Bayram harçlığı

18 Ekim 2013

Son derece kendi hâlinde bir insandı. Bunun için özel bir çaba harcaması da gerekmezdi. Zaten yaşadığımız çağın çocukluğu, kendi hâlinde olmanın dünyayı anlamak için yeterli olacağını fısıldayan bir çağın çocukluğuydu. Öne çıkmak, göze görünmek gibisinden dertler, belki de bu yüzden, o sıralarda büyüyen bizlere çok da fazla bir şey ifade etmezdi. En şaşırtıcı olanı bulmak, onun sevdasına kapılmak çağı henüz gelmemişti ve bizler bunun yerine sokak aralarında gazoz kapağı oynamayı, en fazla o tırtıklı kapaklarla hava atmayı tercih ederdik.Elimde kargacık burgacık notlarımla geçen gün bindiğim uçak küçük hava boşluklarına düşünce birden hatırlayıverdim o arkadaşımı. Onunla birlikte o çocuksuluğu da. Ve elbette bayramları da!‘Dünya bir keşiftir’Neden pilot olduğunu bana şöyle açıklamıştı bir seferinde:‘Dünya bir keşiftir!’ Bu cümlenin üzerine kafamı boş boş sallayınca da; ‘Biliyorum bu bir edebiyatçıda heyecan uyandıracak bir cümle değil ama bu cümle benim hayatımı belirlemiş bir sırdır, üstelik de bir bayramda!’ diye eklemişti.Oysa yanılıyordu. Dünyanın bir keşif olduğu anlamında değil elbette. Bu cümle, cümlenin kendisinden, günümüzde suyu çıkartılmış ‘keşif’ sözcüğünün ifade edebileceklerinden bağımsız olarak, sadece edebiyatçıların değil, dünyadaki bütün insanların, hâlâ ve sonuna kadar, heyecanlanması gereken bir cümleydi.Arkadaşımın o cümleyi keşfetmesine neden olan zaman dilimi ise, yani bunu bir bayramda keşfetmiş olması ise olsa olsa onun katmerli bir gökkuşağının altından geçmesi demekti... En azından bugünden bakıldığında!İşin sırrına gelince: Hatırlayan hatırlar. Eskiden ellerimize mendiller tutuştururdu büyüklerimiz. O patiska mendiller sert bir biçimde hışırdardı; içine konulan bayram harçlığının sesiydi bu. Çocukluğun bayram sesi. Ne kadar mendil, o kadar bayram demekti. Ve o kadar eğlence.Anneannelerin en kötüsü!Pilot arkadaşımın bayramın birinde başına gelense böyle bir mendilin peşine takılmış olandı. Mendilin içinde hışırdayanı çocuksu bir sevinçle karşılamış, mendilin katlarını coşkuyla açmıştı. Katlanmış üçgen mendili, önce katlı bir kareye sonra başka koca bir ince kareye dönüştürdüğünde ise... İçinden çıkana bakıp çok öfkelenmiş ve isyan etmişti. Bu da neydi böyle! Bununla ne dondurma alınabilir, ne de diğer bayram çocuklarına hava atılabilirdi! Sonuçta bir şeker, hatta sakız bile değildi bu... Böylesi anlamsız bir şeyi eline tutuşturan anneannesine öfkeyle bakıyordu. Bayramı zehir olmuştu. Neden herkes gibi anneannesi de ona bayram harçlığı vermemişti ve bu saçma sapan şeyi tutup koymuştu o mendilin içine?Bildiği ne kadar kötü laf varsa içinden saydı döktü anneannesi için. Hatta kendini alamadı, 8 yaşını aşan bir cümleyi de yüksek sesle söyledi.‘Sen anneannelerin en kötüsüsün!’Oysa torununu bilen, tombul bacaklı emekli öğretmen, yani şu kötü anneannene, neyin ne olduğunu bilen kadınlardandı. Keşif bu ya, o da oğlanı keşfetmişti. ‘Gel yanıma otur hele bir,’ dedi. Ve başladı mendilin içinden geçeni ona anlatmaya: ‘Bak bu var ya...’Mendilin içinden harçlık yerine küçük bir dünya haritası çıkmıştı. Çıkış o çıkış.

Devamını Oku

‘Bir Rüya Gibi Hatırlıyorum Seni’

13 Ekim 2013

Nazlı Eray’ın geçtiğimiz haziran ayında Doğan Kitap’tan çıkan kitabının adıyla size seslenmek ve arife gününe yakışan bir yazı yazmak istedim bugün. Neden derseniz, arife günleri benim için hep farklıdır. Arafta olmanın keyfi de diyebiliriz buna. Tüm eşikler gibi arife günleri de bambaşka vaatlerdir. Ve tüm eşikler gibi bilinmezi, bilinmez kadar umudu da işaret eder. Tıpkı rüyalar gibi! Sonuçta rüyalar da ölümle yaşam arasındaki bir köprü, tüllerden ibaret bir eşiktir.Bu yüzden Nazlı Eray’ın kitabını bir solukta okudum. ‘Bu sabah hayattan bir rüyaya uyanmış gibiyim...’ sözleriyle başlayan ve yazarın hayatını bambaşka bir perspektiften duyumsayacağımız o anılar silsilesini.İki şehir arasındaBöyle yaşadığınız günleriniz oldu mu bilmem. Yani hayattan rüyaya uyandığınız günler... Kısacası, yaşamınızı bir tül perdesinin arasından seyrettiğiniz zamanlar. Yaşama bambaşka bir perspektiften bakabilme coşkusu, duygusallığı, hüznü, hassaslığı da diyebiliriz buna. Belki de üçüncü boyuta erişmek! Gerçek? Elbette o da var. Ama bambaşka bir biçimde.Nazlı Eray, işte tam da böyle bir atmosfer içinden sesleniyor bizlere. Yaşamının kum saatini tersine çeviriyor ve yaşanmışı, bambaşka bir algıyla yeniden düşünmeye başlıyor. Kumlar akarken ‘kullanılmayan telefon tuşlarından, birbirine söylenmeyen duygulardan, ruh sessizliğinden’ bahsediyor bize. Kısacası, yaşamın ‘es’lerinden söz ediyor. Sonra her şeye merhem olabilecek Meram Pastanesi’nden!‘Sen erken bir Ankara sabahı, puslu bir Ankara öğleden sonrası ve ayaz bir Ankara gecesi demektin benim için Meram Pastanesi’ derken, şehirleri değiştirerek meram arayan o ruhlara da sesleniyor sanki. Gidilenin ne geride bırakılan ne de varılan yer olduğunu, oranın bambaşka, üçüncü bir diyar olduğunu ima edercesine: ‘Sevdiğim iki şehir arasında bir kâğıt gibi yırtılışım. Duygularda bir nar çatlaması’ diyor. Şehri uzun bir ceket gibi giyen yazarla birlikte, davet bu ya, anıların rüya bahçesinde olduğunuzu o zaman çok daha net anlıyorsunuz.Çocuk günlerde...O bahçede mutluluğun gerçek karşılığını da o zaman düşünmek hasıl oluyor belki. Kum saati akarken yazarın satırlarında en çok kurcaladığı da bu zaten. Sanırım o yüzden bizi alıp ta babaannesinin evine götürüyor. Saatli Maarif Takvimi’nin yapraklarını kopardığı ve arkasında yazanları babaannesine okuduğu o çocuk günlere. Duyuyorsunuz bunu. Hatta okuması bitince babaannesinin takvim yaprağını onun elinden alıp özenle camlı büfenin çekmecesine koyuşunu da görüyorsunuz. Odada sonsuz bir huzur var o saatlerde. Mutluluk var. O mutluluğa tanık oluyorsunuz. Eşik sizi de çağırıyor. Nazlanmadan o eşiğe varıyorsunuz. Kendi rüyalarınıza, değiştirdiğiniz şehirlere, ülkelere giderken, kum saatinin sizler için yeniden fısıldadıklarını da duymaya başlıyorsunuz.

Devamını Oku

Öykü mü, roman mı?

12 Ekim 2013

Kanadalı yazar Alice Munro’nun bu seneki Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanması, son yıllarda tartışılıp duran ‘Öykünün neden bir işlevi yok?’ sorusuna güzel bir yanıt oldu. Nobel ödülünü bir öykü yazarının alması belki dünyada dönüp duran bu tuhaf soruyu bir süre alıkoyar da gerçekte tartışılması gerekenin edebiyat olduğunu hep birlikte hatırlarız!Munro’yu okurken, tıpkı diğer iyi öykücüleri okurken duyduğunuz bir lezzet dolaşır ruhunuzda. İyi bir edebiyat metni karşısında bedeninizin ve ruhunuzun verdiği tepkidir bu. Ona kilitlenirsiniz. Hatta bir aşamadan sonra ona kendinizi bırakırsınız. O sizi alır ve götürür. Bilirsiniz ki yola çıktığınız yer asla vardığınız yer olmayacaktır. İyi metinler bunu yapar insana. Sizi değiştirir. Koşul ise bellidir: Onunla tanışmaya yelteniyorsanız değişmeyi de göze alacaksınız. Çehov metinleri, bu ‘dolaşım’a belki de bu anlamda verilebilecek en güzel örneklerden biridir. Zaten Munro’nun edebiyatı da Çehov’a bakar, kısaca iyi edebiyata.İyi edebiyat!İyi edebiyat sizi değiştirendir. Kısacası muazzam bir serüvendir. İster öykü, ister roman olsun bu böyledir, değişmez. Kimileri, son yıllarda kastedilenin ‘okunmayan metinler’ anlamına geldiğini ileri sürse de buna paye vermemek faydalıdır. İyi edebiyat dediğimiz, insanı insana anlatandır. Ve böylesi metinlerin etrafındaki hale de ‘elitizm’ falan değil ‘yaşamdır’, sadece yaşam ve yaşamın katmanlılığı.Munro’nun edebiyatında da bunu yakalarsınız. ‘Allah’ın Kanadalı yazarı’ demez, bu kadının anlattıklarında gezinenlerin aslında tanıdığınız insanlar ve duygular olduğunu fark edersiniz. Ancak göze almanız gereken şu hususu da atlamamanız gerekir: Sizi katmanların arasına sokacaktır bu metinler; kimi kez kaybolacak, kimi kezse tutunacak bir dal bile bulamayacaksınızdır. İyi haberse şudur: Ancak böylelikle iyi bir edebiyat okuru olabilirsiniz!Pek çok öykü kitabının (ve evet bir romanın da!) yazarı olan Alice Munro’nun dilimize çevrilen kitapları arasında Bazı Kadınlar’ı (Can Yayınları) öncelikle okuma listenize almanızı öneririm. Hemen hemen tüm kahramanları kadınlardan oluşur bu kitabın. Ve kitaptaki bu kadınların neredeyse tümü genel geçer algıları reddeden ve onlara çizilen, öngörülen dünyaları kabul etmeyen kadınlar, güzel ve cesur kadınlardır...Hemen ardından da yine Can Yayınları’ndan çıkan Çocuklar Kalıyor’u okuyun derim. Oradaki taşra ikiyüzlülüğünü gördüğünüzde Kanada’nın çok da uzakta olmadığını bir kez daha keşfedeceksiniz!Alice Munro’nun Nobel ödülünü kazanması, sadece iyi edebiyatın değil, öyküye ve kadın kalemine verilen değerin de dünya çapındaki onaylanışı oldu. İyi oldu, iyi.

Devamını Oku

Dekolte ve ifade özgürlüğü

11 Ekim 2013

Karşınızdakine resmen karışıyorsunuz.Peki bunu niye yapıyorsunuz?Açıklıyorsunuz:Efendim ifade özgürlüğü! İktidar partisinin genel başkan yardımcısı ve sözcüsünün ifade özgürlüğünü telaffuz etmesi heyecan verici olabilir. Olabilir olmasına da bu özgürlüğün ne olduğunu yeniden hatırladığımızda ifade ettiğinin tam olarak ifade özgürlüğü olmadığı da ortaya çıkar.Neden mi? Bir düşünelim... Kuşkusuz herkesin fikirleri olması bu özgürlüğün konusu içerisine girer. Ama iş orada bitmez. İfade özgürlüğü bir dizi sorumluluğu da beraberinde getirir. En başta da başkalarının hak ve özgürlüklerine saygı duymak gelmektedir ki toplum olarak kafamızın asıl karıştığı yerlerden birisi de burasıdır. Yani aklınıza eseni karşınızdakine söyler, hatta sayıp döker ve ortalık tarumar olduktan sonra ‘ee ne olmuş ben burada ifade özgürlüğümü kullanıyorum’ derseniz bunun adı ifade özgürlüğü olmaz; olsa olsa, yani en hafifinden karşınızdakine saygısızlık ve özgürlük alanına da müdahale etmiş olursunuz.Karşınızdakinin hak ve özgürlüklerine müdahale etmek ise yine en temel sorunlarımızdan biridir. Bu hâl, işin ileri noktalarında şiddet ve şirretlikle de buluşabilir. Örnek: Karısını döven, polis şiddetine yaslanan, iktidara güvenip yazara, sanatçıya olmadık hakaretler savuran tavır tam da burada kendini gösterir. Teslim etmek gerekiyor ki karşımızdakini (ya da karşımızdakileri) bu türden baskılar altına almanın da ifade özgürlüğünün hiçbir noktasına temas etmediği açıktır.Bunun örneklerini çokça görüyoruz ülkemizde. Her anlamda. Üstelik iş burada da bitmiyor.Parti sözcüsü olmakBu ülkede ‘büyüklerim ne derse odur’ fikrine inanmaya, bağlanmaya yatkın kimselerin bağlanacağı bir konumdasınız üstelik. Hâl böyle olunca, sizin bile şaşacağınız hızda dedikleriniz, ima ettikleriniz işin gidişatını şıp diye değiştirebilir.Gidişat değişince ne mi olur?Bir kadının giydiği giysi için ‘Kimseye karıştığımız yok ama çok aşırı...’ cümlesinin karşılığı kimilerince ‘bu kadını uyarın’ şeklinde algılanabilir. Daha da vahimi, onu işten çıkarın noktasıdır ki ülkemiz bu zincirleme hâllerin, yanlış mesajların duruma ve zamana göre yorumlandığı, kısaca durumdan vazifelerin çıkarıldığı eşsizliklerin biricik ülkesidir. Yani insanlar, sırf bu cümle ya da buna benzer cinsiyetçi cümleler nedeniyle işlerini kaybedebilirler!Bu yüzden bakanlarımızın ya da üst kademe bürokrat ve siyasetçilerimizin ‘ifade özgürlüğü’ konusunu hem anlam olarak hem de bulundukları makamın gerektirdikleri anlamında yeniden düşünmeleri elzemdir.Açmak kapatmakGelelim işin kadınlık boyutuna. Burası esas konu aslında. Bu ülkedeki bütün kadınları ve erkekleri ilgilendiren bir konu bu. Daha çok da erk sahiplerini ilgilendiriyor. Kadınlar, iktidar sahiplerince açılıp kapatılacak canlılar değildir. Bunu iktidar sahipleri er ya da geç görmek durumundadırlar. Kadınların bedeni kendilerine aittir. Babalarına, abilerine, kocalarına, oğullarına ya da patriyarkal devlete ait değil.Kimileri yoldan çıkmışlık olarak tanımlasa da bunun adı olsa olsa insan temel hak ve özgürlükleridir. Ve bir toplumu özgürleştirmenin en temel anahtarlarından biridir. Bunu fark edebilirsek, hiç kuşku yok ki ifade özgürlüğünün ne olduğunu anlama konusunda yaşadığımız kafa karışıklıklarından da zamanla, a-ğ-ı-r a-ğ-ı-r kurtuluruz.- Yeri gelmişken hatırlatalım: İfade özgürlüğünde herkes fikir edinme özgürlüğüne sahiptir dedik ya bu da aslında sansürün her türlü yazılı kaynaktan kaldırılması, basının ve sanatın her anlamda özgür olması demektir. Siyasetçilerimiz madem ifade özgürlüğü konusunda bu kadar hassas, şu işe de bir el atsalar iyi olur!

Devamını Oku

Türkiye küçük Millet Meclisleri

6 Ekim 2013

Demokrasi konusunda en büyük eksiklerimizden birisi olan sivil toplum kavramının bu ülkede yerleşmesini sağlayan üç-beş isimden birisidir Şanar Yurdatapan. İlk tanıştığım zaman ondaki enerji beni çok etkilemişti. Dişe dokunur hemen her şeyin iğneyle kuyu kazmak anlamına geldiği bu ülkede, yine de her şeyin iğneyle kazılarak elde edileceğini hazmetmiş gerçek bir sivil toplumcuydu o. Hâlâ öyle!Aradan geçen zaman, ondaki bu enerjiyi tüketemediği gibi artırdı! Bu işlerden vazgeçip eski tutkusu müziğe döneceğini ifade etse de ülke için yaptıklarını ve elbette sonuçlarını hep birlikte göreceğiz.Bunlardan en sonuncusu ve en önemlisi Türkiye küçük Millet Meclisleri (TkMM) adını taşıyan ve dört yılda bir yapılan oylamaya kilitlenmiş felçli bir sistemi sansürsüz, filtresiz bir diyalog pratiğiyle tersine çevirmeyi amaçlayan oluşum. Beş yıldır, koşullar ne olursa olsun Türkiye’nin çeşitli illerinde sürekliliğini devam ettiriyor. Burada amaç herkese açık, herkesin fikirlerini tartışabileceği bir zemin yaratmak. Gezi Parkı sonrasındaki forumların ne kadar rağbet gördüğü hatırlanırsa, bu platformun da neye hizmet etmek istediği çok net anlaşılacaktır.21 ilde 800 toplantı...Siyasetle toplum arasındaki köprünün yaşamsal temellerini atmak, bu köprüyü sağlamlaştırmak ve gerçek toplumsal bir dönüşümü sağlamak için yola çıkılmış TkMM’lerde. Sivil toplumu, belediye başkanlarını, milletvekillerini buluşturmayı öngören bu yapı, ekranlarda gördüğümüz tek tip siyasetin de artık işe yaramayacağını hatırlatıyor bizlere. Beş ilde başlayan ve zamanla 21 ile ulaşan buluşmalar her ay düzenli olarak gerçekleşiyor TkMM’de. Hemen her şeyin buluşabileceği bu ortamlar, konuşarak, birbirini dinleyip anlayarak öfke toplumundan uzlaşma toplumuna nasıl varabileceğimizin de ipuçlarını taşıyor.Yurdatapan, bu toplantılardan elde edilmiş beş yılın raporunu dört partinin genel başkanına göndermiş. Sayısı sekiz yüze yaklaşan bu toplantılarda elde edilen ortak görüşlerin dikkate alınması hâlinde Türkiye’de birçok sorunun çözülebileceğine inanıyor. Sivil bir anayasanın temelini oluşturabilecek bu somut çıkarımların genel başkanlar tarafından dikkate alınması, özlediğimiz Türkiye’yle yakın bir gelecekte buluşabilmek anlamına gelebilir de gelmeyebilir de. Ama çok daha önemlisi, sivil toplum kuruluşlarına burun kıvıranlara, bu işin çözülebilecekse tam da buralarda çözülebileceğini hatırlatır.Ön yargılarla girilmez!Bu toplantılarda benim en çok ilgimi çeken husus başlangıçta yan yana durmaktan hoşlanmayan grupların bir süre sonra bu birliktelikten keyif almaya başlamaları ve empatiyi bu surette başarmış olmalarıydı. Evet empati! Düşmanlıkların, kutuplaşmaların eriyip gittiği o sihirli sözcük. Bunlara rağmen ‘hava çok kötüydü, hava çok güzeldi, maç vardı, TV’de dizi vardı, ramazandı, bayramdı’ diye bahaneler gösterip toplantılara gelmeyenler de olmuş. Yurdatapan bu gerçeği bir özeleştiriyle açıklıyor: İnsanlar, Anayasa’nın hukuksal cümleleriyle kendi yaşamları arasındaki bağlantının farkında değiller, bu anlamda yoğun bir kampanya yapılmalıydı, yapılamadı’ diyor. Ancak buna karşın çok umutlu: ‘Toplumumuzun iç dinamikleri dışarıdan göründüğünden çok daha dinamik bir gelişme gösteriyor’ diyor. O öyle diyorsa öyledir!Ön yargıların giremediği, amacın üzüm yemek olduğu, açıklık ve şeffaflığın ön plana çıktığı, belediyelerin halka ait olduğuna dikkat çeken, diyaloğu esas alan TkMM’yi daha yakından tanımak ve beş yıllık bu önemli raporu okumak istiyorsanız şu internet adresini tıklamanız yeterli: http://antenna-tr.org/media/files/pdf/1406656212.pdf

Devamını Oku

Fellini’yi hatırlıyorum

5 Ekim 2013

Ünlü İtalyan yönetmen Federico Fellini bu dünyayı bırakıp gideli 20 yıl oldu... Bazı zamanlarda onun doğduğu şehir Rimini’deki çocukluğunu anlatan Amarcord’u hatırlarım. Laf olsun diye değil... Öyle sahneler vardır ki o filmde, oradaki şiirsellliğin tümü parça parça, üstelik en olmadık zamanlarda yaşama dalıverir ve başlarsınız çocukluğun tuhaf sayfalarını karıştırmaya. Sadece çocukluğun olsa iyi! Yönetmenin doğduğu bölgede kullanılan İtalyancanın ‘hatırlıyorum’daki karşılığıdır ‘Amarcord’. Hatırlıyorum demek anlamına gelir gelmesine; bunu öğrenebilirsiniz ama hatırlamanın gerçekte ne olduğunu anlayabilmeniz için yılların geçmesi ve anıların yıllanması gerekecektir. Nino Rota’nın belleği dehlizlere taşıyan müziği ile birlikte, evet ‘hatırlarsınız’. Usta yönetmenin aktardığı biçimde bir duyguyu takip ederek üstelik:Ama yalnız ellerimi kirli görünceHatırlıyorumÇocuk olduğum günleri...Hatırlamak, çocukluğun izi, o çocukluktaki ellerin kiri ve aslında bilinendeki bilinmezdir. Bir anlamda yeniden yaratırsınız geçmişi. Kurgu ve kahramanlar bildik olabilir ama siz o siz değilsinizdir artık! Hatırlamak, düşünce gücüyle duygulanabilmek demektir de bazen. Hatırlamak, saydam bir kimliktir. Geçmişle şimdi arasındaki taş bir köprü, kadim bir dil, bazen de o soyut haritayı somut bir biçimde çizebileceğiniz sanatın ta kendisi demektir.Geçen yüzyılda, o köhne yüzyılın otuzlu yıllarında ilk gençliğine adım atan bir insanın büyümekle ilgili düşleriyle birlikte, keskin bir gerçeğe de dokunursunuz. Mussolini’dir bu. O ve onun İtalya’sı. Tüyleriniz ürperir ama diğer yandan yaşam kıvamında gelişen ne varsa onu düşünür ve keyiflenirsiniz. Yaşamın her şeye galip gelmesini istersiniz. Ki öyle olur! Hatırlamak, dünyanın zalim bir yer olduğunu tümden anlamak kadar aynı dünyanın büyülü bir yer olduğunu da yeniden fark etmek demektir.Pera Müzesi’ndeİstanbul Pera Müzesi’ndeki Fellini’yi anma programını görür görmez dayanamadım. 10 Ekim - 3 Kasım arasında genellikle akşamları 19.00’da gösterilecek filmleri sizlere önceden duyurmak istedim. Belki ajandanızda yer bulur diye... Ne yazık ki bu filmlerin arasında Amarcord yok ama La Dolce Vita var, şu ‘Tatlı Hayat’... En az Amarcord kadar güzel olan o film! Sonra Ruhların Julietta’sı, Şeytanın Kurbanları, Ginger ve Fred... Hemen hepsi tuhaf bir gerçeküstü atmosferde, kendilerine has bir şiirsellikle bilmem kaçıncı kez izleyicilerini bekliyor.Şu ara bir iç geçirmek istiyorsanız, gülerken ağlamak, ağlarken gülmek gibi gelip giden duygular içersindeyseniz; ya da Fellini’yi özlemiş bir hâlde bir arkadaşın evine gidercesine o filmlere dalıp gitmek geçiyorsa aklınızdan, etraftaki saçmalıklardan bunalmış ama tüm bu saçmalıklarla yaşanmakta olanın yine de ‘yaşam’ olduğunu düşünüyorsanız ya da şimdiye kadar hiç Fellini filmleriyle bulaşmadıysanız, tam zamanıdır. Bu hafta hiç değilse 1-2 saatinizi ona ayırın.İyi pazarlar...Meraklılar için:www.peramuzesi.org.trFacebook.com/PeraFilmTwitter.com/PeraMuzesi

Devamını Oku

Paketten yayılan gül suyu kokusu

4 Ekim 2013

Demokrasi paketinin açıklanmasından bir gün önce ülkemizde bir genci daha yitirdik... Henüz paketin muhteşemliğine dair cümleler ortalıkta gezinmeye başlamadan önceydi. Hatta Uluslararası Af Örgütü’nün ülkemizde yaz mevsiminde gerçekleşen şiddeti gözler önüne serdiği düşündürücü raporu da henüz dolaşıma girmemişti.Kimi valiler koltuklarına iyice sarılmış, bir sonraki görev yerlerini hesaplıyor, benzer duygulara kapılmış emniyet müdürleri de görevlerinin kutsallığına dair repliklerini yineliyorlardı.İstanbul Gülsuyu’nda bir gencimizi o sıralarda yitirdik işte. Ve bir genci yitirmenin arkasından Gülsuyu’nun temsil ettiklerini düşünmeye başladık.Aslında korunan kim...Gülsuyu’nda yaşananları bugüne, hatta demokrasi paketine eklemleyebileceğimiz çok önemli bir nokta var. Gülsuyu kentsel dönüşüm projesine ne zamandır direnen bir yer. Peki bu ne demek? Bu insanlar neden bu projeye karşı direniyor?Kentsel dönüşüm, umulanın, beklenenin tersine oradaki insanın yaşamına el atmak ve bölgeyi belli çıkarlar çerçevesinde yönlendirmek demek de, o yüzden. Bunun örnekleri o kadar çok ki; hemen aklıma Sulukule’de yaşananlar geliyor...İnsanlara toplu konut vaadiyle gidiyorsanız, onları kendi yaşam alanlarından koparıp dağ başındaki evlere tıkarak, daha doğrusu onları yaşamdan yalıtarak vaadinizi yerine getiremezsiniz. Bunu yaparken kâr amacı gütmeye başladığınızda ise sosyal bir hizmet değil başka bir şey yapıyorsunuzdur zaten.Ne yazık ki, evet ne yazık ki ülkemizde demokrasi ile kurulan bağ ne ise kentsel dönüşüm projeleriyle kurulan bağ da aynısı. Bu projeler, bazı kişilerin üstünlüğünü ve ayrıcalığını, öncelikli olarak rantçıyı, çeteciyi ve mafyayı gözeten bir üslupla kendine yol çiziyor. Kurtarılmış mahalle gerçeği bahane edilerek yeni kurtarılmış bölgeler oluşturulması, sorunun kaynağına inmek yerine sorunu pekiştiren ve şiddete bir kez daha davetiye çıkaran bir tavır. Bu yüzden sorunun bir talan sorunu olduğunu, dahası kentsel dönüşüm projesi başlığı altında insanların telef olduğunu anlamak ya da anlatmak için özel cümlelere ihtiyaç yok. Bu projeler, insanlara ev değil barınak sunuyor. Buradan en çok kazanansa sermayenin gücü. Ve bu güç sürekli olarak ‘korunuyor.’Bu arada, her zaman olduğu gibi karşılıklı çekilmiş silahların ve üretilen şiddetin karşısındaki yalın gerçeğin hükmü kalmıyor. Çünkü şiddet her şeyi örtüyor ve saklıyor. Demokrasi mi? O zaten başka baharların adı, besbelli.Dikkatli olalımPaket açıklandıktan sonra gördüklerimiz ise yakın zamanda tanık olacaklarımız konusunda ‘dikkatli olalım’ niteliğini taşıyor. Ne yazık ki bu pakette insanlarına gerçekten inanan, onlara samimiyetle eşit mesafeden bakan bir vaat göremedim. İnsan hak ve özgürlüklerine dair kuşatıcı bir söylem yoktu pakette. ‘Olmasını bekliyor muydun?’ diye sorabilirsiniz. Beklemiyordum ama her anlamda bu ülkenin kazanmasını da arzulayanlardandım. İnsanlık ve savaş suçlarına, nefret suçlarına, faili meçhullere yönelik en ufak bir açık kapı olmaması bu suçların ve elbette orantısız şiddetin devam edeceğini söylüyor bizlere. ‘Ben dedim oldu’ zihniyetinin devam edeceğini.‘Ben dedim oldu’ diye ‘olur mu?’ Nicedir oluyor. Demokrasinin bir çoğulluk fikri olduğu sürekli sümen altı ediliyor. Ve bu çoğullukta, defalarca tekrarlamış olduğum gibi HERKES var kardeşim. Herkes var. Ana dilini konuşmak isteyen de, çocuğunun katilini bulmak isteyen de, tecavüzcüsüyle evlenmek istemeyen de, kentini, mahallesini savunmak, yaşamı insana dair kamusal bir mekân ve alan olarak yaşamak isteyen de...

Devamını Oku

Milyonlarca Kuştuk

29 Eylül 2013

Candan Erçetin’in yeni albümüne adını veren şarkısının adı bu. Söz ve müzik kendisine ait. Eski bir Erçetin hayranı olarak zevkle dinledim yeni şarkılarını. Sesindeki tınının çok yaraştığı ‘Yağmur’u ise ayrı sevdim. Yaşamın katmanlılığını son derece sade bir dille anlatıyor orada. Huzur bulamayan ruhlar için bir tür dua olarak bile dinlenebilir. Toprak kokusunu duyabileceğimiz bir yağmurun arındırıcı bereketi bu. Yağmur yağdığı zaman böylesi bir bereketin sadece insanlar için değil yaşamdaki tüm canlılar için yağdığını düşünerek dinledim şarkıyı.Nedense bu şarkıyı dinlerken yağmurlu bir sonbahar akşamına döndüm. O zamanlar Beyazıt’tan, Eminönü’ne gitmek, deveye hendek atlatmak gibi bir şeydi. Uzun müddet bir konserve kutusunu andıran otobüsün içinde, diğer yolcular gibi beklemiştim. Bu arada dışardaki yağmur hızını iyice artırmış ve bizleri içerinin havasızlığına, bir tür çaresizlik girdabına hapsetmişti. Sonunda şoför dayanamamış, içerdeki yolcuları ‘ben yandım bari siz yanmayın’ diyerek salıvermek istemiş, kapıları pattadanak açmıştı. Ama çoğu yolcu, umulanın tersine ‘görmüyor musun be adam dışarıyı?’ diye şoförün isyanını mat ederek içerde beklemeye devam etmişti. Orada, o eski ve rutubetli ortamda beklemenin yaşamlarında hiçbir anı riske atamayacağını düşünüyorlardı. Ancak şunu henüz bilmiyorlardı: İlerlerde büyük bir trafik kazası olmuştu ve trafik uzun müddet, hiç açılmayacak biçimde kilitlenmişti.Şoförün aklına uyup o deli yağmurun ortasına düşen üç dört kişiden biri de bendim. Yolcuların şaşkın bakışları arasında o yağmurun ortasına düşmüş, düşer düşmez koşmaya başlamış ve iki dakika içersinde sırılsıklam olmuştuk. O noktada kendime kızdığımı hatırlıyorum. ‘Ne vardı sanki yollara düşecek, akşamın bu vaktinde sırılsıklam olacak!’ gibisinden laflar işte... Bir süre sonra ise çok ilginç bir şey oldu. Erçetin’in şarkısında söylediği gibi bir şey. O yoğun egzos kokusunun arasında Gülhane Parkı’nın oralardan gelen taze bir toprak kokusuyla irkildim. Eminönü’den gelen vapur sesleri filan derken tarifsiz bir ferahlığın kirpiklerime kadar yürüdüğünü fark ettim. Yürüdükçe açıldım, açıldıkça yürüdüm. Tenha olacağını tahmin ettiğim yol, giderek kalabalıklaştı, şen bir buluşmaya dönüştü. Paçaları sularda gezinen, saçı başı sırılsıklam olmuş nice insanla tuhaf bir ortaklığa, farklı bir eğlence ve enerjiye, kısaca ilginç bir yol hacılığına bu sayede imza atmıştık. Yol boyunca birer enkaza dönmüş otobüsleri ve içinde kala kalmış insanları çalımlayan ıslak adımların sözleşmesiydi bu!***Bugün demokratikleşme paketi açıklanacak. Öyle bir süreçten geçiyoruz ki ya tıkış tıkış havasız bir otobüsün içinde güya korunaklı bir halde, teneke bir konservenin içinde gıdım gıdım yaşamaya devam edeceğiz ve birbirimize öfke kusacağız; ya da bir hamle yapıp dışardaki bilinmeze, yağmura bırakacağız kendimizi.Şunu bilmek gerekiyor ki ıslanmadan değişim olmaz, yol kat edilmez. Değişimi ve yolu göze almak gerekiyor. Ne olursa olsun yer değiştirmeyi, bakış açılarımızı çeşitlendirmeyi göze almak. Yolun kendisinin bir değişim olduğunu bilmek. Evet ıslanmak da... Yolu anlamanın, yola ait olmanın, yoldakilerle hemhal olmanın tek yolu bu.Hamama girip terleyeceğiz. Çoğulcu demokrasi, özgürlüklere ve yaşama saygı, ifade özgürlüğü, insan hakları, hukuk önünde eşitlik, polis devleti olmaktan vazgeçmek, totaliter zihniyetlerden arınmak, iktidar dilinin yozluğundan ve düşmanlaştırıcı dilinden kopmak, basına sansür uygulamamak, tüm farklılıkları gözeterek hepsini eşit bir mesafeden kucaklayabilmek, rant kültüründen vazgeçmek vb... Ön şartlar bunlar.Aksi takdirde aynı tas aynı hamam.***Kıymetli editörlerimizden Aytekin Hatipoğlu önceki gün annesini yitirdi. Başınız sağolsun.

Devamını Oku