Pazartesi sohbetimde “Bana göre yılın olayı MİT krizidir” demiştim. Özel yetkili savcılar, önlerinde Genelkurmay Başkanı’nın tutuklanması olduğu için gerçekten özel yetkileri olduğuna inanarak bu kez MİT Müsteşarı’nı sorgulamaya kalkmış ama Başbakan’ın öfkesi karşısında şaşkına dönmüşlerdi.Genelkurmay Başkanı söz konusu olduğunda “Ama özel yetkili savcılar istedikleri herkesi sorgulayabilir” diyen ve Genelkurmay Başkanı’nın Yüce Divan olarak da çalışan Anayasa Mahkemesi’ne değil hapishaneye gitmesine alkış tutan iktidar, sıra MİT’e gelince “Ama olmaz ki, yasada Başbakan’ın izni gerekir yazıyor” diye ayağa kalkmıştı.Gerçi Genelkurmay Başkanı ile ilgili madde yasada değil Anayasa’da yazıyordu ama, olacak o kadar.Nitekim Başbakan’ın talimatı üzerine AKP kolları sıvamış, 7 saatlik bir Meclis cenginden başarıyla çıkarak, mevcut yasayı aynen korumuş, eklenti olarak da “Başbakan’ın görevlendirdiği kişiler de izin kapsamındadır, Özel Yetkili Mahkemeler dâhil yargı buna uymak zorundadır” maddesini koymuşlardı.Çünkü sorguya çagrılan MİT Müsteşarı Oslo görüşmeleri sırasında henüz MİT Müsteşarı değil, Başbakan’ın Özel Temsilcisiydi. O bakımdan yani. Aradan bir yıl geçti. Bu sürede izin istemeden Müsteşar’ı çağıran savcı değiştirildi. Yerine gelen yine izin isteyince ona da “güle güle” denildi. En yenisinin ne yapacağı henüz meçhul.Ancak tam “sorun atlatıldı” sanılıyordu ki geçen yılın tekrarı aşağı yukarı aynı tarihlerde bir kere daha gerçekleşti.Malatya Cumhuriyet Savcılığı Suriye’de düşen uçak konusunda MİT’in hata ve ihmali olduğu, daha da ötesi “Yabancı bir ülkeyi Türkiye ile savaşa sokacak biçimde tahrik etmek” suçlamasını içeren 304’üncü madde gereğince Müsteşar hakkında soruşturma açmak için Başbakan’dan izin istedi. Bu kez iş prosedürüne göre yapıldı. Direkt Müsteşar ifadeye çağrılmadı, önce Başbakan’a yazı yazıldı.Başbakan bu kez izin verebilir mi?Bana göre kesinlikle böyle bir olasılık yok. Başbakan tahminimce cevap bile vermeyecektir. Makul bir süre geçtikten sonra o savcı bir şekilde başka yere atanacaktır. Bu kadar basit. Tutulacak yol bu olsa bile, iddia çok vahim. Çünkü savcılık çok alçak uçuş emrini MİT’in verdiğini, askeri yetkililerin karşı çıkmasına rağmen bunda ısrarcı olduğunu iddia ediyor.Eğer iddia doğruysa, ülke güvenliği ile ilgili devletin temel yapısında çok ciddi bir değişim olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız demektir. Sadece istihbaratla yükümlü olan MİT’in, üstelik askeri operasyonlara bile karar verdiği, hatta birinci dereceden emredici makam hâline geldiği anlaşılıyor.Bana göre asıl açıklanması gereken nokta budur.*****Hep aynı bahane bıkmadık mı?Kürt sorununu güya tartışan kesimler her fırsatta “tam çözülüyordu ki, bir provokasyon oldu” bahanesinin arkasına sığınır. 90’lı yıllarda çözüm için adımlar atılacaktı ki, 33 askermiz şehit edildi, her şey bitti.2000’lerin ortasında çözüm aşamasına geliyorduk ki, Dağlıca baskını oldu, her şey bitti. Habur açılımı ne güzeldi, yüz binler karşılamaya gitti, her şey bitti.Cumhurbaşkanı “Çok güzel şeyler olacak” dedi, Silvan baskını oldu, her şey bitti.Şimdi yine terör lideriyle görüşülüyor, yol haritası çiziliyor ki, savcılar MİT Müsteşarı’nı ifadeye çağırdı, yine her şey bitecek... Açıkçası ben bu bahanelerden bıktım usandım, siz de böyle düşünmüyor musunuz?Kimdir her seferinde bu çözümü engelleyen ve kan dökülmesini arzulayanlar?Bir üsteğmenin evindeki buzdolabının sol arka ayağının lastiğinin altındaki suikast krokisini bulacak kadar derin bilgiye sahip istihbarat örgütleri “Bu provokatörleri” neden bulup ortaya çıkaramaz?Sanki her şey bir kandırmaca.Acaba sorununun çözülmesini istemeyen “bilmediğimiz” güçler mi var, yoksa zaten kimsenin çözmeye niyeti yok da her seferinde aynı bahaneye mi sığınılıyor?*****28 Şubat iddianamesi ne zaman?Eski YÖK Başkanı hariç tamamı generallerden oluşan 28 Şubat soruşturması tutuklu sanıkları için 7 aydır bir iddianame yazılmadı. Sanık yakınları bu durumundan şiddetle yakınıyor.Bu konuda bana gelen bir mesajı sizlerle de paylaşmak istiyorum:“Sayın Can Ataklı; 28 şubat tutuklusu eski Kara Kuvvetleri Komutanı Hikmet Köksal’in oğluyum. Bugün itibarı ile tutukluluğun 7’inci ayını doldurduk. 7 ay geçmiş olmasına rağmen, hâlâ iddianamenin hazırlanmamış olması, davanın bir hukuk davası olmadığını, önce suçu yaratmak sonra da suçlu bulmak üzerine kurgulanmış bir siyasi dava olduğu artık herkesçe bilinen bu davanın neredeyse unutturulmak istendiği, tutuksuz yargılama taleplerinin ısrarla klişe gerekçelerle ret edildiği, sözde kaldırıldığı söylenen Özel Yetkili Mahkemelerin devamı niteliğindeki bu mahkemenin alacağı kararı şimdiden görür gibiyiz. Bizleri rahatsız eden açılmış olan dava değildir, tutuklu olarak yargılamanın bizlere verdiği o tarif edilemez acıdır. Namık Kemal Köksal.”*****Soner Yalçın’a ilgi ve sevgi seliNihayet serbest bırakılan gazeteci Soner Yalçın dün Levent Polis Amirliği’ne giderek “kaçmadığını” kanıtlamak için polise imza verdi. Yalçın’la birlikte yüzlerce gazeteci ve vatandaş da bu ilginç töreni izlemek için karakolun önünde toplandı.Ben de gittim. Dışarıdan da olsa Soner Yalçın’ın “kaçmadığına” tanıklık ettim.Yalçın’ın karakolda çok uzun süre kalması dışarıda bekleyenler arasında “ne oluyor, yoksa başına başka bir iş mi açılıyor?” sorularına neden oldu. Ama çıkınca durum anlaşıldı. Meğer polisler jest yaparak ikramda bulunmuş, çay kahve ve sohbet nedeniyle “imza töreni” biraz uzamış.Soner Yalçın imzasını attıktan sonra kendisini bekleyen kameralara karşı çok güzel ve özlü bir konuşma yaptı. “Aydınların, sanatçıların, gazetecilerin, yazarların kimseden izin almadan yazma ve konuşma özgürlüğü olduğunu” belirterek “Biz gerçekleri kimseden izin almadan, kimseden korkmadan yazmaya devam edeceğiz” dedi.Yalçın daha sonra hemen karakolun yanındaki bir halı sahada ellerinde kitaplarla kendisini bekleyen okurlarına imza verdi.İlginç ve heyecanlı bir saatti. İçimiz buruktu elbette. Bir gazeteciye, adi suçluymuş gibi “imza” dayatması yapılmasının, gazetecinin güvenilmez, kuşkulanılması gereken biri gibi halka sunulmaya çalışılmasının hüznünü yaşadık. Ama inanın geçecek bu günler de. Çıkanlara da hâlâ hapiste tutulanlara da sabırlar diliyorum.*****Yeni yılın zam yağmuru başladı. Biz 2013’e girdiğimizi sanıyorduk, galiba 2013 bize... (Gani Yıldız)
Yeni yılın ilk yazısını “Belli ki 2013 Apo’nun yılı olacak” başlığı ile kaleme almıştım.Başbakan İmralı’daki terör lideriyle görüşmelerin sürebileceğini belirtmişti, bu durumda Apo’nun da durumdan yararlanacağını, önce “iyileştirme” adı altında ev hapsine geçebileceğini ardından da tamamen serbest kalabileceğini belirtmiştim. Elbette bunun için kamuoyunun hazırlanması gerektiğinin de üzerinde durarak “Apo’ya hiçbir hak vermeden, onun bazı taleplerini karşılamadan görüşmeleri yürütemezsiniz” demiştim.Dün sabah yeni yılın ilk gazetelerini okurken MİT Müsteşarı’nın İmralı’ya giderek terörist Apo ile görüştüğünü öğrendim.Her ne kadar “terör dursun, kan dökülmesine son verilsin de ne olursa olsun” sloganı milletin beynine kazınmaya çalışılıyor olsa da teröristlerle görüşme yapılmasının herkes tarafından kabullenilmesi henüz çok zor.O nedenle AKP sözcüleri bu görüşmelerde Kürt sorununun konuşulmadığını terör lideriyle silah bırakma konusunda bir uzlaşma sağlanmaya çalışıldığını açıklamaya çalışıyorlar.Bu çok doğru bir yaklaşım değil. Kimse “Apo ile PKK’nın silah bırakmasını konuşuyoruz” söylemine inanmamızı beklemesin.Apo ile yakalandığı günden beri bu tür görüşmeler yapılıyor, ikna olsa bugüne kadar olurdu. Üstelik bu görüşmeleri Genelkurmay yapıyordu ve o tarihlerde PKK’ya ağır darbeler vurulmuştu, örgüt dağılma noktasına gelmişti, PKK’nın çaresizlik içinde silah bırakması daha kolay olurdu.Apo ile görüşmeler terörün bitmesi, silah bırakılması için değil, Kürt sorununu çözmek için yapılıyor. Ne çare ki devlet “sorunu çözmek için terör örgütüyle pazarlık yapamayacağı”ndan kamuoyuna “silah bırakmalarını sağlamaya çalışıyoruz, bu nedenle görüşüyoruz” mesajı veriliyor.Şurası bir gerçek ki Kürt sorunu sadece Türkiye’nin çözebileceği bir konu değil. Başta ABD olmak üzere global güçlerin hepsi bu sorunun içinde ve onlar sorunu kendi çıkarları doğrultusunda çözdürtmek istiyorlar.Çünkü global güçlerin bölgedeki ve daha doğudaki enerji kaynaklarını güven içinde kullanma sorunları var.Global güçlere bu coğrafyada güvenilir ortaklar gerekiyor.Bu güvenilirliği güçlü, tek parça, istikrarlı bir ülke sağlayamaz, eninde sonunda bir arıza çıkar.Durum böyle olunca, yaşadığımız coğrafyada çok sayıda ama hepsi global güçlerin etki ve himayesi altında küçük devletler olması daha elverişli. Nitekim Arap Baharı adı altında başlatılan ve bölgeye sözde demokrasi getirmeyi amaçlayan tuhaf kalkışmaların arkasında hep bu mantık var. Bölgede ne kadar çok devlet ya da otorite olursa global güçler için o kadar iyi.Bu nedenle Irak üçe bölünecek, Suriye parçalanacak ve dışa kapanacak, Mısır, Libya, Ürdün, Lübnan kendi iç sorunlarıyla cebelleşecek, Türkiye ise bölünme tehdidi ile paranoya yaşarken muhtemelen özerk bölgeler ilan etmek zorunda bırakılacak.İktidar durumun farkında aslında. Sorunu şu; bir yandan global güçlerle ilişkisini bozmayacak adımlar atmak zorunda hissediyor kendini diğer yandan Türkiye’de ve dışarıda tepki yaratacak yeni bir rejim özlemi içinde. İkisini aynı anda götürmesi çok zor.İçeride yeni rejimin ayak seslerini yükseltmeye çalışırken, dışarıda “Apo yılının” hazırlıklarını tamamlıyor.Peki ya sonuç?*****Ataşehir’de trafik felaketiİstanbul’un en yeni ve modern yerleşim alanlarından biri olan Ataşehir günden güne yaşanmaz hâle geliyor. İlk başlarda hiç olmazsa kendi içinde “yaşanır” bir yer olan Ataşehir trafik derdi yüzünden boğulmak üzere.Çünkü koca bir kent kurulurken trafik sorunu hiç düşünülmemiş. Dev binalar, binlerce konutu barındıran siteler yapılmış ama oluşacak nüfus ve araç fazlalığının nasıl düzenleneceği hiç hesaplanmamış; yüz binlerce kişinin yaşadığı kentin trafiği birkaç kavşağa mahkûm edilmiş. Koca ilçenin belli ki bir trafik müdürü de olmadığı için günün önemli bir bölümünde bu kavşaklar içinden çıkılmaz hâle geliyor.Ataşehir’in sadece bir iki girişi var. Bu girişlerin hepsi birbirini kesiyor. Işıklı sistem olmasına rağmen yoğunluk nedeniyle kavşaklar hiç boş kalmıyor ve araç akışı sağlanamıyor.Yeni yol ve kavşaklar yapılıncaya kadar sadece bu kavşaklar görevli trafik polisleri tarafından kontrol altına alınmakla bile sorun çözüleceği hâlde hiçbir yetkili kılını bile kıpırdatmıyor.Bu durumu İstanbul Trafik Müdürü Murat Şengün’e de anlattım. Durumun farkında olduğunu bu nedenle Ataşehir Trafik Müdürü ile (meğer varmış) konuştuğunu, soruna mutlaka bir çare bulacaklarını söyledi.Bu arada Ataşehir’de çok başarılı bir belediye başkanı var. Ancak özellikle trafik sorunu ile ilgili alacağı önlemlerin hepsinde karşısına Büyükşehir Belediyesi çıkıyor. Çünkü trafiği kilitleyen sorunlu yollar ilçe belediyesine değil Büyükşehir Belediyesi’ne ait.Bu durumda ilçe belediyesinin de elinden bir şey gelmiyor.Üstelik bir de sık sık yolsuzluk söylenti ve haberleriyle Ataşehir Belediyesi yıpratılmaya çalışılıyor.Ataşehirlilere sabırlar dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden.*****Havaalanı güvenliği neden bizde sorunlu?Mesleğim gereği yıllardır sayısız kere yurt dışına çıktım, dünyanın gelişmiş ve gelişmemiş pek çok ülkesine gittim.Bu gidiş gelişlerde dikkatimi çeken konuların başında hep havaalanlarımızdaki aşırı güvenlik önlemleri gelir.Nedir örneğin? Sadece bizde havaalanına girerken güvenlik araması var. Ne Paris’te ne Londra’da ne New York’ta havaalanına girerken üst baş ve bagaj araması yapılıyor. Bizde neden var diye sorunca “Güvenlik” diyorlar. İyi de aynı güvenlik New York’ta nasıl sağlanıyor veya Paris’te?Haydi diyelim ki “Bizim ülkemiz terör açısından daha riskli.”Peki buna ne dersiniz? Ülkeye dönüyorsunuz. Bavulunuzu aldınız, gümrüklü alandan havaalanının “geliş” salonuna çıktınız. Dışarıya çıkış kapıları ya en sağda ya en solda.Elde bavullar uzun bir yürüyüş yapıp kapıya ulaşıyorsunuz, ama taksilere veya otoparka gitmek için tekrar ortaya doğru yürümeniz gerekli. Girişteki güvenliği anladık da çıkışta neyin güvenliği sağlanıyor ki insanlara bu kadar eziyet çektiriliyor.
Yılın son günlerine doğru Başbakan Erdoğan çok çarpıcı bazı açıklamalar yaptı.Örneğin “kendisinin de dinlendiğini” açıkladı. “Bunu insanın en yakınındakiler koyar” dedi.Tabii arada kaynayıp giden konu şu; Eğer Başbakan dinlenmişse, birilerinin elinde bunların kayıtları duruyor. Bu durumda Türkiye Cumhuriyeti Devleti birilerinin tehdit ve şantajı altında mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Galiba pek merak eden de yok. Çünkü yorumlara bakıyorum da pek çok kişi “böcekleri kimin koyduğunu” merak ediyor. Ya da “Başbakan bile dinleniyorsa biz haydi haydi dinleniyoruzdur” yorumları yapılıyor.Tuhaf değil mi? Bir demokratik ülkede herkesi ayağa kaldıracak bir olay bizde sanki basit bir şeymiş gibi geçiştiriliyor.Başbakan yine yılın son günlerinde “İmralı ile görüşmelerin sürdüğünü” açıkladı.Ardından da bazı gazetelerde bu görüşmelerin ayrıntıları yayınlanmaya başladı.Başbakan her zamanki üslubuyla yaptı açıklamayı “Biz görüşmüyoruz, ama adamlarımız görüşür” diye konuştu.Başka türlü olması zaten mümkün değil ki. Koca Başbakan’ın İmralı’ya veya Oslo’ya gidip terör liderleriyle görüşmesi diye bir şey olabilir mi? Devlette esas olan sorumluluktur, işler devletin organları aracılığı ile yapılır. Yani “Biz görüşmüyoruz” sözü bu ayrıntıya pek dikkat etmeyen geniş yığınlara yönelik bir söz gibi geliyor bana.Ancak yapıldığı söylenen görüşmelerden gazetelere yansıyan ayrıntılara göre belli ki 2013 İmralı’da cezasını çeken terör örgütü lideri Öcalan’ın yılı olacak. Çünkü çok doğal olarak Apo “Eğer muhatap ben olacaksam şartlarımın iyileştirilmesi gerek” diyor. “Şartların iyileştirilmesi” Apo’nun kademeli olarak önce bir ev hapsine alınması sonra ise tamamen serbest bırakılması anlamına geliyor.Bunu rahatlıkla söylememin, ki daha önce de yazmıştım, nedeni şu; “Eğer siz hapisteki birini birinci muhatap olarak alırsanız, onun kişisel taleplerini de ciddiye almak ve yerine getirmek zorunda kalırsınız. Aksi takdirde, sürekli hapiste kalacağını bilen biri hangi yüksek idealle sadece sorunun çözümüne destek verir?”Elbette şu anda hiçbir hükümet yetkilisi “Apo’yu ev hapsine alabiliriz” türü bir açıklama yapamaz. Hatta Başbakan “Kimse böyle bir şey beklemesin” bile demişti. Ama iş olacağına varır, bunu bilmeliyiz. Apo’ya hiçbir hak vermeden, onun bazı taleplerini karşılamadan görüşmeleri yürütemezsiniz.Sanıyorum burada biraz kamuoyu oluşturulmaya çalışılıyor. Bir kere “Kan dursun, silahlar sussun da ne olursa olsun” sloganı milletin beynine âdeta kazınıyor.Böylelikle yakın bir gelecekte Apo’nun durumunda yapılacak bir iyileştirmenin kamuoyunun sert tepki görmesinin önüne geçilmek isteniyor gibi.Bu bir taktiktir elbette, ama keşke çözüm arayışları çok daha şeffaf ve legal muhataplarla yapılabilse.*****Yazdıkça İDO kendine çeki düzen veriyorSürekli okurlar bilecektir, İstanbul Deniz Otobüsleri ile ilgili pek çok şikâyete yer verdim yazılarımda. Fahiş fiyatlardan, ayrıcalıklı (tabii ki bedeli ödenen) biletlere, rezervasyon aksaklıklarından gemi içi hizmetlere kadar pek çok konudaki şikâyetleri dile getirdim.Memnuniyetle gördüm ki, İDO sahipleri bu eleştirilere öfkelense bile, çoğunun çok haklı nedenlere dayandığını da fark ederek çeşitli önlemler almaya başladılar.Geçen hafta bugüne kadar hiç gelmeyen bir şikâyeti sizlerle paylaşmıştım. İDO’nun “kampanyasından” yararlanarak 6 liraya bilet alan bir okurum, seferin iptal edilmesi üzerine başına geleni anlatmıştı. İDO seferi iptal ettikten sonra 6 liralık biletin parasını iade etmiş, ancak bir gün sonraki sefer için 26 liraya bilet kesmişti. Okurum da haklı olarak “O zaman bu kampanyalar niye yapılıyor, biz niye kandırılıyoruz?” diye sormuştu.Yazım üzerine İDO Basın Yetkilisi Tolga Uyar “Uyarınız üzerine bu yanlışlığı gideriyoruz. Hava durumu nedeniyle iptal edilen seferlere ucuz bilet alanlara, istedikleri başka bir seferde kullanmak üzere aynı fiyattan bilet verilecek. Ocak ayı içinde bunun altyapısını tamamlamış olacağız” dedi.Uyar İDO ile ilgili şikâyetlerde çok ciddi bir azalma olduğunu da belirtti. Uyar’a göre artık gemi içi hizmetlerle ilgili anlık olanlar dışında şirkete yönelik çok ciddi şikâyetler gelmiyor. Güzel. Tabii bunlar sadece beyanla olmuyor, İDO aksaklıkları düzelttiyse ne âlâ, ama gelen şikâyetleri yansıtmak da bizim görevimiz ve buna devam edeceğiz.*****Geçtiğimiz yıl, internet ansiklopedisi Wikipedia’da en çok “Mustafa Kemal Atatürk” aranmış. İşte Atatürk bu:“Araştırılınca” anlaşılan, anlaşıldıkça “aranan” lider... (Gani Yıldız)*****Commer değil KomerOrtadoğu Teknik Üniversitesi’nde yaşanan polis saldırısından sonra, bu okulun geçmişiyle ilgili bazı notları sizlerle paylaşırken 1969’da ABD Büyükelçisi’nin arabasının yakılması olayını da hatırlatmıştım.O yazılarda büyükelçinin adını “Commer” olarak yazmıştım. Ancak asıl yazılışı Komer olacak; Robert Komer.Aslına bakarsanız elçinin adının Commer değil Komer olduğunu hatırlıyordum. Yine de internete baktım, ağırlıklı olarak Commer yazıldığını görünce “Herhalde yanlış anımsadım” diyerek ben de Commer diye yazdım.Sanıyorum isimleri “İngilizce” söylemeye çalışanların internette yaptığı ortak hatanın kurbanı oldum. Komer diye okunuyor ya, yazarken “Herhalde bu C ile başlıyordur” demiş birçok yazar. Demek ki neymiş, Google’da bulunan her şey doğru olmayabiliyormuş.Bu arada tekrar hatırlatayım. Komer sadece ABD Büyükelçisi olduğu için protesto edilmemişti o tarihlerde. Bir CIA ajanı olarak Vietnam’da uyguladığı “pasifikasyon” stratejisi ile yüzlerce Vietnamlı’nın ölümüne neden olmuştu. Komer’e tepki sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada vardı.Komer’in arabası “nefret edilen bir adam” olduğu için yakılmıştı.*****Yeni yılınız kutlu olsunBugün yeni yılın ilk günü. Ama bilgisayarda yazımı yazarken yazının bilgisayardaki kayıt adını can 1 Ocak 2012 olarak yazmışım. Yılın ilk günlerinde bu hep olur. Yeni yıla gireriz ama yılı hep eskisiyle karıştırırız. Önümüzdeki günlerde bu hatayı pek çoğumuz yapacağız. Alışana kadar.Yeni yılla ilgili gerek telefon gerekse e posta mesajı olmak üzere yüzlerce kutlama mesajı aldım sizlerden. Herkese çok teşekkür ediyor ve hepinizin yeni yılını yürekten kutluyorum.Bir anda gelen yüzlerce mesaja tek tek yanıt vermenin güçlüğünü herhâlde takdir edersiniz. Bu nedenle lütfen mesajına karşılık alamayanlar gönül koymasınlar, çünkü her birine sadece “teşekkür ederim size de iyi yıllar” diye yazmak bile bir günümü alabilir.
Sevgili okurlar; bir yılı daha bitirdik. Bu gece hepimiz yeni yılın umutlarıyla 2013’e adım atacağız. Ne yazık ki 2012 yılını da mutlu ve huzurlu geçiremedik. Yeni yıl içinse sadece iyi dileklerimizi söyleyebiliriz ama bunun gerçekten yararlı olup olmayacağını da bilemiyorum.Yılın olaylarıMedyada âdettir, yılın sonuna gelindiğinde, yılın olayları, yılın önemli isimleri belirlenir. Benim, geçen yıl yaşadığımız olaylar içinde favorim savcıların MİT Müsteşarı’nı ifadeye çağırmaları, ama Müsteşar’ın ortadan kaybolması, ardından da Başbakan’ın derin öfkesi oldu. Bu kırılma noktasıydı.MİT kriziGeçen yılın şubat ayında bir sabah beklenmedik bir haberle şaşırdık. Özel yetkili savcılar MİT Müsteşarı ile eski MİT Müsteşarı ve yardımcısını KCK davası nedeniyle “sanık” sıfatıyla ifadeye çağırıyordu. Oysa MİT Müsteşarı yasa gereği Başbakanlık koruması altındaydı.Görevin niteliğiÖzel yetkili savcılar, MİT Müsteşarı’nı terör örgütlerinin liderleriyle yapılan gizli görüşmeler ve daha sonra KCK’nın yapılandırılmasındaki rolü nedeniyle suçluyordu. İddialara göre MİT PKK’nın bazı eylemlerini organize etmişti ve bu olaylarda pek çok asker, polis ve sivil şehit vermiştik.Müsteşar kayıpSavcılık eski ve yeni müsteşarları ifadeye çağırıyordu ama ikisi de kayıptı. Bir tür “kaçak” hâldeydiler. Duruma hemen Başbakan Erdoğan el koydu ve “Benden izin alınmadan nasıl böyle bir girişimde bulunabilirler” diyerek öfkelendi ve yargıyı “Devlet içinde devlet olmakla” suçladı.İlker Başbuğ olayıBaşbakan’ın bu çok sert çıkışı sonucu bir hukuk tartışması başladı. Evet yasaya göre MİT Müsteşarı Başbakan izni olmadan sorgulanamıyordu ama, çok kısa bir süre önce yaşanan eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ olayı da kafaları ister istemez karıştırıyordu,Özel yetkili mahkemelerİlker Başbuğ Ergenekon davasını yürüten mahkeme tarafından tutuklanmıştı. Başbuğ 12 Eylül 2010’da kabul edilen Anayasa’ya göre ancak Anayasa Mahkemesi tarafından yargılanabileceğini ileri sürerek karara itiraz etti. Mahkeme çok ilginç bir gerekçeyle itirazı reddetti.Herkes için geçerliMahkeme tarafından Özel Yetkili Mahkemeler’in kuruluş esaslarına göre bu mahkemelerin istedikleri herkesi hiçbir izin almadan ifadeye çağırabilecekleri, sorgulayabilecekleri, tutuklayıp yargılayabilecekleri belirtildi. İlker Başbuğ bu durumda “çaresiz” kalmıştı. Hapse girdi.Sıra MİT’e gelinceAncak MİT olayında bu esaslara uyulmadı. Çünkü Başbakan gelişmelere çok öfkelenmişti. Müsteşar 5 gün ortaya hiç çıkmadı. Bu süre içinde AKP Meclis’ten 7 saat içinde bir yasa geçirdi, böylelikle MİT Müsteşarı’nı özel yetkili mahkemelere karşı koruyan sağlam bir yasal kalkan oluşturuldu.Sadece MİT değilAncak yeni çıkan kanun dikkatli okunduğunda ilginç bir ayrıntı göze çarpıyordu. Çünkü yeni madde MİT Müsteşarı’na örülen koruma duvarını aynen koruyordu ama eklenen bir cümle daha önemliydi. Buna göre Başbakan’ın özel görev verdiği herkes aynı korumaya tabi tutulacaktı.Özel temsilciÇünkü bugünkü MİT Müsteşarı, teröristlerle yapılan ilk pazarlıklarda MİT’te değil Başbakanlık’ta çalışıyordu ve orada bulunma nedeni “Başbakan’ın özel temsilcisi” sıfatını taşımasıydı. Yani savcılık müsteşarı, müsteşar olmadan önceki bir suçlamayla ifadeye çağırabilirdi.İçten kırılmaMİT olayı, AKP iktidarına güç veren kesimlerde ilk ve ciddi kırılmayı ortaya çıkardı. MİT operasyonunu düzenlediği ileri sürülen ve dini bir ağırlığı da bulunan bir kesim o günden itibaren Tayyip Erdoğan’a karşı, açıktan olmasa da ciddi bir yıpratma kampanyası başlattı.Sessiz ve derindenO gün bu gündür, bu kesimin Erdoğan’a karşı başlattığı yıpratma kampanyası sürüyor. Açık beyanlarda “Hiçbir sorun olmadığı” söylense bile, bu kesimin sözcüsü konumundaki isimler her fırsatta “desteğin kesilebileceği” sinyallerini veriyor. Erdoğan ise giderek sertleşiyor.Savcılara yıldırmaGerçi MİT Müsteşarı bu olayla tam koruma altına alınmış olsa bile, “izin isteme” formülü aynen durduğu için, aynı savcı bu kez resmen izin başvurusunda bulundu. Bir cevap verilmedi kendisine ama bir sabah aniden görevinden alınıverdi. Yerine yenisi atandı.Aynı uygulamaAncak gariptir, yeni atanan savcı da “izin talebini” yineledi. Ardından o savcı da yerinden oldu. Şimdi Başbakan’ın “izin talebine bir cevap verip vermeyeceği” beklenirken, yeni atanan savcının benzer bir talepte bulunup bulunmayacağı da şiddetle merak ediliyor.Çömez’den farkı var mı?Şimdi bir soru sormak istiyorum. Londra’da kaçak yaşayan eski AKP Milletvekili Turhan Çömez ile MİT Müsteşarı arasında fark var mı? İkisi de Özel Yetkili Savcılar tarafından “sanık” olarak ifadeye çağrılıyor, ikisi de gelmiyor. Biri İngiltere’nin diğeri Başbakanlığın koruması altında.Diğer olaylarKısaca 2012’nin önemli olayları hatırlayalım. Hrant Dink davası bitti, mahkeme, olduğuna inandığı “çete”yi bulamadı. Oysa bu olayda sorumluluğu ve ihmali bulunan herkes ortadaydı, haklarında çeşitli kitaplar bile yazılmıştı. “Var ama bulamıyoruz” dendi, olay da bitti.Başbakan’ın sağlığı2012 yılına Başbakan Erdoğan’ın geçirdiği ameliyatlar da damgasını vurdu. Doktorları hiçbir açıklama yapmadı ama yakınları Erdoğan’ın sağlık durumunun çok iyi olduğunu belirtiyor. Zaten bu Başbakan’ın inanılmaz temposunu izlerken de gözle görülebiliyor.Afyon’u unutmayalımYaz aylarında Afyon’dan gelen korkunç bir haber hepimizi şoke etmişti. Bir cephanelikteki patlamada 25 askerimiz şehit olmuştu. Tabii buna teröre şehit verdiğimiz yüze yakın polis ve askerimizi de eklemeliyiz. Çeşitli olaylarda yitirdiğimiz yurttaşlarımızı da unutamayız.Balyozda acele kararlarBitirdiğimiz yılın önemli gelişmelerinden biri de yüzlerce askerin yagılandığı Balyoz Davası’nın sona ermesiydi. Açıklanan kararlar hem tepki gördü hem de kimseyi tatmin etmedi, gözler Yargıtay’a çevrildi. Hukukçuların hâkim görüşü bu davanın Yargıtay’dan döneceği yolunda.Üniversitelere saldırıBana göre yılın önemli olayları sıralamasına yılın son günlerinde ODTÜ’de yaşanan olayları da koymak gerek. Özellikle iktidar ve yandaşlarının üniversitelere yönelik hasmane tutum ve davranışları demokrasi ve özgürlükler konusunda ciddi kuşkular yaratacak boyutta.Soner Yalçın özgürYeni yıla 4 gün kala 684 gün tutuklu kalan gazeteci Soner Yalçın nihayet özgürlüğüne kavuştu. Gazeteciliğin yargılanması olarak tarihe geçecek bu olay sanıyorum aynı zamanda kara bir leke olarak da hafızalarda kalacaktır. Bu dava “sevilmeyenlerden” nasıl intikam alındığının bir kanıtıdır.Parça parça tahliyeOdatv davası olarak bilinen davada güya yargılanan gazeteciler parça parça tahliye edildiler. Sanki gizli bir el “Biz bunları sevmiyoruz, burunlarını sürtün” talimatı vermiş gibi. Belli ki her gazeteci kendilerine biçilen intikam süreleri kadar hapiste tutuldular. Başka bir izahı olabilir mi?Hepinize iyi yıllar dilerim.
Bir yılı daha deviriyoruz. Kaldı iki gün. Bugün 2012’nin son pazarı. İşte size Yıldırım Tuna’dan yılın son fıkraları. “Kaçırdım üzüldüm” demeyin sonra..Saçma hediyeİşinden evine dönen adam, hızlı adımlarla yatak odasına çıkmış. Gardırobun kapısını açarken karısı banyodan, “Sakın o dolabın kapısını açma, içinde sana yılbaşı için aldığım sürpriz hediye var, açmaaa!..” diye çığlık çığlığa bağırmış. “Çok geç kaldın” demiş adam kapağı sonuna kadar açarken, “Senin kadar saçma sapan hediye alan görmedim”demiş içine baktıktan sonra “Yahu salak mısın sen? Ha? Salak mısın? Ben şimdi çırılçıplak sütçüyü ne yapacağım ki?”5 kereDüğünün ertesi sabahında gelin, otelin balayı odasından annesini aramış, “Anne, hemen gel ve beni otelden al. Kocam olacak psikopat beni o işi yapmam için tam 5 kere zorladı” demiş ağlayarak. “Sakin ol meleğim” diye cevap vermiş annesi, “Evliliğin başında normal bir şeydir bu..” Kız, “Ama anne..” demiş hıçkırarak, “Manyak odaya 5 arkadaşını getirmiş!”Şansa bakBen dünyanın en şanslı adamıyım.. Karım o çıtır sekreterimizi evimize çağırıp onunla bütün hafta sonu, istediğim kadar aşk yapabileceğimi söylemez mi? Keyfimden çıldırdım yahu. Esasında tam olarak söylediği şey şu: “Ben bu hafta sonu İstanbul’a, annemi ziyarete gidiyorum. Ev sana emanet ona göre.”Çift görme“Yardım edin doktorrr!” diye koşarak içeri girmiş adam, “Her şeyi çift görüyorum.” Doktor, “Hallederiz.. Lütfen şu sandalyeye oturur musunuz?” Adam sormuş saf saf “Hangisine doktor?”PaylaşmaAdam barda arkadaşına “Evliliğimizin gizemi kayboldu, ne yapacağımı bilemiyorum” demiş. “Neden başka biriyle kaçamak yapıp işin içine biraz heyecan katmıyorsun?” diye cevap vermiş arkadaşı. “Nee? K.. Karım öğrenirse ne olur?” Diğeri, “Yahu hangi yüzyılda yaşıyoruz?” demiş “Söyle ona.. Sorununu paylaş.. O da bilsin.” Adam heyecanla evine koşmuş, “Aşkım bizi tekrar bir araya getirecek bir formül buldum. Bir kaçamak yapacağım haberin olsun” demiş heyecanlanarak. “Boş ver, unut o işi” demiş karısı “Ohooo, oğlum biz kaç kere denedik olmuyor, işe yaramıyor!”İyi-kötü- Patron size kötü bir haberim var..- Yahu ne olumsuz bir kızsın sen? Bir de olaylara iyi tarafından bakmayı denesene?- Tamam patron.. O zaman değiştiriyorum.. Size harika bir haberim var. Bu sabah yaptırdığım test sonucu kesinlikle kısır biri olmadığınız hastane tarafından tescil edildi. İşte bu da raporu. Eşiniz kim bilir ne kadar sevinecek!Kim arıyor?Çalan telefonu evin hanımı açmış, kısık ve heyecanlı sesli sapığın biri, “İddiaya girerim bu evde kocaman, cascavlak yayılmış yatan bir kıç vardır” demiş hırıltılarla. “Tabii var, bi dakika telefona vereyim, kendisi divanda uzanmış maç seyrediyor” demiş kadın, “Kim arıyor diyeyim?”*****Erkeklerin eşlerinden duymak istedikleri sözler- Aşkım? Yeteri kadar içtiğinden emin misin?- Sarhoşken o kadar tatlı oluyorsun ki..- Alışverişi ne yapacaksın? İçkimizi koyup beraber maç seyretsek ya..- Neden Playboy’a üye olmuyoruz?- Koş, koş.. Gel bak komşunun kızı çırılçıplak havuza girmiş..- Hadi alışveriş merkezine gidip birlikte ‘en güzel popoyu seçelim..- Bak bu sefer baştan söylüyorum çimleri ben keseceğim..- Her pazar günü ava gitmen çok hoş.. Cumartesilerini de eklesen..- Al şu portakal suyunu, sen şöyle uzan, ben gidip arabanın yağını değiştirteyim, muayenesini de yaptırayım..- Annen seni doğurmakla ne iyi yapmış tatlım..- Bak bana bir iyilik yap, şu ‘Sevgililer Günü’ zırvasını unut, bu parayla sana ‘havalı tüfek’ alalım..- Yahu ‘evlilik yıldönümü’ her yıl zaten oluyor.. Arkadaşlarınla bara gidip biraz stres atsana..- Ay o ne kocaman bir ‘GARRKK!” sesiydi.. Tatlım benim için bir daha yapar mısın? N’lur..- Arada bir annende kalsana.. Yapayalnız kadıncağız, kim bilir ne kadar sevinir..*****Gani Yıldız’danCHP Genel Başkan Yardımcısı Faruk Loğoğlu, “Kuvvetler ayrılığını kaldırmak, Türk demokrasisinin ölüm fermanıdır” demiş. Nasıl yani? E ama ferman “padişah emri” demek.. Pardon pardon, o ilkeyi istemeyenin başbakan olduğunu unutmuşuz!***Asgari ücrete gelen zamla 1 kilo pirzola bile alınamıyormuş. Anlaşılan asgari ücretlilere “zammın etlisini” görmek bu sefer de kısmet olmadı.***Yeni yılda iş yerlerine ısı, ışık, gürültü ve karakter ayarı geliyormuş. Umarız bu düzenleme Meclis için de geçerlidir ve son iki ayara özellikle özen gösterilir.***Soru: Döner bıçaklı üniversiteli olur mu? Cevap: Bal gibi olur; okuldan sonra diplomalı işsizler ordusuna katılacağını anlayan gencimiz çalışmaya erken başlamıştır.***Belki de toplumdaki “yüksek tansiyon” problemini çözmek için uygulanması gereken “tedavi”; Başbakan’ın, her kesimi kucakladığı balkon konuşmalarının “dozajını” artırmasıdır.***Spor karşılaşmalarında sahaya yabancı madde atılırsa kulüpler “seyircisiz oynama cezası” alıyor. İyi de karşılaşmalar çoğu zaman zaten “seyircisiz” oynanıyor. Şiddet için tribüne gelip tuttuğu takıma zarardan başka şey vermeyene “seyirci” denir mi?!
ODTÜ’de olaylar çıkınca yaşı müsait olanların çoğu 68 gençlik olayları sırasında bu okulda çıkan büyük çatışmayı ve bir de ABD Büyükelçisi Commer’in arabasının yakılmasını hatırladı.Şimdi bazı yorumlara bakıyorum da, hepsi demokrasi kahramanı ve güya şiddet karşıtı tipler bu anıyı da lekelemeye çalışıyor, “Bir büyükelçi arabası yakılır mı?” diye soruyorlar.Bunu o yılların Türkiye ve dünya koşullarında değerlendirmek gerek. Commer sanıldığı gibi bir büyükelçi değildi. Commer’e o yıllardaki tepki Vietnam’da görev yaptığı sırada yaşananlar yüzündendi. Commer ABD’nin Vietnam rezaletindeki sembol isimlerden biriydi. İşte bu kişinin Ankara’ya elçi olarak atanması üniversite gençliği arasında infial yaratmıştı.O yıllarda ODTÜ’de okuyan bir okurumun hatırlatması üzerine Commer’in Türkiye’ye geldiği gün yaşananları paylaşmak istiyorum;Commer’in Ankara’ya geleceği saatin öğrenilmesi üzerine ODTÜ’deki devrimci öğrenciler okul hizmetindeki Amerikan yardımı kapsamında gönderilmiş otobüslere bir baskınla el koyuyorlar. Devrimci öğrenciler, şoförlerin başına bir şey gelmemesi için, aralarında ağır vasıta ehliyeti olan öğrencileri direksiyon başına geçiriyorlar. (O yılların devrimcileri bu kadar naif ve düşünceliydi.)Tabii güvenlik güçlerinin bundan hiç haberi bile olmuyor. Otobüsler sanki servise gider gibi üniversiteden çıkıyor ve doğru Esenboğa Havalimanı’na yöneliyor.Commer’i karşılayan devlet görevlileri ve güvenlik güçleri karşılarında bir anda yüzlerce öğrenciyi görünce ne yapacağını şaşırıyor. Bu nedenle Commer yarım saat kadar uçağından indirilmeyip alanda bekletiliyor. Daha sonra ABD elçiliğinin araçları uçağa kadar gidip Commer’i alıyor ve arka taraftaki bir servis yolundan kaçırarak elçilik binasına getiriyor.Commer ilk resmi ziyaretini “Amerika’nın yardımıyla kurulan” ODTÜ’ye yapıyor ve başına arabasının yakılması olayı geliyor.Commer Ankara’da ancak 6 ay kalabildikten sonra yerine başka birisi atanıyor. Kısacası, elçi deyip geçmeyin, Commer o yılların çok önemli bir aktörüydü, sadece Türkiye’de değil dünyanın pek çok ülkesinde protesto edilen birisiydi.*****Commer’in arabasını yaktıkları için mi öldürüldüler?Çarşamba günkü yazımda 1969‘da ODTÜ’de yakılan ABD Büyükelçisi Commer’in arabasının önünde hatıra fotoğrafı çektiren 7 devrimci gencin de öldürüldüğünü dile getirmiştim.Bazı okurlarım sanıyorum yanlış anladıkları için “Onlar Commer’in arabasını yaktıkları için öldürülmediler, ikisi idam edildi, diğerleri güvenlik güçleriyle girdikleri çatışmalarda öldürüldüler, masum değillerdi” gibi mesajlar atmışlar.Birincisi bir konuda masum olmamanın karşılığı “ölüm cezası” değildir.İkincisi ve asıl önemlisi şu; o gençler belki zaman zaman şiddet eylemleri de yapmışlardı ama ne bir kişiyi öldürdüler ne de yaraladılar. Olaylar çığırından çıkarken silahlanmışlardı ama bunları hiçbir zaman terör eylemlerinde kullanmadılar.İsmini yazdığım devrimci gençlerden Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan Deniz Gezmiş’le birlikte asılarak idam edildi. Ölüm cezası alacak bir suç işlememişlerdi.Taylan Özgür Beyazıt’ta benim de tanık olduğum bir saldırıda bir polis tarafından tek kurşunla öldürüldü. Taylan Özgür’ün üzerinde silah yoktu, çatışma da olmamıştı. Polisin biri çekti tabancayı, Taylan Özgür’ü vurdu ve araya binip gitti.Sinan Cemgil Nurhak dağlarında bir sabah güneş doğarken su içmek için indiği derede askerin kurşunlarıyla öldürüldü. O sırada üzerinde silah yoktu, çatışma olmamıştı.Ulaş Bardakçı İstanbul Fındıkzade’de bir apartmanın bodrum katında kıstırıldı. Silahlı çatışmaya bile giremedi, polisler anında vurup öldürmüştü.O hatıra fotoğrafındakilerin hepsinin öldürülmesini şunun için hatırlattım. O dönem Amerikan aleyhtarı olan ve tepkilerini elçi arabası yakarak en üst düzeye taşıyan bütün gençlerden bir tür intikam alındı. Hiçbiri sağ bırakılmadı. Maksadım bunu belirtmekti.*****Sanırız bu aralar yapılacak en iyi şey “bütün telefonların dinlenmesi”dir. Haydi herkes telefonlarını tatile yollasın ve kafalar rahatlasın! (Gani Yıldız)*****Oh ne âlâ; seferi iptal et, ucuz bileti iade et, yenisini pahalıya satÇoktandır İDO ile ilgili bir şikâyet gelmiyordu. Ben de tam “Demek uyarı ve eleştiri yazıları etkili oldu” diye düşünüyordum ki, geçen hafta şaşırtıcı bir şikâyet geldi. Bir vatandaş İDO’nun kampanyasından yararlanarak kişi başı 6 liradan feribot bileti almış. Ancak sefere bir buçuk saat kala cep telefonu mesajı ile bu seferin iptal edildiği, bilet parasının iade edileceği belirtilmiş.Şikâyetçi okurum diyor ki; “Bu olay bizi sıkıntıya soktu, çünkü son anda sefer iptal edilince mecburen İstanbul’da kaldık. Orasını geçelim, neden bilet parasını iade ediyorlar da başka bir seferde kullanma hakkı tanımıyorlar.”Okurum haklı olarak sefer iptali hâlinde en azından yolcu ile ilgilenilmesi ve hatta otobüs seferi konulması gerektiğini de belirtiyor. Okurumu en çok üzen ise, ertesi gün aynı bileti 26 liraya alması olmuş. “Galiba o seferde fazla yolcu yoktu, bizimki de ucuz bilet olduğu için hemen iade ettiler. Böyle işletmecilik olur mu?” diye soruyor.İDO bu. Bugün yapmasa da yarın yapabilir...*****Silivri’den iki soruSilivri’de hapiste yatan komutanlardan Ali Yasin Türker çok basit iki soru soruyor.Biri, son günlerin moda gündemi “böcek”lerle ilgili.Diğeri ise “emir komuta zinciri” sorusu.İki soruyu da sizlere yazmak istiyorum;1- Dünyanın en iyi korunan ikinci lideri olan Başbakanımız’ın ofisine ve arabasına dinleme cihazı yerleştiren bir “çete” varken, Donanma Komutanlığı’nda tüm askerlerin ulaşabileceği bir odada bulunan hard diske dışardan dosyalar eklemek yine bir “çetenin” işi olamaz mı? Davada savcılıkça öne sürülen ‘Donanma Komutanlığı’nın üst düzey korumalı bir yer’ iddiası çökmüştür diye düşünüyoruz. Başbakan’ın ofisine dinleme cihazı koyabilen “çete”nin benzerinin Donama Komutanlığı’nda bir hard diske bir şey koyması zor mudur?2- 12 Eylül Davasına ilişkin emekli orgeneral Necdet Üruğ “evet talimat aldım, yaptım” diyor. 28 Şubat Davasında Çevik Bir benzer bir ifade kullanıyor. Keza İnternet Andıcı davasında yargılanan subaylar emir-komuta zincirinden bahsediyor. Soru şu: Balyoz davasında neden tek bir asker benzer bir iddia dile getirmiyor? Ceza almama ihtimali bile varken neden kimse “emir aldım yaptım” demiyor?
Başbakan aradan tam bir yıl geçtikten sonra “Benim ofisimde de böcek bulundu” açıklamasını yaptı.Bir yıl neden bekledi de şimdi açıkladı, orası bir muamma tabii ama, tüm ülkeyi saran “Kim dinledi?” sorusu açıkçası çok fazla ilgimi çekmiyor.Çünkü bu işin hükümete bir getirisi olacaksa zaten yakında “dinleyen” kimse ortaya çıkarılır. Gözaltılar, tutuklamalar olur.Benim merakım başka. Başbakan’dan sonra bazı bakanlar da sıraya girdiler ve kendilerinin de dinlendiğini açıkladılar.Daha önce de bazı bakanlar ve AKP’nin ileri gelenleri dinlendikleri konusunda şüpheleri olduğunu söylemişlerdi.Bütün bunlar doğruysa demek ki ortada bir sürü “dinleme kaydı” var.Peki vatandaş olarak bizler bunları ne zaman dinleyeceğiz?Bu dinlemelerde dinlenenler kimlerle neler konuşmuşlar?Bunları öğrenebilecek miyiz?Tabii biliyorsunuz bunları öğrenmek “resmi” yollardan olmuyor. İnternet denilen bir şey var, oraya düşüyor. Her nasılsa..Bugüne kadar Genelkurmay Başkanı dahil, kuvvet komutanları, generaller, aydınlar, gazeteciler, siyasetçiler ve sanatçılarla ilgili birçok “dinleme kaydı” dinledik internete düşmesi sayesinde. Aklımıza hiçbir zaman “Kim dinlemiş bu kişileri?” demek gelmedi.Sonra kasetler furyası yaşadık. Baykal’la başladı, 6-7 MHP yöneticisinin kasetleriyle devam etti.Yine kimsede tık yok, kimse “Kim çekti bunları?” diye merak bile etmedi.İktidar ise oralı bile olmadı.Şimdi bambaşka bir durumla karşı karşıyayız. Başbakan dinlendiğini açıkladı. Herkeste bir merak “Kim dinledi?” diye.Nedense “Acaba dinlenen konuşmalarda ne var?” diye sormak kimsenin aklına bile gelmiyor. Ama şurası gerçek, eğer Başbakan dinlenmişse, şu anda Türkiye’de ya da dışarıda birilerinin elinde bu dinlemelerin kayıtları duruyor.Peki ne olacak bu kayıtlar?İnternete düşecek mi?Yoksa birileri bir fırsatını mı bekliyor?Veya, iktidar zaten kimin yaptığını biliyor da, olası bir savaş öncesinde rakibin kozlarını elinden almak için mi bu operasyonu yaptı?*****Kılıçdaroğlu, Kırca ve vicdanPazar günü Bostancı Kültür Merkezi’nde Sanatçı Girişimi’nin bir etkinliği vardı. Sanatçılar iktidarın özgürlükler üzerinde yaptığı baskıları kınamak için bir araya gelmişlerdi. “Reddediyoruz” diyen sanatçılar binlerce kişiyle kucaklaşarak gerçekten görkemli bir gün yaşadılar, yaşattılar.Ancak bu etkinlik Levent Kırca’nın yaptığı bir konuşma nedeniyle şimdi iktidar ve yandaş yalakalarının toplu lincine maruz kalıyor.Önüne gelen Levent Kırca’ya ağır hakaretlerde bulunduğu gibi “muhalefet etme dersi” vermeye kalkıyor. Hemen söyleyeyim, Levent Kırca’nın konuşması çok kötüydü. Kendisine de yakışmadı, temsil ettiği siyasi görüşe de.Ayrıca bir de yanlış yaptı. Kılıçdaroğlu’nun kendi sırasını aldığını, üstelik çekip gittiğini söyledi.Gerçek bu değil. Kılıçdaroğlu Sanatçı Girişimi’ne kendi katılmak istedi. İzmir’deki programını yarıda kesip İstanbul’a geldi, etkinliğe kısa bir süre katılıp Ankara’ya gideceğini söyledi. Yapılan teklife rağmen “konuşmayacağını” ve bunun ayrıca doğru da olmayacağını belirtti.Ancak ısrarlar üzerine gitmeden hemen önce sahneye çıktı ve kısa bir konuşma yaptı. Gideceği zaten belliydi, biliniyordu.Bu nedenle Levent Kırca’nın eleştirisi doğru değildi.Levent Kırca yaptığı konuşmanın kötü olduğunu kendisi de kabul etti ve özür diledi. Ama yandaş yalakaların eline fırsat geçti ya, çok iyi bildikleri linç kültürünü ısrarla sergilemekten hiç çekinmiyorlar.Oysa biraz da vicdan. Kırca “Ülke dönekler, yandaşlar ve kaypaklarla doldu. Vatan hainleri bir bir artıyor” dedi. Peki yalan mı?Sanatçılar, gazeteciler, aydınlar, siyasetçiler hatta askerler arasında bu tanıma uyan pekçok kişi yok mu?*****Alkol denetlemelerinde fişlemeOlayı ben yaşamadım ama, yakından tanıdığım bir televizyoncu meslektaşım anlattı. Gerçekten çok şaşırtıcı bir uygulama.İstanbul’un pekçok yerinde her akşam trafik polisleri “alkol denetimi” yapıyor.Gazeteci arkadaşım bir mesleki toplantıya ve ardından verilen kokteyle katılmış. Kokteylin başında yarım kadeh kadar şarap içmiş.Gece alkol kontrolü sırasında yüzde 14 promil alkol çıkmış. Bu yasal sınırın altında.Nitekim trafik polisi “Sınırın altındasınız” dedikten sonra “Ancak bir kayıt yapmaları gerektiğini” söylemiş.Gazeteci arkadaşım şaşırmış tabii. “Ne kaydı bu?” diye sormuş. Polisler mantıklı ve doyurucu bir açıklama yapmamışlar sadece “Kural böyle, yasal sınırın altında da olsa, alkol varlığı saptandığında kayıt yapılıyor” cevabını vermişler.Peki bu kayıtlar acaba ne işe yarıyor? Sınırı aşmasa da içki içenler mi sayılıyor, potansiyel içkiciler mi belirleniyor?Trafik kayıtlarında içki içtikleri bilinen ama yasal sınırı aşmayanları ileride bekleyen bir şeyler olabilir mi?Çok şaşırtıcı değil mi?*****Birden derin devlet ve çete çıktı ortaya yineBaşbakan “derin devletten” yakınıyor. “O bir virüstür” diyor. Derin devlet farklı bir şey olsa da, AKP iktidarı döneminde bu kavram, AKP hükümetini yıkmak için darbe planlayanların örgütü gibi sunuldu hep.Milletin beynine bu kazındı. “Derin devlet” dendiği anda herkes bunun hükümete karşı bir yapılanma olduğunu algılıyor. İyi bir algı yönetimi, yıllardır iktidar bundan ekmek yiyor.Ama yine de bazı boşluklar var. Ergenekon ve Balyoz adı altında içeri atılan yüzlerce kişinin “dinlemeler, fişlemeler, izlemeler” yaptıkları söylenmişti.Ancak ne gariptir ki, bu herkesi izleyen, fişleyen, dinleyen ve kayda geçirenlerden birinde bile iktidarla ilgili bir dinleme kaydı bulunamadı.Üstelik her nasılsa herkesi izleyen, fişleyen, dinleyen kişiler başkalarının yaptıkları dinlemelerle, izlemelerle suçlandılar.O sırada kimse derin devletten ya da çetelerden söz etmedi.Şimdi Başbakan’ın dinlendiği ileri sürülüyor, arkasında derin devlet ve çeteler aranıyor.Peki Ergenekon ve Balyoz nedeniyle içeri atılanları (yasal olanlar hariç) dinleyenler, izleyenler, kayda alanlar kimlerdi?Onları dinleyenlerle, bugün iktidar yetkililerini dinleyenler aynı mı ayrı mı?*****Toplumsal şiddet trafikte de var. Karşınızdakini uyarmak bile kavga sebebi olabiliyor. Konuyu sloganlaştırırsak: “Trafik kurallarına uyalım, uymayanları uyaralım; soluğu hastanede alalım!” (Gani Yıldız)
Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde öğrenciler Başbakan’ı protesto etti. Ancak eylemi önceden haber alan ve üniversite kampüsü içinde konuşlanan 3 bini aşkın polis öğrencilere coplarla, gaz bombaları ve tazyikli suyla müdahale etti. Bir öğrenci başından yaralandı.Bir gün sonra polis, eylemi düzenlediğini ileri sürdüğü 10 öğrencinin evini bastı, hepsini gözaltına aldı, ancak mahkeme bütün öğrencileri serbest bıraktı.ODTÜ öğretim üyeleri üniversite kampüsü içindeki polis dehşetini kınadı, bildiri yayınladı.Öğrencilerin gösteri yapması, hatta polisle çatışması ilk kez yaşadığımız bir şey değil. Burada aykırı olan, polisin üniversite içinde öğrenciye müdahale etmesi.Amaç belki Başbakan’ı korumak ama, eğer bu sert müdahale olmasa da zaten öğrencilerin Başbakan’ın bulunduğu yere ulaşmaları mümkün değildi. Kurarsınız barikatı, öğrenci geçemez, bağırır, çağırır hatta belki bir şeyler bile atar, o kadar. Diyelim ki buraya kadar herşey normal.Ama ya sonrası?Önce Başbakan çok sert bir konuşma yaptı. Öğretim üyelerini suçladı. “Bunlar nasıl hocadır böyle, böyle mi yetiştirilir öğrenci, böyle yetiştireceklerse vay hâlimize” dedi.Başbakan konuşunca elbette AKP’liler de konuştular, onlar da öğrencileri ve özellikle öğretim görevlilerini suçladılar. Yandaş yalakalar durur mu, hepsi birer demokrasi kahramanı gibi ortaya çıkıp “Efendim kimse protesto etmesin demiyoruz, ama böyle olmaz ki” türünden inciler döktürdüler.Haydi buna da “iktidar ve iktidar bağımlılığı” açısından bakalım ve normal diyelim. Ama ondan sonra öyle bir şey oldu ki, işte o Türkiye’de bir ilk. Kimbilir belki dünyada da bir ilktir.Rektörler adeta sıraya girerek ODTÜ öğretim üyelerini ve öğrencilerini suçladı. “Kavga ve şiddet hiçbir fikre hizmet edemez” dedi anlı şanlı rektörler.Üstelik açıklamalarına bir de yalan eklediler. Gösterilerin “Gururumuz Göktürk uydusunun başarısının gölgelenmesi” için yapıldığını söylediler. Oysa öğrenciler Başbakan’ı ve Patriot füzelerini protesto ediyordu, Göktürk’le ilgili bir şey yoktu, ki o da protesto edilebilir, ne var bunda?Böylelikle Türkiye’de ve dediğim gibi belki dünyada, ilk kez “bir kısım” üniversite rektörü, saldırıya uğrayan bir üniversiteyi kınamış oldu.İktidarın özgür üniversitelerden; soran, sorgulayan, eleştiren, karşı çıkan hatta isyan eden öğrencilerden yakındığı bilinen bir gerçek.Üniversite öğrencisini gerçek kimliğinden çıkarıp uslu, efendi, her söylenene boyun eğen gençler hâline getirmek için üniversitelerde bir dizi operasyon yapıldı, hiç hak etmeyen kişiler rektör koltuklarına oturtuldu.Buna rağmen aklıma rektörlerin üniversitelerin saldırıya uğramasına alkış tutacağı hiç gelmezdi.Hayaldi, bunu da gördük demek ki.İnsan utanıyor.Üniversitelerin bu hale getirilmesi insanın yüreğini acıtıyor.*****ODTÜ’lü olmanın dayanılmaz ağırlığıOrtadoğu Teknik Üniversitesi Türkiye’nin en büyük üniversitelerinden biri. Ayrıca, öğrenci hareketlerinin de en büyük ve etkili olanlarının yaşandığı bir dev üniversite.Bir teknik üniversite olmasına rağmen, çok uzun yıllardır Türkiye’nin en önemli aydınlarını, entelektüellerini, sanatçı ve düşürlerini de yetiştirmiş bir okul.68 gençlik hareketlerinin başladığı dönemde adı en çok öne çıkan üniversitelerin başında geliyordu ODTÜ.On binlerce mezun veren ve mezunlarının büyük çoğunluğu hep önemli görevlerde olan ODTÜ’nün tarihinde çok önemli olaylar vardır.Biri, 6 Ocak 1969’da yaşanmıştı.Dönemin Amerikan Büyükelçisi Commer ODTÜ’yü ziyarete gelmişti. ODTÜ’lü devrimci öğrenciler ABD elçisinin okullarına geldiğini duyunca kendisini protesto etmek için toplandı. Bir anda binlerce öğrenci rektörlüğün bulunduğu binanın önünde gösteri yapmaya başladı.Commer’in Cadillac marka makam arabası tam rektörlüğün önünde duruyordu.Bir grup öğrenci makam aracını devirdi, daha sonra da sızan benzini ateşe verdiler. Araç bir anda kül oldu.Daha sonra 7 genç yanmış aracın önünde bir hatıra fotoğrafı çektirdi. Beşi, Sinan Cemgil, Hüseyin İnan, Ulaş Bardakçı, Taylan Özgür ve Yusuf Aslan‘dı. Diğer ikisinin adını bir türlü hatırlayamadım, bileni de bulamadım.Olay ABD’de tepki yarattı. Senato’da bazı senatörler “Bizim sermayemizle kurulan bir üniversitede devrimcilik almış başını gidiyor, verdiğimiz desteği keselim” teklifini getirdiler.Sonra ne oldu biliyor musunuz?Commer’in arabasının önünde fotoğraf çektiren 7 genç de öldürüldü.İkisi idam edildi, diğerleri ise Türk asker ve polisinin kurşunlarına hedef oldu ve en verimli çağlarında aramızdan ayrıldı.*****Şiddet olmazmışİktidar ve yalakaları ODTÜ olaylarında öğrencileri “şiddete başvurmakla” suçluyor. Ekranları dolduranlar “Normal protesto olsa ne âlâ, ama öyle değil ki, polise taş atıyorlar” diyorlar. Duyan da “ileri demokratik ülkemizde” her türlü “şiddetsiz” eylemin iktidarın tepkisiyle karşılaşmadığını sanır.Pankart açıp “parasız eğitim” diyen öğrenciler taş mı atıyordu da 30 yılla yargılanıyor?Bir toplantıda ayağa kalkıp “Seni protesto ediyoruz” diye bir bakana bağıranlar silah mı ateşlediler de hem dayak yediler hem de örgüt üyesi olmakla suçlandılar?Ne yazık ki vıcık vıcık demagoji yapılan ve popülist propagandalarla halkın uyutulduğu bir dönem yaşıyoruz.*****Üniversiteli olmak ne demek?12 Eylül darbesi ülkenin başına bir kâbus gibi çöktü. Dönemin generalleri “ruhsuz, duygusuz, bilinçsiz, duyarsız, ülke gerçeklerinden uzak, sormayan, sorgulamayan, eleştirmeyen, karşı çıkma ve isyan kültürü olmayan” bir gençlik yaratmak için kolları sıvadılar. Bunda da başarısız olmadılar.12 Eylül’den sonra yetişen nesil tüm bu duygu ve düşüncelerden yoksun kaldı.Bugünkü iktidar işte yaratılan bu gençliğin nemasından yararlanıyor.“Öğrenci dediğin sadece dersleriyle ilgilenir, mesleğini eline aldıktan sonra istediğini yapar” demagojisine sığınıp “üniversite öğrencilerinin uslu birer çocuk olmalarını” tavsiye ederek gençliği iyice eziyor.Oysa üniversite öğrencisi “efendi, uslu” çocuk değildir.Tam tersine; “deli doludur.”Bütün ideali okulunu bitirmek değil, bu süreçte ülke ve dünya sorunlarıyla ilgilenmek, gücü yettiğince müdahil olmak; sormak, sorgulamak, eleştirmek, muhalif olmak, itiraz etmek hatta gerektiğinde isyan etmek konumundadır.Gerektiğinde gösteri yapar, polise de karşı çıkar, boykot da yapar. Bunlar demokratik ülkelerde çok normal karşılanan ve olmadığında şaşkınlık yaratan özelliklerdir.*****Bir vatandaş, “Rus generalim” diyerek dolandırıcılık yapmış. Normaldir; bütün generaller içerdeyken “Türk generalim” deseydi, kim inanırdı ki?! (Gani Yıldız)