Uzman isim açıkladı: Kilo verdiren çaylar… Yağ yakmaya ve ödem atmaya yardımcı oluyorlar

24 Mayıs 2024

Kilo vermek, birçok insanın sağlığını ve genel yaşam kalitesini iyileştirmeye yönelik bir hedef olarak biliniyor. Uzmanlar bu süreci; dengeli beslenme, düzenli egzersiz ve sağlıklı yaşam alışkanlıkları üzerine odaklanan bütünlüklü bir yaklaşım olarak tanımlıyor. Ancak bu süreç, bireyden bireye farklılık gösterebiliyor. Örneğin herkes için etkili olan herhangi bir yöntem size hiçbir fayda sağlamayabilir. Bu yolculukta iki önemli unsur var; birincisi sabırlı olmak ikincisi de uygun sıvı tüketimi… Neredeyse tüm diyet listelerinin başında “sık sıvı tüketin” cümlesi geçer. Pek çok diyetisyen de suyun bu süreçte çok önemli olduğunun altını çizer. Fakat sağlıklı kilo kaybı için tek başına bu yöntem yeterli değildir. Çünkü çok ciddi destekçiler de gerekiyor. Ödüllü diyetisyen Lauren Manaker, geçtiğimiz günlerde Health dergisinde kilo verme yolculuğunda en önemli destekçilerin çaylar olduğunu açıkladı. Manaker, beslenme ve spor düzeninin yanı sıra tüketilen çayların, yağ yakmaya ve ödem atmaya yardımcı olacağı gibi, iştahı keserek yeme güdüsünü kontrol altına alabileceğini söyledi. Peki hangi çaylar zayıflama sürecinde etkili?YEŞİL ÇAY Lauren Manaker, yeşil çayın hem antioksidanlar hem de kafein içerdiğini ve bunların her ikisinin de kilo kaybına yardımcı olabileceğini açıkladı. Manaker, “Kateşinler adı verilen antioksidanlar metabolizmanızı destekler, vücudun yağ yakmasına ve karın bölgesindeki yağların azaltılmasına yardımcı olur. Kafein ayrıca kilo kaybına da yardımcı olabilir çünkü vücudun kalori yakma hızını hızlandırır. Yeşil çay tüm bunları iyi bir şekilde karşılıyor. Ayrıca vücudun, yağları enerji kaynağı olarak kullanmasına da yardımcı oluyor” ifadelerini kullandı.SİYAH ÇAY Siyah çay, çaydaki flavonoid (pek çok bitkide bulunan güçlü antioksidanlar) düzeylerini artıran bir fermantasyon sürecinden geçer. Thearubiginler ve theaflavinler olarak adlandırılan bu flavonoidlerin, metabolizmaya yardımcı olduğu ve kilo kaybına katkıda bulunduğu düşünülüyor. Siyah çaydaki ‘polifenol’ (sağlığa olan faydaları ile bilinen organik bir bileşik çeşidi) adı verilen antioksidanların kilo vermede çok etkili olduğuna dikkat çeken Lauren Manaker, “Aslında siyah çay, yeşil çay ile aynı bitkiden oluşur, sadece işleme yöntemleri farklıdır. Siyah çayın, kilo verdirme dışında kalp sağlığı ve beyin fonksiyonu üzerindeki etkileri gibi çeşitli sağlık yararları da bulunuyor” dedi. OOLONG ÇAYI Oolong çayı, yeşil ve siyah çaylar gibi ‘camellia sinensis’ denen bitkinin yapraklarından üretiliyor. Fakat çayın işlenme biçimi onu diğer çaylardan ayırıyor. Fermantasyon süresi yeşil çaydan daha uzun, siyah çaydan ise daha kısa tutuluyor. Bu iki çaya göre de dayanıklılık süresi oldukça fazla.Oolong çayının da kilo kaybına yardımcı olabilecek çeşitli polifenolik bileşikler içerdiğinin altını çizen Lauren Manaker, "Bu biyoaktif bileşenlerin yağ metabolizmasını güçlendirdiğine, vücudun yağları daha verimli yakma yeteneğini arttırdığına dair araştırmalar var. Örneğin Nutrients dergisinde yayımlanan araştırma bize bu çayla ilgili güçlü veriler sunuyor” dedi. Manaker, şöyle devam etti: “Araştırmada iki hafta boyunca oolong çayı içen kişilerde yağ oksidasyonunun arttığı bulundu. Bunun da kilo kaybına yardımcı olabileceği ortaya kondu. Araştırmacılar ayrıca oolong çayının insülin seviyelerini ve kan şekerini düşürebileceğini de gözlemlediler.”NANE ÇAYI Nane çayı, gastrointestinal (mide-bağırsak) sistem kaslarını gevşeten mentol sayesinde sindirimi iyileştiriyor. Mentol ayrıca şişkinliğe de yardımcı oluyor. Manaker, “Nane çayı da diğer çaylar gibi kilo verme sürecinde sihirli bir içecek. Yapılan araştırmalara göre nane kokusu iştah bastırıcı olarak hareket ediyor. Bu da ciddi oranda kilo kaybına yol açıyor” ifadelerini kullandı. ZENCEFİL ÇAYIZencefil çayının içinde antioksidan ve antiinflamatuar görevi gören gingerol bulunuyor. Bu da vücudun kalori yakma yeteneğini artırıyor. 2012 yılında Metabolism dergisinde yayımlanan bir araştırmaya dikkat çeken Lauren Manaker, “Bu çalışmada zencefil çayı içen kişilerin daha az acıktığını ve daha az yemek yediği bulundu” ifadelerini kullandı. HİBİSKUS ÇAYI Hibiskus bitkisi, ebegümecigiller ailesinden gelerek, farklı bölgelerde Mekke gülü, gül hatmi, nar çiçeği, hatmi çiçeği ya da amber çiçeği gibi farklı isimlerle biliniyor. Dünyanın birçok yerinde hibisküs bitkisi, gıda ve ilaç yapımında da kullanılıyor. Manaker, hibiskus çayının kilo kaybına katkıda bulunabilecek diğer içeceklere göre daha lezzetli ve kalorisiz bir alternatif olduğunu söyledi. Çayın etkilerine de değinen Manaker, “Ebegümecinin antosiyaninler adı verilen birincil bileşiklerinin vücudun karbonhidrat emilimini sınırlayabiliyor. Ayrıca Hibiskus, obezite karşıtı etkileri de bulunuyor. En önemlisi de bu çay vücutta yağ birikimini sınırlayabiliyor” dedi. ROOİBOS ÇAYI Güney Afrika’ya özgü Aspalathus linearis bitkisinin yapraklarından elde edilen rooibos çayı, kırmızı bitki çayı olarak biliniyor. Minik sarı çiçekleri bulunan bu çay türü, tıbbi amaçlar için de kullanılıyor. Lauren Manaker, “Bu doğal tatlı çay, daha şekerli içeceklere olan isteğinizi azaltmanıza yardımcı olabilir. Çünkü bu çayda vanilya aromasına yakın bir tada sahip olan rooibos maddesi bulunuyor. Ayrıca çayda aspalatin adı verilen vücuttaki yağ depolamasını azaltan ve kan şekerinin düzenlenmesine yardımcı olabilecek bir antioksidan da bulunuyor” dedi.

Devamını Oku

Bilim dünyası bu soruya cevap arıyor: Z kuşağı neden yaşından büyük görünüyor? ‘Kimse 27 yaşında olduğuma inanmıyor’

23 Mayıs 2024

Bugüne kadar hiçbir kuşak, Z kuşağı kadar popüler olmadı. 1996 ila 2015 yılları arasında doğan kişilerin ifade edildiği Z kuşağı, bazı konularda çok avantajlı olsa da bazılarında dezavantajlı olarak yorumlanıyor. Bu olumsuzlukların başında ise hızlı yaşlanma geliyor. Özellikle 20’li yaşlarında olanların daha yaşlı göründüğü üzerinde duruluyor. TikTok'ta milyonlarca kez görüntülenen gönderilerde dikkat çeken bu teori, tamamı 27 yaşın altındaki genç yetişkinlerin, kendilerinden önceki nesil olan Y kuşağından daha yaşlı göründüğü yönünde... Bu teoride başı çeken kişi ise 26 yaşındaki fenomen Jordan Howlett. ‘KİMSE 27 YAŞINDA OLDUĞUMA İNANMIYOR’ Bir TikTok videosunda “Y kuşağının yaşlarına göre çok daha genç göründüğü, Z kuşağının ise daha yaşlı göründüğü bir zamanda yaşıyoruz. Ben 26 yaşındayım ve Z kuşağıyım. Fakat kimse yaşımın 26 olduğuna inanmıyor. 40-50 yaş arasında olduğumu sanıyorlar. Hatta annemi yanımda görünce abisi olduğumu düşünüyorlar. Bunun temel nedeninin stres olduğunu düşünüyorum” dedi. ABD'li araştırmacılar da Z kuşağının daha yaşlı gözüktüğü düşüncesini destekliyor. Uzmanlar, bu durumu Z kuşağının biyolojik yaşları olarak bilinen vücutlarındaki hücrelerin yaşı, gerçek yaşlarından önemli ölçüde daha büyük şeklinde yorumluyor. Bu da yaşam tarzı, diyet, çevre ve stres gibi etkenlerin vücutta yarattığı aşınma ve yıpranmayla kendini gösteriyor. ‘YETİŞKİNLERDE GELİŞMESİNİ BEKLEDİĞİMİZ HASTALIKLARI ARTIK GENÇLERDE GÖRÜYORUZ’ Sheffield Üniversitesi Sağlıklı Yaşam Enstitüsü'nün eş direktörü olan Prof. Dr. Ilaria Bellantuono konuyla ilgili Daily Mail’e yaptığı açıklamada, “Gözlemlerimize dayanarak yeni kuşağın oldukları yaştan daha büyük gösterdiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak genç neslin neden daha hızlı yaşlandığını henüz kesin bir şekilde söyleyecek kadar bilgi sahibi değiliz. Bu konuda araştırmalarımız devam ediyor” dedi ve ekledi: “Ancak bunun nedeni olarak şimdilik şu açıklamayı yapabiliriz; gençlerde daha fazla hastalık görüyoruz, normalde yaşlı yetişkinlerde gelişmesini beklediğimiz türde hastalıklar. Bu da ‘hızlandırılmış yaşlanma’ etkisi yapıyor olabilir.” Ayrıca Prof. Dr. Ilaria Bellantuono bu sorunun oluşmasında çok genç yaşta yanlış cilt bakımları ve erkenden estetik operasyon yapılmasının de etkili olabileceğinin altını çizdi. KANSER VAKALARININ ARTIYOR OLMASININ ETKİSİ VAR MI? Çoğu bilim insanı Z kuşağındaki bu durumu gücünü artıran kansere de bağlıyor. Örneğin geçtiğimiz günlerde uluslararası bir kanser konferansında yayımlanan yeni bir araştırma, belirli kanser türlerine (özellikle akciğer, mide-bağırsak ve rahim kanserleri) sahip gençlerin, araştırmacıların ‘hızlandırılmış yaşlanma’ olarak tanımladığı duruma dair kanıtlara sahip olma ihtimalinin yüksek olduğunu ortaya çıkardı. Araştırmada açıklanan istatistiklere göre 1990-2018 arasında, Birleşik Krallık'ta 25 ila 49 yaş arası kanser vakaları yüzde 22 arttı. Bunu neyin tetiklediği belirsizliğini koruyor. Ancak bu durum şimdilik genetik, yaşam tarzı, beslenme ve çevresel faktörler arasındaki karmaşık etkileşime atfedildi.Ayrıca ABD'deki son çalışma ilgi çekici ayrıntılara daha fazla yer veriyor. St Louis'deki Washington Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden araştırmacılar, yarım milyon İngiliz yetişkinin tıbbi ve genetik bilgilerini içeren Birleşik Krallık Biobank'tan alınan verileri kullandılar ve kandaki biyolojik yaşla ilişkili ölçümlere baktılar. En belirgin biyolojik yaşlanmaya sahip olanlarda erken başlangıçlı akciğer kanseri riski iki kat daha fazlaydı. Ayrıca gastrointestinal tümör geliştirme olasılığı yüzde 60'tan fazla bulunurken, rahim kanseri riski de yüzde 80 daha yüksek çıktı. Geçen yıl Bristol Üniversitesi araştırmacıları tarafından bağırsak kanserinde de benzer bir model bulundu. Biyolojik yaşın gerçek yaştan fazla olduğu her yıl için bağırsak kanseri riskinin yüzde 12 arttığı ortaya çıktı. Şaşırtıcı olan ise ABD'deki araştırmanın en genç katılımcıları 27 yaşın altındaydı.Harvard Üniversitesi'nden epidemiyolog Dr. Shuji Ogino tarafından yürütülen bir başka araştırmada ise kanser oranlarının 20’nci yüzyılın ortalarından bu yana istikrarlı bir şekilde arttığı kaydedildi. Dr. Ogino yaptığı açıklamada “1950'den bu yana, birbirini takip eden her neslin erken başlangıçlı kanser riskinin daha yüksek olduğunu bulduk” ifadelerini kullandı. Dr. Ogino, şöyle devam etti:“Genç ve sağlıklı insanlarda hücreler genellikle kendilerini onarabilir ve yenileyebilir. Ancak yaşlandıkça (doğal olarak veya erken) bu süreç işlevsiz hale gelebilir. Hücreler onaramayacakları hasarları biriktirebilir. Bu durum iltihaplanmayı ve hastalıkların gelişmesini tetikleyebilecek ‘zombi hücrelere’ dönüşebilir. Tüm bunların dışında yeni nesilde ivme kazanan başka gelişmeler de var.” ERGENLİK YAŞI DA DÜŞMEYE BAŞLADI Dr. Shuji Ogino, “Örneğin, ergenlik özellikle kızlarda her 10 yılda bir üç ay erkenleşiyor. Bugün bir kız çocuğunun ortalama ergenlik dönemi yaşı 11, yani 40 yıl öncesine göre bir yıldan daha erken. Bu bile yeni kuşağın olduğundan daha yaşlı görünmesine neden olabilir” dedi. Kopenhag Üniversitesi Sağlıklı Yaşlanma Merkezi direktörü Prof. Dr Lene Juel Rasmussen de erken ergenliğin etkili olduğunu ama en önemlisinin aileden alınan hastalıklar olduğunu söyledi. Prof. Dr. Rasmussen, “Anne-babanızın nasıl yaşadığı kesinlikle sağlığınızı etkiliyor. Ailenizden ne kadar çok hasarlı DNA devralırsanız, o kadar çok hasar taşırsınız” ifadelerini kullandı. ELEKTRONİK SİGARA ERKEN YAŞLANMAYA NEDEN OLUYOR!Ancak Z kuşağının ebeveynlerini suçlayamayacağı bazı sorunlar var. Bunlardan en önemlisi ise elektronik sigara salgını… Uzmanların hemen hemen hepsi sigaranın her türlüsünün erken yaşlanmayı tetiklediğini düşünüyor. Çünkü nikotin, cildi sıkı ve dolgun tutan, ince çizgilerin ve kırışıklıkların oluşumunu hızlandırabilen bir protein olan kolajenin parçalanmasıyla bağlantılı...Ayrıca küçük kan damarlarının daralmasına neden olarak cilde oksijen ve besin tedarikinin azalmasına neden oluyor. Ne yazık ki elektronik sigara oranları hızla yükseliyor. Örneğin 2020'de yüzde 13,9'a kıyasla artık beş gençten biri elektronik sigara denediğini itiraf ediyor. Ohio'daki araştırmacılar tarafından yapılan yeni bir çalışmada ise sigara içenlerin akciğerlerinde, sigara içmeyenlere kıyasla daha hızlı yaşlanma belirtileri ortaya çıktı. 

Devamını Oku

Araştırma sonucu korkuttu: Öfke 40 dakikalığına kalp krizi riskini artırıyor! Bu nasıl oluyor? ‘Bir kez sinirlenme damar genişleme yeteneğinizi bozuyor’

16 Mayıs 2024

Hafif belirtilerle kendini gösteren rahatsızlıklardan tutun da çok şiddetli hiddete kadar görülen duygu durumu, ‘öfke’ olarak adlandırılıyor. Olumlu duygular kadar normal olan öfkenin çok sık olması ise pek çok sorunları beraberinde getiriyor. Geçtiğimiz günlerde Journal of the American Heart Association’da yayımlanan yeni bir çalışmada ABD’li bilim insanları, öfke duygusunun kan damarlarının işlevini bozarak kan akışını ciddi bir tıbbi olaya yol açabilecek şekilde kısıtlayabileceğini ortaya koydu. Araştırmacılar, 280 katılımcı üzerinde çalıştı ve bu kişileri rastgele sekiz dakika sürecek üç çalışmaya ayırdı. Birinci gruptan kendilerini çok kızdıran bir anıyı hatırlamaları, ikinci gruptan bir endişe anını hatırlamaları ve üçüncü gruptan ise üzüntü hissine neden olacak cümle okumaları istendi. ÖFKE, 40 DAKİKA İÇİNDE DAMARLARIN İŞLEVİNİ BOZUP KALP KRİZİ RİSKİNİ ARTIRIYOR Bu görevlerden sonra bilim insanları, hücre sağlığını değerlendirmek için 3, 40, 70 ve 100’üncü dakikalarda kan basıncı ve kan damarı genişlemesi ölçümleri için katılımcılardan kan örnekleri aldı. Elde edilen sonuca göre, öfkeye neden olan geçmiş olayları hatırlatılanlarda 0 ila 40 dakika arasında kan damarı genişlemesinde bir bozulma olduğu gözlendi. Bu bozulma 40’ncı dakikadan sonra mevcut değildi. Fakat bilim insanları, bu 40 dakikanın kalp krizinin oluşması için yeterli kadar güçlü olduğunun altını çizdi. New York'taki Columbia Üniversitesi Irving Tıp Merkezinde kardiyolog ve hipertansiyon merkezi eş direktörü olan çalışmanın baş yazarı Dr. Daichi Shimbo, “Öfke, kan damarlarınız için kötüdür. Arterlerinizin işlevini bozar ve bu da kalp krizi riskiyle bağlantılıdır. Bir kez sinirlenmenizin damar genişleme yeteneğinizi bozduğunu gördük. Peki ya hayatınız boyunca 10 bin kez sinirlenirseniz ne olur? Bu, kalıcı hasara yol açabilir” değerlendirmesini yaptı. ÖFKE NASIL OLUYOR DA KAN DAMARINDA BOZULMAYA NEDEN OLUYOR? Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğum Kardiyoloji Uzmanı Doç. Dr. Hale Ünal Aksu, “Öfkenin kan damarlarının işlevini nasıl bozduğu tam olarak bilinmiyor. Çalışmada da açıklanmıyor. Burada eski verilere dayanan birtakım hipotezler var. Bunlar da stresin biyolojik sonuçlarıyla ilgili” dedi ve ekledi: “Temel olarak stresin sempatik sinir sistemimizi aktivite ettiği biliniyor. Bu aktivasyon, damar yatağı hücrelerimizin fonksiyonunu bozuyor. Başka bir takım potansiyel yollar da var. Örneğin; ‘nitrik oksit’ dediğimiz damarlarda genişleme yapan maddeden yararlanılmasının azalması, oksidatif stres, atardamalarda iltihabi durum ve damar yatağında bozulmaya yol açan maddelerin artması gibi… Bu mekanizmaların hepsi streste ilişkili olarak damarsal bozulmaya yol açıyor.” ‘40 DAKİKA SONRA FONKSİYON KAYBI YENİDEN GÖRÜLEBİLİR’ Çalışmada en önemli sonucun 40 dakika detayı olduğunun altını çizen Doç. Dr. Aksu, “Gelişen öfkenin 40 dakika içinde damar işlev bozukluğuna neden olmasının ortaya çıkarılması çok önemli… 40 dakikadan sonra bu negatif etki ortadan kalkıyor. Ancak bu durum bize oluşan fonksiyon kaybının geçici ve geri dönüşümlü olduğunu da gösteriyor” dedi.  Ayrıca Doç. Dr. Aksu, “Şu an mevcut çalışma kısa süreli öfke uyarılmasının kısa dönem sonuçlarıyla ilgili… Yani uzun süren öfkenin damar sistemi üzerindeki sonuçlarını göstermiyor. Bu çalışmada bilim insanları sık öfkelenen kişilerin damar yatağına kronik bir hasar verip vermediğine odaklandı. Nispeten de bir cevap buldu” ifadelerini kullandı. BU DURUM HER YAŞ GRUBU İÇİN GEÇERLİ Mİ? Bu soruma “Aslında araştırmadaki sınırlamalardan biri de bu… Örneğin çalışmada yer alanlar genelde sağlıklı gençlerden oluşuyor. Öfke grubun ortalama yaş aralığı 24-26” cevabını veren Doç. Dr. Hale Ünal Aksu, “Kalp damar hastası olan ya da kalp damar hastalığı risk faktörü olanlar veya kalp rahatsızlığı ile ilgili ilaç kullananlar çalışma dışında bırakılmış” ifadelerini kullandı. Doç. Dr. Aksu, şöyle devam etti: “Özetle bu araştırma özelinde öfkenin kısa süreli etkisi her yaş grubu için geçerli demek şu aşamada zor. Ancak eski çalışmalarda, öfkenin sağlıklı bireylerde kalp ve damar hastalığı riskini artırdığını ve altta yatan kalp damar hastalığı olanlarda da hastalığın seyrini olumsuz etkilediğini biliyoruz. Ayrıca çalışmada cinsiyetler arası durum farkından da bahsedilmiyor. Yine eski çalışmalarda cinsiyet farkı yönünden de birbirinden farklı sonuçlar bulunuyor.” ÇOK FAZLA ÖFKELİ OLMAK BAŞKA HANGİ SORUNLARA NEDEN OLABİLİR? Doç. Dr. Hale Ünal Aksu, “Öfkenin, kalp-damar sağlığını etkilemesinin yanı sıra tansiyonu yükseltebildiğini, çarpıntı yaptığını, mide bağırsak sistemi üzerinde olumsuz etkileri olduğunu ve kas iskelet sistemi üzerinde olumsuz özellikleri olduğunu biliyoruz. Eğer öfke çok sık tekrar ediyorsa ilaç tedavisi, rahatlama teknikleri ve gerekli görüldüğü takdirde öfke kontrolü amaçlı psikoterapiden yararlanılmalı” ifadelerini kullandı.    

Devamını Oku

Kolajen içeren 8 süper besin! Cilde, kaslara, kemiklere ve bağ dokusuna yapı kazandırıyor…

15 Mayıs 2024

Kolajen daha çok takviye olarak tercih edilse de aslında vücudun yapı taşları arasında yer alıyor. ABD'nin ve dünyanın önde gelen sağlık kuruluşlarından biri olan Cleveland Clinic göre, vücudumuzdaki proteinin yüzde 30’unu oluşturan kolajen; cilde, kaslara, kemiklere ve bağ dokusuna yapı kazandırıyor. Kolajen ayrıca organların kan damarlarında ve bağırsak astarında da bulunuyor. Vücut doğal olarak kolajen üretiyor ancak yaş ilerledikçe ve güneşten gelen UV ışığına maruz kalma, kolajen üretimini ciddi şekilde azaltabiliyor. Ancak düzenli ve dengeli beslenmeyle vücudun kolajen yapmasına yardımcı olup, ihtiyaç duyulan ham maddeler sağlanabiliyor. Diyetisyen Lauren Manakar ise kolajen alımını artırmak için tüketilmesi gereken gıdaların ayrıntılarını içeren bir makale yazdı. İşte Manakar’ın altını çizdiği 10 kolajen içeren gıdalar… KEMİK SUYU Kolajen üretimini artıran ve kolajen içeren besinler arasında başı kemik suyu ve sakatat çekiyor. Cilt sağlığının gelişimine destek olan kemik suyu, eklemlerin güçlenmesine katkı sağlarken kas kütlesinin gelişimini de destekliyor. Lauren Manakar, hayvan kemiklerinin kolajen açısından yüksek olduğunu ve kemikler suda kaynatıldığında kolajenin jelatine dönüştüğünü ve vücut tarafından daha kolay emildiğini açıkladı. KABUKLU DENİZ ÜRÜNLERİ VE BALIKBalıklarda ‘deniz kolajeni’ adı verilen bir tür kolajen bulunuyor. Deniz kolajeninde ‘Tip 1 kolajen’ (Vücuttaki kolajenin yüzde 90'ını oluşturarak cilde, kemiklere, tendonlara ve bağlara yapı sağlıyor) adı verilen cilt için faydalı olan bir yapı yer alıyor. Kolajen çoğunlukla balığın derisinde veya pullarında bulunur. TAVUK Tavuk, özellikle de tavuk kıkırdağı, doğal bir kolajen kaynağı olarak biliniyor. Tavukta genel olarak ‘Tip 2 kolajen’ (Kıkırdak dokusunun ana bileşeni olan Tip 2 kolajen, eklem sağlığı için önemlidir ve eklem kıkırdağının esnekliğini ve dayanıklılığını sağlar) adı verilen bir madde bulunur. Lauren Manakar’a göre tavuk derisini yemek size daha fazla kolajen sağlayacak. BİFTEK Sığır eti ve kemikleri, zengin bir kolajen kaynağı olarak biliniyor. Özellikle biftek, ciddi oranda kolajen içeriyor.YUMURTA BEYAZIYumurtanın beyazı, glisin ve prolin de dahil olmak üzere kolajeni oluşturan diğer amino asitleri de içerdiği için en iyi kolajen kaynaklarından biri olarak nitelendiriliyor. Sadece yumurta beyazı yerine tüm yumurtayı tüketmek de kolajen desteğinin yanı sıra sağlıklı yağ ve yüksek kalitede protein de sağlıyor. SARIMSAK Doğal kolajen içeren besinler arasında en şaşırtıcısı belki de sarımsak. Yemeklere lezzet katmaktan fazlasını yapan sarımsak, kolajen üretimini artırabilir. Çünkü sarımsakta vücudun kolajen oluşturmasına yardımcı olan kükürt bulunuyor. KAJU Kaju, bağ dokularında hücrenin yapısını koruyan bir kolajen içeriyor. Bu kolajen yaraların çabuk iyileşmesini sağlarken aynı zamanda cildi dış etkenlere karşı da koruyor. Lauren Manakar, sert ve kuru bir cilt yapınız varsa mutlaka sabahları dört adet kaju tüketilmesi gerektiğinin altını çizdi. MEYVETurunçgiller ve meyveler vücudun kolajen oluşturmasına yardımcı olur. Her ikisinde de vücudun kolajen yapmasına yardımcı olan C Vitamini bulunur.   

Devamını Oku

Makarnayı daha sağlıklı hale getirmenin 5 yolu

6 Mayıs 2024

Son yıllarda içinde karbonhidratların olmadığı diyetlerin popülaritesi giderek artıyor. Çünkü karbonhidratlar kilo alımının ve insülin direncinin sağlıksız nedeni olarak açıklanıyor. Ancak uzmanların çoğu karbonhidratların, özellikle de besin açısından yoğun işlenmemiş gıdaların, sağlıklı bir beslenmenin önemli bir parçası olduğu ve enerji sağlamak da dahil olmak üzere pek çok faydalarının bulunduğu konusunda hemfikir. Healthline.com'da beslenme editörü olan Lisa Valente, Business Insider'a yaptığı açıklamada “Makarnayı seviyorsanız, onu diyetinize dahil etmenizde kesinlikle sorun yok” ifadelerini kullandı. Valente, şu bilgilerin altını çizdi: “Makarna, Akdeniz diyetinin temel gıdasıdır. Yaygın olarak en sağlıklı beslenme yollarından biri olarak kabul edilir. Karbonhidratın yanı sıra bir miktar protein ve lif de içerdiğinden yemekler için harika bir temel oluşturur. 100 gramlık kurutulmuş beyaz makarna, kas büyümesi ve sindirim sağlığı için gerekli olan sırasıyla 13 gram protein ve 3,2 gram lif içerir. Hatta makarnanın ertesi gün daha da sağlıklı olduğu düşünülüyor. Çünkü yeniden ısıtmak dirençli nişasta seviyesini artırıyor. Tek yapmanız gereken makarnanızı daha besleyici hale getirmek, biraz daha çeşitlilik kazandırmak…” İşte makarnayı daha da sağlıklı hale getirmek için beş ipucu… 1-) MAKARNAYA SEBZE VE PROTEİN EKLEYİN Lisa Valente’ye göre makarnaya eklenecek en iyi iki şey sebzeler ve protein kaynaklı ürünler. “Sağlıklı bir makarna yemeği hazırlamak, onu kalan sebze ve etlerle veya konserve fasulyeyle bir araya atmak kadar basit olabilir” diyen Lisa Valente, “Ayrıca makarnayı ıspanak, lahana ve hindiba gibi içinde eriyebilen yeşil sebzelerle birleştirebilirsiniz. Tüm bunların dışında biraz sarımsak kızartıp makarnaya eklemek, antioksidanlar ve lezzet derinliği açısından da çok önemli…” dedi. 2-) NOHUTLU, TAM BUĞDAYLI VEYA MERCİMEKLİ MAKARNAYI DENEYİN Sebzeler dışında nohutun, buğdayın ve mercimeğin de çok etkili olduğunu vurgulayan Lisa Valente, “Nohut, tam buğday veya mercimek kullanılarak yapılan makarna, normal beyaz makarnaya göre daha fazla protein ve lifle dolu olur. Ayrıca glutenden kaçınması gerekenler için de bu çok iyi bir seçenek. Hafif bir dokuya sahip olan nohutlu ve kırmızı mercimekli makarna özellikle kepekli makarnalardan hoşlanmayanlara da cazip gelebilir” ifadelerini kullandı. 3-) EN SAĞLIKLI KAVANOZLU SOSLARI SEÇİN Markatlerde satılan sosların da önemli olduğunu söyleyen Valente, “Kavanozlu soslar harika seçenekler… Sadece soslarda ilave şeker ve tuz oranı yüksek olabilir. Bu nedenle etiketleri kontrol etmenizi ve en az katkı maddesi içeren ürünleri seçmenizi öneriyorum” ifadelerini kullandı. 4-) NE KADAR PEYNİR EKLEDİĞİNİZE DİKKAT EDİN Dünyanın pek çok yerinde makarnaya peynir eklenir. Lisa Valente de makarnasına genelde parmesan peyniri ekleyenlerden... Ancak Valente peynir konusunda dikkatli olunması gerektiğinin altını çizdi: “Bazı peynirler yüksek tansiyona katkıda bulunabilecek çok fazla sodyum içerebilir. Ancak aşırıya kaçmadığınız sürece bu çok da önemli değil. Bana göre makarnanın yanında biraz parmesan peyniri çok lezzetli oluyor. Bunu tavsiye ederim.” 5-) MAKARNANIZIN YANINDA SALATA TÜKETİN Araştırmalar, öğünlerle birlikte salata yemenin, düşük kalorili yiyeceklerle açlığın üstesinden gelebileceğini gösteriyor. Bu, genel olarak daha az yemek yemenize yardımcı olabilir ve bu da uzun vadede obezitenin önlenmesine ve tip 2 diyabet riskinin azaltılmasına yardımcı olabilir. Lisa Valente, “Makarnanızın yanında salata yemek istemiyorsanız, eriştenizi pişirirken bazı çiğ sebzeleri atıştırarak da aynı etkileri elde edebilirsiniz. Bu sebzelerden ekstra besin almanın da harika bir yolu” dedi.

Devamını Oku

Atriyal fibrilasyon tehlike saçıyor… Üç kişinden birini etkiliyor!

4 Mayıs 2024

Toplumda en sık gözlemlenen ve yaşın ilerlemesiyle görülme oranı artan atriyal fibrilasyon ‘ritim bozukluğu’ olarak biliniyor. Çok sayıda kişi, hastalığından habersiz yaşadığı için dünyada ‘sessiz katil’ olarak adlandırılan atriyal fibrilasyon, hastaların yaşam kalitesini düşürmekle kalmayıp bazılarında inmeye hatta ölüme bile neden olabiliyor. Son yıllarda da hastalık hem ülkemizde hem de dünyada gücünü artırıyor.SON 20 YILDA HASTALIK KORKUTUCU ŞEKİLDE ARTTI!Geçtiğimiz günlerde Danimarka’da The BMJ dergisinde yayımlanan bir çalışmaya göre, yaşam boyu atriyal fibrilasyon riskinin son 20 yılda dörtte bir seviyesinden üçte bire yükseldiği ortaya çıktı. Araştırmada 45 yaş ve üzeri 3,5 milyon Danimarkalı yetişkinin verilerini analiz eden bilim insanları, 2000'den 2022'ye kadar yeni atriyal fibrilasyon tanılarını izledi. Bu zaman aralığında 360 binden fazla atriyal fibrilasyon teşhisiyle karşılaşan bilim insanları, katılımcıların diyabet veya yüksek kolesterol gibi önceden var olan sağlık durumlarını da değerlendirerek genel bir sonuca ulaştılar.Buna göre erkeklerin ve diyabet ya da kronik böbrek hastalığı gibi önceden var olan rahatsızlıkları olanların, atriyal fibrilasyon teşhisinin ardından komplikasyonlara karşı özellikle hassas olduğu bulundu. Bu grupta kalp yetmezliği ve inme riskleri belirgin şekilde daha yüksek çıktı. Erkekler de bu komplikasyonlara karşı daha yüksek yatkınlık gösterdi. Ayrıca çalışmada atriyal fibrilasyon teşhisi konanlar arasında kalp yetmezliği artık en yaygın uzun vadeli risk olarak tanımlandı. ‘BABAMIN DA ATRİYAL FİBRİLASYONU VAR VE HASTALIĞI YILLAR ÖNCE TIP FAKÜLTESİNDEYKEN TESADÜFEN NABZINI KONTROL EDERKEN ANLADIM’“Araştırmada atriyal fibrilasyon riski yüzde 24’ten neredeyse yüzde 32’e yükselmiş ve bu hastalar içinde de en sık görülen komplikasyon kalp yetersizliği. Bu endişe verici” diyen Doç. Dr. Özge Kayhan, hastalığın en ilginç özelliğinin ise şikâyet yaratmadan tesadüfen tanı konabilmesi olduğunu söyledi. Ayrıca Doç. Dr. Kayhan, babasının da benzer bir durumla karşılaştığını ifade ederek şöyle devam etti:-- Atriyal fibrilasyon bazen çarpıntı olarak kendini hissettirip erken tanı ve önlem şansını doğuruyor. Ancak büyük bir hasta grubunda da hiçbir şikâyet yaratmadan tesadüfen tanı konabiliyor. İlginçtir ki; babamın da atriyal fibrilasyonu var ve tanısını yıllar önce tıp fakültesindeyken tesadüfen nabzını kontrol edip nabzını düzensiz aldığımda kendim koydum.-- Kendisi “Benim hiçbir şikâyetim yok, beni hiç boşuna hastaneye götürme” demişti. Götürüp EKG çektirdiğimde atriyal fibrilasyon tanısını koyduk. Hatta altta yatan sebebin tiroid bezinin fazla çalışması olduğunu da bulduk ve tedavisine hızlıca başladık. Bu örnekten de anlayabileceğiniz gibi hastalık sinsi olabiliyor. Rutin kontrollerde nabız ve EKG kontrolü son derece önemli…‘ÜLKEMİZDE HER YIL 35 BİN YENİ ATRİYAL FİBRİLASYON TANISI KONUYOR’Hastalığın Türkiye’de görülme sıklığına da değinen Doç. Dr. Özge Özden Kayhan, “Türkiye’de atriyal fibrilasyonla ilgili bazı veriler mevcut. Yapılan araştırmalar ışığında Türkiye’deki atriyal fibrilasyon prevelansı yüzde 1,25 olarak saptanmış. Her yıl 35 bin kadar yeni atriyal fibrilasyon tanısı konuyor. Ayrıca kılavuz önerilerine rağmen, bu olguların önemli bir kısmı uygun kan sulandırıcı tedavisi almıyor. Bu konuda ülkemizde yeni araştırmalar yapılıyor, devam ediyor” dedi. ATRİYAL FİBRİLASYONUN KESİN NEDENLERİ NELER?Bu soruma “Kalp yetersizliği, hipertansiyon, koroner arter hastalığı, geçirilmiş kalp krizi, daha önce geçirilmiş açık kalp ameliyatı, mitral kapak hastalığı, zatürre, alkol kullanımı, doğuştan kalp hastalıklarından bazıları” cevabını veren Doç. Dr. Kayhan, şu bilgilerin altını çizdi:-- Hastalarda atriyal fibrilasyona ait şikâyetler değişkenlik gösterebilir. Bazı hastalarda hiçbir şikâyet olmazken veya tesadüfen inme sonucunda tanısı konarken, bazı hastalar çarpıntı hissi ile kalp atımlarının düzensiz ve hızlı olarak hissettiğini ifade ederek ya da baş dönmesi, yorgunluk, göğüste sıkıntı hissi, nefes darlığı, göğüs ağrısı ve bayılma gibi şikâyetlerle hastaneye başvurabiliyor.-- Bazı ağır durumlarda klinik tablo tansiyon düşüklüğüyle de gidebilir ki, bu durum hemodinamik bozukluk (Kardiyovasküler sistemde oluşan basıncın gücü, şiddeti, şekli ve zamanlamasının normal dolaşımdakine kıyasla farklı olması) yaptığında hızlıca normal ritme döndürmek için koroner yoğun bakım koşullarında acil müdahale edilmesi gerekebilir. NEDEN ERKEKLERDE DAHA SIK GÖRÜLÜYOR?Araştırmacılar, riskin erkekler arasında daha çok arttığı üzerinde duruyor. Hastalık neden sıklıkla erkekleri hedef alıyor?Doç. Dr. Özge Özden Kayhan, “Literatürde, atriyal fibrilasyonda cinsiyet karşılaştırması konusunda değişik çalışmalar mevcut” dedi ve şu bilgileri paylaştı:-- Örneğin, 2022 yılında JAMA’da yayınlanan geniş çaplı bir çalışmaya göre, bilinen kardiyovasküler hastalığı olmayan erkek ve kadınlar arasında kadınlarda hastalığın gelişme ihtimalinin daha düşük olduğu ama boya göre düzenleme yapıldığında kadınların daha yüksek riske sahip olduğu gösterildi.-- Yine yapılan diğer çalışmalarda kadınlarda normal ritme döndürüldükten sonra atriyal fibrilasyon ritmine geri dönme riski daha yüksek bulundu. Kadınların inme geçirme açısından erkeklere göre daha riskli grubu oluşturduğu ise bilinen diğer gerçeklerden biri. Yani atriyal fibrilasyonda cinsiyet farkları ile alakalı değişik yorumlar yapmak mümkün. Kesin ifade kullanmak için daha çok çalışma yapılması gerekiyor. HASTALIĞA YAKALANMAMAK İÇİN NELER YAPILMALI?“Bu konuda atılabilecek en güzel adım hastalarımızı kalp sağlığını koruyucu hayat şekline kaydırmak” diyen Doç. Dr. Kayhan, “Koroner arter hastalığı bu aritmiyi tetikleyebildiğinden, buna engel olacak sigarayı bırakma, stresli hayat şeklinden olabildiğince uzak durma, tansiyonu, yüksek kolesterolü ve şekeri kontrol altında tutma gibi önlemler aynı zamanda atriyal fibrilasyon riskini de azaltacaktır” dedi.Sağlıklı bir diyet ve düzenli egzersizin de oldukça önemli olduğunu vurgulayan Doç. Dr. Kayhan, “Tansiyon yüksekliği ve diyabet direkt olarak da atriyal fibrilasyon için risk faktörlerinden olduğundan, tansiyonun ve şekerin normal sınırlarda tutulması ve bu açıdan düzenli kontrolleri olmak oldukça kritik öneme sahip. Alkol kullanımı, özellikle de aşırı alkol kullanımı (İki saat içinde erkeklerde beş kadeh, kadınlarda ise dört kadeh olmak üzere) bu ritim bozukluğunu tetiklemektedir. Bu nedenle aşırı alkol kullanımından kaçınmak gerekiyor” ifadelerini kullandı. 

Devamını Oku

DSÖ’nün raporu korkuttu! ‘Sinsi hastalığın’ bulaşıcılığı arttı! 1,3 milyon kişi hayatını kaybetti… ‘Türkiye’de 3,5 milyon hasta var’

26 Nisan 2024

Hepatit, çoğunlukla viral bir enfeksiyonun neden olduğu karaciğer iltihabı olarak biliniyor. A, B, C, D ve E tipleri olarak adlandırılan beş ana hepatit virüsü bulunuyor. Bu beş tip, neden oldukları hastalıklar ve salgın potansiyeli nedeniyle son yıllarda dünya üzerinde büyük bir endişe kaynağı olmaya başladı. Geçtiğimiz günlerde Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) yayımladığı ‘2024 Küresel Hepatit Raporu’nda hepatit nedeniyle yaşanan ölümlerin arttığı açıklandı. Raporda, viral hepatitten yılda 1,3 milyon kişinin hayatını kaybettiği vurgulanırken hepatitin, dünya genelinde bulaşıcı hastalıklar nedeniyle yaşanan ölümlerin ikinci en büyük sebebi olduğu aktarıldı. Bu ölümlerin yüzde 83'üne hepatit B, yüzde 17'sine ise hepatit C neden olurken, hepatit B ve C enfeksiyonları nedeniyle dünya genelinde her gün 3 bin 500 kişinin hayatını kaybettiğinin de altı çizdi. Ayrıca raporda, kronik hepatit B ve C enfeksiyonlarının yarısının 30-54 yaş arası kişiler, yüzde 12'sinin ise 18 yaş altı çocuklar arasında olduğu bildirildi. BU TABLO ENDİŞE VERİCİ! HER GÜN 6 BİNDEN FAZLA KİŞİYE HEPATİT BULAŞIYOR Raporda görüşlerine yer verilen Dünya Sağlık Örgütü Genel Direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus, tablonun endişe verici olduğunu belirterek, “Hepatit enfeksiyonlarını önlemede küresel düzeyde ilerleme olmasına rağmen hepatitli çok az kişiye teşhis ve tedavi uygulandığı için ölümler artıyor. Ayrıca her gün 6 binden fazla kişiye viral hepatit bulaşıyor. DSÖ, hayat kurtarmak ve bu eğilimi tersine çevirmek için ülkelerin ellerindeki tüm araçları, erişilebilir ücretlerle kullanmalarını desteklemeye kararlı” ifadelerini kullandı. Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğum İç Hastalıkları ve Gastroenteroloji Uzmanı Prof. Dr. Alper Yurci de tablonun korkutucu olduğunu vurgulayarak, “Viral hepatite yol açan karaciğere özgü bu virüslerin hepsi karaciğer hastalığına neden olurken bunlardan özellikle hepatit B, C ve D kronikleşerek kronik hepatit, siroz ve karaciğer kanserine ilerliyor. Ne yazık ki dünyada her yıl yaklaşık 1 milyondan fazla insan viral hepatitlere bağlı siroz ve karaciğer kanseri gibi hastalıklar nedeniyle yaşamını yitiriyor. Maalesef sayı günden geçtikçe de artıyor” dedi. ‘HEPATİT B İLE C, DÜNYA ÇAPINDA YAKLAŞIK 350 MİLYON İNSANI ENFEKTE ETTİ’ Bu virüsler içinde hepatit B ve C’nin kronik hastalığa yol açan ve dünya çapında yaklaşık 350 milyon insanı enfekte etmiş olan en önemli virüsler olduğunu söyleyen Prof. Dr. Yurci, hastalığın diğer virüslerine dair ise şu önemli bilgilerin altını çizdi: -- Açıklanan rapora bakıldığında ölümler büyük çoğunluğu hepatit B ve C’ye bağlı olarak görülmüş. Aslında yeni enfekte kişi sayısı 2019’da 2.5 milyon iken 2022 yılında 2.2 milyon kişiye düşmüş olmasına rağmen ölüm oranlarındaki artış, viral hepatitlerin en sonunda karaciğer kanserine dönüşebilmesi ve karaciğer kanserlerindeki artış nedeniyle olduğunu gösteriyor. Özetle bu raporla B ve C virüsleri bizlere çok tehlikeli olduklarını bir kez daha kanıtlamış oldu. -- Hepatit D virüsü de kronikleşmekle birlikte ancak hepatit B virüsünün de vücutta var olması ile kişiye bulaşabiliyor. Hepatit A ve E ise kronikleşmiyor. Yani uzun süreli karaciğer iltihabı yapmıyorlar. Kronik enfeksiyon yani uzun süreli karaciğer iltihabı hastayı ilerleyen dönemde yıllar içinde karaciğer sirozuna ve hatta karaciğer kanserine kadar götürebiliyor. ‘TÜRKİYE’DE 3.5 MİLYON HEPATİT B HASTASI OLDUĞU TAHMİN EDİLİYOR’ ‘Ülkemizde ise çoğu henüz tanı almamış yaklaşık 3.5 milyon hepatit B hastası, 750 bin de hepatit C hastası olduğu tahmin ediliyor’ diyen Prof. Dr. Alper Yurci, “Viral hepatitler bu sayılar ile dünyada orta sıklıkta olarak kabul edilir. Öncelikle viral hepatitli hastaların tespiti ve tedavisi viral hepatitlerle savaşta büyük önem taşır. Risk gruplarından başlayarak toplumun her kesimine testlerin yapılması, hepatit virüsüyle enfekte bireylerin bulunması ve takip altına alınması çok önemli” dedi. Prof. Dr. Yurci, şöyle devam etti: -- Kan testleri neticesinde tanı almış hastalar tedavi için mutlaka ilgili kliniklere yönlendirilmeli, anne adaylarının hepsine hepatit taraması gebelik sırasında yapılmalı, yenidoğan bebeklere hepatit B aşısı yapılmalı ki bulaşıcı viral hepatitleri ülkemizde de önleyebilelim. Ayrıca DSÖ ile paralel olarak Sağlık Bakanlığı da Türkiye’de gerekli aksiyonları almış durumda… DSÖ ile birlikte sahada çalışmalarını sürdürdüğünü gözlemliyoruz. Bu amaçla 2018-2023 yılları arasını hedefleyen ‘Türkiye Viral Hepatit Önleme ve Kontrol Programı’ Sağlık Bakanlığı tarafından uygulamaya konuldu. -- Ayrıca Türk Karaciğer Araştırmaları Derneği (TKAD) gibi tıbbi dernekler de dünyadaki paydaşları gibi bu konuda yoğun çaba sarf ediyor. Hastalığın taranması, tanısı, ve tedavisi konusunda kılavuzlar yayımlıyor, sağlık çalışanları ve toplumda viral hepatitlerle ilgili farkındalığı sağlamaya ve sağlık otoriteleri ile hepatit eliminasyon programlarının etkin şekilde yaşama geçirilmesine yönelik gerekli aksiyonları alıyorlar.  HEPATİT NASIL BULAŞIYOR, BELİRTİLERİ NELER? “Hepatit A genellikle kirli gıda veya su tüketimi sonucunda bulaşıyor. Hepatit B ve C ise genellikle kan yoluyla veya cinsel temasla bulaşır” diyen Prof. Dr. Alper Yurci, “Hepatit B ve C taraması çok önemli… Özellikle hepatit B pozitif kişilerle aynı evde yaşayanlar ve cinsel partnerleri, damar içi madde ve intranazal kokain bağımlısı olanlar, cinsel yolla bulaşan bir hastalık öyküsü olanlar, cezaevinde kalan tutuklular ve hemodiyaliz hastaları mutlaka taramalarını yaptırmalı…” ifadelerini kullandı. Viral hepatite neden olan etkenlerin kan testleri ile kolaylıkla saptanabildiğinin de altını çizen Prof. Dr. Yurci, “Ancak kronik viral hepatit hastaları hekime getirecek kadar ağır semptomlara yol açmadıkları için hastalar genellikle tesadüfen saptanıyor. Bu durum da birçok hastanın, hastalığının farkında olmadan yaşamını sürdürmesine neden oluyor. İlk gelişen akut ise enfeksiyonda sarılık, bulantı, kusma karın ağrısı gibi şikayetler oluyor. Ancak tamamen şikayetsiz olarak da hasta bu evreyi geçirebiliyor” dedi ve ekledi: “Hastalık kronikleştiğinde ise yine tamamen sessiz kalıp hiçbir şikâyet yapmayabilir. Dolayısıyla son derece sinsi seyredebiliyor. Hastada siroz veya kanser gelişinceye kadar hiçbir bulgu vermeyebiliyor. En sık karşılaşabileceğimiz şikâyet halsizlik ve yorgunluktur. Hekim bunları değerlendirerek hastalıktan şüphelenmesi ve tanıya gitmesi çok önemlidir.” NASIL BİR TEDAVİ YÖNTEMİ UYGULANIYOR? “Bugün için hepatit C’de 2-3 aylık tedavi ile yüzde 100’e yakın oranda başarı sağlanabiliyor. Hepatit B içinse çok etkili ilaçlarımız bulunuyor” diyen Prof. Dr. Alper Yurci, “Yan etkisi son derece az olan bu ilaçlarla hastalığı tamamen baskılayabiliyoruz. Yeter ki hastalar tanı almış olsunlar” dedi. Eğer hastalık karaciğer kanserine ilerlemişse tedavisinin son derece düşü olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Yurci, “Önemli olan tanı almış riskli gruptaki bu hastaları, yakın takip ile karaciğer kanseri gelişir ise erken yakalamak… Çünkü erken yakalanan karaciğer kanserinde tedavi başarı oranı oldukça yüksek” ifadelerini kullandı.

Devamını Oku

Sosyal medyada popüler oldu: Kepçe kulak bantları tehlike saçıyor! ‘Öldürücü anafilaktik şok oluşabilir’

25 Nisan 2024

Kepçe kulak rahatsızlığı, erkek ve kadınlarda ortak bir sorun olarak çocukluk çağından itibaren insan psikolojisini en olumsuz etkileyen şekil bozukluklarından biri.Son zamanlarda ise kulak deformitesine çözüm olarak, sosyal medyada ‘kepçe kulak bantları’ ya da ‘kulak düzleştiricilerine’ dair çok fazla paylaşım yapılıyor. Ayrıca bu bantlar popüler olan pek çok alışveriş sitesinde de satılıyor. Fakat uzmanlar, bu ürünlerin zararlı olduğu konusunda uyarılarda bulunuyor.Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğum Türk Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Derneği üyesi Estetik Plastik Cerrah Op. Dr. Ebru Şen, “Sosyal medyada dudağını ya da kulağını yapıştıran, şakak ve yanak germe etkisi için bantlarla saç içine ipler takan pek çok kişi var. Akım haline gelen bu çılgınlıklara şaşırıyorum. Ne yazık ki güzellik algısı doğallık ve koruyuculuktan çok yapaylaştırmaya doğru gidiyor” ifadelerini kullandı. ‘ÖLDÜRÜCÜ ANAFİLAKTİK ŞOK OLUŞABİLİR’Son dönemde popüler olan kulak bantlarının zararlarına değinen Op. Dr. Ebru Şen, “Öncelikle kullanılan yapıştırıcının içeriği çok önemli ama sonuçta insan cildine hiçbiri uygun değil. Malzemenin uygulandığı bölgede yara, alerji, saça yakınsa lokalize kellik, bunlara bağlı yara izleri ve en önemlisi de alerji daha da şiddetlenip öldürücü anafilaktik şoka neden olabilir" dedi ve ekledi: "Bir de sıvı içerikli kimyasallar ciltten emilirse kanserojen maddeler başka organları etkileyebilir. Bant sosyal ortamda açılırsa çok daha üzücü olur, hele de tek taraflı açılması daha da utandırıcı olacaktır. Bir de olayın psikolojik yönü var.”“Ayrıca internet ortamında satılan her şeyin ne kadar denetlendiği bilinmiyor” diyen Op. Dr. Şen, “Birçok vitamin ya da reçetesiz satılan ilacın sahtesinin internette satıldığını biliyoruz. Burada alışverişi yapan kişilerin eğitilmesi önemli… Nasıl ki ilaçların eczanelerden alınması gerektiği sürekli vurgulanıyor, burada da durum aynı. Yoksa nalburdan aldığı yapıştırıcıyı da kullanabilir kişi…” ifadelerini kullandı. ‘EN GÜVENLİ ÜRÜN SAÇ BANDI, KESİN ÇÖZÜM İSE KEPÇE KULAK ESTETİĞİ’Kullanılacak en güvenli ürünün saç bandı olduğunu söyleyen Op. Dr. Ebru Şen, “Kulaklar saç bandı ile güvenle saklanabilir. Onun dışındaki hiçbir ürünün faydasından söz edilemez. Hele ki sıvı içerikli yapıştırıcılar çok daha tehlikeli. Bu sorundan kurtulmak için en doğru yaklaşım kepçe kulak estetiği” dedi.Op. Dr. Şen, estetiğin ne zaman yapılması gerektiğine dair ise şu önemli bilgilerin altını çizdi:-- İnsanda kulak gelişiminin yüzde 85’i beş yaşında tamamlanır. Yani erişkinlikteki kulağımızın boyutuna okul öncesinde ulaşmış oluruz. Bu yüzden ailesel olarak normal de olsa kulağımız çocukken hep yüzümüze göre büyük görünür. Bir de kepçe kulak deformitesi varsa iyice belirgin görünür. Kız çocukları genelde saçlarıyla kamufle ederler kulaklarını… Ama okul gibi saçını toplamak zorunda olduğu alanlarda bu durumdan faydalanamazlar. Erkek çocukları zaten genelde kısa saçlı olduğundan gizlemesi daha da zordur. -- Eğer çocuk ve aile bu durumdan rahatsızsa ve çözüm arıyorsa kepçe kulak estetiği ile bu durum çözülecektir. Okul öncesi dönemde güvenle bu operasyon yapılabilir. Kulak gelişimini erken çocukluk döneminde tamamlandığı için hem tıbbi olarak güvenlidir hem de ileride psikolojisini etkileyecek bir akran zorbalığından korunmuş olacaktır. Çocuk hastalarda genel anestezi altında yaptığımız bu ameliyat, erişkinlerde lokal anestezi ile yaptığımız basit çok basit bir operasyon…AMELİYAT SONRASI HASTAYI NELER BEKLİYOR?Operasyon sonrasına da dikkat çeken Op. Dr. Ebru Şen, “İki-üç hafta kadar kulakları destekleyen sporcu bandı ya da saç bandı kullanımı öneriyoruz. Kulaktaki dikişler alınmayan dikişlerdir, yara beş-yedi günde iyileşir ve bantlar çıkar. Ödemler ise iki-üç hafta gibi bir sürede geriler” ifadelerini kullandı. BU AMELİYATTA OLUMSUZ BİR ŞEY OLABİLİR Mİ? “Standart ameliyat sonrası bazı durumlar olabilir. Örneğin morarma, şişme, kanama gibi… Bunlar olmasın diye ilaç, buz uygulaması ve yüksek yastıkta uyuma gibi önlemler alırız” diyen Op. Dr. Şen, şöyle devam etti:-- Çocuklarda kıkırdaklar yumuşak olduğundan ameliyat genelde kalıcıdır. Ama erişkinlerde kıkırdak çok sert olduğundan şekillendirmek için daha çok işlem gerekir. Kıkırdak hafızası olan bir organdır. -- Burun da kulak da eski şekline dönmeye çalışır. İşte bu yüzden ilk yapıldığı ana göre biraz açılabilir ya da eriyen dikişler tercih edildiyse eski haline dönebilir. O yüzden erişkinlerde daha teknik yaklaşılmalı ve güçlü dikişler tercih edilmeli. Biraz açılma ihtimaline karşı da aşırı düzeltme yapılmalı…

Devamını Oku