Nazlı Eray’ın geçtiğimiz haziran ayında Doğan Kitap’tan çıkan kitabının adıyla size seslenmek ve arife gününe yakışan bir yazı yazmak istedim bugün. Neden derseniz, arife günleri benim için hep farklıdır. Arafta olmanın keyfi de diyebiliriz buna. Tüm eşikler gibi arife günleri de bambaşka vaatlerdir. Ve tüm eşikler gibi bilinmezi, bilinmez kadar umudu da işaret eder. Tıpkı rüyalar gibi! Sonuçta rüyalar da ölümle yaşam arasındaki bir köprü, tüllerden ibaret bir eşiktir.
Bu yüzden Nazlı Eray’ın kitabını bir solukta okudum. ‘Bu sabah hayattan bir rüyaya uyanmış gibiyim...’ sözleriyle başlayan ve yazarın hayatını bambaşka bir perspektiften duyumsayacağımız o anılar silsilesini.
İki şehir arasında
Böyle yaşadığınız günleriniz oldu mu bilmem. Yani hayattan rüyaya uyandığınız günler... Kısacası, yaşamınızı bir tül perdesinin arasından seyrettiğiniz zamanlar. Yaşama bambaşka bir perspektiften bakabilme coşkusu, duygusallığı, hüznü, hassaslığı da diyebiliriz buna. Belki de üçüncü boyuta erişmek! Gerçek? Elbette o da var. Ama bambaşka bir biçimde.
Nazlı Eray, işte tam da böyle bir atmosfer içinden sesleniyor bizlere. Yaşamının kum saatini tersine çeviriyor ve yaşanmışı, bambaşka bir algıyla yeniden düşünmeye başlıyor. Kumlar akarken ‘kullanılmayan telefon tuşlarından, birbirine söylenmeyen duygulardan, ruh sessizliğinden’ bahsediyor bize. Kısacası, yaşamın ‘es’lerinden söz ediyor. Sonra her şeye merhem olabilecek Meram Pastanesi’nden!
‘Sen erken bir Ankara sabahı, puslu bir Ankara öğleden sonrası ve ayaz bir Ankara gecesi demektin benim için Meram Pastanesi’ derken, şehirleri değiştirerek meram arayan o ruhlara da sesleniyor sanki. Gidilenin ne geride bırakılan ne de varılan yer olduğunu, oranın bambaşka, üçüncü bir diyar olduğunu ima edercesine: ‘Sevdiğim iki şehir arasında bir kâğıt gibi yırtılışım. Duygularda bir nar çatlaması’ diyor. Şehri uzun bir ceket gibi giyen yazarla birlikte, davet bu ya, anıların rüya bahçesinde olduğunuzu o zaman çok daha net anlıyorsunuz.
Çocuk günlerde...
O bahçede mutluluğun gerçek karşılığını da o zaman düşünmek hasıl oluyor belki. Kum saati akarken yazarın satırlarında en çok kurcaladığı da bu zaten. Sanırım o yüzden bizi alıp ta babaannesinin evine götürüyor. Saatli Maarif Takvimi’nin yapraklarını kopardığı ve arkasında yazanları babaannesine okuduğu o çocuk günlere. Duyuyorsunuz bunu. Hatta okuması bitince babaannesinin takvim yaprağını onun elinden alıp özenle camlı büfenin çekmecesine koyuşunu da görüyorsunuz. Odada sonsuz bir huzur var o saatlerde. Mutluluk var. O mutluluğa tanık oluyorsunuz. Eşik sizi de çağırıyor. Nazlanmadan o eşiğe varıyorsunuz. Kendi rüyalarınıza, değiştirdiğiniz şehirlere, ülkelere giderken, kum saatinin sizler için yeniden fısıldadıklarını da duymaya başlıyorsunuz.
‘Bir Rüya Gibi Hatırlıyorum Seni’
Haberin Devamı