Yeni yılın ilk yazısını “Belli ki 2013 Apo’nun yılı olacak” başlığı ile kaleme almıştım.
Başbakan İmralı’daki terör lideriyle görüşmelerin sürebileceğini belirtmişti, bu durumda Apo’nun da durumdan yararlanacağını, önce “iyileştirme” adı altında ev hapsine geçebileceğini ardından da tamamen serbest kalabileceğini belirtmiştim. Elbette bunun için kamuoyunun hazırlanması gerektiğinin de üzerinde durarak “Apo’ya hiçbir hak vermeden, onun bazı taleplerini karşılamadan görüşmeleri yürütemezsiniz” demiştim.
Dün sabah yeni yılın ilk gazetelerini okurken MİT Müsteşarı’nın İmralı’ya giderek terörist Apo ile görüştüğünü öğrendim.
Her ne kadar “terör dursun, kan dökülmesine son verilsin de ne olursa olsun” sloganı milletin beynine kazınmaya çalışılıyor olsa da teröristlerle görüşme yapılmasının herkes tarafından kabullenilmesi henüz çok zor.
O nedenle AKP sözcüleri bu görüşmelerde Kürt sorununun konuşulmadığını terör lideriyle silah bırakma konusunda bir uzlaşma sağlanmaya çalışıldığını açıklamaya çalışıyorlar.
Bu çok doğru bir yaklaşım değil. Kimse “Apo ile PKK’nın silah bırakmasını konuşuyoruz” söylemine inanmamızı beklemesin.
Apo ile yakalandığı günden beri bu tür görüşmeler yapılıyor, ikna olsa bugüne kadar olurdu. Üstelik bu görüşmeleri Genelkurmay yapıyordu ve o tarihlerde PKK’ya ağır darbeler vurulmuştu, örgüt dağılma noktasına gelmişti, PKK’nın çaresizlik içinde silah bırakması daha kolay olurdu.
Apo ile görüşmeler terörün bitmesi, silah bırakılması için değil, Kürt sorununu çözmek için yapılıyor. Ne çare ki devlet “sorunu çözmek için terör örgütüyle pazarlık yapamayacağı”ndan kamuoyuna “silah bırakmalarını sağlamaya çalışıyoruz, bu nedenle görüşüyoruz” mesajı veriliyor.
Şurası bir gerçek ki Kürt sorunu sadece Türkiye’nin çözebileceği bir konu değil. Başta ABD olmak üzere global güçlerin hepsi bu sorunun içinde ve onlar sorunu kendi çıkarları doğrultusunda çözdürtmek istiyorlar.
Çünkü global güçlerin bölgedeki ve daha doğudaki enerji kaynaklarını güven içinde kullanma sorunları var.
Global güçlere bu coğrafyada güvenilir ortaklar gerekiyor.
Bu güvenilirliği güçlü, tek parça, istikrarlı bir ülke sağlayamaz, eninde sonunda bir arıza çıkar.
Durum böyle olunca, yaşadığımız coğrafyada çok sayıda ama hepsi global güçlerin etki ve himayesi altında küçük devletler olması daha elverişli. Nitekim Arap Baharı adı altında başlatılan ve bölgeye sözde demokrasi getirmeyi amaçlayan tuhaf kalkışmaların arkasında hep bu mantık var. Bölgede ne kadar çok devlet ya da otorite olursa global güçler için o kadar iyi.
Bu nedenle Irak üçe bölünecek, Suriye parçalanacak ve dışa kapanacak, Mısır, Libya, Ürdün, Lübnan kendi iç sorunlarıyla cebelleşecek, Türkiye ise bölünme tehdidi ile paranoya yaşarken muhtemelen özerk bölgeler ilan etmek zorunda bırakılacak.
İktidar durumun farkında aslında. Sorunu şu; bir yandan global güçlerle ilişkisini bozmayacak adımlar atmak zorunda hissediyor kendini diğer yandan Türkiye’de ve dışarıda tepki yaratacak yeni bir rejim özlemi içinde. İkisini aynı anda götürmesi çok zor.
İçeride yeni rejimin ayak seslerini yükseltmeye çalışırken, dışarıda “Apo yılının” hazırlıklarını tamamlıyor.
Peki ya sonuç?
Ataşehir’de trafik felaketi
İstanbul’un en yeni ve modern yerleşim alanlarından biri olan Ataşehir günden güne yaşanmaz hâle geliyor. İlk başlarda hiç olmazsa kendi içinde “yaşanır” bir yer olan Ataşehir trafik derdi yüzünden boğulmak üzere.
Çünkü koca bir kent kurulurken trafik sorunu hiç düşünülmemiş. Dev binalar, binlerce konutu barındıran siteler yapılmış ama oluşacak nüfus ve araç fazlalığının nasıl düzenleneceği hiç hesaplanmamış; yüz binlerce kişinin yaşadığı kentin trafiği birkaç kavşağa mahkûm edilmiş. Koca ilçenin belli ki bir trafik müdürü de olmadığı için günün önemli bir bölümünde bu kavşaklar içinden çıkılmaz hâle geliyor.
Ataşehir’in sadece bir iki girişi var. Bu girişlerin hepsi birbirini kesiyor. Işıklı sistem olmasına rağmen yoğunluk nedeniyle kavşaklar hiç boş kalmıyor ve araç akışı sağlanamıyor.
Yeni yol ve kavşaklar yapılıncaya kadar sadece bu kavşaklar görevli trafik polisleri tarafından kontrol altına alınmakla bile sorun çözüleceği hâlde hiçbir yetkili kılını bile kıpırdatmıyor.
Bu durumu İstanbul Trafik Müdürü Murat Şengün’e de anlattım. Durumun farkında olduğunu bu nedenle Ataşehir Trafik Müdürü ile (meğer varmış) konuştuğunu, soruna mutlaka bir çare bulacaklarını söyledi.
Bu arada Ataşehir’de çok başarılı bir belediye başkanı var. Ancak özellikle trafik sorunu ile ilgili alacağı önlemlerin hepsinde karşısına Büyükşehir Belediyesi çıkıyor. Çünkü trafiği kilitleyen sorunlu yollar ilçe belediyesine değil Büyükşehir Belediyesi’ne ait.
Bu durumda ilçe belediyesinin de elinden bir şey gelmiyor.
Üstelik bir de sık sık yolsuzluk söylenti ve haberleriyle Ataşehir Belediyesi yıpratılmaya çalışılıyor.
Ataşehirlilere sabırlar dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden.
Havaalanı güvenliği neden bizde sorunlu?
Mesleğim gereği yıllardır sayısız kere yurt dışına çıktım, dünyanın gelişmiş ve gelişmemiş pek çok ülkesine gittim.
Bu gidiş gelişlerde dikkatimi çeken konuların başında hep havaalanlarımızdaki aşırı güvenlik önlemleri gelir.
Nedir örneğin? Sadece bizde havaalanına girerken güvenlik araması var. Ne Paris’te ne Londra’da ne New York’ta havaalanına girerken üst baş ve bagaj araması yapılıyor. Bizde neden var diye sorunca “Güvenlik” diyorlar. İyi de aynı güvenlik New York’ta nasıl sağlanıyor veya Paris’te?
Haydi diyelim ki “Bizim ülkemiz terör açısından daha riskli.”
Peki buna ne dersiniz? Ülkeye dönüyorsunuz. Bavulunuzu aldınız, gümrüklü alandan havaalanının “geliş” salonuna çıktınız. Dışarıya çıkış kapıları ya en sağda ya en solda.
Elde bavullar uzun bir yürüyüş yapıp kapıya ulaşıyorsunuz, ama taksilere veya otoparka gitmek için tekrar ortaya doğru yürümeniz gerekli. Girişteki güvenliği anladık da çıkışta neyin güvenliği sağlanıyor ki insanlara bu kadar eziyet çektiriliyor.