İlacın F-16’sını üretiyorlar

17 Ekim 2018

ABD’nin Boston şehrindeyim. Burası ülkenin en seçkin Harvard, MIT, Boston, Northestern, Suffolk, Berklee gibi 52 üniversitesinin bulunduğu bir açık hava kampusu görünümünde. 152 bin öğrenci, sadece yemesi içmesi, ailelerinin geliş gidişiyle ekonomiye yılda 1.7 milyar dolar katkı sağlıyor. Dünyanın en akıllı beyinlerinin yeni uğraşı alanı ise biyoteknoloji (Biotek). Biyoteknoloji, insan hücrelerine mühendislik yollarla müdahale edilerek yapılan spesifik ilaçları kapsıyor.Üretim-yatırım ekosistemiBoston’da 10 yılda bu endüstriye yatırım yapan şirket sayısı yüzde 28 arttı. Devletin sağlık yatırımlarının yüzde 80’i Boston’a akıyor. Hiçbir sektör şu an bu işten daha parlak değil. Boston; Silikon Vadisi’nin olduğu San Francisco’yu bile geçerek en parlak beyinleri, en büyük ilaç şirketlerini ve startup’lara para yatıran en iştahlı Venture Capitalistleri bir araya getiren bir eko-sistem oldu. Bu şehirde her gün 35 bin kişi ilaca kafa patlatıyor, akademik keşifler anında yatırımcı buluyor, onayın ardından derhal üretime geçiliyor.Uluslararası gazetecilerle birlikte Fransız ilaç şirketi Sanofi Genzyme’in konuğu olarak gittiğim Boston’da şirketin fabrikasını gezdik. Sanofi; pazar payı ile Türkiye’nin üçüncü ilaç firması. Lüleburgaz’daki fabrikası Türkiye’nin en büyük ve en gelişmiş ilaç üretim tesisi. Her 9 kutu ilaçtan 1’i bu tesisten çıkma.Boston Framingham’da da uzay üssü gibi fabrikada biyoteknolojik ilaçların yapımına şahit olduk. Üretimi 90 gün süren biyotek ilaçlarını bilim adamı Huawei Qiu şöyle tanımlıyor: “Ecza dolabınızdaki ağrı kesiciler bisiklet, insulin ilaçları ise araba üretmek gibiyse; biyotek ilaçlarını F-16 ya da Boeing uçağı yapmak gibi düşünebilirsiniz.” Bu ilaçların test aşaması bile 10-12 yıl sürüyor, her bir ilaç için başarılı olsun olmasın 2.5 milyar dolarlık yatırım yapılıyor. Biyotek ilaçlar, başta kanser olmak üzere kronik ve tedavisi zor (Parkinson, MS) hastalıklar da dahil birçok çaresiz hastalığı iyileştiriyor. Ayrıca kimyasal haplara göre etkisi çok daha uzun, hatta kişiye özel. Hastalığa kimyasallar (haplar gibi) ile değil, yaşayan proteinlerle (enzimlerle) müdahale ediliyor.Boston’da 5 bin çalışanıyla en büyüklerin başını çeken Sanofi Genzyme’in hedefi de işte bu yeni tedavi yöntemini kullanarak, kanser dahil birçok çaresiz hastalığı yenmek. Şirketin Başkan Yardımcısı Bill Sibold, Cambridge’teki Sanofi genel merkezinde “Şu gördüğünüz 4 blok çaplı (1 mil) küçük alanda 120 biyoteknoloji şirketi harıl harıl yeni ilaçlar bulmak için çalışıyor” diyerek söze başlıyor. Sanofi’nin piyasada kendi geliştirdiği 20’nin üzerindeki biyoteknolojik ilaçla birçok hastalığın sadece semptomlarını değil, kendisini de yendiğini söylüyor. Buna halk arasında egzema diye bilinen (atopik dermatit) de dahil. Sanofi’nin Gelişen Pazarlar Başkan Yardımcısı Jean-Luc Lowinski sağlık yatırımının geleceğin işi olduğunu vurgulayarak, kişiye özel ilaçların pek yakında piyasa sürüleceğini müjdeliyor. 100 ülkedeki yıllık satışı 34 milyar doları bulan Fransız firmasının 2020 hedefi ise onkoloji, kalp, diyabet, astım, damar sertliği, dermatit alanlarında 6 yeni biyoteknolojik tedavi geliştirmek.Biyoteknolojik özel aşılar 90 günde yapılıyorAşılar laboratuvardan sonra, tanklarda çoğaltılıyor. Tek bir aşı için 2.5 milyar dolarlık yatırım gerekiyor.NADİR HASTALIKLARA KARŞI YENİ TÜR AŞILARSanofi Genzyme’in çok önemsediği diğer alan da nadir bulunan hastalıkları iyileştirmek. Nadir hastalıklar doğuştan geliyor. Vücudun bir takım proteinleri üretememesinden kaynaklanıyor. Aile genelde 15 yıl çocuklarının hastalığını teşhis edemiyor. Ancak 10-15 doktor gezdikten sonra teşhis konulabiliyor. Konuyla ilgili bilgi veren Luciana Gusukuma sadece nadir hastalıkların ilaçla tedavisini değil; hastalığın tespiti, aile içinde kimlere yayıldığı, doktor ve hekimlerin eğitimi, toplumda farkındalığın artırılması gibi birçok alanda top yekün bir savaş yürüttüklerini, 65 ülkede 700 hastayı ücretsiz tedavi ettiklerini ifade ediyor. Sanofi şu an 7 nadir hastalığa karşı aşı geliştirmiş. 12 aşı ise yolda. Suriyeli mültecilerin taramasını da yapan Sanofi yetkilileri, bunlar arasında en çok Pompei hastalığının (kas, solunum, iskelet bozukluğu) görüldüğünü ve Türkiye’nin aile içinde hastalık taramasında gayet başarılı olduğunun altını çiziyorlar.

Devamını Oku

21. yüzyılda ne ile karşı karşıyayız?

28 Eylül 2018

Bu sözler çok satan Sapiens ve Homo Deus kitaplarının yazarı Yuval Noah Harari'ye ait. Yazarın kısa sürede best-seller olan 21'inci Yüzyıl İçin 21 Ders adlı son kitabı, öncekilerin aksine geçmiş ve geleceği değil, günümüzü değerlendiriyor.Şu an karşımızdaki en büyük zorluklar ve seçimler ne? Nelere dikkat etmeliyiz? Çocuklarımıza ne öğretmeliyiz?Kitap; iş, özgürlük, eşitlik, savaş, din, göç, milliyetçilik gibi 21 temel başlıkla, günümüz sorunlarını ve bizi bekleyen acı gerçekleri masaya yatırıyor.Mesela pek farkında değiliz ama, sanayi devriminden bu yana en büyük değişim yaşanıyor. Teknoloji, robotlaşma ve yapay zeka baş döndürücü hızla geliyor. Milyarlarca kişi işsiz kalacak. Belki de 21'inci yüzyılın halk ayaklanmaları, insan sömüren sermaye sahiplerine karşı değil de artık kendilerine ihtiyaç duymayan sermaye sahiplerine karşı yapılacak. Ve liberalizmin artan işsizliğe karşı üretebileceği bir çare de görünürde yok. O yüzden dünyanın her köşesindeki demokrasilerde aşırı uçlara fikirlere yönelme var. 1920'lerde tarımda makineleşme ile işten çıkartılan bir tarım işçisi, traktör fabrikasında iş bulabiliyordu. 1980'lerde işsiz kalan bir fabrika işçisi süpermarkette kasiyer olarak işe başlayabiliyordu.Şimdi durum aynı değil.2020'de işini robota kaptıran bir kasiyerin ya da tekstil işçisinin artık veri analizcisi, kanser araştırma testi uygulayıcısı, insansız uçak operatörü ya da yarı insan yarı yapay zekadan oluşan bir bankacı ekibinin parçası olarak çalışmaya başlaması gerekiyor. Fiziksel güç gerektiren işler robotların çalışma alanına girerken, geriye sadece beyin gücü bilgisine dayalı zor sofistike işler kaldı. Suriye semalarında uçan insansız hava uçakları belki savaş pilotu gerektirmiyor ama askeri üste 30 kişilik yer ekibine ve toplanan bilgilerin analizi için en az 80 kişiye daha ihtiyaç duyuluyor. İşsiz bir kasiyerin başlayıp birkaç aylık eğitimle üstesinden gelebileceği kolaylıkta işler değil bunlar?Günümüzde milyonlarca Bangladeşli ürettikleri tişörtleri Amerikalı müşterilerine satarak geçiniyor. Ancak kısa süre sonra yapay zeka, robot ve 3-D yazıcılarının devreye girmesiyle ucuz ve vasıfsız iş gücü çok daha az önem taşıyacak. Tişörtleri Bangladeş'te imal edip bunların ABD'ye nakledilmesiyle uğraşmak yerine Amazon.com'dan satın alıp, köşedeki fotokopici kadar yakın mahalledeki 3-D yazıcı dükkanlarında bastırabileceksiniz. Hatta birkaç bin dolara kıyarsanız evinize bile 3-D yazıcı alabilirsiniz.Sonuçta işlevsiz bir sınıfın ortaya çıkışına tanıklık edebiliriz. Hatta bu, şu anda 40'lı-50'li yaşlarda olanlar için de geçerli... Elimizdeki iş yok oluyor. Dolayısıyla hükümetler hem yüksek işsizlik oranıyla, hem de nitelikli işçi eksikliğinin yaşandığı çift yönlü problemle karşı karşıya. Zengin ülkeler bu tür vasıfsız işsizlere temel gelir adı altında ömür boyu ihtiyaçlarına yetecek kadar bir maaş bağlamak zorunda kalabilir. Sosyal ülkelerse temel hizmet adıyla (maaş bağlamak yerine) bedava eğitim, bedava sağlık hizmeti, bedava ulaşım hizmeti sunabilir. Ama bunların hiçbirini gelişmekte olan ya da fakir ülkeler yapamaz. Peki ne olur?O fakir ülkelerin stratejik önemi, yeraltı yerüstü zenginliği yoksa, bugünün Afrikası gibi kaderine terk edilir. Hayat, bilimkurgu filmlerinde gördüğümüz yüksek duvarların arkasına çekilmiş zengin kibirli uluslarla, duvarın dışında kalan 'barbarlar'ın çatışmasına döner.İşte bu yüzden çocuklarımızı yarına çok dikkatli hazırlamalıyız. Bugün çocuğunuza Çince, Rusça, Japonca öğreterek iyi bir şey yaptığınızı sanabilirsiniz. Halbuki yarın, enseye takılan ufak bir çiple Korece'den Hindu diline kadar her dili konuşan bir nesille karşılaşabilirsiniz. Maceralara yelken açmak yerine çocuklara şunu öğretin: Eleştirel düşünce, iletişim, işbirliği ve yaratıcılık...Milletler bugünkü konjektürde sınırlarına çekilip içlerine kapanıyor gibi görünse de, insanlığın tarihsel gelişimi dünyanın her zaman tek bir medeniyete doğru gittiği yönünde.. O zaman çocuklarımıza daha ilkokuldan başlayarak yeni ülkeleri, yeni kültürleri, yeni dinleri, yabancılarla iletişim kurmayı öğretmeliyiz. Yaşam becerilerine ağırlık vermeliyiz.İnternette her aramamız, Netflix'e Facebook'a her girişimiz, hastaneye her yatışımız kişiliğimizle, sağlığımızla ilgili bilgileri başkalarına servis ediyor. Bill Gates diyor ki, "Gelecekte veri depolamak değil, o veriyle ne yapacağını bilenler hayatta kalacak." Geleceğin meslekleri açıkça görülüyor ki teknolojiyi elinde tutanlarla şekillenecek. Data analistleri gözde olacak. Sağlık hizmetlerinin (hemşirelik, evde bakım, akıllı cihazlarla kişisel bakım ve takibi) yıldızı parlayacak. Mutfak sanatları, aşçılık, gastronomi popülerliliğini koruyacak. Tasarım, dizayn, sanat yine çok para kazandıracak. İletişime dayalı insan kaynakları, pazarlama yine rağbet görecek. Hizmet sektörü, otelcilik, havacılık, lojistik daha da yükselecek.Harari'nin kitabı, her söylediğine katılmasam da, birçok başlıkta hem fikir olduğum, hızla okunan, zihin açıcı, sürükleyici bir eser.

Devamını Oku

21. yüzyılda ne ile karşı karşıyayız?

27 Eylül 2018

Dünyanın neresinde yaşadığınızla bağlantılı olarak çocuklarınıza ya bilgisayar kodu yazmayı ya da hızlı silah çekip düzgün ateş etmeyi öğretin.Bu sözler çok satan Sapiens ve Homo Deus kitaplarının yazarı Yuval Noah Harari’ye ait. Yazarın kısa sürede best-seller olan 21’inci Yüzyıl İçin 21 Ders adlı son kitabı, öncekilerin aksine geçmiş ve geleceği değil, günümüzü değerlendiriyor.Şu an karşımızdaki en büyük zorluklar ve seçimler ne? Nelere dikkat etmeliyiz? Çocuklarımıza ne öğretmeliyiz?Kitap; iş, özgürlük, eşitlik, savaş, din, göç, milliyetçilik gibi 21 temel başlıkla, günümüz sorunlarını ve bizi bekleyen acı gerçekleri masaya yatırıyor.Mesela pek farkında değiliz ama, sanayi devriminden bu yana en büyük değişim yaşanıyor. Teknoloji, robotlaşma ve yapay zeka baş döndürücü hızla geliyor. Milyarlarca kişi işsiz kalacak. Belki de 21’inci yüzyılın halk ayaklanmaları, insan sömüren sermaye sahiplerine karşı değil de artık kendilerine ihtiyaç duymayan sermaye sahiplerine karşı yapılacak.Ve liberalizmin artan işsizliğe karşı üretebileceği bir çare de görünürde yok. O yüzden dünyanın her köşesindeki demokrasilerde aşırı uçlara fikirlere yönelme var. 1920’lerde tarımda makineleşme ile işten çıkartılan bir tarım işçisi, traktör fabrikasında iş bulabiliyordu. 1980’lerde işsiz kalan bir fabrika işçisi süpermarkette kasiyer olarak işe başlayabiliyordu.Şimdi durum aynı değil.2020’de işini robota kaptıran bir kasiyerin ya da tekstil işçisinin artık veri analizcisi, kanser araştırma testi uygulayıcısı, insansız uçak operatörü ya da yarı insan yarı yapay zekadan oluşan bir bankacı ekibinin parçası olarak çalışmaya başlaması gerekiyor. Fiziksel güç gerektiren işler robotların çalışma alanına girerken, geriye sadece beyin gücü bilgisine dayalı zor sofistike işler kaldı.Vasıfsız iş gücü önemsizleştiSuriye semalarında uçan insansız hava uçakları belki savaş pilotu gerektirmiyor ama askeri üste 30 kişilik yer ekibine ve toplanan bilgilerin analizi için en az 80 kişiye daha ihtiyaç duyuluyor. İşsiz bir kasiyerin başlayıp birkaç aylık eğitimle üstesinden gelebileceği kolaylıkta işler değil bunlar?Günümüzde milyonlarca Bangladeşli ürettikleri tişörtleri Amerikalı müşterilerine satarak geçiniyor. Ancak kısa süre sonra yapay zeka, robot ve 3-D yazıcılarının devreye girmesiyle ucuz ve vasıfsız iş gücü çok daha az önem taşıyacak. Tişörtleri Bangladeş’te imal edip bunların ABD’ye nakledilmesiyle uğraşmak yerine Amazon.com’dan satın alıp, köşedeki fotokopici kadar yakın mahalledeki 3-D yazıcı dükkanlarında bastırabileceksiniz. Hatta birkaç bin dolara kıyarsanız evinize bile 3-D yazıcı alabilirsiniz.Sonuçta işlevsiz bir sınıfın ortaya çıkışına tanıklık edebiliriz. Hatta bu, şu anda 40’lı-50’li yaşlarda olanlar için de geçerli... Elimizdeki iş yok oluyor. Dolayısıyla hükümetler hem yüksek işsizlik oranıyla, hem de nitelikli işçi eksikliğinin yaşandığı çift yönlü problemle karşı karşıya. Zengin ülkeler bu tür vasıfsız işsizlere temel gelir adı altında ömür boyu ihtiyaçlarına yetecek kadar bir maaş bağlamak zorunda kalabilir. Sosyal ülkelerse temel hizmet adıyla (maaş bağlamak yerine) bedava eğitim, bedava sağlık hizmeti, bedava ulaşım hizmeti sunabilir. Ama bunların hiçbirini gelişmekte olan ya da fakir ülkeler yapamaz. Peki ne olur?O fakir ülkelerin stratejik önemi, yeraltı yerüstü zenginliği yoksa, bugünün Afrikası gibi kaderine terk edilir. Hayat, bilimkurgu filmlerinde gördüğümüz yüksek duvarların arkasına çekilmiş zengin kibirli uluslarla, duvarın dışında kalan ‘barbarlar’ın çatışmasına döner.İşte bu yüzden çocuklarımızı yarına çok dikkatli hazırlamalıyız. Bugün çocuğunuza Çince, Rusça, Japonca öğreterek iyi bir şey yaptığınızı sanabilirsiniz. Halbuki yarın, enseye takılan ufak bir çiple Korece’den Hindu diline kadar her dili konuşan bir nesille karşılaşabilirsiniz. Maceralara yelken açmak yerine çocuklara şunu öğretin: Eleştirel düşünce, iletişim, işbirliği ve yaratıcılık...Bill Gates : “Gelecekte veri depolamak değil, o veriyle ne yapacağını bilenler hayatta kalacak.”Milletler bugünkü konjektürde sınırlarına çekilip içlerine kapanıyor gibi görünse de, insanlığın tarihsel gelişimi dünyanın her zaman tek bir medeniyete doğru gittiği yönünde.. O zaman çocuklarımıza daha ilkokuldan başlayarak yeni ülkeleri, yeni kültürleri, yeni dinleri, yabancılarla iletişim kurmayı öğretmeliyiz. Yaşam becerilerine ağırlık vermeliyiz.İnternette her aramamız, Netflix’e Facebook’a her girişimiz, hastaneye her yatışımız kişiliğimizle, sağlığımızla ilgili bilgileri başkalarına servis ediyor. Bill Gates diyor ki, “Gelecekte veri depolamak değil, o veriyle ne yapacağını bilenler hayatta kalacak.” Geleceğin meslekleri açıkça görülüyor ki teknolojiyi elinde tutanlarla şekillenecek. Data analistleri gözde olacak. Sağlık hizmetlerinin(hemşirelik, evde bakım, akıllı cihazlarla kişisel bakım ve takibi) yıldızı parlayacak. Mutfak sanatları, aşçılık, gastronomi popülerliliğini koruyacak. Tasarım, dizayn, sanat yine çok para kazandıracak. İletişime dayalı insan kaynakları, pazarlama yine rağbet görecek. Hizmet sektörü, otelcilik, havacılık, lojistik daha da yükselecek. Harari’nin kitabı, her söylediğine katılmasam da, birçok başlıkta hemfikir olduğum, hızla okunan, zihin açıcı, sürükleyici bir eser.

Devamını Oku

Yırtık 5 Euro nasıl kendini tamamladı!

8 Eylül 2018

Bir pazar sabahı evde annemle baş başa, kahvaltıdayız. Radyoda Bulutsuz Özlemi’nin şarkısı kulağıma çalınıyor;Sözlerimi geri alamamYazdığımı yeniden yazamamÇaldığımı baştan çalamamBir daha geri dönemem-Bak, diyor annem sakince, çayından bir yudum alarak, “Sana bir şey anlatacağım inanamayacaksın! Beş ay önce teyzenle hafta sonu Yunanistan’a Dedeağaç’a geçmiştik ya, yiyip içip eğlenmiştik. Yunan lokantalarından birinde para üzeri olarak 5 euro getirmişler. Ben de bakmadan cebe atmışım. Türkiye’ye dönünce bir de ne göreyim paranın kenarı yırtık. Ne döviz büfeleri, ne bankalar nereye götürürsem götüreyim bir türlü tek köşesi kopmuş banknotu almayı kabul etti. Parayı rulo yapıp evde büfenin üzerindeki kasenin içine bırakmıştım. Belki günlerce, yattığım yerden kafamı meşgul etti o yırtık euro. Ara ara gözüme çarptıkça hayıflandım, canımı sıktı. Sonra geçenlerde evi temizlerken dikkatimi çekti. Aldım kaseden atmak için. Bir de ne göreyim! Banknotun hiç bir köşesi yırtık değil. Gözlerime inanamadım, dikkatlice bir daha baktım yok, yırtık artık gitmiş. Şimdi ben bunamadığıma göre, bu para nasıl düzeldi, anlatır mısın?Tek kaşımı kaldırıp anneme tebessümle “Yırtık tamamlanamayacağına göre belki de sen bunuyorsundur” dedim ve kahkahayı patlattık. Ama her ikimiz de annemin akıl çarklarının zehir gibi işlediğini gayet iyi biliyorduk.Annemin bu metafiziksel deneyimi, bana kuantumun en gizemli deneylerinden birini hatırlattı. Nedir bu? 1900’lerin başında Einstein, Bohr, Planc, Bohm gibi fizikçileri hayrete düşüren ışık deneyini... Şöyle ki; ışığı oluşturan atomlar, ki biz bunlara foton diyoruz, normalde dalgalar halinde yayılıyor. Deniz dalgası, radyo dalgası, ses dalgası gibi havada daireler çizerek ilerliyor. Ancak biz bu dalgaları ne zaman gözlemlemeye, ölçmeye kalkışsak, ışık bir anda dalga halinden, parçacık haline (mermi gibi tane tane) dönüşüveriyor. Sanki ışık gözlenip gözlemlenmediğini biliyor. Sadece ışık değil evrendeki tüm elektronlar, atomlar, moleküller de aynı şekilde davranıyor.Galakside binlerce yıl uzaklıktan çıka gelen ışınlar o kadar yıl dalga halinde yol alırken, tam bize ulaşmak üzereyken gözlemlediğimizde, ışık dalgaları bir anda parçacık şekline dönüşüyor. Üstelik sıkı durun; binlerce yıl gerideki kaynağından da düzeltme yaparak. Yani biz gözlemeye başlayınca kaynağından çıkış biçimleri şıp diye dalgadan parçacığa değişiveriyor. Özetle geçmişi değiştirebiliyorlar.Lafı şuraya getirmek istiyorum. Vücudumuz da, beynimiz de titreşen atom ve moleküllerden oluşuyor. Evrenin bir parçasıyız. Kuantum deneyleri bize, şu an yaptıklarımızın sadece geleceği değil geçmişi de değiştirdiğini; geçmiş değişince geleceğimizin de otomatik olarak değişebildiğini gösteriyor. Çok ilginç ama, aynı maddeyi oluşturan iki atomu (ikiz atom) , birbirinden yüz binlerce kilometre ayrık olacak şekilde konumlandırsanız bile, birinde meydana gelen değişiklik anında diğerinde de beliriyor. Uzay ve zamanın henüz anlayamadığımız gizemli bir haberleşme ağı (network) var.Hani şu kimi zaman dalga geçtiğimiz “Evrene mesaj yolluyorum” geyiği var ya! O hiç de yanlış değil. Belki de geçmişte yaşadığımız kötü hadiseleri, yaptığımız tercihleri, hataları düşünüp, kimi geceler yastığa başımızı koyarken “Onları öyle yapmasaydım da böyle yapsaydım, şimdi şöyle bir hayatım olurdu” diye kurgulasak, belki de geleceğimiz değişecek, kim bilir? Her zaman kötümser olursak, geleceğimizi de karartıveriyoruz.Evirip çevirip elimdeki 5 euro’ya dikkatle bakıyorum. Köşeleri gayet yerinde. Üzerini klasik döneme ait kemerli Roma kapıları, köprüleri süslüyor. Gözüm geometrik şekillere dalıp gidiyor. Bir an kapılar kıpırdar gibi oluyor, çizgiler dalgalanıyor, ürperiyorum. Kemerli kapılarda sanki bir boyut açılıyor, gizli bir güç arkamdan iteliyor. Alice’in Harikalar Diyarı’na düşüşü gibi, hayattan birkaç saniyeliğine kopuyorum, kulağımda aynı nakarat;Akıyorsa göz yaşım kurumasınCoşup seven gönlümse durmasınDost bildik anılarım çağırmasınBir daha geri dönemem

Devamını Oku

Az sus da maçı izleyelim

1 Eylül 2018

Televizyonun daha Türkiye’ye gelmediği yıllarda futbol meraklıları, önemli maçlarda radyonun başından ayrılmazdı. Spikerler maçın heyecanını, hızlı temposunu radyo başındakilere sanki sahada izliyormuşçasına yansıtırdı. Oyunun durgunlaştığı anlarda ise teknik bilgiler verirlerdi.Büyüklerimizden işitirdim Muvakkar Ekrem Talu, Sulhi Garan gibi unutulmaz isimleri. Pertev Tunaseli’nin o lezzetli maç anlatımına yetişemedim ama Orhan Ayhan’lı dönemleri bilirim. Halit Kıvanç üstadı da herkes severdi. Sesinin yatkınlığı, espri yeteneği, futbol bilgisiyle maçı ondan dinlemek bir zevkti.Sonra TV dönemi başladı. Siyah beyazdan renkliye, 3D’den 4K’ya derken şimdilerde maçları dev ekranlardan sahadaymış gibi izliyoruz. Pozisyonları; hemen akabinde değişik açılardan verilen tekrarlarıyla VAR hakemiyle aynı netlikte görebiliyoruz. Özellikle Premier Lig’teki İngiliz yorumcuları da dinleme fırsatı bulduğumuzdan, bizimkilerle farkı kıyaslayabiliyoruz. Orada işini bilen spikerler anlatımları ile yardımcı bilgiler verip, seyir zevkini bozmamaya özen gösteriyor. Türkiye’de ise ekranda bir spiker kıyametidir gidiyor.Hadi çok kritik maçtır, hayati maçtır anlarım; ama sıradan bir maçta dahi gol olunca spikerlerin gereksiz yere bağırmasına, golü kendileri atmışçasına sevinmelerine ve bu arada pozisyonu üç saniyede geçiştirip kalanını heybetli laflarla süslemelerine tahammül edemiyorum.Bazıları ne yazık ki hala radyo spikeri gibi sizin gözünüzle gördüğünüz maçı, hızlı ve bağırarak anlatıyor. Hem kendini helak ediyor, hem de ekran başında keyfinizin içine okuyor. Spikerlerin yanında bir de yorumcular var. Genelde eski futbolcular ya da antrenörler. Bunlar da ikiye ayrılıyor...Çok azı kritik pozisyonları izah ederek işini doğru yapmaya çalışırken, büyük kısmı susmak bilmiyor. Bilgili olduğunu göstermek için oyuncuların nasıl oynaması gerektiğini anlatıyor, teknik direktöre taktik ve tavsiyeler veriyor. Yanlış takım çıkardığını söylüyor, taktiğinin hatalı olduğunu ileri sürüyor, takımın nasıl oynaması gerektiği konusunda bir yığın laf ediyor. İnsanın “Kardeşim madem bu işi bu kadar iyi biliyorsun, TV’de çene yoracağına git bir takımı çalıştır, becerini göster” demek geliyor. İngiliz yorumcularda ise böyle konuşmalara hiç şahit olmuyorum.Ya da maçın heyecanı ve atmosferinden koparak lüzumsuz istatistiklere, bilgilere dalıyorlar. Sahadaki futbolcunun kardeşinin bilmem nerede futbol takımı çalıştırdığından dem vuruyorlar. Bana ne!Güzel maç anlatımıyla beğenerek izlediğim Ercan Taner’in bir röportajı aklıma geldi; “Çok konuşmak seyirciyi yorar” demişti değerli spor adamı. TRT’nin 33 yıllık duayen spikeri Levent Özçelik de “Pazarcılar gibi maç anlatılmaz. Heyecanlanıyormuş gibi yapmayacaksın. Sesle oynarsan maç anlatamazsın. Kelimeleri uzatmamak, Türkçe’nin melodisiyle oynamamak gerekir” derdi.Gerçekten de öyle... Milli maçlarda şovenist yorumlar, karşı ülkeyi düşman gibi göstermeler, denize dökmeler, dersini vermeler, hadlerini bildirmeler de ayrı bir ruh hali... Bu tip sözler spikerlik ruhuyla örtüşmüyor, yakışmıyor.Diyelim ki, futbolculardan daha heyecanlı olan spikerlerimiz zamanla bu işi öğrendi. Kendinden geçerek maç anlatımına son verdiler. İyi de, ses tonlarını ne yapacağız! Hepimiz ekranda şahidiz, herkes farkında ama bir tek onlar farkında değil, itici ses tonlarının olduğunu. Kiminin sesi kulağımı tırmalıyor, başkası sanki mikrofonun üzerine havluyu koymuş, boğuk boğuk konuşuyor. Yahu sadece bağırmak değil, sesin kalitesi de önemli... Sesi olmayandan şarkıcı olur mu? Bizde spiker olunuyor.Boş konuşanlar gibi, boş yazanlar da var. Kimi bir yığın kelime eder maçtan başka her şeyi anlatır; kimiyse 3-5 kelimeyle kaleminden bal damlatır. Merhum spor yazarı İslam Çupi gibi...Üstad Çupi, yıllar önce Galatasaray’ın efsane futbolcusu Metin Oktay’ın, kalesini milli kaleci Bülent’in koruduğu Kasımpaşa’ya 4 gol attığı maç yazısına şu ifadeyle başlamıştı;“Kasımpaşa kalecisi Bülent, dün Metin Oktay’ın şutları karşısında, kovboy kurşunlarına hedef olan bir konserve kutusuna döndü.”Evet yazıya giriş cümlesi aynen böyleydi. Kurşunları yedikçe havada bir sağa bir sola zıplayan, kevgire dönen boş bir konserve kutusu gibi...Bir kalecinin içine düştüğü durum ancak böyle hicvedilir...Bugünün spor yorumcuları ve kalemşörleri bunun üzerine biraz düşünsün!

Devamını Oku

İyi uyu, iyi yönet!

25 Ağustos 2018

Liderler ve yöneticiler arasında uykusuz giderek yayılıyor. Amerika’da 1985’te günde 6 saat uyuyan yönetici kesim yüzde 22 iken, bu oran 2012’de yüzde 30’lara, bugünse yüzde 42’ye kadar yükselmiş. Birçoğu uykusuzluğun rakiplerini ekarte etmek için iyi bir enstrüman olduğu görüşünde...Günlük çalışma tempoları 12-16 saati buluyormuş.Halbuki araştırmalar dinlenmenin faydasının, uykusuzlukla kazanılan birkaç saatten çok daha değerli olduğu gösteriyor. Yeterli uyku alındığında; hafıza kuvvetleniyor, edinilen duygusal deneyimler özümseniyor, beyin bir gün önce yakıt olarak kullandığı şekeri (glukoz) yerine koyabiliyor, karar verme yetisini bozan zehirli beta amyloidi (Azheimer hastalarında biriken bir madde bu) temizleyebiliyor.8 saatten az uyulduğunda ise, yorgunluk baş gösteriyor. Belki “Ben yorgunluk hissetmiyorum” diyebilirsiniz ama kendini kontrol edememek de, işte o gün yaratıcı olamamak da yorgunluk alameti...Ayrıca uykusuzluğun az bilinen bir de ikincil zararları var. Patron uykusuz geldiğinde, çalışanlarının verimi de düşüyor. Çabuk sinirlenen ve çalışanların hatalarına tahammül edemeyen, hakaret eden birine dönüşüyor.En az 8 saatlik uyku şöyle dursun, şirketler artık çalışanlarına öğleden sonra 30 dakikalık kestirmenin bile yolunu açıyor. Çünkü araştırmalar saat 2 ile 3 arası 20 dakikalık kısa dinlenmenin kişiyi daha yaratıcı kıldığını ortaya koyuyor. Amazon’un sahibi Jeff Bezos da en az 8 saat uyuyanlardan... Bezos “Birkaç kritik işi salim kafayla halletmek, çok sayıdaki önemsiz işi yarım akılla halletmekten daha önemli” diyor.Harvard’dan mezun olan 70 bin dolarla işe başlıyorABD’de Ivy League (Sarmaşık Ligi) diye tabir edilen üniversitelerden mezun olanlar ilk yıl ne kadar kazanıyor, diye bir araştırma yapılmış. Master olmaksızın direkt iş hayatına atılan öğrencilerin kazançlarına bakılmış, sonuçlar şöyle;En çok kazananlar listesinde ilk sırada California’daki özel sanat okulu Harvey Mudd College var. Yeni mezunlar yılda ortalama 81 bin dolar kazançla işe başlıyor. 10 yıllık deneyimin ardından kazançları yıllık 155 bin dolara yükseliyor.Princeton Universitesi yeni mezunları ilk beş seneyi yılda 69 bin dolar maaşla tamamlıyor. Aynı sektörde 10 yıla dayanınca maaşları 148 bin dolara yükseliyor. Teknoloji ve mühendisliği merkeze alan MIT Üniversitesi mezunları yıllık 81 bin 500 dolara işe başlıyor. 5 yılın ardından maaşları yılda 147 bin dolara yükseliyor.Harvard Üniversitesi mezunlarının en düşük kazancı ise yılda 70 bin dolar. Üniversiteden mezun olan 700 kişiden en başarılı, creme de la creme, 140 öğrencinin başlangıç maaşları ise yıllık 90 bin dolar.Araştırmalar mezun olup master yapmanın, işe başlangıç maaşı üzerinde çok da bir fark yaratmadığını gösteriyor. Türkiye’de İTÜ, ODTÜ gibi bir okuldan mezun olan iyi bir mühendis, iyi bir kurumda 4000-4500 TL. gibi aylık maaşla işe başlıyor. Hukuk okuyanlarla; Boğaziçi, Koç, Sabancı’dan iktisadi idari bilimler okuyarak mezun olanlarsa aylık 3000-3500 TL’den işe başlıyor. 3 yılın sonunda aylık 5 bin TL’ye gelebiliyorlar.

Devamını Oku

Boyalı kuş olmak mı olmamak mı?

18 Ağustos 2018

Yaşadığımız ortama hemen uyum sağlama telaşındayız. Kabul görmemek, dışlanmak çoğumuzun korkusu... Yıllar önce Beyoğlu’ndaki bir kulüpte, gazeteci yazar arkadaşlarla entel bir sohbete girişmişken, yan masadan birinin uzanıp, -kendini gösterecek ya- “Siz Taksim Gorki’yi bilir misiniz?” diye atlayışını hiç unutmam. “Gayet tabii, hatta Taksim’de bir dönem gazino da işletmişti o!” diye cevap vermişti fırlama ağabeylerimden biri...Topluma uyumu ve uyumsuzluğu düşündüğümde aklıma nedense Boyalı Kuş romanı gelir. Polonyalı yazar Kosinski, İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudi oldukları için Nazilerin hışmına uğrayacaklarını bilen anne-babası tarafından saklaması için çiftçiye teslim edilen 4 yaşındaki bir çocuğun gözünden katliamı anlatır. Savaşın vahşetinden dili tutulan çocuk, o köyden bu köye dolaşıp durur, itilip kakılır. İşte bu zorunlu yolculukların birinde, kitaba ismini veren olaya da şahit olur.Kuşçu (avcı) sürüden bir kuş yakalar, onu birkaç gün evde kafeste beklettikten sonra, hayvanın her yanını parlak mavi kırmızı yeşile rengârenk boyar. Ormanda, kuşu ayaklarından tutarak sallar, tepelerinde onun bağrışına gelen yeteri kadar kuş toplanmasını bekler. Sonra bırakır kendi sürüsünün içine boyalı kuşu. Boyalı kuş özgür olduğuna emin, katılır sürüye. Onlarsa kendilerinden biri olmadığını zannedip, gagalayıp parçalarlar garip misafiri... Zavallı kuş, tüyleri yolunmuş kan içinde yere düşer.Bu çarpıcı “boyalı kuş” öyküsü aslında çocuğun içine düştüğü durumu gayet net anlatır. Çocuk savaşın ve yoksulluğun “hayvanlaştırdığı” köylüler arasında yaşamaktadır. Köylüler sarı saçlı mavi gözlüdür. Çocuk ise esmer, kara kaşlı kara gözlü, burjuvadır. Köylülerin değil, okumuş burjuvaların dilini konuşur. Yahudi ya da çingene zannedilir. Kendinden farklı olanı insanoğlu da aynı şekilde cezalandırmıyor mu? Sadece toplumlar değil, köylerde, mahallelerde, yaşadığımız, çalıştığımız iş yerinde, biraz aykırı giyinen, konuşan, eğitim düzeyi düşük ya da yüksek biri, diğerlerince hemen yalnız bırakılmıyor mu? Dışlanmıyor mu? Irk, din, dil, kültür çatışmaları, bu çağda bile olağan hızıyla devam etmiyor mu? Hemen her yerde boyalı kuşlar renklerini silip çevresine ayak uydurarak yaşamı tercih ederken; çok azı ise bunu kabullenmeyip hapse atılmayı, sürgün edilmeyi hatta öldürülmeyi göze almıyor mu?Kitabın ilerleyen bölümündeyse; nefret ve kıyımın ortasında yaşayıp da, buna sessiz kalanları cezalandırır yazar Kozinski.. Yine çok çarpıcı kurgulanır hikaye... Bu kez, en yakın asker arkadaşı köy halkı tarafından vahşice katledilen bir Rus nişancısı baş roldedir. Keskin nişancı, arkadaşının tanınmayacak haldeki cesedini gördüğünden beri uyuyamamakta, haftalardır ızdırap çekmektedir. Yapılan ihaneti bir türlü affedemez. Savaş da kazansa, kahramanlık madalyaları da alsa, ruhu arkadaşının intikamını almadan huzura ermeyecek, hayatı boyunca acı çekecektir.Bir sabah, gün ağarırken romanın kahramanı olan çocuğu da yanına alarak, arkadaşının katledildiği köye doğru koyulur. Köye hakim tepedeki bir ağaca tırmanarak, dürbünlü tüfeğini çıkarır. Taş evlerin kızıl gölgeli duvarlarında namluyu gezdirerek hedef arar. Ve güneşin ilk ışıklarında, kapıya çıkan köylülere rastgele ateşe başlar. Her seferinde bir köylüyü, “dan, dan dan” indirir. Bu şekilde yarım düzine insanı katleder. Ve sonra hiç bir şey söylemeden birliğine geri döner. Vurduğu köylüler, silah arkadaşını öldüren kişiler midir, değil midir bilinmez... Ama o, vahşete sessiz kalanları cezalandırmış, vicdanını rahatlatmıştır.Boyalı Kuş, yazar Kosinski’nin kendi yaşamından derlediği bir romandır. Yani kendi çocukluk öyküsüdür aslında... Ve ne ilginçtir ki, romanda Naziler kadar Kızılordu’nun da yaptıklarını anlattığı için o dönemki komünist Polonya’da istenmeyen adam ilan edilmiş, dövülmüş, tehdit edilmiş ve kaçmak zorunda kalmıştır.Bırakalım Boyalı Kuşlar aramızda yaşasın!

Devamını Oku

Duvardaki tuğla olan evlatlarımız

11 Ağustos 2018

Eğitime ihtiyacımız yok,Düşünce denetimine de ihtiyacımız yok,Sınıflarda aşağılanmaya da...Öğretmenler rahat bırakın çocukları!Hey öğretmen! Rahat bırak o çocukları!Hepsi hepsi yalnızca duvardaki bir başka tuğla...Sonuçta sen sadece duvardaki bir başka tuğlasın...Another Brick in The Wall-Pink FloydTatilde bir masa... Masada mayolu çocuklar... Hepsi de küçülmüş, ufalmış, sevimli birer hobbit gibi sokulmuş birbirine. Yüzük Kardeşliği için toplanmış beyin fırtınası yapıyorlar sanki. Ama ne gezer! Ellerinde telefon ya oyun oynuyor ya video seyrediyorlar. 40 yıl önce tek tip, ezberci, baskıcı toplum ve eğitim sistemini sorgulayan rock opera albümü The Wall’ı piyasa süren Pink Floyd’la şimdi bir röportaj fırsatım olsaydı “Bugünkü dijital çağda çocuklarımızın duvarda tuğla olma yoluna ilerleyip ilerlemediklerini” sorardım. “Öğretmenler acaba rahat mı bırakmalı çocukları, yoksa üzerine mi düşmeli” diye sorardım. Maaşallah hepsinde bir “özgür ruh” hali.. Hepsi de her şeyi bizden iyi biliyor. Kitap okumama özgürlüğü... Aptallaşma özgürlüğü.. Saçmalama özgürlüğü... Hepsini kullanıyorlar.Sorun şu ki gençlerin kitap okuma alışkanlığı hızla düşüyor. Son 30 yılda (1984’ten beri) kitap okumayan gençlerin oranı 3 kat arttı. 13 yaşındaki gençlerin yüzde 22’si, 17 yaşındaki gençlerin ise yüzde 27’si “Asla kitap okumuyorum” diyor. Kitap okuma alışkanlığı ta bebekken başlıyor. Bunda anne babaların da kabahati var. 1990’larda anne-babalar evlatlarına her gün 45 dakika kitap okurken, bugün bu rakam 20’li dakikalarla sınırlı. “Yanılıyorsun, çocuklar dijitalde okuyup öğrenir oldu” diyenleriniz çıkabilir. Katılmıyorum. Çocuklarımızın önlerindeki ekranlardan eskisine göre daha çok yazı okudukları kesin ama ne okuyorlar Allah aşkına! Mesajlar, notlar, bilgi kırıntıları, saçma sapan aforizmalar. Yazı yazmaya, not almaya bile üşenir oldular. Emoji devrimi yaşanıyor, hiyeroglif alfabesine geçtik haberiniz yok. Her şeyden ve hiçbir şeyden azar azar... Nitelikli bir tane bilgi yok. Oğlumun öğretmeni sınıfa tatilde kitap okuma ödevi vermiş ve eklemiş: “Okuduğunuz çizgi romanları kitaptan saymayacağım!” Kulağa kaprisli bir istek gibi gelebilir ama düşününce haklı. Hatta sadece çizgi romanları değil, Harry Potter’ları, Açlık Oyunları’nı, Yüzüklerin Efendisi gibi bilim kurgu fantezi türevlerini de kapsamalı bu... Sakın “Gestapo Baba” diye yaftalamayın beni. Gördüğüm kadarıyla günümüz çocuklarının sıkıntısı uzun metin okuyamamaları... Kısa ve heyecanlı metinlere dikkat kesilirken, cümleler ciddileşip edebileştikçe okumak külfet geliyor.İlginçtir, ilkokul çocuklarının yüzde 53’ü nitelikli edebiyat kitapları okurken, ortaokula gelince (blu çağı) bu alışkanlık hızla düşüyor ve lise son sınıfta 17 yaşındaki gençlerin sadece yüzde 19’u düzenli kitap okuyor. Yani lisedekiler yılda iki üç kitabı zar zor bitirebiliyor. 15 yaşına giren çocuğunuzun gözlerinin içine bakın, konuşurken sizinle göz teması kurmuyorsa, o kadar çok okumaktan kaçıyordur. Sorun şu ki, konuştuğum çocukların hepsi de kitap okumayı zevk olarak değil bir angarya ya da en sevindirici haliyle aktivite gibi (yüzmek, alışverişe çıkmak...) görüyor. Yani yaşamlarına eşlik edecek bir keyif olarak düşünmüyorlar. Kitap kokusunu “Yaşlı adam gibi kokuyor” diye niteleyen bile var.Mesele bu kadarla kalsa yazı konusu yapmayacağım. Ama fantezi romanlardan insan duygularını, davranış biçimlerini, tarihi ve daha nicesini nasıl öğreneceğiz? Karmaşık ahlaka ve değer yargısına nasıl sahip olacağız? Doğru karar verme yetisine, anlayışa, zekaya, empatiye kitap okuyarak ulaşmak ne zamandan beri demode oldu? Bugünkü medeniyetin omuzlarında yükseldiği, Antik Yunan filozofları, Viktoria Dönemi yazarları ya da Fransız-Rus edebiyatının kalemşörleri boşuna mı kafa patlattı. Ayrıca kitap okumanın stresi azaltıcı, uyumayı kolaylaştırıcı, kelime darağacını artırıcı, konsantrasyon ve hafızayı kuvvetlendirici etkisi olduğunu inkar mı edelim! “Bir çağı harekete geçiren ilkeler değil, kişiliklerdir” der Oscar Wilde. Edebiyat, bilim, tarih okumayan, suya yazılan yazı gibi birkaç dakikada silinen sanal gerçekliğe bakarak büyüyen bireylerin oluşturacağı toplumda; ne geçmişten ders çıkarmak, ne adalet hukuk, ne yönetim komünikasyon, ne de ilerleme mümkün olabilir. Her şeyin bir sınırı olmalı...

Devamını Oku