edebiyatın böyle bir özelliği vardır: Fark edersiniz. Neyi mi? Ne gerekiyorsa onu... Durum daha vahimse, yani Eytan içinizde geziniyorsa, edebiyatın bu konuda da faydası olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.. .Gelelim kitaba. Başar’ın öykü konusundaki yeteneğini tartışacak değilim. 2004 yılında Sait Faik Hikaye Armağanı’nı kazanmış bu kıvrak kalemi ne zaman karşımda görsem edebiyatın keyfinin ne olduğunu hatırlar, onun gür kahkahalarının sesi kulağımda, benzer kahkahalar atarak satırları eritirim. Bu seferki de öyle oldu. Teklifinizle İlgilenmiyorum bıçkın, zeki ve keyifli bir kitap. Kara mizah? Allah’ın emri !Hangi ŞeylerKitapta en çok ilgimi, son dönem Türkiye’nin gündemine oturmuş ve etkilerini bol bol gelecek zaman diliminde göreceğimiz Gezi Parkı’na dair öykü çekti. ‘Hangi Şeyler’, Gezi’de olup bitenleri merak eden İlhan adlı kötürüm bir işadamının, ona bu olup bitenleri anlatsın diye bir öğrenciyi kiralamasıyla başlıyor. Kitabın kahramanı da bu öğrenci zaten. Olayları ‘Twitter’da yazdığı gibi, başlangıçta ortada sadece bir gaz bulutu vardı. Her şey onun içinden çıktı’ diye bize anlatmaya başlayan bu bitirim, bitirim olduğu kadar yaşama ilgisiz oğlan, zamanla Gezi Parkı’na adapte olmaya ve kendinin de şaştığı cümleler kurmaya başlıyor: ‘Buradayım, çünkü bu hoşuma gidiyor. Hoşuma gidiyor, çünkü ilk defa kendimi bir şeylere dahil hissediyorum. Dahilim, aitim, birlikteyim.’ Gel zaman git zamanBaşar’ın oğlanın gözünden ve bilgisayar dilinden bizlere sunduğu bu dünya, sonunda büyük bir taarruzla püskürtülüyor. Gaz bulutuyla başlayan gaz bulutuyla biten bu süreci kahramanımız bakın nasıl özetliyor: ‘Olayların hayatı kavraması, kavurması, savurması. Sonunda gazın her yere geçmesi. Irzımıza, genzimize, hayallerimize... nüfuz etmesi.’ Bu özet aslında Türkiye’de gerçekleşmiş olan en kapsamlı sivil toplum hareketinin devlet güçleri tarafından nasıl bir çehreye dönüştürüldüğünün de özeti. Öte yandan bizim öğrencinin aktardığı sloganlardan yola çıkarak olayları yorumlayan işadamının yaklaşımı da tanık olduğumuz ayrı bir cümlenin yarattığı toplumsal erozyona denk düşmüyor değil. İyisi mi öyküden aktarayım :‘Tekerlekli sandalyesi sanki elektrik kontağı yapıyor İlhan’ın, bir ileri bir geri gidip geliyor. Sonra da kararını açıklıyor: CIA’nin slogan departmanı çok iyi çalışıyor...’ Bizim öğrencinin buna yorumu ise şöyle oluyor: ‘Anlamıyor. Aslında kıllanmakta haksız sayılmaz. Anlattıklarım gerçekten gerçek gibi değil. Normal de değil. Kesin de değil. Ama var ve öyle. ’Ama var ve öyle. Bu yalın cümle, öykünün final cümlesi değil. Öykü bambaşka bir duruma işaret eden, şaşırtıcı ve gülümseten bir cümleyle bitiyor. Ne tuhaf, edebiyat gibi ‘bağzı şeyler’ gaz bulutunun teklifiyle ilgilenmiyor, sinmiyor.

Devamını Oku

Cumhuriyet’e tuvallerden bakmak

2 Kasım 2013

Cumhuriyeti çokça konuştuğumuz bir haftayı geride bırakırken ‘o’ sergiden bahsetmek istiyorum size. Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi’ndeki, cumhuriyetin kuruluşunun 90. yıldönümü anısına gerçekleştirilen ‘Düşler, Gerçekler, İmgeler’ adlı sergiden.Avni Arbaş’tan Abidin Dino’ya, Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan Nedim Günsür’e birçok sanatçımızın yapıtlarını içeren bu sergi, deneyimlediğimiz cumhuriyeti, bir retorik olarak değil, imgeler aracılığıyla farklı bir gerçeklik algısıyla sunuyor bizlere. Dolayısıyla doksan yıl gibi bir sürenin bir kalemde özetlenemeyeceğini de anlatıyor.Çıkış noktası olarak ‘modern Türk imgesi’ni merkeze oturtan sergi, bir diğer yandan bunun davet ettiği koşullanmaları, bu koşullanmaların getirebileceği açmazları, izlenen devlet politikalarının çapaklarını, o çapaklardan hepimize yansıyanları renklerin içerisinden gözler önüne seriyor. Karşımızda sessizce duran bu tuvaller, ülkemizdeki modern resmin, dönemi yakalama kıvraklığının izlerini de taşıyor; bu süreçte düşülen yarıkları, bu yarıkların içerisinden yükselenleri sanatın diliyle karşımıza seriyor.‘Bir Kent Mitologyası için Cumhuriyet’Sergide beni en çok etkileyen bölüm ‘Bir Kent Mitologyası için Cumhuriyet İmgeleri’ başlıklı bölüm oldu. Mekân, insan ve olayların buluştuğu -ya da buluşamadığı bir kent imgesinde, bizlere bugünün ipuçlarını veren tabloları izlerken, zincirin en zayıf noktalarını hatırlamak da mümkün oldu. Yüksel Arslan’ın sermayenin uluslararası gücünü vurguladığı bir tablosuna bakarken, Nuri İyem’in aynı sermayenin baskıladığı yoksul, yoksun ve göç etmiş insanlarına göz gezdirmek, sadece bu iki ustaya ve yapıtlarına tanıklık etmek anlamında değil, süreci etki ve tepkileriyle izleyebilmek anlamında da kıymetliydi. Bir toplumun ‘kentleşme’ özlemini takip ediyordunuz, ancak aynı zamanda bunun farklı farklı savrulmalar anlamına geldiğini de görebiliyordunuz. Kent imgesi gerçek kent fikriyle buluştuğunda hiç de hayallerdeki gibi olmamıştı. Sermaye insanları yutmuştu. Onunla birlikte hayalleri de. Tıpkı modernizmle kurulması planlanan, öngörülen ilişki gibiydi bu. Gerçeğin zemini hayallerin zemini gibi vaatlerle dolu değildi. Üstelik geçmişle gerçek arasında bağ kurulamayışı şimdiki zamanı da heder ediyordu. Böylesi bir zeminsizlik ya da kaygan zemin ise insanın bilinçaltına da sızacaktı. Buradan yola çıkarak Burhan Uygur, Komet, Mehmet Güleryüz gibi sanatçılarımızın tablolarında söz konusu bireysel huzursuzluğun yansımalarını görmek mümkündü.Diğer bir ilginç bölüm ise ‘Modernizm Eski Defterleri Karıştırıyor’du. Burada yine Yüksel Arslan’ın tabloları çıkıyordu karşımıza. Cihat Burak’ın, Adnan Çoker’in, Erol Akyavaş’ın desenleri de.Farklı bir ‘okuma’ anlamında, toprak insanlarından kent insanlarına doğru gerçekleşen doksan yıllık bu öyküyü, cumhuriyeti hayli düşündüğümüz bu haftayı geride bırakırken kaçırmayın derim.Sergi İstanbul Pera Müzesi’nde 10 Kasım’a kadar açık.

Devamını Oku

Muktedirin hikâyesi biter yaşamın hikâyesi başlar

27 Ekim 2013

Sosyal belediyecilikle ilgili bir yazı yazacaktım. Yani birkaç ilimiz dışında ülkemizde pek de olmayan bir şey... Ancak ne olduysa oldu (içimin daraldığını lafı dolaştırmadan itiraf edebilirim) ve pek düşkün olduğum yazarlardan biri olan Ursula K. Le Guin’in Marifetler adlı romanına göz gezdirmeye başladım.İkinci bölümde ilginç bir paragrafa takıldım. Sizlerle paylaşıyorum: ‘Ölüm, hikâyeleri bitirdiğini zanneder. Hikâyelerin onunla birlikte değil onun içinde bittiğini bir türlü anlamaz.’Ölümün bu tuhaf hâlini kafamda canlandırınca, kaçınılmaz olarak aklıma kibirli insanlar geldi. ‘Dünya benden ibarettir’ diyen o tavırları vardır ya, onlar işte. Sanırlar ki hikâyenin aslı onların tekelindedir, onlarla vardır ve onlarsız hiçlik sınırına varılır. Bütün hikâyeleri tekeline aldığını düşünen bu tür insanlar, inanırlar ki kendilerinden sonra başka hikâyeler olmayacak. Dahası, o hâllerinin bile kendilerinden sonrakiler tarafından bambaşka hikâyelere dönüştürüleceğini hayal bile edemezler. Oysa, tıpkı ölümün varlığı yaşamı nihayetlendiremediği gibi, bu tür insanların varlığı da kendi ölümleri ve ölümlerine kadar olan hikâyeleriyle sınırlıdır.Sonra ne mi olur?Yaşam tüm gücüyle, yeni hikâyeler üretmeye devam eder. Yaşamının böyle bir hikâye olduğunu anlayanlar, onu hakkıyla yaşamayı bilenlerdir. Belki bu yüzden söz konusu ölüm bile onlar için bambaşka bir anlam taşır. Benden sonrakilere ne yapabilirim düşüncesiyle yaşar bu tür insanlar, ben nasıl hatırlanırım diye değil. Bu yüzden de daha az korkar ve daha çok mutlu olurlar. Yaşam bir inatlaşma ve kinayeler açmazı değil, her gün bir şeyler öğrenilecek bir tecrübedir onlar için. Ketum bir kâbus değil, olsa olsa içinde acısı ve tatlısıyla katedilen bir rüyadır.Yıllar sonra...Bunu belediyelere nasıl bağlayacağım şimdi bakın:Son günlerde ODTÜ’de yaşananları takip etmeye takatiniz kaldı mı bilemiyorum. Kötü bir hikâye, kötü bir senaryoyla yaşama geçirilmeye çalışılıyor. Bir belediyenin, arkasına devlet güçlerini alarak bir üniversitenin alanına dalıp, yol geçireceğim diyerek söküp aldığı ağaçlardan ve uyguladığı şiddetten haberdar mısınız?Sizce bu hikâyenin sınırı nerede sonlanacak?Bir hikâyeci olarak ben bir öngörüde bulunayım size: Yıllar sonra bir dede ergen torununu alıp adı hâlâ ODTÜ olan bir üniversiteye gelecek ve kampüsün içindeki ormanı torununa gösterecek. Ona diyecek ki ‘Bu ağaçları görüyor musun? Bu ağaçları benim annem ve arkadaşları tırnaklarıyla, canlarıyla, ruhlarıyla dikmişler buraya. Bugün hâlâ nefes alabilen bir Ankara’dan bahsediyorsak onların sayesinde.’En önemli derdi sivilceleri olan küçük oğlan bunu pek anlayamayacak elbette. Çünkü onun zamanında herkese eşit mesafede durabilen, manifestosu insan, doğa ve yaşam olan sosyal belediyeciliğin hikâyesi çoktan başlamış olacak.

Devamını Oku

Zoran’ın karakterleri

26 Ekim 2013

Zoran Drvenkar, 2-3 sene önce keşfettiğim Hırvat bir yazar. Müthiş yaratıcı bir kalem. Tuhaf bir tesadüfle Hırvatistan’a yaptığım bir yolculukta dilimize çevrilmiş bir çocuk kitabı aracılığıyla tanıştım onunla. Ve böylece yaşamımın vazgeçilmez yazarlarından biri haline geldi! ‘Soğuktan Korkmayan Tek Kuş’u sıcak bir iklimde okurken, kış mevsimiyle karşılaşan bir çocuğun gerçekle kurduğu ilişkisini, bu ilişkiyle pekişecek cesaretini ve o cesaretin nerelere kadar uzanabileceğini düşlemeye başladım. Sonrasında ‘Yerde Ağır Gökte Hafif’i okurken ise tombul bir çocuk aracılığıyla özgürlüğün toplumsal değerlerle nasıl eğilip bükülebildiğini ve gerçekte özgür olmanın ne anlama gelebileceğinin izini sürdüm. Ancak Drvenkar’la esas tanışmam, kısacası 3 yaşında yurdunu terk edip Berlin’e yerleşen bir yazarın göçebe dünyasıyla buluşma fırsatım ‘Onlardan Biri’ adlı gençlik romanını okurken gerçekleşti. Birçok göçmen genç insanın tutunacak bir dal ararken nasıl da kayıp gittiğini anlatıyordu kitap. Yaşamın en olmadık zamanlarda insanlara sunduğu mucizeleri kadar, onları bir dizi sınava nasıl da itelediğini gösteriyordu. Anlattıkları kadar, anlatılış biçiminde de satır aralarında kaybolup gittiğim bir kitap oldu ‘Onlardan Biri’. Kitapta bir Türk gence de rastladım ama daha çok rastladığım kayıp ruhlardı. Bana öyle geldi ki onlar ‘içimizden birileriydi’.Aleve DokunmakŞimdi dilimizde yeni bir kitabı var Drvenkar’ın. Aleve Dokunmak. Türkçesi Murat Özbank’a ait. Özetle kitap, yedi yıldır babasını görmeyen bir çocuğun bir hafta boyunca yaşadıklarını anlatıyor. U2’nun ezgileriyle çıkılan bu yolculukta karamboller birbirini izliyor. Ve Drvenkar bu karamboller eşliğinde yine yapacağını yapıyor ve bizlere o yaratıcı üslubuyla soruyor: İki yabancının birbirini tanımak için kaç güne, kaç kilometreye ihtiyacı olabilir?Elbette bu soruda ‘tanıdık’ bildiklerimizi gerçekten ne kadar tanıyıp tanımadığımız da gizli. ‘Gerçekten birbirimizi tanıyor muyuz?’ sorusu da. Cevaplar size kalmış...(Zoran Drvenkar’ın kitapları Günışığı Kitaplığı ve onun yeni markası, 18 yaş grubunun, yani ağırlıklı olarak lise ve üniversite öğrencilerinin hedeflendiği ON8’den çıkıyor. Ancak bu durum yetişkinlerin onu tanımasına engel değil.)***VatanKitap’ın Buket Aşçı’sı bu hafta içinde babasını yitirdi. Tam da bizler VatanKitap’ın onuncu yılına tanıklık ederken. Arkadaşımızın başı sağolsun, babası Salahattin Aşçı’nın mekânı cennet olsun

Devamını Oku

Özür mucizeler yaratır

25 Ekim 2013

Kamuoyunda bitip tükenmeyen tartışmalardan yorulmuşsanız, herkesin kendi dışındaki ‘herkesi’ suçladığı bir toplumda çözümün gerçek bir uzlaşmayla sağlanabileceğini hâlâ düşünenlerdenseniz bu yazıda sözünü edeceğim sergiye zaman ayırmanızı öneririm.Bu bir tür ‘özür’ sergisi. Özür dilemeyi ‘erkeklik gururuna’ yediremeyen bir toplum olarak çok şey öğrenebileceğimiz bir sergi. ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Avustralya, Şili, Sırbistan ve Bulgaristan’da toplumları kara deliklere savuran çatışmaların ardından ‘şifa’nın nasıl sağlanabileceğini anlatan örneklerle dolu. Zamanın Batı Almanya Başbakanı Willy Brandt’ın Varşova Gettosu Anıtı önünde diz çökerek Yahudilerden soykırım için özür dilediğini bilsek de bu sergideki anlamı, diğerleriyle birleşince iyice artıyor. Özür dilemenin herkesi sağalttığı ve umulmadık mucizelere gebe olduğu fikriyle teğelleniyor diğer özürlere Brandt’ın özrü. Şili Devlet Başkanı Patricio Aylwin’in Pinochet’nin yaptığı hak ihlalleri için özür dilemesi, İngiltere Başbakanı David Cameron’un 30 Ocak 1972 tarihindeki ‘Kanlı Pazar’ için Kuzey İrlanda’dan dilediği özre ekleniyor. O noktada bu özürler, aynı zamanda, sınırları ve ülkeleri aşan, insanlığın zaaflarının bir biçimde onarılabileceğinin işaret fişekleri. Elbette aynı fişekler, bu zaafların onarılmadığı, yok sayıldığı, inkâr edildiği noktalarda nefretin yaşamaya devam edeceğini de aktarıyor bize. Bulgaristan Parlamentosu’nun 1984-1990 yılları arasında uygulanan ‘Yeniden Doğuş Politikaları’ için Türklerden özür dilemesi, Sırbistan Parlamentosu’nun 1995 Temmuz’unda Srebrenitsa Katliamı için Bosnalılardan özür dilemesiyle bütünleşiyor. Bu ve bunlar gibi yeryüzü üzerindeki 8 temel özrü merkezine oturtan sergi, farklı ülkelerin, farklı deneyimlerinde kurulan hakikat komisyonları, uluslararası ceza mahkemeleri, bellek kurumları gibi uygulamalara da yer vererek olayın ‘süreç’ boyutuna da bakabilme şansını sunuyor bizlere.Husumeti aşan köprüler kurmak‘Bir Daha Asla! Geçmişle Yüzleşme ve Özür Sergisi’ Açık Toplum Vakfı ile Anadolu Kültür’ün ortaklaşa bir sergisi olarak İstanbul Tophane’deki Depo’da açıldı. Açılış öncesindeki basın toplantısında toplumsal barışın tesisi konusunda en yetkin isimlerden biri olan Columbia Üniversitesi’nden Prof. Dr. Elazar Barkan ‘Özür kişisel ilişkilerde mucizeler yaratır’ dedi. ‘Husumeti aşan köprüler kurmak, diyaloğu başlatmak ya da geliştirmek için’ özrün kıymetini vurgularken özürlerin hem etik hem de siyasi bir temele dayandığını söyledi.Hiç kuşku yok ki buradaki en önemli husus geçmişe dayalı böyle özürlerin ‘merkezileştirilmesi’ ve ‘resmi’ bir tavırla onaylanması. Onayın barışın temel çıkış noktası olduğu vurgulanarak topluma doğru yansıtılması da son derece önemli bir diğer aşama. Bu yüzden yeni kutuplaşmalar yaratmamaya özen göstermek çok kıymetli. Dahası, geçmişle yüzleşirken şimdiki zamanı da gözetebilmek...Dersim için özür dilemenin anlamı ve yaratabileceği barışçıl şimdiki zaman, Roboski gerçeğini bu topraklarda bir daha bizlere yaşatmamalıydı, örneğin. Ama yaşadık. Oradaki açmazı göremediğimiz zaman şiddete bir kez daha yenilmiş olduğumuz da aşikâr oluyor, ne yazık ki... Velhasıl barış zor iş.Bu açılardan bakıldığında serginin önemi de ortaya çıkıyor. Emeği geçen herkese teşekkürler.Sergi 15 Aralık’a kadar açık...

Devamını Oku

‘Günün Adamı’

20 Ekim 2013

‘Önümüzdeki seçimlerin bir şeyleri değiştireceğine gerçekten inanıyor musunuz?’ diye bir soruyla karşılaştım geçenlerde. Samimiyetle düşündüm üzerine. Ve sonra bir yazı yazmak için bilgisayarın karşısına geçtiğimde Haldun Taner’in 1953 yılında yazdığı bir oyunu düştü aklıma. ‘Günün Adamı’nda bir ekonomi profesörünü görürüz karşımızda. Kendisini bilime adamış biridir profesör. Derken politikaya atılması yönünde bir teklif alır. Ailesi, birtakım çıkarlardan ötürü onun muhalefetteki partide yer almasını çok istemektedir. Doçenti ise onu bu işten vazgeçirmeye çalışır. O anda, işte dersiniz bilimi politikaya tercih eden bir şahsiyet, demek hâlâ böyleleri var, bu iyiye işaret!Vekillikten bakanlığaİkinci perdede bizim profesör politikaya atıldığında başına neler gelebileceğini hayal ederken -ki bunlar bize gerçekmiş gibi yansıtılır- hemen her şeyin nasıl lime lime döküldüğünü fark ederiz. Etrafını ‘yağcı’ bir kitle sarmış, onu sürekli pohpohlamaktadır. Eh, kolay değil, artık bizimki milletvekili olmuş, hatta partisi iktidara gelince bir de bakanlık kapmıştır ve el üstünde tutulmaktadır. Karısı şan söhret yolunda ilerlemekte, hemen her yerde boy göstermekte, açılışların, yardımseverliğin aranan kadını rolündedir. Oğul vur patlasın çal oynasıncı olmuştur. Kızın bir eli yağda bir eli baldadır. Kayınbirader ve kayınpeder devlet malı deniz yemeyen domuz hâllerindedir. Bizimki bakan olmuştur ya, etrafındaki saygı ve korku halesi giderek kalınlaşmakta, gücüne güç katmaktadır. Politika onu değiştirmekte, yaşam ilkelerini altüst etmektedir. Hızını alamaz doçentine müsteşarlık teklifinde bulunur. Ancak doçent teklifi elinin tersiyle reddeder! Allah Allah... Profesörü falan bırakır bu doçenti gerçekten merak etmeye başlarsınız.Üçüncü perdede, beklenilen son diyebileceğimiz bir şekilde bizim politikacı ikiyüzlü bir adama dönüşmektedir. Çapkınlık da devreye girer elbette. Namussuzluk, arsızlık, ahlaksızlık... Derken yaşamındaki bütün değerler tepetaklak olur. Skandallar skandalları izlerken, bunun sadece bir öngörü, bir hayal olduğunu anlar rahat bir nefes alırız. Ama hâlâ şu doçenti merak etmekteyizdir. Şu bilimi ve ilkeliliği politikanın kirli oyunlarına tercih eden namuslu adamı.Ama işte en çok yıkıldığımız yer orasıdır oyunda. Son perdedeki bir telefon konuşmasında gerçeği anlarız. Doçent, sırf profesörü politikaya atılmasın diye onu ikna etmek için iktidar partisi tarafından tutulmuş bir adamdır. Ve elbette bu başarısı nedeniyle de iktidar partisi tarafından ödüllendirilecek, paraya boğulacaktır! Ne de olsa paranın her şeyi satın almaya gücü vardır.50’lerden günümüzeYinelemekte fayda var: Oyun 1950’lerde yazılmış... Gelin görün ki insanın yükselme hırsı, siyasetin ikiyüzlülüğüne yenilme zaafı, komplekslerine kapılma eğilimi, para ve iktidar karşında sergilediği iradesizlik değişmediği müddetçe ‘günün adamları’ kapılarımızı çalmaya devam edecek.İstisnalar yok mu? Elbette var. Ve umudumuz istisnaların kaideyi bozacak kadar sağlam olabilmesi, sağlam kalabilmesi yönünde.

Devamını Oku

Kuzey Kutbu

19 Ekim 2013

‘Ben Gizem’in annesi Tülay’ diye başlıyor mektup ve Gizem’den, onun yaptığı işlerden bahsediyor. Şu an 29 arkadaşıyla birlikte Rusya’da tutuklu olduğundan... Gizem’in suçu ne biliyor musunuz? Bir Greenpeace aktivisti olarak ekolojik dengeyi altüst eden girişimlerden birini protesto etmek! Kuzey Buz Denizi’nde petrol sondajı yapmaya niyetlenmiş özel bir şirkete karşı barışçıl bir tavır almak... Şu an o ve arkadaşları 15 yıla kadar hapis cezası istemiyle, üstelik tutuklu olarak yargılanıyorlar. Neden Kuzey Kutbu? Gizem ve arkadaşlarının Kuzey Kutbu’ndaki bu girişimleri boşuna değil... Bu bölge nicedir petrol aramalarının yoğunlaştığı ve ‘endüstri tipi’ balıkçılığın faaliyette olduğu bir yer. Kısacası kimilerinin, oradaki tüm ekolojik dengeyi altüst etmek pahasına el attığı, dünyayı kendi mallarıymış gibi hunharca kullanmaya kalktığı bir alan orası. Gelişmiş ülkelerin ve şirketlerin paraya para katmak istediği doğal, bakir bir maden! Ancak atlanılan çok önemli bir husus var: Aynı bölge dünyanın en yoksul insanının da ‘yaşam alanı’ anlamında nasiplenmesi gereken bir yer. Dünyanın paraya yatırım yapan arsız ama aynı oranda köhne politikaları için bu çıkarım çok saçma gözükse de böyle bir alçakgönüllü gerçek var dünya üzerinde! Tahmin edebileceğiniz nedenlerden ötürü bu gerçek, çevreyi alabildiğine kirleten şirketlerin, doğayı katleden sanayilerin, dahası bunu destekleyen devletlerin hiç ama hiç hoşuna gitmiyor. Hoşlarına gitmemesinin nedeni de çok belli. Yüzyıllardır değişmeyen o kandırmaca: Güç kimdeyse söz ondadır! Güç yaşamdır! Ancak yaşanılan deneyimler şunu gösteriyor ki bu işler artık o kadar kolay olamayacak. Artık dünya sözün el değiştirmesini istiyor. Üstelik bu sözün yeni iktidarlardan yana değil, yaşamdan yana bir söz olmasını diretiyor. Hiç kuşku yok ki bu zaman alacak... Bu tür adımlar yok sayılacak, azımsanacak, ya da zaman zaman büyük, hantal bir şiddetle geri püskürtülecek... Zaten bu tür barışçıl protestoların ezbere ve battal bir şiddetle geri püskürtülmeye çalışılmasının temelinde de bu var. Bu açıdan bakıldığında Gizem ve arkadaşlarının korsan ilan edilmeleri, cezaevine konmaları, silahlarla tehdit edilmeleri, tutuksuz yargılanmalarının kabul edilmemesi, 15 yıllık bir cezayla burun buruna kalmaları düşündürücü ama şaşırtıcı değil. Nobel barış ödüllü nice ismin Putin’e mektup göndererek ‘Greenpeace aktivistlerini serbest bırakın’ çağrısının umursanmaması da. Rusya Devlet Başkanı sözcüsü yaptığı ciddi açıklamada bu tür çağrılar için adresin Putin değil Rusya Başsavcılığı olduğunu söyleyerek topu taca atmış. Eminim ki yeni bir gelişme karşısında başsavcılık da aynı topu, benzer bir ciddiyetle tekrar sözcüye atacaktır. Velhasıl işler şimdilik, eski usulde, böyle gelmiş böyle gider şeklinde akıyor. Aksın bakalım aksın... Hal böyleyken Gizem Akhan’ın tahliye talebini mahkeme ne yazık ki reddetti. ‘Biz onların yanında yer almalıyız’ diyor Gizem’in annesi. Bu sese kulak vermek gerek.

Devamını Oku