PKK artık neden ayrı bir devlet istemiyor?

10 Aralık 2012

Sevgili okurlar; bu hafta sizlerlePKK terör örgütünün ortaya çıkışından bu yana sürdürdüğü terör eylemlerine göz atmak ve son yıllarda örgütün değişen stratejisi üzerine sohbet etmek istiyorum.Bölücü örgüt12 Mart döneminde günlük dilimize giren “bölücü” tanımı Kürt sorununu şiddet kullanarak çözmeye çalışan örgütlere karşı güvenlik güçlerinin verdiği bir isimdi.Devlet bu terörü böyle görüyordu.27 Mayıs darbesi27 Mayıs darbesinden sonra oluşan özgürlük ortamında Marksist-Leninist çizgide olanların telaffuz etmeye başladığı “halkların kendi kaderini tayin hakkı” kavramı Kürt milliyetçiliğinin de ilk adımlarını atmasını sağladı.Amaç ayrı devletKendilerini Marksist Leninist olarak tanımlayan kimi Kürt örgütleri “kendi kaderlerini tayin hakkı” olarak Türkiye’den ayrı bir Kürt devleti kurmak olarak anlıyor ve bu yolda propaganda yapıyordu.Şeriat kalkışmasıTürkiye 50’li yıllara kadar Kürt ayaklanması adı altında aslında bir “şeriat kalkışması” yaşamış, devlet bunu bir bölücülük olarak değil Cumhuriyet’e tehdit olarak algılamıştı. Tedbiri ona göre almıştı.Marksist söylemAncak 70’li yıllarda Kürt hareketi bir “dinsel” kalkışma olmaktan çıktı, milliyetçi bir akıma dönüşerek ve Marksist bir söylemle Türkiye’den ayrılmak talebi olarak gündeme gelmeye başladı.12 Eylül darbesiOrdu, NATO’nun talimatıyla 12 Eylül’de yönetime el koyarken, en büyük tehditlerden biri olarak Marksist Kürt hareketinin ülkeyi bölme planını görüyordu. En ağır darbe bu kesime vuruldu.Kürt oldukları için değil12 Eylül’den sonra Kürt militanlar tutuklandı ve hapishanelere dolduruldu, çoğu işkenceden geçirildi. Ancak bu kişiler Kürt oldukları için değil, Marksist oldukları için buna maruz bırakılıyordu.PKK’nın doğuşuBugün PKK olarak bildiğimiz terör örgütü 1973 yılında Abdullah Öcalan tarafından kuruldu. Öcalan o tarihlerde Ankara’da öğrenciydi, kendisiyle birlikte hareket eden sadece 8 arkadaşı vardı.Apo efsanesiSadece 8 kişilik PKK grubu 12 Eylül’e kadar çok büyümeden ama öğrenci gençliği arasında bir efsane gibi yaşadı. 12 Eylül darbesi olduğunda ise ortada ne Apo ne de arkadaşları kalmıştı.Diğerleri tutuklandı12 Eylül rejimi Apo ve arkadaşlarını bulamadı ama, diğer devrimci kuruluşlar içinde yer alan bütün Kürtleri hapse atmaktan ve işkenceden geçirmekten geri kalmadı. Apo ise hiç yakalanamadı!15-17 Ağustos 1984Tarihler 15 Ağustos 1984’ü gösterirken Türkiye bir şokla uyandı. Bir grup silahlı kişi Siirt’in Eruh ilçesindeki Jandarma Karakol binasına bombalı ve silahlı saldırıda bulunmuştu.İlk şehit veriliyorİki gün boyunca devam eden saldırılar sonunda bir er şehit olmuş, biri subay 6 asker de yaralanmıştı. Türkiye o tarihte ilk kez “PKK” adını duydu. O günden bu güne kadar PKK gündemden hiç düşmedi.Büyük katliamlarEruh saldırısından sonra bir süre ortada görünmeyen PKK’lılar 22 Ocak 1987’de Hakkari, Uludere ilçesi, Ortabağ köyü katliamı ile ortaya çıktı. Ertesi gün ise Efeler mezrası katliamı yaşandı.Arkası kesilmiyorPKK’nın Kürt köylerine yönelik katliamları daha sonra yağmur gibi gelmeye başladı. 7 Mart 1987 Nusaybin Açıkyol Köyü katliamında 6 çocuk, 2 kadın öldürüldü. 20 Haziran’da Pınarcık’ta 30 kişi öldürüldü.Kurbanlar hep KürtKırım, Umur, Kılıçkaya köyü, Dargeçit Bahçebaşı mahallesi Güneyce, Rezzuk mezrası, Fındıkbucağı Yağızoymak Köyü Bahmimi mezrası katliamlarında 200’e yakın Kürt öldürüldü.Katliamlara devamPKK’nın katliamları 1991 yılına kadar sürdü. Bu süreçte bine yakın Kürt köylü, öğretmen, doktor, mühendis öldürüldü. Askeri birliklere ve polise saldırılar ise ancak 1991 yılından itibaren başladı.Şehirlere iniyorlarPKK terörü 1991’de bazı büyük kentlerde sivil halka yönelik bombalı ve silahlı eylemlere girişti. İlk eylem 25 Aralık 1991’de İstanbul’da Çetinkaya mağazasının yakılması oldu. 11 kişi öldü.Bunları unuttukBu tarihsel hatırlatmaları şunun için yapıyorum; bugün pek çok kişi terörün nasıl başladığını unuttuğu ya da hiç bilmediği için “kan dursun” diyor. Oysa kanın nasıl aktığını da çok iyi bilmek gerek.Biraz araştırınPKK’nın bugüne kadar yaptığı eylemlerin tamamını bu sayfaya sığdırmak mümkün değil. Artık internet sayesinde bilgiye erişmek çok kolay. Merak eden “PKK, köy baskınları” yazıp gerçeği görsün.Bu sorun bitsinPKK’nın on binlerce kişinin ölümüne neden olan terör eylemlerini bahane ederek “Kürt sorunu yoktur” demek mi doğru? Elbette hayır. Ama bilinçsizce “İki taraf da kan akıtıyor” demek büyük haksızlıktır.Teröre yenildik aslındaKendimizi kandırmayalım, Türkiye aslında teröre boyun eğdi. Bugün Kürt hakları konuşuluyor, bu uğurda kendini Türk kabul edenler aşağılanıyorsa buna PKK terörü yol açtı. Artık geri dönüş yok.Büyük ilerlemeler olduİster kendi gelişmesiyle ister teröre boyun eğdiği için olsun Türkiye’de son 15 yılda Kürt hakları konusunda çok önemli ilerlemeler sağlandı. Ancak bunların hiçbiri Kürt önderliği yapanları tatmin etmiyor.Halkın anlamadığıİşte Türkiye’de Kürt olmayanların anlamadığı nokta bu. Kürt olmayanlar Kürtlerle aralarında bir fark olmadığına inanıyor. Buna rağmen her gün yeni bir talep çıkmasına ve saldırılara anlam veremiyor.Bağımsızlık ne oldu?Örneğin son yıllarda Kürtler ve Kürt hayranları “PKK’nın artık ayrı bir devlet talebi yok” cümlesini övünerek tekrarlıyor. Peki ne oldu da Kürt önderleri bağımsız devlet yerine Türkiye ile olmak istiyor?Talepler karşılanamazNe kadar demokrat olursa olsun hiçbir ülke kendi sınırları içinde çok dilli bir eğitim ve devlet hizmetini kabul etmez. Dünyadaki bir iki istisna bu kuralı bozmaz. Bunda ısrar bölünme getirir.Dayatmanın anlamıOysa Kürtler Türkiye devleti içinde sanki ayrı bir devlette gibi yaşamak istiyor. Geride kalanlara bunu anlatmak ve kabul ettirmek çok güçtür. Diğer halk bölünmeyi bile bu duruma tercih edebilir.O halde ne oluyor?Bunu herhalde Kürt liderler de, onlarla görüşmeler yapanlar da biliyorlar. O halde “ayrılmayız ama devlet gibi oluruz” dayatmasını neden yapıyorlar? Yoksa amaç Kürt sorunun çözmek değil mi?Kısa bir izinSevgili okurlar, bu hafta çok önceden planlanmış bir program için yurt dışına çıkıyorum. Bu süre içinde günlük olayları izlemek ve yazı yazmak ne yazık ki mümkün olmayacak. Bu nedenle sizlerden haftaya pazartesi gününe kadar izin rica ediyorum.Hepinize iyi haftalar dilerim.

Devamını Oku

Korkmayın kıyamet kopmayacak ama inanılmaz şeyler olabilir

8 Aralık 2012

Günlerdir kıyametle yatıp kıyametle kalkıyoruz.Sıkın dişinizi, şunun şurasında 12 gün kaldı.Benim 21 Aralık günü yazım yok. Çünkü cuma, boş günüm. Ama 22 Aralık’ta yazımı okursanız demek ki kıyamet kopmamıştır.Aslına bakarsanız “kıyamet kopacak” lafı safsatadan ibaret.Çünkü ister Maya takvimi deyin, ister Marduk gezegeninin geldiğine inanın, tarihsel verilere de bakınca 21 Aralık’ta söz konusu olan “kıyametin kopması” değil ama “kıyamet gibi günlerin başlayacağı” gerçeği.Bir tür Nuh Tufanı ya da başka din ve kültürlerde sözü edilen kıyamet gibi günler.Olay Sümer Medeniyeti’ni ve Maya Kültürü’nü yakından izleyenlerin, araştıranların bulgularına dayanıyor.Maya kavmi, dünyanın gizemli ırklarından biri. Onbinlerce yıl önce Güney Amerika’da yaşamışlar.O tarihlerde Avrupa ve Asya’da bir Kristof Kolomb ortaya çıkmadığı için buralarda yaşayanların pek haberi yok.Ama ilginçtir, birbirlerinden habersiz yaşamalarına rağmen örneğin Mayalarla Mısırlıların, Sümerlerin gökle ilgili bilgi ve bulguları neredeyse birbirinin tıpatıp aynı.Mayalar da tıpkı Mısırlılar gibi piramit şeklinde anıtlar inşa etmişler. Herşeyi gökten beklemişler. Sanki dünyaya düşmüşler de kurtarılmayı bekliyorlar gibi dini tören ve ayinleri var.İşte şimdi sadece bina kalıntıları ve bazı yazıtları günümüze kadar ulaşan Mayalar gökyüzü hareketlerini izleyerek bir takvim yapmışlar. Buna göre dünya gezegeni 3600 yıl süren bir döngü içinde.Neden 3600 yıl. Çünkü “Marduk” adı verilen güneş sistemi içinde olan ama turunu ancak 3600 yılda tamamlayan bir gezegen var ve bu gezegen dünyaya yaklaşınca olağanüstü doğa olayları başgöstermeye başlıyor.Marduk’un etkileri tam 21 Aralık’ta ortaya çıkmıyor. 8 yıl öncesinden etkiler oluşuyor. Seller, depremler, anormal hava değişiklikleri.Son 10 yıla baktığımızda benzer pekçok doğa olayı oldu.Asıl büyük olaylar ise işte o milat denilen 21 Aralık’ta başlıyor.Neler mi oluyor?Bir kere çok şiddetli depremler yaşanıyor. Öyle ki şu andaki cihazların ölçmeye yetişemeyeği cinsten. Hani 10 şiddetinde bir depreme hiçbir yapı dayanamaz deniyor ya, bu 10 da değil belki, 20-30 büyüklüğünde. Binaları bırakın kıtalar yerinden oynuyor, belki bir kıta yok olup gidiyor.Sonra büyük seller oluyor. Mevsimler değişiyor, bazı bölgelerde sıcaklık 50-60 derecelere çıkarken bazı bölgelerde buzul dönemi başlıyor.En önemlisi bu Marduk, yanında milyonlarca göktaşıyla hareket ediyor. Bir gergedan üzerindeki asalaklar gibi bu göktaşları.Dünyanın manyetik alanı bu taşları kendine çekiyor, böylelikle dünyaya binlerce irili ufaklı göktaşı düşüyor.Yaratacağı hasarı bir düşünün.Fosil tarihçileri dinazorların böyle bir göktaşı yağmurunda yok olduğunu ileri sürerler.İşte tüm bunlara rağmen dünyada yaşam kalabiliyor yine de.Ve deniyor ki, “Din kitaplarında sözü edile tufan işte budur. Her şey yok oluyor, hayat tekrar başlıyor.”*****Kıyamet nedeniyle araHaftaya bir yurt dışı seyahatı nedeniyle olmayacağım gibi yazı da yazamayacağım. Ondan sonraki pazar ise 23 Aralık’a denk geliyor. Yani kıyamet günü yazısını yazacağım pazar kalmıyor.Yazıları bu pazar yazınca tiryakisi olduğunuz Yıdırım Tuna fıkralarına ve Gani Yıldız’ın herbiri düşündüren ama güldüren cümlelerine bugün yer veremiyorum.23 Aralık’ta söz.*****NASA’nın “yok demesi” Marduk’un olmadığı anlamına gelmezBen Marduk’a inanıyor muyum?Bilemiyorum, ama yok da demiyorum.Bu konudaki görüşlerim Burak Eldem’in yazdığı “Marduk: 2012” kitabından sonra zihnime daha sağlam oturmaya başladı.Burak Eldem ilginç bir araştırmacı. Dünyada da ses getiren Marduk kitabını yazdığında “kıyamet gününe” 12 yıl vardı. Ben de bir nefeste okudum.Marduk “kayıp gezegen” olarak anılıyor. Ya da 12. gezegen deniyor.Dünyaya 3600 yılda bir yaklaşıyor.Esip gürledikten sonra yoluna devam ediyor, taaa ki 3600 yıl geçtikten sonra tekrar beliriyor.Bilim adamları Marduk’u inkâr ediyor.Ama çok ilginçtir, “yok” demiyorlar sadece “uzayı gözlüyoruz, ama görmedik” diyorlar.NASA, yani Amerika’nın uzay merkezi de “yok” diyor sonra ekliyor “olsa görürdük.”Yine de kuşkum var. Çünkü bu öyle akla ziyan bir bilgi ki, saklanıyor olması da mümkün.Düşünsenize, aylar öncesinden “Dünyaya bir gezegen geliyor, ortalığı yakıp yıkacak” diye bir açıklama yaparsa 7 milyar insanı kim nasıl zaptedebilir?*****Tibet rahipleri de müdahil olmuşArtık internette dolaştıranların yalancısıyım, ama 2012-21 Aralık Kıyamet Günü için gizemli “Tibet rahipleri” de müdahil olmuşlar.Rivayete göre rahipler NASA’ya bir mektup göndermişler ve uyarılarda bulunmuşlar.Buna göre 21 Aralık’tan itibaren dünya galaksinin “sıfır” hattından geçecekmiş. Bu nedenle hiçbir enerji yayılamayacakmış. Sonucunda elektrikler kesilecek, bilgisayarlar çalışmayacak herşey duracakmış.En önemlisi dünya koyu karanlığa bürünecekmiş. Ancak ateş kullanarak aydınlık sağlayacakmışız.Bu mart ayına kadar sürecekmiş.Bu süre içinde olanlara akıl erdiremeyenlerin delireceği ve dünya nüfusunun yüzde 10’unun bu nedenle öleceğini de söylemişler.Tibet rahipleri bu süre içinde herkesin en lüzumlu mallarını alarak yüksek yerlere gitmesini, yanlarında bol su bulundurmalarını öneriyorlarmış.Rahipler sonunda “Korkmayın” diyorlarmış. Bunlar geçici olacağı gibi insanları yeniden düşünmeye sevkedecek, ahlak ve maneviyat yükselişe geçecek, dünya yeniden kuruluşun adımlarını atacakmış.Daha ne desinler?*****Onca film niye çekildi?Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. Herkese şaka gibi gelen “21 Aralık kâbusuna” çok az kaldı.2012 kıyametini neredeyse 10 yıldır konuşuyoruz.Bu süre içinde Hollywood şirketleri sayısız film yaptılar.“Armegedon” bu türün harikasıydı. Dünyaya çarpacak bir göktaşını anlatıyordu. “Deep inpackt” yine aynı konuyu işliyordu. Saçma sapan da olsa “2012 Dünyanın Sonu” filmi de modern Nuh Tufanı’nı anlatıyordu.Bunun dışında özellikle garip bir dehası olan Steven Spielberg’in “E.T” ile başlayan uzaylı filmleri, yıldız savaşları.Bunlar film ama, Hollywood’un Pentagon ve istihbarat örgütleriyle yakın ilişkisi bilinmeyen gerçek değil.Pentagon’un Amerikan filmcilerine bazı senaryolar verdikleri, ama bunlardan bir ya da bir kaçının aslında gerçeği yansıttığı öteden beri söylenir.Bu doğruysa acaba Hollywood’da çekilen kâbus filmlerinden hangisi gerçek bilgiye dayanıyor?

Devamını Oku

Emniyet şeritleri ‘şimdilik’ emniyette

8 Aralık 2012

İstanbul’un trafikten sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı Murat Şengün’le mega kentin trafiğini yakından görmek için perşembe günü saat 11.15’te yola çıktık. Bindiğimiz araç resmi, üzerinde “Trafik Müdürlüğü” yazan bir araçtı. Önümüzde arkamızda eskort yoktu.Şengün “Öncelikle çevre yollarındaki emniyet şeridini koruma önlemlerimizi göstermek isterim” dedi.Okmeydanı bağlantı yolundan TEM’e girdik. Henüz birkaç kilometre gitmiştik ki, ilk “kontrol noktasını” gördük.Bir ekip aracı ve iki polis. Polisler araç dışında bekliyor. Başlarında beyaz bereleri, üzerlerinde sarı yağmurlukları, ellerinde telsizleri.İndik. Polislerin ellerini sıktık. Polisler beklemedikleri bir anda karşılarında müdürlerini görünce hayli şaşırdılar tabii. “İhlal çok oluyor mu, bugün kaç araç yakaladınız?” diye sordum.Polisler “Uygulama başladığında çok araç takılıyordu, ancak birkaç gündür herkes biliyor artık. Bu nedenle bugün hiç araç yakalanmadı” dediler.Bindik tekrar arabaya. Birkaç kilometre sonra bir kontrol noktası daha. Yine bir araç ve iki polis. Polisler yine dışarıda. Hava buz gibi ve ıslak. Yağmur yağmıyor ama esen rüzgâr yüzlerde nem bırakıyor. Murat Şengün “Bunlar gibi 67 noktada ekibimiz var. 6’şar saatlik vardiyalar hâlinde çalışıyorlar. 170 memurumuz bu noktalarda görev yapıyor” dedi. TEM’i gişelere kadar katettik, döndük, karşı yönden geldik. Benzer kontrol noktaları buralarda da var.Ancak o sırada trafik normal akıyordu. Yani kimsenin zaten emniyet şeridi ihlal etmesine yol açacak bir sıkışıklık yoktu.Ben de bekliyorum ki bir yerlerde trafik sıkışsın, bakalım o zaman durum ne?Şimdi Hürriyet’in taşındığı eski Vatan ve Milliyet’in binasının tam önünde trafik sıkıştı. Ama o noktada da bir ekip duruyor zaten ve kimse emniyet şeridine girmeye cesaret edemiyor. Tam polislerin yanında duracağız ki, yan taraftan bir tok sesi duyduk. Sola döndüm ki, koca bir TIR. Emniyet şeridine değil ama enine çizgili bölgeye tecavüz etmiş. Müdürün makam aracına yandan taktı, bir iki metre gittikten sonra fark etti ve durdu.Şoför yabancı. Meğer telefonla konuşuyormuş. İşe bak, sen git koca yolda İstanbul trafiğinin bir numarasının aracına takıl, üstelik telefonla konuşuyor.Yapacak bir şey yok tabii. Araç biraz hasar gördü, Murat Şengün, “Arkadaşlar siz işlemleri yapın, tutanak tutun, ayrıca telefonla konuşması ile ilgili uygulamayı da yerine getirin” dedi ve biz yola devam ettik.Araya gireyim; şanssız bir gündü belli ki, akşam eve dönüyorum. Trafik yine kâbus. Bir belediye otobüsü aynı müdürün arabasına çarpan TIR gibi benim arabama çarptı. Duyduğum sesten fazla hasar olmadığını anladım ve durmadım bile. Eve gelince baktım. Biraz ezilmiş ve kırmızı boya çıkmış. Sabah boyayı çıkardım, hafif ezik kaldı, ne yapalım o da İstanbul trafiğinin madalyası artık. 30 yılda kendim kullanırken yaşadığım ilk kaza.Sonuç olarak belli ki emniyet şeritleri “şimdilik” emniyete alınmış.“Şimdilik” dememin nedeni şu; eğer bu denetimler birkaç gün sonra bırakılırsa, durum eski hâline döner. Yok en az 6 ay aralıksız bu denetim yapılırsa o zaman bittiği gün kimse fark etmez ama herkes alıştığı ve bu yöntemin trafiği de rahatlattığını gördüğü için ihlaller olmaz.***HOŞUMA GİDENLERKimsenin gözünün yaşına bakılmıyorMurat Şengün’le konuşmalarımdan ve gösterilen raporlardan anladığım kadarıyla emniyet şeritlerini ihlal edenlerin gözünün yaşına bakılmıyor.Uzun süre denetim yapılmadığından olacak İstanbul’da, biraz parası olan ve kendini uyanık sanan binlerce kişi araçlarına siren ve “çakar” denilen mavi kırmızı ışık yayan lambalardan taktırmış.Bu yasak. Sadece güvenlik nedeniyle kullanılan ve koruma altında olan kişilere ait araçlar için izin var.Oysa binlerce uyanık vatandaşın yanı sıra, herhangi bir makam sahibi olan ve şoför kullanan pek çok kişi de kendi başına bu lambalardan takmış.Örneğin Kızılay Başkanı’nın aracı, siren ve çakar takma hakkı olmadığı halde bunları takmış, yakalanınca sökülmüş.Rektörler, belediye görevlileri, savcılar, hâkimler, zengin iş adamları siren ve çakar taktırarak kendilerini ayrıcalıklı kabul etmişler. Yakalandıkça çaresiz normal vatandaşlara dönüşüyorlar.Anladığım kadarıyla, kimi önemli isim ya da makam sahiplerinin şoförlerinin de işgüzarlığı var. Onlar patronlarına hoşluk olsun diye bu yolu kullanıyor, patronlar da ses etmiyor belli ki. Şimdi sanıyorum birçok önemli isim ve makam sahibi şoförlerini uyaracak ve “Aman yapma” diyeceklerdir.Sırası gelmişken, medyaya da yansıyan bir durumu yazayım. Futbol Federasyonu Başkanı ve gazetemizin sahibi Yıldırım Demirören’in emniyet şeridinde yakalandığı medyada yer almıştı. Onu da sordum. Murat Şengün “yazmayın” dedi ama, çok soran olduğu için yazacağım. Yıldırım Demirören Federasyon Başkanı olarak “korunması gerekli isimler” arasında. Bu nedenle aracında siren ve çakar olduğu gibi devletin koruma polisleri de var.Yasaya göre koruma altında olan kişilerin gerektiğinde emniyet şeridini kullanması ve siren-çakar taşımaları serbest.Demirören’in aracı emniyet şeridinde durdurulduğunda bir televizyon kanalı canlı yayındaymış. Polisler şoförüne “geçin” demişler ama Demirören bir yanlış anlamaya neden olmamak için “ceza ödeyelim” diyerek 72 lirayı kendi cebinden vermiş. Yani aslında ceza yazılması usülsuz. Ama Demirören ısrar edince mecbur makbuz kesilmiş.***YENİ ÖĞRENDİM65 kavşağa polis uygulaması geliyorİstanbul trafiğini içinden çıkılmaz hâle sokan faktörlerin başında kavşak, göbek ve geçitlerdeki birikmeler geliyor.Bunda kavşakların ve geçitlerin hatalı yapılmış olması kadar sürücü hataları da büyük etken.Örneğin sağa sapan bir yola gidecekmiş gibi, o boşluktan yararlanan kimi uyanıklar, son anda sağa dönmek yerine tekrar yola girmek için sola kıvırıyorlar ve “kaynak” denilen kurnazlığı yapıyorlar. Sonuç arkada kilometrelerce uzayan bir kuyruk.Bir sorun da ışıklı kavşaklarda yaşanıyor. Yoğun trafik saatlerinde, yeşil yandığı için yürüyen araçlar, sıkışıklık nedeniyle kavşak içinde kalıyorlar. Tam bu sırada diğer tarafa yeşil yanıyor ama, kavşak dolu olduğu için ilerleyemiyorlar.Murat Şengün İstanbul’da bu tür 65 kavşak olduğunu belirterek “yılbaşından sonra tıpkı emniyet şeridi uygulamasında olduğu gibi pik saatlerde bu kavşaklara polis koyacağım” dedi.Projeyi hazırladığını ve Emniyet Müdürü’ne sunduğunu söyleyen Şengün “Bunun için ocakta Polis Okulu’nun mezun vermesini bekliyorum. Aldığım söze göre mezunlardan 160’ı ilk görev yeri olarak bu kavşaklara gönderilecek” dedi. Şengün bünyelerinde 2017 memur bulunduğunu belirterek “Büyük bölümü 12-12 çalıştığı için fiili polis sayımız 600 civarında. Buna rağmen İstanbul’un her yerine yetişmeye çalışıyoruz. Sonuçta Gebze’den Silivri’ye kadar bu kadroyla iş yapıyoruz” diye konuştu.***SORDUM ÖĞRENDİMÇekicilerden, servislere, alkolden çöp kamyonlarınaMurat Şengün’le uzun bir İstanbul turu yaptıktan sonra Gayrettepe’deki makamına geçtik. Burada da birkaç saat boyunca hem kendi notlarımı hem de okurlardan gelen soruları kendisine aktardım. Şimdi bunlardan bazılarını sizlerle paylaşayım;Çekici terörüİstanbullu sürücülerin en büyük derdi trafik çekicileri. Çünkü insafsızca çalışan bu çekiciler, trafiğin yoğun olduğu bölgelerde hiç görünmezken, trafiği aksatmayan araçları çekiyorlar.Murat Şengün “Bu bizim de derdimiz” dedikten sonra anlattı; İstanbul’da iki tür çekici var. Birincisi Trafik Vakfı dediğimiz, başında Vali’nin bulunduğu, denetimi Sayıştay tarafından yapılan kuruluş. Yasaya göre otobüs duraklarında, kavşak içinde, yangın muslukları önünde, hastane girişlerinde, itfaiye çıkışlarında, ana yollarda ve ikinci sırada park yapan araçlar çekiliyor. Bunun dışında çekmek yok ama ceza kesiliyor.İkinci tür çekiciler ise bazı ilçe emniyet müdürlüklerinin kurduğu derneklere ait. Anladığım kadarıyla şikâyetlere konu olan uygulamaları bu derneklerin çekicileri yaratıyor. Bir önlem alınacak mı? Kesin cevabı yok. Ama çalışmalar var.Servislerİstanbul trafiği akşam saatlerinde özellikle Maslak, Levent, Zincirlikuyu, Esentepe, Mecidiyeköy, Çağlayan aksında servis araçları nedeniyle kilitleniyor. Murat Şengün “Şirket yöneticileriyle sürekli toplantılar yapıyoruz. Elbette servisleri kaldırmamız mümkün değil ama, yeni bir uygulama ile sadece 15 dakika yol kenarında durma hakkı verdik. Bu süre içinde servisler yolcularını alıp gidecekler, aksi takdirde ceza uyguluyoruz” dedi.Alkol muayeneleriAlkol denetimleri aralıksız sürecek. Zaten bundan halkın pek şikâyeti yok. Ancak son zamanlarda bazı ekiplerin “kasıtlı” davrandıkları söylentileri var. Şengün bunu şiddetle reddediyor “Bir ayırım yapılması söz konusu olamaz” diyor. Yine de şikâyetler var. Şengün “Kimsenin alkol almasına karışamayız, bizim derdimiz alkollü olanların araç başına geçmeleri. Bir yılda alkollü sürücüler nedeniyle 6 şehit verdik” diye konuşuyor.Trafik kameraları ve EDSMurat Şengün’e “Kameralar ve EDS işe yarıyor mu?” diye sordum ve gerekçesini anlattım; “Çünkü İstanbul halkı kamera ve EDS’nin sadece gece ve hafta sonlarında çalıştığına inanıyor.” Şengün “Kameralar ve EDS sisteminin” çok iyi çalıştığını belirterek “Hata yapan her araç fotoğraflanıyor ve cezası adresine gönderiliyor” dedi. Şengün bu nedenle kurdukları merkezi de gezdirdi. Memurlar bölge bölge bütün İstanbul trafiğini izliyor. “Peki, bu kameralarda görülen sıkışıklığa müdahale ediliyor mu?” diye sordum. “Ediliyor, buradaki arkadaşlarımız sıkışmayı gördükleri an bir mobil ekibi buraya yönlendiriyor” dedi.Neden polis yok?En önemli soru ise şuydu; “İstanbul halkı gerektiğinde trafik polisini görememekten şikâyet ediyor.”Müdür Şengün “Bu yanlış bir algı” dedi. Sonra da online harita üzerindeki hareketli ve sabit polis ekiplerini gösterdi. Haritaya bakınca pek çok yerde polis olduğu görülüyor. Yeterli değil tabii. Ayrıca bütün ekip araçlarında GPS cihazı takılıymış. Harita üzerinde hangi aracın ne yaptığı da görülüyor. Şengün “Sadece Başbakan geçeceği zaman polis ortalıkta” eleştirisine de katılmadığını belirterek şöyle dedi; “Başbakan geçeceği zaman yolların kapatılmasını istemiyor. Hatta böyle bir uygulama hâlinde görevden alacağını bile söyledi. Biz Başbakan geçecekken, sadece kırmızı ışıkta durdurmuyoruz. Yoksa Başbakan da defalarca sıkışık trafikte kaldı.” Sonra da ekledi; “Vatandaş güvenlik birimlerinin yola koyduğu polisleri de görüyor, hepsini bizden zannediyor.”Çöp kamyonlarıÖnemli bir şikâyet konusu da belediye-lerin en sıkışık saatlerde çöp toplamaları. Şengün “Bu yasal değil, belediyeler ancak gece 00.00 ile 04.00 arasında çöp toplayabilir. Her seferinde uyarıyoruz ama dinlemiyorlar. Ceza yazıp arabaları trafikten çeksek bu kez de çöp toplamaya engel olmakla suçlanacağız. Beni de çok sıkıntıya sokan bir konu” cevabını verdi.Fotoğraflar: Mert İNAN

Devamını Oku

Dokunulmazlık kavgası asıl CHP’yi hedef alıyor

5 Aralık 2012

Başbakan Erdoğan’ın “bazı BDP milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılması için” düğmeye basmasından sonra gözler doğal olarak AKP’ye çevrildi.Çünkü AKP’deki özellikle Güneydoğu illerinden seçilen milletvekilleri dokunulmazlık konusunda büyük sıkıntıya girdi. Bazıları açıkça buna karşı olduklarını beyan ettiler, bazıları ise sessiz kalmayı tercih etti.AKP’deki bu durum bazı çevrelerde “çatlak” olarak nitelendi.Oysa AKP’nin Güneydoğulu milletvekillerinin karşı çıkışı bir çatlağı göstermez. Ya da AKP’nin bölünme tehdidi altında olduğunu ileri sürenlerin bu hayallerinin gerçekleşmesini sağlamaz. Sonuçta dokunulmazlık dosyaları Meclis’e geldiğinde büyük olasılıkla karar “evet” olarak çıkar. AKP kendi içindeki “hayırcıları” demokrasinin erdemi ve zaferi olarak tanımlar geçer gider.Ancak CHP için durum daha farklı.Gözlediğim kadarıyla dokunulmazlık tartışmaları CHP içinde daha büyük fırtına koparıyor. CHP, Başbakan’ın bu manevrası ile yine “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” durumuyla karşı karşıya kaldı. CHP dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet demeyi de hayır demeyi de anlatmakta zorlanacaktır.Nitekim bu nedenle şu anda konuya tam girmiyor, “Gelin bütün dokunulmazlıkları kaldıralım” önerisini getiriyor.İşin aslına bakarsanız “bütün dokunulmazlıkların kaldırılması” da çok gerçekçi değil. Bugün kamuoyunun önüne çıkıp “Biz bütün dokunulmazlıkların kaldırılmasını istiyoruz” demek prim yapıyor, bu doğru.Vatandaş, her nedense kendi oyları ile seçtiği kişilerin, iktidarın keyfine göre savcıların önüne atılmasından garip bir haz duyuyor.Elbette bunun altında “dokunulmazlığın” ne anlama geldiğinin bilinmemesi de var. Kamuoyu, milletvekillerine tanınan dokunulmazlığın adeta “suç işleme hakkı” olduğu kanısında. Milletvekilini kendisiyle eşit tutup “Bizden ne farkları var, onlar da yargılansın” diyor, diyebiliyor.Ama düşünmüyor ki, otoriter bir iktidar, milletvekili dokunulmazlığı olmasa, muhalefete öyle bir kök söktürür, onları öyle sıkıntıya sokar ve isterse hapse bile atar ki...*****Bir de şöyle düşünelimPKK’lı teröristlerle kameraların önünde sarmaş dolaş olan bazı BDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için Meclis’te oylama yapılacak.Başbakan sert biçimde partisini uyardı ve “Bunu yapmazsak, halk da bizi affetmez, Allah da bizi affetmez” dedi.Olaya bir de tersinden bakalım.Başbakan bazı BDP milletvekillerinin teröristlerle kucaklaşmasının hiçbir bahanesi olamayacağını, bu suçun cezasız kalmasının mümkün olmadığını belirtiyor.Ancak çok iyi biliyoruz ki, bizzat Başbakan’ın haberi ve izniyle, devletin bazı organları başta İmralı’daki kişi olmak üzere PKK terör örgütünün ileri gelenleriyle toplantılar yapıyor. Bir kucaklaşma olmasa da yakın temas olduğu saklanmıyor.Ortaya çıkan duruma bir bakalım; PKK’lılarla BDP’liler görüşünce suç oluyor, devlet görüşünce olmuyor.Çünkü devlet diyor ki “bu sorunu bitirmek için gerekirse şeytanla bile görüşülür.”Peki BDP’lilerin yaptığı ne?Onla da PKK’lılarla görüşüyor. Acaba, bu işi bir gerginlik yaratarak çıkmaza sokmak yerine, BDP’lilere “PKK’nın terör örgütü olduğunu söyleyin” demek yerine “Madem siz birlik ve beraberlik içindesiniz, o zaman gelin masaya oturun” denmesinin sakıncası var mı?*****Soru: İstanbul’a gelen birisi nerede kalabilir? Cevap: Otelde, arkadaşının evinde ya da trafikte... (Gani Yıldız) *****Çevik Bir haksız mı?Medyada hep 28 Şubat konuşuluyor da, bu nedenle aylar öncesinden hapse atılan birçok generali kimse hatırlamıyor bile.Oysa başta o dönemin simge ismi olarak kabul edilen Çevik Bir olmak üzere birçok emekli general 8 aydır Ankara Sincan Cezaevi’nde iddianamenin hazırlanmasını bekliyor.Savcılardan bilgi alma yeteneği olan bazı gazetecilere göre iddianame hazırlanıyor hazırlanmasına da, sanıkların sadece bu tutuklu generallerle kalmayacağı, önümüzdeki günlerde tıpkı Ergenekon’da olduğu gibi bir “gözaltı” furyasının başlayacağı söyleniyor.İşte bu aşamada beklenmedik bir çıkış geldi tutuklu emekli orgeneral Çevik Bir’den.Savcılığa bir dilekçe vererek dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı hakkında suç duyurusunda bulundu ve “Her şeyi Karadayı’nın emriyle yaptık” dedi.Bir tür “itirafçı” durumuna düşen Çevik Bir haksız mı? Bana göre değil.Çünkü 28 Şubat olayında da tıpkı Ergenekon ve Balyoz’da olduğu gibi, haklarında işlem yapılmayan eski/yeni komutanlar hiç seslerini çıkarmıyorlar.Belli ki dikkat çekip de başlarına bir iş gelmesinden çekiniyorlar.Arkadaşlarını savunmuyorlar, tam tersine derin bir suskunluğa bürünüp bir anlamda yapılanlara onay veriyorlar.Evet askerin bir duruşu olmalı, ama 8 ay içerde yatacaksınız, kimse kılını kıpırdatmayacak, o zaman sabırlar da taşıyor belli ki. *****Karizma böyle çizdirilmezEnerji Bakanı Taner Yıldız Erbil’e gidemedi, çünkü Irak merkezi yönetimi izin vermedi.Medya olayı Irak’ın küstahlığı olarak tanımladı, doğru da, sonuçta Türkiye’nin karizması çizilmiştir, bunu da görmek gerek. Irak merkezi yönetimi Kuzey Irak’ta varlık göstermiyor ama koca Türkiye’nin bakanını zora sokabiliyor.Olay sadece bir bakana uçuş izni verilmemesi değil, Irak Türkiye’yi petrol savaşında saf dışı bırakmayı hedefliyor.Buna gücü yetmeyebilir ama Türkiye’nin de bile bile küçük düşmesinin affedilir tarafı yok. Olay, devlet yönetimindeki ciddiyeti sorgulamamızı gerektiyor. Türkiye’nin bir bakanı için, havadayken uçuş izni için pazarlık yapılmasının ve bunda başarılı olunamamasının hesabı mutlaka sorulmalıdır. Çünkü devletin itibarıyla riske girilmez.*****İstanbul’u geziyoruzBugün İstanbul’da Trafikten sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı Murat Şengün’le İstanbul turu yapacağız. Trafikle ilgili yazılarım üzerine nezaket gösterip arayan ve sorunları birlikte görmeyi öneren Şengün’e, sizlerden gelen pek çok soruyu da soracağım. İnanın üç gündür gelen mesajları okuyup, bunlardan sorular çıkarmakla uğraşıyorum.Umarım bu bir başlangıç olur ve İstanbul’daki trafik sorununa emniyet-medya işbirliği sayesinde çözüm yolları açılır.

Devamını Oku

O tüfeği duvara asmamak gerek

4 Aralık 2012

Ünlü Rus yazar Çehov “Bir sahnede duvara asılı tüfek varsa, piyesin sonunda mutlaka patlar” demiş.Rusya lideri Putin Başbakan’la görüştükten sonra Türkiye’ye konuşlanmasını istediğimiz Patriot’ları kastederek basın toplantısında Çehov’un bu cümlesini tekrarladı. En çok iş yaptığımızı, çok iyi dost olduğumuzu söylediğimiz Rusya bize bir hatırlatmada bulunuyor.“Eğer sınırına bir silah koyuyorsan eninde sonunda patlayacağını da bilmelisin” diyor.Patriot’lar hepimizi tedirgin etmeli. Çünkü hava savunma sistemimizi güçlendirmek için satın alınmıyor, yakın bir tehdit ve tehlike olduğunu düşündüğümüz için kiralanıyor. Kamuoyunun bilmediği ise bu yakın tehdidin ne olduğu.Patriot’lar kime karşı konuluyor?Olası bir Suriye saldırısına karşı mı, yoksa başka bir tehdit mi var?Kamuoyu bilgisiz, medyanın ise kafası karışık. Patriot’lar bizim talebimiz üzerine mi gelecek yoksa konulması için NATO baskı mı yapıyor? Rivayet muhtelif. Örneğin Patriotlar İran’dan İsrail’e atılacak bir füzeye karşı kullanılabilir mi?Nedenini tam bilmesek de Patriot’ların Türkiye’ye gelmesi başlı başına bir sorun, bir tehdit.Kamuoyunun asıl sorgulaması gereken, durumun neden bu noktaya geldiği. İktidar ve yandaşları yıllardır Türkiye’nin dış politikada çok başarılı olduğunu, Türkiye’nin kabuğunu yırttığını, artık pasif siyaseti bırakıp aktif siyasete geçtiğini, bölgede önemli güç olduğunu, sözünün dinlendiğini ileri sürüyor. Öyle ki bazıları iyice coşup ABD ve bazı Avrupa ülkelerinin liderlerinin bile “bizden akıl aldığını” söylüyorlar.Bunlar, iktidara destek veren kitleler için moral kaynağı olabilir. Ama gelinen son noktaya bakın. Türkiye bir dış tehdit karşısında kaldığına inanıyor ve bu nedenle NATO’dan destek istiyor.Bu, şu demektir; kafamızda her an bir füze patlayabilir.Bir kentimiz nükleer bombanın ya da kimyasal silahın etkisi altında yok olabilir.Bizimle ilgisi olmayan bir iç kargaşaya bu kadar müdâhil olmanın bedelini umarız çok pahalıya ödemeyiz. Ve umarım piyesin sonunda patlayacak olan bir tüfeği sahneye asmayız.*****Emeklinin en çok tükettiği gıda ekmekmiş. Madem yılların emeğinin karşılığı ekmek oluyor, o zaman emeklimize e(k)mekli desek de olur! (Gani Yıldız)*****Genelkurmay neden suskun?Asker 5 yıldır sürekli örseleniyor, hakarete uğruyor, aşağılanıyor. Ordunun başındaki komutan ise hep suskun. Kamuoyunda büyük tepki ve hayret uyandıran “ordudaki intiharlar şehit sayısından fazla” haberine bile çıkıp cevap veremiyor.Bu intiharlar neden oluyor?İntihar edenler üstlerinden gördükleri kötü muamele, hakaret ya da dayak nedeniyle mi yoksa başka nedenler de var mı?Askere alma işlemleri sırasındaki sağlık kontrollerinde psikolojik testler yapılıyor mu? Yapılıyorsa yetersiz mi kalıyor?Kamuoyu, sadece “dayak yediği, hakarete uğradığı” için “gururu kırılan” askerlerin intihar ettiğine inanıyor. Genelkurmay bu konudaki istatistiki bilgileri de paylaşmak zorundadır. *****Sadun Boro, Kısmet, HürriyetÖnceki hafta Rahmi Koç Müzesi’ndeki anlamlı bir törene katılmıştım. Dünyayı baştan sona yanında sadece eşiyle geçen Sadun Boro’nun 10.5 metre boyundaki Kısmet yelkenlisi Rahmi Koç Müzesi’ne sergilenmek üzere alınıyordu. Rahmi Koç bunun için bir tören düzenlemişti.Müzenin en güzel yerlerinden birine oturtulan Kısmet’i izlerken aklıma 47 yıl öncesi geldi. Ortaokul sıralarındaydım. Yatılı okuyorduk İstanbul Erkek Lisesi’nde.Hürriyet Gazetesi’ndeki bir manşet hepimizin ilgisini çekmişti.Sadun Boro isimli bir yelkenci, tüm dünyayı dolaşmak üzere İstanbul’dan yelken basmış, engin denizlere doğru yol almaya başlamıştı.Boğaz’ı izlediğimiz yatakhaneden denize bakarak kimbilir kaç kere tartışmıştık Sadun Boro ve Kısmet’i hatırlamıyorum.Anlamıyorduk; sadece 10.5 metrelik bir tekne ile Büyük Okyanus nasıl geçilirdi.“Bitiremez” diyorduk o yaştaki aklımızla ukalaca. Derken Hürriyet Kısmet’in dünya gezisini Necati Zincirkıran’ın kaleminden anlatmaya başladı. Sadun Boro günlük tutuyordu. Vardığı limanlardan çektiği fotoğrafları ve günlüklerini postaya verip Hürriyet’e gönderiyordu. Zincirkıran da bunları derliyordu.O günlerde televizyon yok, bilgisayar henüz hayal bile edilemiyor, tek eğlencemiz radyo ve bulursak gazeteler. Kısmet’in maceralarını okumak için gündüzlü arkadaşlardan okula gelirken Hürriyet getirmelerini isterdik. Elden ele dolaşırdı o gazete.Ne hayaller kurmuşuzdur o yazıları okurken. Bazılarımız belki de o günden “ben de dünyayı gezeceğim” hayalini zihnine yerleştirmişti.Ya dönüş günü... Yüzlerce tekne denizden, binlerce kişi kıyıdan Kısmet’i ve Boro çiftini karşılıyordu, muhteşemdi.O gece kürsüde Sadun Boro’nun “Hiç ayrılmak istemiyordum, ama artık bakamıyorum” diyerek, “vay canına bununla mı dünyayı dolaştı” dediğim Kısmet’ten gözü yaşlı ayrılışını izlerken bunlar gözümün önünden geçti. Çocukluğumuzun önemli bir anısını şimdi müzede görmek beni hem çok mutlu etti hem de çok duygulandırdı.*****İri laflarla daha demokrat olunmazSözüm AKP milletvekili Mehmet Metiner’e. Önceki gün kendisini Habertürk’te izledim. Dokunulmazlıklarla ilgili ne yapacağı soruldu. Metiner, AKP’nin bölgeden seçilmiş milletvekili olduğunu belirterek “Başbakan bir irade koyarsa, ben de bir AKP milletvekili olarak buna uyarım. Benim demokrasi anlayışım budur” dedi.Metiner’e söylemek istediğim şu; Genel Başkan’ın iradesine uymak demokrasi gereği değil parti disiplinidir. Elbette siyasetçiler, gün olur, kendi düşüncelerine uymasa da parti disiplinini bozmamak için liderin sözüne aynen katılır.Merakım şu ki, eğer Mehmet Metiner AKP milletvekili değil de eskisi gibi gazeteci olsaydı, bazı BDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması konusunda yine Erdoğan’ın iradesini mi bekleyecekti yoksa kendi fikrini söyleyecek miydi?Ve son olarak, diyelim ki Başbakan “Kürt sorunu yoktur, Kürtçe TV’yi kaldırıyorum, bu ülkede tek dil vardır, başkasının açıkça konuşulması da doğru değildir” dese, ki bu da Genel Başkan’ın iradesidir, Metiner yine “bizim demokrasi anlayışımız budur, liderin iradesine uyarız” diyecek midir?

Devamını Oku

Kürt sorunu AKP’yi çok bunaltıyor

3 Aralık 2012

Başbakan’ın sözleri üzerine savcılar bazı BDP milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılması için hazırladıkları fezlekeler Meclis komisyonuna geldi biliyorsunuz.Erdoğan çeşitli konuşmalarında teröristlerle kucaklaşan BDP milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılacağını tekrarladı.Dokunulmazlıklar kaldırılır mı, bu sorunun cevabına net cevap vermek zor.Hiç gündeme getirilmeyebileceği gibi oylama olursa ne sonuç alınacağı da kesin değil.CHP kararsız, siyasi menavra ile “o zaman bütün dokunulmazlıklar kaldırılsın” diyor.Bu olmayacağına göre, CHP’nin tavrını ancak, eğer oylama yapılırsa, o gün öğrenebileceğiz.MHP’nin oylamada evet demesi olasılığı çok kuvvetli.Sorun AKP’de ortaya çıkabilir. AKP’li Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu açıkça “Başbakan’la aynı düşünmüyorum, oylama olursa hayır veririm” dedi. Sonra da ekledi “Böyle davranacak 60 milletvekili var.”Bu gerçekleşirse, 60 fire AKP’de sıkıntı yaratır ama oylamanın sonucunu pek değiştirmez.Bu, siyasetle hukukun sıkıştığı noktadır.BDP milletvekilleri suç işlemişlerdir, dava açılması olağandır. Olağan olmayan, savcıların ancak Başbakan konuştuktan sonra harekete geçmeleridir.Hukuk sistemi işletilirken, bazen sonuçlarının tehlikeli olacağı da biliniyor. İşte siyaset burada devreye girecek ve etkili bir çözümü bulacaktır.Dokunulmazlıkların kaldırılması hâlinde Güneydoğu’daki bazı yerlerde, büyük şiddet olaylarının çıkacağını söylemek kehanet değildir.Siyaset şuna karar verecek; “Olay çıkmasın diye hukuk sistemi askıya mı alınacaktır, alınmalı mıdır?”Maharet hem hukuku işletmek hem de bilinen bir sorunun çözümünü sağlayabilmekte.AKP’nin bunaldığı yer de burası. Çünkü Başbakan sürekli olarak ilişkileri hem gergin tutuyor hem de çözüm için adım atıyor görünüyor.BDP milletvekilleri için yargıya talimat verir gibi davranırken, Kürtçe’nin devlet dairelerinde konuşulmasına olanak sağlayacak yasanın hazırlanmasına ses çıkarmıyor, KCK davalarında yaşanan usulsüzlüklere dönüp bakmazken, terör örgütü liderleriyle yapılan görüşmeleri destekliyor.Durum inişli çıkışlı olunca hem sorun çözülmüyor, hem de çelişkiler sertleşiyor.BDP bu durumu en iyi “okuyan” parti konumunda bana göre. O nedenle “tavizsiz ve cesur” görünümlü bir politika ile iktidarın önünü tıkamayı şimdiye kadar başardı.Dokunulmazlıkların Meclis gündemine gelip gelmeyeceği, gelirse sonucunun ne olacağı Meclis için de turnusol kâğıdı görevi yapacaktır.*****İyi de asıl soru şu; harem neden var?TV dizisi Muhteşem Yüzyıl, Başbakan’ın fitili ateşlemesiyle tartışılmaya başlandıktan sonra yandaş kalemler sazı ellerine aldılar ve Osmanlı güzellemeleri yapmaya başladılar.En dikkatimi çeken tartışma ise “Harem” üzerine yapılanlar.Tarihçiler dizi dizi ortaya saçıldı. Hepsi “Harem bu değildi, dizide yanlış tanıtılıyor, orası padişahın eviydi, o cariyeler, gözdeler, eşler nasıl bir eğitimden geçiriliyordu, bunları biliyor musunuz?” diye anlatıp soruyorlar. Öyle ya da böyle, benim merakım başka.Osmanlı’da harem neden vardı ve Osmanlı hayranları Harem’i neden böylesine yüceltiyor?Bugün geçerli değil ama, biliyoruz ki, İslam dini 4 eşe kadar izin veriyor.Ama Harem’de sadece padişahın 4 eşi yok ki.Cariyeler, gözdeler var. Üstelik bunların hiçbiri kendi rızalarıyla gelmemişler. Ya fetihlerde kaçırılmışlar, ya köle tacirlerinden satın alınmışlar ya da saraya hediye olarak gönderilmişler.Padişahlar onlarla dini nikâh kıyıp evlenmiyor, onlarla zevk saatleri yaşıyor. Yani harem padişahların, bilim eğitim yuvaları ya da sosyal yaşam alanları değil, padişahların cinsel arzularını giderdikleri yer.Peki bugünün ahlâkçıları nasıl oluyor da haremi böyle ateşli biçimde savunuyor?*****Sevr’i unutmayalımPazartesi sohbetinde yazdığım “Osmanlı Hanedanı gerçekten ecdadımız mı?” yazısına tahminimin de üzerinde tepki geldi. Birçok okurum teşekkür ederken, tabii ki bu yazıdan rahatsız olanlar da çıktı. Bu okurlar “O şanlı tarihi nasıl bir kenara atarsınız?” diye soruyorlardı.Elbette tarihi ve başarıları bir kenara bırakmıyorum. Osmanlı iyisiyle kötüsüyle geçmişimizdir. Ama yazıda unuttuğum bir nokta var. O yüceltilen Osmanlı, Sevr anlaşmasını imzalayarak devleti olduğu kadar bir milleti de tamamen bitirmişti.Sevr imzalandığında ne Mustafa Kemal vardı ne de Cumhuriyet.Bir avuç inançlı vatansever yola çıktı, Kurtuluş Savaşı’nı verdi, Cumhuriyeti ilan etti ve modern devleti kurdu.“Ecdat” konusu bence Sevr’le birlikte bitmiştir.*****Arınç bilmeden konuşmaz ama...Bülent Arınç’ı bazen hayretler içinde izliyorum. Doğrudur, Arınç hükümet içinde aykırı çıkışlar yapan bir isim. Bazen Başbakan ile de ters düşüyor, gerçi sonra geri adım atıp kendisini unutturuyor.Ancak Meclis Başkanlığı da yapmış Arınç’ın, anayasaya aykırı görüş ve beyanlarda bulunması saygınlığı gölgeliyor.Bülent Arınç, AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Esnarioğlu’nun bazı BDP’lilerin dokunulmazlıkların kaldırılmasına karşı olduğunu açıklaması üzerine de konuştu.Sözleri ilk bakışta yanlış ya da aykırı değil gibi görünüyor. Arınç “Her miletvekili işin bir yargı boyutunu bir de siyasi boyutunu düşünerek en doğru kararı verecektir. Grup kararı alınacağını zannetmiyorum” dedi.Arınç’ın Anayasa’nın 83 ve 84’üncü maddelerini bilmemesi herhalde mümkün değildir. Bu maddeler dokunulmazlığı ve milletvekilliğinin düşürülmesini tanımlıyor.83’üncü madde “Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki siyasi parti gruplarınca, yasama dokunulmazlığı ile ilgili görüşme yapılamaz ve karar alınamaz” diyor. Yani AKP grubu istese de dokunulmazlıklarla ilgili toplantı yapamaz, kullanılacak oyu belirleyecek bir karar alamaz.84’üncü maddede ise dokunulmazlığın düşürülmesi için yapılan oylamanın gizli olacağı belirtiliyor.Peki Arınç neden “Grup kararı alınacağını sanmıyorum” dedi?Sanıyorum bu söylemin “daha demokrat” bir tavır olduğunu düşündü. Parti içinde çıkan tartışmayı kamuoyunun gözünden uzak tutmak için “Biz herkesi özgür bırakan bir partiyiz, arkadaşlarımız nasıl diliyorsa öyle oy kullanır, bunun için baskı yapılmaz” demek istedi.Fikir kendi adına güzel olabilir ama, Anayasa’ya rağmen böyle konuşulunca hoş olmuyor.

Devamını Oku

Osmanlı Hanedanı gerçekten ecdadımız mı?

2 Aralık 2012

Sevgili okurlar; bu hafta sizlerle Muhteşem Yüzyıl adlı TV dizisi üzerinden koparılan fırtınayla ilgili dikkatimi çeken bazı noktaları paylaşmak istiyorum. Dizinin bir belgesel olup olmadığı, tarihimizi kötüleyip kötülemediğini bir kenara bırakıp Başbakan’ın söylediği “Bizim ecdadımız bu değildi” sözleri üzerinde durmak istiyorum.Ecdat - geçmişÖncelikle merakım şu; ecdat kime denir? Ecdat Arapça bir kelime. Türkçesi ata. Daha doğrusu ‘ata’nın çoğulu, atalar demek. Bir ülkede yaşayan herkesin atası aynı mıdır? Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayanlar “ataları” olarak kimi kabul etmelidirler? Yoksa “ata” kavramı ile “geçmişimiz” kavramını mı karıştırıyoruz?Kastedilen kimdir?En büyük merakım şu; Başbakan “Ecdadımız” dediği Osmanlı’yı “Türkler’in atası” olarak mı tanımlıyor? Bu durumda Osmanlı Hanedanı Türkiye’de yaşayan Kürtlerin de atası mıdır? Ya da Başbakan’ın her fırsatta saydığı etnik kimliklerin hepsinin atası olarak da Osmanlı Hanedanı’nı mı görüyor? Bu bilinmelidir.Osmanlı; bir aileHemen belirtmek istiyorum ki, bana göre Osmanlı bizim atamız değil, geçmişimizdir. Eğer kastedilen Türklerse, tarih boyunca kurulan 50 Türk devletinin 49’uncusudur. Sonuncusu ise şu an sahip olduğumuz Türkiye Cumhuriyeti’dir. Osmanlı ise Anadolu’ya gelen Türkler içindeki boylardan yani ailelerden biridir. Adı da Kayı’dır.Anadolu’da TürklerTürklerin Anadolu’ya resmi girişleri olarak 1071 yılı kabul edilir. Bu tarihte Alpaslan liderliğindeki Türkler Anadolu’ya gelmiş ve o sırada bu topraklarda egemen olan Bizans’ın ordusuyla ile karşı karşıya kalmış. Malazgirt’te yapılan meydan savaşını Alpaslan kazanmıştır. Bu tarih Türkler’in Anadolu’ya girişi olarak kabul edilir.Anadolu Beylikleri1071’den sonraki 200 yıllık süreçte Türkler Anadolu’da “Anadolu Selçuklu Devleti” gibi büyük devletle birlikte çok sayıda “Beylik” adı altında küçük devletler kurmuşlar ve bölgelerinde egemen olmuşlardır. Beylikler’in temel özelliği bunların aynı zamanda birer aşiret - büyük aile olmalarıdır. Kalabalıklaştıkça devlet gibi yönetilmişlerdir.Kayı BoyuOsmanlı İmparatorluğu’nun temellerini atan aşiretin adı da Kayı’dır. 1200’lerde Anadolu’daki Türkler dağılmış, küçük birimlere çekilmiş hâlde yaşıyorlardı. Altay Dağları’nda yaşayan Oğuz Türkleri’nin göç eden bir kolu olarak kabul edilen Kayı Boyu da kendine mekân olarak önce Ankara, sonra Bilecik- Söğüt havalisini seçmişti.İslam gelenekleriKayı Boyu, çevresini saran Bizans tekfurlarının hâkimiyetindeki Hırıstiyan ve diğer dinlere bağlı nüfusa karşı İslam geleneklerini yaşatmaya çabalıyordu. Bu ailenin asıl efsane lideri olan kişi Ertuğrul Gazi’dir. Ancak Ertuğrul Gazi bir devlet düzenine geçemeden ölmüştür. Ailenin başına ise “Gazi” unvanlı Osman Bey geçmiştirBizans’a karşıOsmanlı Devleti’nin tarihinin başlangıcı bu nedenle 1299‘dur ve o günkü lideri Osman Gazi’nin adıyla anılır. Osman Gazi’nin adı giderek devletin de adı olmuş ve hızla büyüyen devlete “Osmanlı” denmeye başlanmıştır. Osmanlı’nın daha derli toplu bir devlet olması ise Osman Bey’in oğlu Orhan Gazi döneminde gerçekleşmiştir.Bursa’nın fethiBazı tarihçiler devletin asıl kuruluşunu 1302’de Osman Bey’in, Koyunhisar’da Bizans ordusunu yenerek zafer kazanması olarak kabul ederler. Ancak devletin yerine oturması 1324’te Orhan Gazi’nin Bizans’ın en önemli kenti olan Bursa’yı fethederek başkent yapmasıyla sağlanmıştır. Bursa’nın kaybı Bizans’ın da sonunu getirecektir.1402’ye kadarBursa’nın başkent olmasıyla rahatlayan Osmanlı devleti hızla serpilmeye başladı. Genişledi, Bizans’a karşı ciddi bir tehdit oldu. Orhan Bey’in oğlu Murat (Birinci) döneminde Rumeli’ye de geçildi, Edirne’ye kadar hatta oradan daha da Batı’ya gidildi. Murat’ın oğlu Yıldırım unvanlı I. Beyazıt dönemi çok iyi başladı ama hiç de iyi bitmedi.Fetret dönemiİstanbul’u da fethetmeye çalışan ama başaramayan Yıldırım Beyazıt’ı 1402’de Timur’la giriştiği Ankara savaşı bitirdi. Bu olay Osmanlı devletini “fetret dönemi” olarak adlandırılan “ilk” duraklama dönemine soktu. Beyazıt’tan sonra Çelebi Mehmet döneminde devlet yıkılma tehlikesi geçirdi. Şeyh Bedrettin isyanı da bu dönemdedir.Murat’la dirilişTaht kavgalarıyla geçen ve Bizans’ın da müdâhil olduğu bir dizi olay sonunda şehzade Murat (ikinci) tahta çıkarak devleti tekrar toparladı, güvenliği sağladı. II. Murat bir süre sonra tahtını oğlu Mehmet’e (Fatih) bıraktı, ancak Mehmet’in henüz çok genç olması nedeniyle tekrar tahta çıktı. Sonunda II. Mehmet devletin başına oturdu.İstanbul’un fethiİkinci Mehmet, atalarının en büyük ideali olan İstanbul’u almak için kolları sıvadı ve 1453’te bunu başardı. Bin yıllık Bizans saltanatı da böylelikle tarihe gömüldü, Mehmet’e “Fatih” unvanı verildi. Osmanlı Devleti bundan sonra artık “Osmanlı İmparatorluğu” olarak anılmaya başlandı. İstanbul alınmasa belki Osmanlı da tarihe karışacaktı.Hanedan devletiİstanbul’un fethine kadar geldik. Hepimizin bildiği tarih bu. Uzatmaya gerek yok. Söylemek istediğim şu ki, 600 yıl hüküm süren bu devlet sonuçta bir “aile” devleti. Devlet yönetimi “babadan oğula” geçmiş. Oğulun çok akıllı, zeki, bilgili ve yetenekli olmasının hiçbir önemi yok. Gün gelmiş deli, gün gelmiş meczup tahta çıkmış.Tarih böyleBu sadece Osmanlı için mi geçerli. Hayır. Tarih boyunca toplumları “hanedanlar” yönetmiş. Taa ki 1789 Fransız İhtilali’ne kadar. Ancak bu tarihten sonra “devlet yönetmenin” sadece bir aileye ve fertlerine özgü bir şey olmaması gerektiği anlaşılmış ve o tarihten sonra hanedanlar birer birer yıkılmaya başlamış.Neden ecdadımız?İşte bu nedenle Osmanlı Hanedanı’nı, zaferleriyle, başarılarıyla, tarihe geçen öneli adımlarıyla, ama aynı zamanda zaafları, yanlışları ve hatta kötülükleri ile “ecdadımız” olarak değil “geçmişimiz” olarak görmeyi tercih ediyorum. Ayrıca başta da yazdığım gibi “Neye göre ve hangimizin ecdadı?” sorusunu da gerekli buluyorum.Küçük bir örnekSohbetimizin sonunda hepsi eskiden hanedanlarla yönetilen Avrupa ve Asya ülkelerinden hangisinin “babadan oğula geçen bir yöntemle” yönetilmiş eski devletlerini “ecdat” olarak kabul ettiklerini de sormak istiyorum. Örneğin bugün bir Fransız 1789’da yıkılan imparator ailesini ecdadı olarak kabul etmekte midir?Benim miladım 1923Bu açıdan bakınca, kendisini Türk olarak tanımlayan biri olarak, ecdadımızın Osmanlı‘ya değil en az iki bin yıl öncesine dayandığına inanıyorum ve bugün için miladın Cumhuriyet’in ilanı olan 1923 olduğunu düşünüyorum. Çünkü artık biz böyle yaşıyoruz ve böyle yaşamak istiyoruz. Kurduğumuz son devlet bu çünkü. Artık akıllısıyla delisiyle bir ailenin fertlerinin değil, halkın seçtiği kimselerin yönetimindeyiz.Hepinize iyi haftalar dilerim.

Devamını Oku