Umut’tan ve Tuncel Kurtiz’den öğrendiklerimiz

28 Eylül 2013

1970’li yıllarda izleyici karşısına çıkan bir filmdi ‘Umut’. Yılmaz Güney ve Tuncel Kurtiz ikilisini gariban bir faytoncunun öyküsünde buluşturmuştu. Onlar buluşadursun, sansür ekibi de bu uğurda kendi buluşmasını gerçekleştirmiş, eften püften bahanelerin eşliğinde filmi hizaya çekmeye çalışmıştı. Gelin görün ki onca saçma gerekçeye rağmen hamarat sansür ekibi filmi balçığa bulayamamıştı. Zira film çok parlaktı; öyle ki önüne gelen bütün ödülleri toplayacak, bu ülkenin sinema tarihinde bir çığır açacaktı...Sıradan, yoksul insanın sisteme yenilişinin, yok sayılmasının sıradan öyküsüydü karşımızdaki. Ancak film sıradan değildi! O güne kadar beyaz perdede gelenekselleşmiş hemen her şeye kafa tutuyordu.Yitik bir öyküİşin esası, sade bir öyküsü vardı filmin. Bir faytoncunun atına bir araba çarpıyor ve at ölüyordu. Bütün umutlarını bu ata bağlamış yoksul bir adamın çaresiz öyküsüydü film. Siyah ve beyazın hakim olduğu yaşamların siyah yanını aktaran bir kurguydu. Yaşamın sertliği karşısında debelenen, umudunu ayakta tutmaya çalışan bir insanın yitik, biteviye öyküsü.Ülkemiz sinemasının beyaz perdede ‘yeni gerçekçilikle’ karşılaşmasıydı Umut. Büyüklüğü ise bu gerçekçiliği aktarırken tavırlı ama sloganlaşmayan bir dile yanaşmış olması, umudun varlığını, koşullar ne olursa olsun yaşamsal ve herkese ait bir duygu olarak yansıtmasıydı.Yılmaz Güney Yılmaz Güney’di zaten. Şu mahzun gülen adam, o mahzun gülüşü filmlerden yaşama taşan adam... Öte yandan gülüşü ile bizim buraları anlatan biri daha vardı filmde. Tuncel Kurtiz’i o filmde ilk kez izlemiş ve hayran kalmıştım. Ne zaman zihnimden geçse ‘büyük bir oyuncu,’ diye yankılanırdı adı. Belki bu yüzden yıllar ama yıllar sonra Ramiz Dayı olarak karşımıza çıktığında biraz yadırgar gibi oldum. Ama sonra alıştım. Ezel’in şaşırtıcı ve ilginç kurgusunda apayrı bir yeri vardı Ramiz Dayı’nın. Buna karşın başkası etse pek umursamayacağım cümleler Tuncel Kurtiz söylediğinde bambaşka bir derinlik kazanıyordu.‘Mesele ölmek değil yeğen!’Yakışıyordu ona bu ve bunun gibi sözler. Onun ‘dünyayı değiştirmek için yola çıktık, dünyayı değiştiremedik ama dünya da bizi değiştiremedi’ sözünü duyduğumda kimi insanların tek başına varlıklarıyla bile dünyaya bir anlam yükleyebileceklerini düşündüm. Tıpkı Yılmaz Güney gibi Kurtiz de o insanlardandı. Bu anlamı sanatıyla gerçekleştirenlerdendi.Dünya bundan daha köklü nasıl değişebilir ki diye düşündüm. Köksüz duygular sağlam umutlara bundan daha anlamlı bir biçimde nasıl dönüşebilir?Güle güle Tuncel Kurtiz. Sizler bize Umut’u bıraktınız. Başka bir deyişle bizi umutsuz bırakmadınız.

Devamını Oku

Biber gazının sessiz mağdurları

27 Eylül 2013

Kimlerden bahsediyorum biliyor musunuz?.. Bu yazın en sessiz mağdurlarından. Taksim’in kuşlarından, kedilerinden, köpeklerinden, börtü böceğinden... Yaşadıkları gök kubbeli diyarı sisler içerisindeki bir sırça fanusa döndüren arbedenin içinde kalakalmışlardan. O hâlde gün ve geceler boyu neye uğradıklarını anlamadan mesken tuttukları yerden o ya da bu şekilde terk-i diyar eylemek zorunda olanlardan.İlk gözden çıkarılanlarYeryüzüne Özgürlük Derneği, Gezi’de yaşamına son verilen ya da yaralanan insanlar, hayvanlar ve ağaçlar için 28 Eylül Cumartesi günü, yani bugün saat 18.00’de Gezi Parkı merdivenlerinde önce bir basın açıklaması ardından da oturma eylemi yapacak. Diyorlar ki: ‘Hiçbir şeyden haberi olmayan, bir anda kendisini kaos ortamının içinde bulan hayvanlar vardı. Bu hayvanlara duyarlı kesim dışında kimse onlardan haberdar olmadı. Olsa da kimse bir şeyler yapmaya gerek duymadı. Bu süreçte kaç hayvanın katledildiğini bilmiyoruz hatta tahmin bile edemiyoruz çünkü hayvanlar bu gibi olaylarda ilk gözden çıkarılanlardan oldu hep.’Böylesi bir buluşmanın içine yitirilen insanlarla birlikte hayvanların ve ağaçların da alınması, ülkece yitirdiklerimizin sadece ‘bize benzeyenler’le sınırlı olmadığını ve sorumluluğumuzun yaşayan tüm canlılara dair bir sorumluluk olduğunu hatırlatması bakımından çok önemli. Bu en çok es geçilen hususun da böylece mercek altına alınması mümkün olacaktır. Gerçekten, nice insanın gösterdiği hassasiyete rağmen çok sayıda hayvan telef oldu. Bunun nedeni, elbette güvenlik güçlerimize verilen yetkiydi ve yetki doğrultusunda ülkemizin biber gazı stoklarını eritme faaliyeti... Başta vatandaşlar olmak üzere, tüm Gezi florası bu derin ‘görev bilincinin’ en yakın hedefi oldu! Hem de ne hedef!Var edebilmekBu yüzden Yeryüzüne Özgürlük Derneği’nin çağrısını son derece anlamlı buldum. Var etmek, bu ve buna benzer böyle sorumluluklarla mümkün çünkü. Bu sorumluluğun hatırlatılması ve yaygınlaştırılmasıyla. Savaşı ve şiddeti isteyenlerin atılan her bomba ve mermiyle öncelikle katledilen doğayı ve çaresizce bu şiddete mağdur kalacak canlıları düşünmesi gerekiyor. Yani öncelikle gerçekten çok masum olanları. Yani yeryüzünü ve özgürlükleri gerçekten önemsiyorsak.

Devamını Oku

Sular birlikte gökyüzüne bakar

22 Eylül 2013

İlgiyle izlediğim ‘Psikeart’ dergisi, eylül sayısını hemen hepimizi ilgilendiren bir konuya, ‘Uzlaşma’ya ayırmış. Genel Yayın Yönetmeni Emin Önder’in giriş yazısında da ifade ettiği gibi ‘ülkemizde ve dünyada yaşanan gelişmeler, uzlaşma konusunun çok yönlü işlenmesini’ ve bu konuda düşünülmesini sadece yararlı değil, elzem de kılıyor. Birbirinden güzel yazılar var, öneririm.Hande Öğüt’ün ‘Üzerinde Uzlaşılamayan Cinsiyet’ yazısı, Virginia Woolf’un tek bir cinsiyet kimliğine hapsedilmenin ağırlığını tartıştığı ‘Orlando’ adlı eşsiz romanına götürüyor bizi. Bu açıdan bakıldığında iktidar dilinin nerelere kadar uzanabileceğini görüyoruz. Belki bu yüzden İsmail Güzelsoy’un Gezi Parkı direnişi üzerine yazdıklarını da farklı bir gözle okuma şansı doğuyor. Güzelsoy uzlaşma olması için 4 koşul sunuyor bize:1- Düşmanlaştırıcı iktidarın erişemeyeceği bir yerde bulunmak2- Bir ortaklık ekseni üretmek3- Öteki kadar kendilik hâlini tanımlamak4- Öteki oluş hâllerini bir tehdit olarak görmemekUzlaşmanın, öteki gibi olma hâli olmadığını, kendi oluşunda ısrar edebilmekten ama ötekiyle de yan yana durmayı başarabilmekten geçtiğini hatırlatıyor bize Güzelsoy. Yani kimsenin kimseye benzemek durumunda olmadığını ama bunun yan yana durmaya da bir engel oluşturmadığını söylüyor. Dahası ‘ancak böyle yapıların iktidar üretmeyip, uzlaşma üretebildiğinin’ altını çiziyor. Gezi deneyiminin, Türkiye tarihinde ‘gerçek bir toplumsal uzlaşmanın ortaya çıktığı tek örnek’ olduğunu da vurguluyor.Çorakların ortasında bileMehmet Bekâroğlu’nun söyledikleri de çok ilginç: ‘Farklılıkları, farklı inanç, kanaat, kimlik ve yaşam tarzlarının bir arada yaşamasını sağlayacak yeni bir toplumsal sözleşme yapmalıyız, bunun için uzlaşma aramalıyız!’ Bekâroğlu tek tipleştirmenin totalitarizm ve faşizm olduğunu da belirtiyor. Sahi, bundan ne kadar da bıktık!Derginin sonlarına doğru değerli şairimiz A. Adnan Azar ‘Çal Geçişleri’ adlı yazısında çoraklıkların ortasında kalakalmışlığın bile farklı okumalara gebe olabileceğini söylüyor sanki bize. Belki bu yüzden yazdıkları, ne olursa olsun ‘sular birlikte gökyüzüne bakar’ biçiminde de okunabiliyor. Evet, ne olursa olsun, sular birlikte gökyüzüne bakıyor! Bunu görebilenlerse sağlam kalabiliyor, yaşamı takip edebiliyor. Azar’ın ‘Masa’ adlı şiirinin bir bölümünü sizlerle paylaşayım:“(...)Kelimeler aramızdadır çünkü;gidip gelirler;bazen dokunurlar bize; artıkürpermeyiz. Önümüzdegiderek büyüyen amakıpırtısız bir göl belirir.Masadaki bardaklarda ikiayrı su yarım kalmıştır.Sular birlikte gökyüzüne bakarlar.Gece inmez ama.Sesler gelir ve geçerler bizi.Masa büyüktür, kayın ağacındandır,Kalır bizimle.”

Devamını Oku

Kayıp Zamanın İzinde

21 Eylül 2013

Kayıp Zamanın İzinde, Fransız yazar Marcel Proust’un en sıradan duygunun geniş halkalarla başka anlara ve hayallere eklenebildiği başyapıtının adıdır. Yaşamın, bu derin yaratıcılığın eşliğinde nelere gebe olabileceğini düşünürsünüz. Anların nasıl derinleşebileceğini takip ettiğiniz satırlarla örülüdür kitap. Bir anın insan yaşamındaki karşılığını sayfalarca ama sayfalarca anlatır size Proust. Belki bu yüzden anın ne kadar kıymetli olduğunu fark etme şansını da yakalarsınız. Zaman kaybolup giderken, tıpkı kıyıya vuran dalgalar gibi, o dalgalardan geri kalana şaşkınlıkla bakakalırsınız. O küçük tortuda, aslında tarifsiz bir yaşam vardır.Ali İsmail Korkmaz’ın kayıp zamanlarıDün Kemal Göktaş’ın, Gezi olayları esnasında dövülerek yaşamını yitiren Ali İsmail Korkmaz’la ilgili haberini okurken hatırladım kitabı. Bir insanın kayıp zamanlarının ne anlama gelebileceğini bir kez daha düşünmeye de o zaman başladım. Olayın hemen önünde gerçekleştiği otele, olay esnasında bir şahıs giriyor ve kamerayı kapattırıyordu. Elinde gaz maskesi olan biri, bir sivil polis olduğu savlanan kişi. Geliyor ve kaydı kapattırıyordu ve bu kesintideki hikayenin patronu ve anlatıcısı o oluveriyordu birdenbire.Önce 74 saniyelik, sonrasında yaklaşık 18 dakikalık bir kesintiydi bu.74 saniyeyi bir kenara bıraktım ve 18 dakikalık bir boşluğa nelerin girebileceğini tasarlamaya çalıştım.18 dakika, bir kıyıdan bir kıyıya kısa bir deniz yolcuğu olabildiği gibi uzun bir işkencenin adı da olabilirdi. Her bir yumruk ve tekmenin karanlıkta bedene inen şiddetinin adı. Bedenine inen o her tekmede bir insanın bilinçle bilinçsizlik arasındaki bir noktada zihninde neyi canlandırabileceğini düşünmeye çalıştım. Geçmişin dehlizlerindeki bir çocukluk anısındaki öylesine bir sokak kavgası şiddeti de olabilirdi bu; sonrasında anneye sarılırken duyulan sıcaklık ve şefkat de; o sırada mutfakta demlenmekte olan bir çaydanlığın tıngırdamasının insanın kalbine verdiği huzur da... 18 dakika çok uzun bir süreydi. Yaşamınızı yeniden yazabilirdiniz. O ‘kayıp’ anında kafanıza üşüşmüş ve sizi sürekli tartaklayan birilerine karşı sarılabileceğiniz dünyalar kadar direnç noktanız olmalıydı belleğinizde.Bu şiddeti yaratan ‘kayıtsızlık’ bir gün bu ülke topraklarında sona erdiğinde Ali İsmail Korkmaz’ın o 18 dakikalık kayıp zamanı bize çok ama çok önemli gerçekleri öğretmeye aday olacaktır. Oradaki vahşetin dehlizlerinde nelerin saklı olduğunu görmeye cesaret edebildiğimizde. Hukuk devleti olmanın ne anlama gelebileceğinden tutun da insan haklarına kadar bir sürü şey...***Dolmabahçe camisinin muezzin ve imamı görevlerinden alınarak başka yerlere verildi. Zamanın ruhuna uyabilseler, ‘evet camide herkes kafayı çekti’ diye demeçler verip, ortalığın kan gölüne döndüğüne dair kayıtlara rağmen ‘bunlar buranın kayıtları değil valla’ deselerdi her şey çok farklı olabilirdi onlar için. Ya da son modaya uyup kayıt aletini kapatıverseler, zamanı kendilerine göre şekillendiriverselerdi...Ama yapmadılar... Yap-ma-dı-lar.Bizlere de insanlık dersi verdiler. Bu kadar yalın işte.

Devamını Oku

Orhan Kemal 99 yaşında

20 Eylül 2013

Edebiyatımızın büyük ismi Orhan Kemal yaşasaydı bu eylülde tamı tamına 99 yaşında olacaktı. Geçtiğimiz salı günü Everest Yayınları ve Orhan Kemal’in ailesi tarafından bir etkinlik düzenlendi İstanbul Cihangir’deki Orhan Kemal Müzesi’nde. Yetişemedim ama aklım orada kaldı!Bizlere yaşamın gerçek kumaşını, o kumaşın dokunduğu ipin esnekliğini ve dayanıklılığını, gerçek tene dokunurkenki hâlini kurguyla anlatan eşsiz bir yazardı Orhan Kemal. Onun giysilerini giyen kahramanlar da belki bu yüzden çok gerçekti. O kadar gerçektiler ki bugün hâlâ yaşıyorlar!Zaman zaman sorarlar: Edebiyattaki gerçek, yaşamın gerçeğine nerede denk düşer?’ diye. O zaman elim hemen onun o güzelim öyküsüne gider. ‘Çikolata‘ya. ‘Dünyada Harp Vardı‘ adlı kitabında geçen öykünün konusu üç çocuğun yaldızlı kâğıtların içerisindeki çikolatalar bahanesiyle çekişmesidir. En azından öyle görünür. Arka planda ise insanı insana anlatan, sınıf tanımaz, sınıf ötesi bambaşka bir gerçeklikle burun buruna geliriz. İnsana dair şüphelerim arttığında o öyküyü döner döner okurum.Ancak umutsuzluğa kapılmamalı, insana dair kıvılcımları yakaladığımda da ilk aklıma düşen öykülerden birisidir o.Yola çıkarken...Edebiyattaki gerçeğin yaşamı ve insanı katışıksız olarak resmedişi, tıkış tıkış anlarda bir ferahlık sağlar insana. Küçük hesaplar, çıkarlar, fesatlıklar... Hemen hepimizin mustarip olduğu hususlar işte. Ancak diğer yandan bunlarla yüzleşebilmenin de en temiz yoludur edebiyat. Görmektir. İnsanın ne olduğunu, sınırlarının ne olduğunu anlamak ve yola devam etmektir. Edebiyat bir pusuladır; birçok konunun aksine, yaşarken yön gösteren bir pusula. Tıpkı Amerikalı şair Theodore Roethke’nin dediği gibi ‘Gitmem gereken yere giderek öğreniyorum.’Gitmeniz gereken yer neresidir, bilmiyorum. Ancak bir yolunuz varsa sorun yok! O yolda giderken çıkınınıza Orhan Kemal’i koymayı unutmayın derim. Pişman olmayacaksınız...Onu yakından takip etmek istiyorsanız çocukluk ve ilk gençlik yıllarını anlattığı ‘Baba Evi’ ile başlamanızı öneririm. Bir sonraki aşamada ‘Avare Yıllar’a geçebilirsiniz. Ardından ‘Cemile’ gelsin. ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ ve ‘Eskici ve Oğullarını’ da kaçırmayın. Giderken bu sayede ‘öğrendiğinizi’ de fark edecek ve belki de yaşama daha farklı gözlüklerle bakacaksınız.99 yaşındaki bu ölümsüz yazarımızı keşfederken kendinize ait olanları da keşfetmeniz dileğiyle.(Ajandaya not düşmeli, bir ara Orhan Kemal Müzesi’ni de ziyaret etmeli; oğlu Işık Öğütçü’ye verilmiş bir sözüm var.)

Devamını Oku

Haydi okula!

15 Eylül 2013

‘Yeni tarih öğretmeni nasıl?’ diye sordu İsmet.‘Kıyak adam’ dedi Ahmet, ‘öğretmene hiç benzemiyor.’‘Evet hiç benzemiyor. Yüzü gülüyor.’Yukarıdaki satırlar ‘Yolun Başındakiler’ adlı yeni bir gençlik kitabından. Usta öykücümüz Cemil Kavukçu’nun gençler için yazdığı, Günışığı Kitaplığı’nın Köprü Kitaplar dizisinden.Kavukçu bu kitabında, her zamanki canlı karakterleri ve usta işi kurgusuyla bizlere yasakçı ve ezberci bir sistemde soluk almaya çalışan gençlerin öykülerini anlatıyor. Okulun katı kurallarına uymadılar diye hemen her hafta ‘ibretlik’ olarak diğer öğrencilerin önüne çıkarılan çocukların azarlanıp aşağılandığı bir eğitim sisteminden kesitler sunuyor bizlere.Dirseklerimiz çürürkenKavukçu’nun satırlarını okurken yer yer kahkahalarla güldüm, yer yer hüzünlendim... Hemen hepimiz o asık suratlı, ‘ya acaba evinde de bu kadar mutsuz mu?’ diye sorduğumuz öğretmenlerin ellerinde büyüdük. İstisnalar elbette vardı, var olsunlar. Ancak hemen her pazartesi bir korku imparatorluğunun içine düşmüş hissine kapılarak büyümeye çalıştık; disiplin kurallarından ve yapmamamız gerekenleri dinlemekten gına gele gele sıralarda dirsek çürüttük. Karşısındakini aşağılamayı mesleki sorumluluk sayanlarla yola çıkmak, bir süre sonra eleştirelliğin ne olduğunu hiç ama hiç anlamayacağımız bir kıyıya attı bizi. O kadar sert bir iklimde büyüdük ki yaşamın da sert bir iklim olduğuna inandık.Sonrası mı?Sonrası aynı teraneydi.Hemen her bayrak töreninde çocuklara bağıran müdürler ritüeli oldu hayatımız. Ondan sonrası mı?Kızgın müdürler yerlerini müzik öğretmenlerine bırakır ve bu kez müzik öğretmenleri çatık kaşlarıyla öğrencilere seslenirdi:‘Ses veriyorum: Korkmaaaa!’‘Korkma’ diye diye...Neredeyse tamamı korku ve korkutmak üzerine kurulmuş bir eğitim sistemine her pazartesi ‘korkma’ diye başlar ve her cuma ‘korkma’ diye veda ederdik.Hâl böyleyken korkmamak mümkün değildi!Şunu eğitimimiz hiçbir zaman tam olarak anlamak istemedi: Korkutularak büyüyen çocuklar korkan büyükler hâline gelir. Korkak büyüklerse bu korkularını kendilerinden yaşça küçük ya da mevkice aşağıda olanları korkutarak gidermeye çalışır.Böyle bir kısır döngüdür gider... Ta ki... Bir gün birileri çıkabilir ve diyebilir ki ‘yahu korkunun ecele faydası yok, haydi yaşamayı öğrenelim.’- Eğitim sistemimizin mesleğini seven, gençlere saygı duyan, onları korkutarak değil birey olarak yetiştiren kadrolarına sevgi, şükran ve saygıyla. İşiniz zor ama olanaksız değil. İyi bir yıl olsun.

Devamını Oku

İyi ki doğdun Hrant Dink!

15 Eylül 2013

Bugün Hrant Dink’in doğum günü. Onu yitirişimizin ardından nice bahar geçti. Dava ise bitmedi, hatta her şey yeniden başlayacak... Hatırlar mısınız bilmem, mahkeme suikastin ardından bir örgüt bulunduğuna dair bir şeye rastlamamış (Bunun örgütlü bir cinayet olduğunu Marmara’daki balıklar, havadaki kuşlar, göllerdeki sazanlar bile biliyor!) ve Dink’in katilleri, neredeyse onların sırtlarını sıvazlayan tuhaf bir adalet anlayışıyla çok makul cezalar almışlardı. Bereket Yargıtay karara itiraz etti. Bu Salı dava yeniden görülmeye başlıyor.Cinayetten önce Hrant Dink’in avukatlığını yürüten Fethiye Çetin’in bu yoğun günlere denk düşen bir kitabı çıktı Metis Yayınları’ndan. Mürekkebi kurumadan elime ulaşan bu kitabın birçok hüznü barındırırcasına yaşamla harçlanmış bir adı var: ‘Utanç Duyuyorum’.Dikkatli okurlarımız Çetin’in 2004 yılında çıkan ‘Anneannem’ adlı kitabını hatırlayacaklardır. Kitap Türkiye’de ve dünyada büyük bir yankı uyandırmıştı. Ardından Ayşe Gül Altınay’la birlikte ‘Torunlar’ geldi. Çetin’i, bu iki kitabını okuduktan sonra tanıma şansına eriştim. Sanki kırk yıldır tanıdığım bir insandı. Hemen her kitabında Ermeni olmanın bu toplumdaki karşılığını bizlere sıcak bir kalbin bilgeliğiyle aktaran Fethiye Çetin’di o.Aynı Çetin bu kez Dink davasını bizlerle tartışıyor. Ne var ki konu biraz daha çetrefil bu kez. Neden derseniz, Hrant Dink davası özelinde aslında bugünümüzü anlatıyor bize... Bu davanın içinden süzülenlerin hepimizi o ya da bu şekilde ilgilendirdiğini söylüyor. O cinayet, ‘pek çok cinayette olduğu gibi Ergenekon’u aşan, onun üzerinde, daha derin bir yapı tarafından’ işlenen diğer cinayetleri hatırlatıyor. Çetin, Hrant Dink cinayetinin, öncesi ve sonrasıyla, en yakın görgü tanıklarından biri olarak cinayetin hazırlık sürecinin yargı ayağını, süreçte rol alanları, açılan davaları, duruşma ve kararları bir avukatın gözlemleriyle aktarıyor bizlere. Kendisinin ‘bir tanıklığın hikayesi’ diye tanımladığı bu kitap, hakikat karşısında faillerin en büyük savunma mekanizmaları olan ‘gizlilik, sessizlik, unutturma ve inkâr’ın topluma nasıl sindirilmiş olduğunun da bir kanıtı. Dahası, buna o ya da bu şekilde onay verişimizin de.‘Seyircisiz zulüm olmaz’ cümlesi kulaklarımızda çınlamaya devam ederken seyircileriyle güçlenen nice cinayetin bu ülkede tek tek aydınlığa kavuşmasını dileyenlerden biri olmak bu cinayetlerin önüne geçmeye yetmeyecek, biliyorum. Ancak Fethiye Çetin’in dediği gibi ‘geçmişten aldığımız utancı geleceğe ve genç kuşaklara taşımamak için’ üstü örtülenleri, sumen altı edilenleri açığa çıkarmak, yeniden düşünmek ve anlamak durumundayız. Geleneksel suç ortaklığımızdan kurtulmanın yolu buralardan geçiyor. Saklanmaktan, unutmaktan, yokmuş gibi davranmaktan, ama diye başlayan cümleler kurmaktan vazgeçerek.Hrant Dink davasındaki hakikat bu ülkenin hakikatidir. Bekliyoruz. Mutlu insanların yaşadığı bir ülkede var olmayı umut ederek...Er ya da geç.‘Utanç Duyuyorum’u bu sonbahar okuyun derim.

Devamını Oku

İnsan sadece kurşunla öldürülmez

13 Eylül 2013

Modern düşüncenin ne olduğunu fark etmemize büyük katkıları olan bir düşünürü yitirdik bu hafta: Marshall Berman. Yazar, katı olan her şeyin buharlaştığını savladığı aynı adlı kitabında , (Katı Olan Her şey Buharlaşıyor, çev. Bülent Peker ve Ümit Altuğ, İletişim Yayınevi) eleştirel gözlüklerimizi takıp hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anlatıyordu bize. Modernliği ve vaatlerini düşünürken, aynı vaatlerin nasıl da sonumuzu getirmeye yazgılı olduğunu, kısacası modern yaşantının aslında, bir nevi, kendi bindiği dalı kesmek anlamına geldiğini söylüyordu. Benzer vaatlerin bütünleştirici bir dünya hevesini, bizleri, nihayetinde acılara, kutuplaşmalara ve parçalanmışlıklara iteleyen manevralar olduğunu tartışıyordu.Bu yüzden de ‘her şey geride kaldı, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ sözlerinin sadece vasat bir nakarattan ibaret olduğunu, hemen her şeyin, orada, insanı ve hayallerini yıkıma uğratmak için tasarlandığını söylüyordu Berman.Devletin gençliği!Yakın bir zamanda, arkadaşlarımla birlikte orta yaş usulü bir yemek yedik. Benim kuşağım 80 darbesinin köklerini köklerimize doladığı bir kuşaktır. İş bir noktadan sonra ‘devletin gençlere karşı sergilediği zalimliğe’ geldi dayandı. Tuhaftır, bir yerden sonra konuşmalar hep burada gelir, durur. İçten içe biliriz ki, söze dökülmemiş gizli bir anlaşmadır bu aramızda, susarız. 12 Eylül’ün tarih kitaplarına giremeyen, bundan böyle girse de başka mağduriyetlerle cilalanarak karşımıza çıkacak gerçek yüzü, o kısacık sessizliğimizde gizlidir. Gençliğimizin üzerine dökülen ölü toprağıdır o an, hatırlayıveririz. O hatırlayışta insanları ölüme mahkûm etmek vardır elbette. Ama şu da vardır: İnsanları sadece kurşunla öldürmezsiniz; onların hayallerini ve yaratıcılıklarını çalarak da öldürebilirsiniz.Bu talan esnasında devletin elimize tutuşturduğu ‘bütünleştirici’ (ama aslında tamamen ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı, militarist) reçetesi ise şudur: ‘Bana tabi ol, gerisini merak etme sen! Sana güzel bir gelecek vaat ediyorum. Tekrarla bakayım: Vatan, millet ve de Sakarya. Aferin!’Buharlaşamayan gerçekBugüne baktığımızda ne görüyoruz peki?Bir kere çok moderniz! Sürekli olarak bir elimiz yağda bir elimiz balda etkisi uyandıracak laflar uçuşuyor etrafımızda. Şöyleyiz, böyleyiz. O kadar bir ‘şeyiz’ ki komşularımıza bile demokrasi dersi verir hâle gelmiş bulunuyoruz. Başvurulan cümle ise yine aynı: Vatan, millet, Adapazarı... Bu cümlenin etrafında dönense geçmişin aynı ruhudur. O ruhtan havaya karışan, bizim gibi olanlar ve olmayanlar hâlinin meşru kılınmaya çalışılması. Şu an en sıradan sokakta bile soluduğumuz bu ayrımın ve ayrımcılığın farkında olmayan yoktur herhâlde...Bu arada ifade özgürlüğü adına bir milim yol kat edememiş olduğumuz gerçeği sürekli olarak buhar olmaya mahkûm. Belki bu yüzden ülkemizde hâlâ gençlere bir illetmiş gibi davranılıyor. Dahası ve ‘yine’ yolun baharında yaşamlarını yitiriyorlar. Hâl böyleyken ‘yine’ bir şiddet sarmalının içine hızla sürükleniyoruz. Ortalıkta toz zerreleri gibi uçuşan komplo teorileri arasında bir görünüp bir yok olan gerçek, bir dost ortamında boğazımızda düğümlenen bir cümlenin eşliğinde, yalın bir sessizliğe gömüldüğümüz o kısacık anda karşımızda duruyor. Ne mi o cümle?‘Biz bu filmi adımız gibi biliyoruz’ diyoruz, ‘biz bu filmi çok seyrettik çok.’

Devamını Oku