Donmuş limon pek beğenilmiş

1 Aralık 2012

Geçen hafta bu köşede “Sen neymişsin be limon” başlıklı yazım çok ses getirdi.Pekçok kişi denemiş. İşin hoş tarafı “olmadı” diyen bir kişi bile yok. Bana yazan herkes “ne iyi ettiniz de yazdınız, sayenizde harika bir limon kullanma formülümüz oldu” diyorlar.Geçen haftayı okumayanlar için formülü bir daha yazayım. Limonu yıkayıp bütün halinde buzdolabınızın derin dondurucusuna koyun. İyice donduktan sonra en incesinden geçirerek rendeleyin.Bunu ister salatanızda, ister yemeklerinizde, ister içkinizde rahatlıkla kullanabilirsiniz.Limon kabuğuyla birlikte olduğu için hem ekşisi daha güzel hem vitamin değeri daha yüksek.Limonu dondurup rendelemeyi deneyen bir okurum “Sözünü ettiğiniz donmuş limon rendesinin yeşil salatada uygulaması çok güzel oldu. Kabuğundan dolayı buruk hoş bir tat bıraktı. Ayrıca salataya serinlik verdi ve de ekşi her tarafa eşit dağılım yaptı. Kasenin tabanına limon suyu birikimi olmadı” diyor.Bir başka okurumun mesajı ise şöyle: “Limon tarifinizi aynen yaptık. Çok teşekkürler. İsraf yok, üstelik muazzam aroma veriyor. Bundan sonra her yemekte sizi anacağız.”Bir okurum da bir başka bilginin ayrıtısını veriyor. Diyor ki: “Evet limon gerçekten faydalı. İçerdiği vitaminler ve enzimler dışında aynı zamanda bir anda vücudumuzu alkali hale getiriyor. Sağlığını korumak isteyen her insana mutlaka www.alkalidiyet.com’u baştan sona okumalarını tavsiye ediyorum. Limonu buzlukta dondurup kullanmayı ise uzun zamandır yapıyorum. Hatta alkali kek diye adlandırdığım keke de kullanıyorum. Unlu ve şekerli gıdaların da vücudumuzda yarattığı asidik ortamı nötürlüyor.”Sayısız okurum da donmuş limonun aromasının ve tadının çok güzel olduğunu kullandıkları salata ve yemeklerle anlatmışlar.En ayrıntılı mesajı ise gazeteci dostum, yemek yeme ve yapma üstadı Meriç Köyatası’ndan aldım. Meriç, “Bunu bilmiyordum. Hemen denedim. Sonuç mükemmel. Sana ve bu mesajı gönderen okuruna çok teşekkür ederim” diyor.Sevgili dostum bu yeni limon tarifini üç ayrı şekilde kullanmış. İkisini burada yazıyorum, üçüncüsü ise sanıyorum pek çoğunuzun hoşuna gidecek bir yemek tarifi. Onu da diğer yazımda anlatıyorum. Şöyle diyor Meriç Köyatası: 1- Salatada sosu hazırlarken zeytinyağı ile limon suyunu karıştırıyordum. Bu kez, zeytinyağı ile rendelenmiş limonu karıştırdım. Burada her zaman koyduğumuz limondan daha az kullanıyoruz. Çünkü ayrıca limonun içi yerine limon kabuğu da olduğu için hem ekşisi iyi idi, hem de harika bir aroma oluştu... 2- Gelelim kokteyllere... Burada sanırım sınırsız bir hareket özgürlüğü olacak. Derin dondurucuda bekleyen bir votkaya, ya da Balkanlar’da yapılan meyve rakısına (şnaps) bunu uyguladığında votka ya da şnaps boyut değiştiriyor. Bu karışıma ikinci denemede yarım Türk kahvesi fincanı kadar nar suyu da koydum. Çok şahane oldu.*****Pazarın fıkralarıYıldırım Tuna’dan gelen fıkralarla keyifli pazarlar dilerim...DestekGece kulübüne girer girmez barda oturan fıstığın yanına gidip “Çok sıkıcı bir aşk hayatınızın olduğu yüzünüzden belli oluyor. Benim görevim sizi alıp evime götürmek ve hayatta tatmadığınız güzelliklerle sizi tanıştırmak olacak” dedim. “Erkek arkadaşım arkanızda” dedi. “Güzel” diye cevap verdim, “Onun da desteğinin olması çok hoş tabii!”SarhoşsunuzKırmızı ışıkta durdum, polis koşarak yanıma geldi ve “Lütfen aşağı inin” dedi. “Bir problem mi var?” diye sordum. “Sarhoşsunuz. Lütfen inin” dedi. “Sarhoş? Ben?” diye güldüm, “Ben, evine gitmeye çalışan, vergisini veren dürüst bir insanım” karşılığını verdim. “Tamam da efendim” dedi, “Bu trafikte bir varilin üzerine çıkıp yuvarlayarak daha nereye kadar gidebilirsiniz ki?”KazaraAdamın karısı yerde ölmüş yatıyor, silah da tam yanında, dedektif kocasına “Bana tam olarak ne oldu anlatır mısınız?” diye sormuş. “Silahı temizlerken birden oldu anlayamadım” diye cevap vermiş adam. “Tabii ya” demiş dedektif, “Ok ve yayı nasıl temizlediyseniz.”ÇırılçıplakZengin iş adamı ressamlık yapan sarışına “Çırılçıplak bir tablosunu yapmasını” teklif etmiş. “Asla” demiş sarışın, “Öyle bir şeyi kabul edemem.” Adam “Alacağınız ücretin 3 katını teklif ediyorum” demiş. “Yo..Yo kesinlikle olmaz” diye cevap vermiş sarışın. “Beş katını önersem?” Sarışın biraz tereddüt edip “Şeyy..” demiş “O zaman kabul ama bir şartla. Çoraplarımı çıkartmam, zira fırçaları koyacak bir yerim olmalı.”Muhabbet kuşuSalona duvardan duvara halı kaplayan usta bir “sigara molası” vermiş, adam sigara paketini arayıp bulamazken birden salonun tam ortasında, halının altında bir kabarıklık fark etmiş, “1 paket sigara için tüm yapıştırdığım yerleri sökmeyeyim” demiş, çekici alıp oraya vura vura bir güzel o ‘bombe’yi düzleştirmiş. Tam o sırada evin hanımı elinde bir paket sigara “Usta, sigaranı antrede bırakmışsın” diye içeri girmiş gülümseyerek, “Bak, karşılığında sen de benim bir saattir kayıp muhabbet kuşumu bul ödeşelim. Tamam mı?”*****Yeni bir balık buğulama tarifiMeriç Köyatası’nın donmuş limon rendesi kullanarak yaptığı balık buğulama tarifini sizlerle paylaşıyorum:Balık buğulama ve/veya çorba: Daha önce, yaptığım balık buğulama ya da çorbalarda, limonu dilimler, acılık vermesin diye kabuğunu soyar bir kaç dilim limonu öyle buğulamaya atardım. Bu kez kabuğu soyulmuş dilimlenmiş limon yerine, senin yazında belirttiğin gibi dondurulmuş ve kabuğu ile ince rendelenmiş yarım limon kullandım (iki kişilik bir porsiyon için). Harika olmuştu. Gelelim buğulama tarifine: Çoğu yerde buğulama savsaklanarak yapılıyor. Sebzeli balık suyu elde edilmeden kafadan buğulamaya girişiliyor. Oysa işin esası, önce sebzeli balık suyu elde etmek, sonra buğulamayı yapmaktır. İri bir balık, levrek, sinarit, laos gibi, tam fileto edilir. Filetolar ayrı bir yere alınır. Balığın kafası ve kılçığı, soğan, havuç, kereviz yaprağı, kaya tuzu, tane karabiber, iki adet yeşil biber, yarım demet maydanozla birlikte en az bir saat kaynatılır. Elde ettiğimiz sebzeli balık suyu süzülür. Başka bir tencerede, çok az un, zeytinyağı ile kavrulur. Kavrulan bu una elde ettiğimiz balık suyundan iki bardak eklenir. Bunun üzerine de senin yazında belirttiğin gibi dondurulmuş bir limonun yarısı en ince şekilde rendelenir. Bu karışım kısık ateşe getirilir. Tuzu ve karabiberi kontrol edilir. Fileto edilmiş balıklar yerleştirilir. Üzerine, domates ve biber dilimleri ile yarım demet dereotu konur. Dörtte bir çay bardağı zeytinyağı eklenir. Tencerenin ağzı kapatılır. Kısık ateşte levrek için 12 dakika, lahos için 20 dakika, sinarit için de 40 dakika kadar pişirilir. Sinarit ise zeytinyağı biraz daha fazla konur. Her zaman uyguladığım bu tarifte bu kez dondurulmuş ve rendelenmiş limon farkı ortaya çıktı ve çok da güzel oldu.

Devamını Oku

Serbest kıyafet öğrencilerin güvenliğini de tehdit edecektir

30 Kasım 2012

Garip bir durumla karşı karşıyız.Gazetecilik yapmak çok zorlaştı.Çünkü Türkiye’nin başına musallat olmuş “yandaş medya” nedeniyle konuları tartışamıyoruz bile.Bu yandaş takımı, iktidar, özellikle Başbakan ne söylerse refleksle bunu savunmaya başlıyor. Soru sormak yok, sorgulamak yok, merak zaten hiç yok, olumlu olumsuz açıdan bakmak yok.“İktidar söyediğine göre doğrudur” mantığı ile üstelik bir de terör estiriyorlar.Siz sormaya, sorgulamaya başladığınız anda da “işte yine aynı koro, statükocular, postalcılar, siz zaten sadece muhalefet edersiniz” lafları ulu orta fütursuzca söylenmeye başlanıyor.Okullarda kıyafetin serbest bırakılmasından sonra da bu manzarayı tekrar gördük. Yandaş takım, topluca ve refleks hâlinde “ne kadar iyi karar, zaten ülke askeri görünüme sahipti, yaşasın artık militarizm bu alanda da bitti” diye çığlıklar atıyor.Siz sakıncaları, olumsuz yanları sorgulamaya çalışıyorsunuz, bir gazeteci refleksiyle, ama o kadar kalabalıklar ki artık, aşağılanmaktan kurtulamıyorsunuz.Ama fark etmez, adam gibi gazetecilik yapanlar, her konuyu enine boyuna araştırır, sorar, sorgular.Kıyafet serbestisi görünüşte hoş gibi olsa da gelir farklılıkları bulunan ailelerin çocukları arasında husumet çıkaracağı kesindir. Bunları yazdık. Bugün bir farklı noktayı daha paylaşmak istiyorum sizlerle.Biz istesek de istemesek de okulların önleri ve çevreleri çocuklarımız için tehlikelerle, tuzaklarla dolu.Tek tip okul kıyafeti sayesinde kapı önlerinde ya da okul çevrelerinde biriken çocukları ayırmak kolay oluyordu. Oysa şimdi kim öğrenci kim değil anlamak mümkün olmayacak. Uyuşturucu satıcısından, kızları kandırmaya çalışan sapıklara, çetelerden örgüt üyelerine kadar okul önlerinde ve çevresinde birikenler kıyafet serbestisinden yararlanacaklardır.Okul müdürü pencereden baktığında okul önünde öğrenci olmayan kaç genç bulunduğunu artık göremeyecektir.Bir başka konu da şu; çocuklar öğrenci olduklarını belli eden kıyafetlerle okul saatlerinde her yere gitmeye o kadar cesaret edemez. Bir bara gitmeye, sokakta sigara içmeye çekinir. Çevreden uyaran olur. Oysa şimdi artık kim öğrenci kim değil belli olmayacak.Veliler bunu da gözönüne almalı ve ona göre baskı grupları oluşturmalı.*****Tek suçlu elbette Trafik Müdürlüğü değilPerşembe günü bütün yazılarım trafikle ilgiliydi. Okurlardan çok olumlu tepkiler aldım. Çünkü İstanbul’un trafik sorunu hepimizin sorunu, hepimizin hayatından önemli bir zamanı çalan korkunç bir unsur.Elbette “Sadece polisi suçlamak haksızlık değil mi?” diyenler de oldu. “Sürücülerin çıkarcı davranışları, kurallara uymamaları karşısında ne yapılabilir?” diye sitem edenler de oldu.Haklılar.Ancak bu konuda da asıl sorumluluk İstanbul’un trafiğini yöneten otoriteye ait. Örnek olarak hep batı ülkeleri gösterilir. “Park yapılmaz levhasının altına kimsenin park edemediği, yol çizgilerini kimsenin ihlal etmediği, kırmızıda kimsenin geçmediği” anlatılır.Peki Batılılar daha iyi eğitimli ve bilinçli oldukları için mi böyle oluyor? Bunun katkısı var da, asıl belirleyici faktör, bu hataları işleyenlerin asla cezasız kalmadığının bilinmesidir.Hiç unutmam, gece yarısını geçen bir saatte Frankfurt’ta U dönüşü yapılmaz bir yerden dönmemişti bir arkadaşım, oysa ortalıkta tek araba yoktu, in cin top onuyordu. Arkadaşım “Bu hatayı yaparsam, mutlaka gelir bulurlar” demişti.Bizdeki fark şu: Yapanın yanına kâr kalır. Tesadüfen yakalanmazsan başına iş gelmez. Hiçbirimizin zihninde “Hata yaparsam bedelini öderim” diye bir endişe yoktur.Batı’da ortada hiç polis yokken herkes kurallara uyuyor, ama bunu öğrenmek için o kadar çok canları yandı ki zamanında.*****İstemeden TGRT Haberi üzmüşümEski gazeteci dostlarımdan Suat Yılmaz TGRT Haber’in başına geçmiş. Perşembe günü aradı ve “Can abi bizi çok üzdün” dedi.Çünkü trafikle ilgili yazımda “...bugüne kadar emniyet şeridinde durdurulan mavi lambalı, sirenli araç görmedim. (TV şovları için yapılan uygulamalar hariç, son örnek TGRT Haber)” demiştim.Asla TGRT Haber’i eleştirmek için yazmamıştım o cümleyi. Yazımı yazarken ekranda emniyet şeridine giren araçların durdurulmasını TGRT Haber canlı olarak yayınlıyordu. Yarın biri kalkıp da “O denetlemeler yapılıyor, televizyonlar bile yayınlıyor, kafadan yazıyorsun” demesin istedim.Çünkü bu tür yayın ilk kez olmuyor TV’lerde. Tabii ortada kameralar olunca polis de çok iyi davranıyor, sürücüler de çaresiz tartışmadan ceza ödüyor.Ancak Suat Yılmaz “Can abi, o haber asla kurgu değil. Ben de aynı senin gibi bu konuda hassasım. Hatta defalarca Trafik Müdürlüğü’ne yönelik yazılar da yazdım. Sonunda Trafik Müdürlüğü’ne (Uygulamalarınızı yerinde saptayalım ve canlı yayınlayalım) önerisi götürdüm. Kabul etiler. Sizin izlediğiniz yayın odur” dedi.Ben de Suat Yılmaz’a “TGRT Haber olduğu için yazmadım, lütfen sakın alınma, kamera olunca her şey daha ciddi oluyor, onu anlatmak istemiştim” cevabını verdim.*****Trafik Müdürü ile İstanbul’u gezeceğizTrafikle ilgili yazılarım üzerine İstanbul Trafik Müdürlüğü’nden sorumlu Emniyet Müdürü Murat Şengün aradı.Şengün özellikle emniyet şeritlerinin denetimi için çok yeni bir çalışma başlattıklarını belirterek “Otoyollarda kamera ve EDS olmayan 57 noktaya ekipler koyduk, artık başkasının hakkını gasbeden, kuralları çiğneyen hiç kimseye göz açtırmıyoruz” dedi.Şengün kent içinde trafiği sıkıştıran 65 kavşakta memur bulundurma uygulamasına da başlayacaklarını söyledi.Murat Şengün’le sözleştim. Önümüzdeki hafta buluşup İstanbul’u birlikte gezeceğiz. O bana aldıkları ve alacakları önlemleri anlatacak ben de hem gazeteci gözüyle hem de sizlerden gelen şikâyetlerle ilgili gözlemlerimi aktaracağım.Murat Şengün’e “İstanbul’da hepimiz günde en az iki üç saatimizi trafikte yitiriyoruz. Bunu yarıya indiren kim olursa olsun heykeli dikilir. Bu sorunu çözmek için bütün zamanımı size ayırır, anlatacaklarınızı ve uyarılarınızı hem yazar hem de her fırsatta anlatırım” dedim.Trafikle ilgili şikâyetlerinizi bana gönderebilirsiniz. Hepsini kendisine sorayım.

Devamını Oku

Artık İstanbul’a bir trafik müdürü gönderin lütfen

28 Kasım 2012

Bu yazım aslında İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’e yönelik olmalı. Çünkü Bakanımız hep Ankara’da olduğundan belki farkında değil ama, dünyanın en büyük kentlerinden biri olan İstanbul’da çok uzun zamandır bir Trafik Müdürü yok.İsmen belki biri bu makamı işgal ediyordur, şeklen bir Trafik Müdürü var olsa da fiilen olmadığı kesin. Aksi takdirde İstanbul trafiği bu kadar başıboş kalmazdı.Artık bırakın belli saatleri, neredeyse günün her saatinde, gecenin ikisinde bile, sanki baraj kapakları açılmış da milyonlarca metreküp su bırakılmışcasına bütün araçlar sel gibi yollara dökülmüş durumda. Ortada ne bir trafik polisi var, ne bir trafiği yönlendirmeye çalışan.Bu eleştirileri yazdığımda devlet yöneticilerinden hep aynı klasik cevabı alıyorum.Şöyle diyorlar; “Can Bey, siz biliyor musunuz, İstanbul trafiğine her gün 250 yeni araç katılıyor. Biz ne yapalım!”Ne yapılacağını ben biliyorum da elimden bir şey gelmez.Ama şunu iyi biliyorum, eğer İstanbul trafiğine günde 250 araç katılıyorsa Paris trafiğine de, Londra trafiğine de, New York trafiğine de her gün en az bu kadar araç katılıyor. Herhâlde bu dünya kentlerinin trafik sorumluları “Valla çok araba var, elimizden bir şey gelmez” demiyorlardır.15 milyondan fazla nüfusun yaşadığı İstanbul’da elbette her gün trafik konuşacağız. Çünkü insanlar evlerinden işlerine, işlerinden evlerine giderken, neredeyse uyuma zamanından daha fazla zaman harcar hâle geldi.Elbette belediyeye ait altyapıda eksiklikler var, kavşaklar düzensiz ve yetersiz, altyapı çalışmalarında eksiklikler var.Ancak dünyanın bütün ülkelerinde “trafik polisi” diye bir şey de var. İstanbul’da yok. Çünkü Türkiye’deki yönetim biçimi “bilimselliği” pek sevmiyor, trafiğin bir bilim dalı olduğunu bilmiyor belki de.Teknolojiden yararlanıp bütün kenti kameralarla donatıp, tıpkı “biri bizi gözetliyor”daki gibi herkesi izleyince sorunun hallolduğunu düşünüyorlar.O teknoloji izlemek için değil, sorun çıkan yerleri görüp müdahale etmek için kullanılıyor dünyada.İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in hiç zaman yitirmeden İstanbul’a gelmesi, yaşanan korkunç durumu bizzat yerinde gördükten sonra İstanbul’a bir Trafik Müdürü ataması öncelikli görevi olmalı.Çünkü şaka gibi gelebilir ama, bir gün herkes aracından inecek, anahtarını fırlatıp atacak ve çekip gidecek.O hâle geldi yani.*****Kaldırılan zorunlu kıyafet uygulaması komünist düzendeki gibi sorgulamayan, “tek tip insan” yetiştiriyormuş. Serbest kıyafetle okuyacak öğrencilerin “soru soran nesiller” olacağı kesin! “Anne, bugün ne giysem?” (Gani Yıldız) *****Emniyet şeridini koruyamayan devlet olmazİstanbul konumu gereği trafik çilesi çekmeye mahkûm. Ancak bilimsel çalışma yapılabilse, bugünkü çileyi yarı yarıya azaltmak mümkün. Biraz kendini işine veren yetkili olsa bu sorun çok hafifletilecektir. Ancak hiç kimse çalışmıyor. Her şeye rağmen canla başla çalışanları tenzih ederim, kişisel çaba ve fedakârlıklar konumun dışında.Örneğin emniyet şeritlerinin kendini bilmezler tarafından kullanılması her gün milyonlarca İstanbullu’yu deliye çeviriyor.B¡u devlet emniyet şeridini koruyamıyor. Üstelik emniyet şeridi ihlallerinin yarıdan fazlası bizzat devlet yetkilileri tarafından yapılıyor.Emniyet müdürü işine gidiyormuş emniyet şeridini kullanıyor, biz sanki pikniğe gidiyoruz. Vali geçecekmiş, kaymakam geçecekmiş, yok rektör bey üniversitesine veya evinde bekleyen misafirlerine yetişecekmiş, hepsi emniyet şeridinde.Tepesine bir mavi lamba takan, “voooot” diye öten siren taktıran ayrıcalıklı oluyor.Güya “hiçbir mavi lambalı araç emniyet şeridine girmeyecek, giren cezalandırılacak” diyen bir yönetmelik var. Dinleyen yok ki! Üstelik, de ki bir trafik polisi mavi lambalı siren zımbırtılı bir aracı durdurdu. İçinden çıkana ne yapacak?*****Trafik polisi ne zaman belirir?İstanbul’da, hemen her vatandaşın dikkatini çeken bir nokta şu ki, koca kentte belli bazı noktalar dışında kimse trafik polisi göremiyor.Peki hiç mi yok İstanbul’da trafik polisi.Olmaz olur mu? Var tabii de sayısı yetmiyor. Olanların yarısı izinli (24 saat esasına göre çalışınca böyle oluyor) yarısının yarısı eskort ve koruma görevinde, geri kalanı da koca şehirde kaybolup gidiyor. Peki vatandaş trafik polisini ne zaman görebiliyor? Bir bakalım:1- Başbakan ya da Cumhurbaşkanı geçeceği zaman.2- Gece saat 22.00’den sonra alkol muayenesinde.3- Trafiğin engellendiği değil de engellenmediği yerlerden araç çekerken.4- Günün bir saatinde kör noktada tuzaklar kurulduğunda ve gelene geçene ceza yazıldığında.5- Trafik kazası olduğunda. (Zaten trafik kuralları sadece kazalarda akla geliyor, işlemler sadece bu sırada kurallara göre yürütülüyor.)6- Emniyet şeritlerinde önemli birinin aracına yol açarken.7- Polis evlerinin önünde, müdürler kolay giriş çıkış yapsın diye trafiğin canına okurken.8- Sıkışık trafiğe arkasını dönüp park etmiş araçların plakalarına ceza yazarken.Bunların dışında, yanlış sinyalizasyon ya da hatalı kavşaklarda biriken araç trafiğini açmaya çalışan, trafiğin düzgün akması için önlem alan trafik polisi gören varsa lütfen insaniyet namına bana bildirsin.*****Bizden değil, basın cezayıEmniyet şeridine mavi lambalı ve sirenli de olsa girmek yasak. Ama her iş gibi bunun da bir raconu var. Eğer iktidar elemanı biriyseniz emniyet şeridini dilediğiniz gibi kullanırsınız, sizi durduramazlar, durdursalar bile selam verip gönderirler.Yok, öyle biri değilseniz, o zaman durum değişir... İşe bakın, İstanbul Baro Başkanı Ümit Kocasakal’ın arabası emniyet şeridinde mavi lamba ve siren kullandığı için yakalanmış, lamba ve siren sökülmüş, 72 lira da ceza yazılmış.Ben bugüne kadar emniyet şeridinde durdurulan mavi lambalı, sirenli araç görmedim. (TV şovları için yapılan uygulamalar hariç, son örnek TGRT Haber.)Belli ki trafik polisleri plakaları biliyor. “Bizden değilse” durduruyorlar ve ibreti âlem olsun diye ceza yazıyorlar. Olmayan Trafik Müdürü de bunu basın bülteniyle duyurup “iş yapmış” gibi davranıyor. Sevsinler.NOT: Ümit Kocasakal’ın mavi lambalı, sirenli araçla emniyet şeridinden gitmesini de çok ayıpladım, o da ayrı konu.

Devamını Oku

Ancak eşitlerin okuduğu okulda kıyafet serbest olur

27 Kasım 2012

Milli Eğitim Bakanlığı uzun yıllardır tartışılan ama her seferinde “aklıselimin” galip çıktığı bir konuda radikal bir karar aldı.Artık bundan böyle üniversiteye kadar olan bütün okullarda öğrenciler okullara istedikleri kıyafetleri giyerek gidebilecek.Bu karar yanlıştır.Üstelik Bakanlık yetkililerinin “öğrenci velileri forma ve diğer giyecekler için artık fazladan masraf yapma derdinden kurtulacaklardır” şeklindeki açıklamaları da gerçeği yansıtmıyor. Tam tersine, asıl şimdi öğrenci velilerine ek yük binecek.Kendilerini liberal sanan ve “tek tip öğrenci mi yetiştiriyoruz, burası faşist bir ülke mi?” diye öğrenci kıyafetlerinin serbest bırakılmasını savunanların görmek istemediği bir gerçek var.Kıyafet çok önemlidir. Temiz, düzgün, ütülü olması farklılıkları ortadan kaldırmaz. Kıyafetler aynı zamanda kişinin maddi gücünün de simgesidir.İnsanlar konuşmaya başladıkları andan itibaren düşünmeye de, farklılıkları görmeye de başlarlar. Eğer siz minicik çocuklara, henüz düşünmeye ve anlamaya başladığı yaşlarda özellikle maddi farklılıkları gözlerine sokarcasına gösterirseniz, o çocukların psikolojileri bozulur.Böylelikle ya o küçük yaşlarda “ezilmişlik” duygusuna kapılırlar ya da kendilerinden daha varlıklı olanlara karşı içlerinde tarif edemeyecekleri bir kin ve hırsla büyürler.Çocukların okul çağında aynı giysilerle okula gelmesi, görünüş olarak belki “militer” veya “faşist” bir zihniyetin sembolü gibi algılanabilir.Ancak bu aynı zamanda farklılıkları da ortadan kaldıran, özellikle maddi konulardaki dengesizlikleri de örten bir unsurdur.Çocuklar birbirleri ile aralarındaki farkı hissetseler bile, tam algılayamayacaklardır ve aynı sırada, aynı kıyafetlerle oldukları sürece aradaki farkın zihinlerinde hasar yaratmasının önüne geçilebilecektir.Yüzlerce yıldır bizde ya da başka ülkelerde öğrencilere belli bir yaşa kadar okula gelirken aynı kıyafeti giydirenler, bunu faşist kafalı oldukları için değil, işte bu farklılığı örtmek için yapmışlardır. Kıyafet serbestisi, özellikle tüketim çılgınlığının yaşandığı, insanların hep bir üste atlamak için onurlarından bile fedakârlık yaptıkları bu dönemde aileler için bir yıkım olacaktır.Daha yoksul kesimlerde bile okula “yeni bir kıyafetle” gelen öğrenci diğerleri tarafından kıskanılacak, çocukların beynine o küçük yaşlarda “neden benim yok” duygusu yerleşecek, ama zihninde o sorunu asla çözemeyecektir.Serbest kıyafet ancak öğrencilerinin tamamının eşit gelir düzeyinde olduğu okullarda belki uygulanabilir ki, bana göre bu bile sakıncalı, çünkü orada da öğrenciler ve velileri arasında çılgın bir yarış başlaması olasılığı yüksek olacaktır.*****Yandaş medya “Muhteşem” tartışmaya girmediBaşbakan’ın Muhteşem Yüzyıl dizisinin gerçekleri yansıtmadığını, “Bizim ecdadımız bu değil” diyerek “yayıncı kuruluşu kınaması” doğal olarak gündemin ilk maddesine oturdu. Pek çok gazete ve televizyon tartışmayı sürdürürken, dikkat ettim, iktidara yakın gazeteler konuya hiç girmedi.Dünkü yandaş gazetelerin hiçbirinde Muhteşem Yüzyıl tartışması haberi yoktu. Sadece bir iki yandaş gazetede, özellikle liberal kanattan iktidara destek veren bir iki yazar konuya değinmişti. Demek ki “tehlikeli” bir konu bu.Ama asıl ibret verici durum, iktidara destek vermek için bugüne kadar çırpınan güya liberal isimlerin daha önce pek eleştirmedikleri konuları sıralayarak Başbakan’ı eleştirmeleri. Meğer hepsi, zamanında yaşanan ucube tartışmasına da öfkelenmişler, zinanın gündeme gelmesine de tepki göstermişler. Şimdi anlıyoruz ki meğer bunlar Başbakan’ın medya patronlarını hizaya sokma beyanlarına da kızmışlar. Savcılara, hâkimlere talimatlar yağdırılmasını da yadırgamışlar.Ama bunlar yaşanırken hiç tepki göstermemişlerdi. Bizler zamanında da bunları söylüyorduk, bize dönüp “darbeciler, statükocular, postal yalayıcıları” diyorlardı.Şimdi ne oldu acaba?Erdoğan’ı mı keşfettiler ne?*****Bir düzeltme ve özürMuhteşem Yüzyıl tartışmaları ile ilgili dün yazdığım yazılardan birinde şu cümleyi kullanmıştım; Kanuni ölüp yerine oğlu Selim geçerken, ön bahçede tören yapılıyordu, sarayın arka kapısından ise bazıları minik tabutlarda tam 19 erkek kardeşinin cenazesi çıkıyordu.Oysa notlarımda başka şey yazıyordu. Yazılarımda hep Kanuni adı geçince önümdeki notlardaki gerçek ismi yanlış yazdım. Hatayı fark ettiğimde çok geçti ne yazık ki.Oysa 19 tabut Selim’in tahta çıkışı sırasında değil 3. Murat’tan sonra 3. Mehmet’in tahta geçişi sırasında yaşanmıştır. Bazı tarihçiler aynı anda 19 erkek kardeşle birlikte 20 de kız kardeşin boğdurulduğunu iddia ederler. Sultan Süleyman’ın zaten kendi sağlığında oğullarının ölmesi-öldürülmesi nedeniyle böyle bir sorun yaşanmamıştı. Ayrıca Osmanlı döneminde tahta çıkışlarda ve öncesinde pek çok şehzadenin boğdurulduğu da bir gerçektir.Bu hatamdan dolayı okurlarımdan özür dierim*****Serbest ama yasaklıMilli Eğitim Bakanlığı okullarda kıyafet serbestisi getirdi ama yanına bir de yasak listesi koydu.Örneğin çocuklar sağlığını olumsuz etkileyen ve mevsim şartlarına uygun olmayan kıyafetler, yırtık veya delikli kıyafetler ile şeffaf kıyafetler giyemeyecek.Ucu açık tanımlar... “Sağlığı olumsuz etkileyen giysi” nedir? Kış ayında kısa kollu gömlek mi? İyi de hangi veli çocuğunu kış ortasında bu kıyafetle okula gönderir.Ya yoksulluk nedeniyle delik ayakkabı ile gelirse çocuk. “Yasak” mı diyecekler?Diğer bir yasak da şöyle; Vücut hatlarını belli eden şort, tayt gibi kıyafetler ile diz üstü etek, derin yırtmaçlı etek, kısa pantolon, kolsuz tişört ve kolsuz gömlek giyilmeyecek. “Vücut hatlarını belli eden” dediğiniz an, bunun ölçüsü yok. O zaman öğrenci yöneticininin bakış açısına ve hatta zihniyetine emanet edilmiş oluyor.Yönetmelikte “baş açık olacak” tanımı var. Ama bunun yanı sıra “kıyafet serbest” diyorsanız, bir süre sonra bazı veliler “kıyafet serbestse, bizim çocuğumuzun kıyafeti böyle, çünkü biz böyle inanıyoruz, çocuğumu okula başı kapalı göndereceğim” derse sadece bu yönetmeliğe göre “olmaz” denilebilecek mi?Olmaz demeyin. Tek tip giyside bunu kimse sorun edemiyordu, ama şimdi artık mümkün.

Devamını Oku

Nurtopu gibi bir sorunumuz doğdu

26 Kasım 2012

Başbakan beklenmedik bir anda “Muhteşem Yüzyıl” dizisini tartışmaya açıverdi.“Beklenmedik anda” diyorum çünkü bu kimsenin aklına gelmiyordu.Diziyi yayınlayan kanalın sahibine ait olan haber kanalı her zamanki gibi Başbakan’ın herhangi bir yerde yaptığı konuşmayı halkın haber alma özgürlüğüne hizmet etmek için canlı olarak yayınlıyordu ki, Erdoğan “pat” diye “Bu diziyi yayınlayan kanalı kınıyorum” deyiverdi.O haber kanalı bir anda “halkın haber alma özgürlüğünü” bir kenara bırakıp, kanalın para kazanma özgürlüğü olan reklamlara geçti.Sonra da bir daha konuşmaya dönmedi. O kanalı izleyenler Başbakan’ın diğer sözlerini öğrenme özgürlüğünden mahrum kaldılar, mecburen başka haber kanallarına geçip konuşmayı dinlediler.Muhteşem Yüzyıl şu sıralar televizyonların en çok izlenen dizisi. Ben açıkçası yarım yamalak izliyorum. Dekor, kostüm, oyuncuların yeteneği açısından çok güzel bulduğumu söylemeliyim.Tarihi gerçekleri yansıtıp yansıtmadığı konusunda fikrim yok.Ancak öğrendiğim kadarıyla Kanuni Sultan Süleyman’ın “cihan imparatoru” olmasını sağlayan fetihlerinden çok saray entrikaları ve özellikle harem işleniyormuş dizide.Sinema (ya da dizi) böyle bir şey aslında. Sonuçta “Muhteşem Yüzyıl” Kanuni Sultan Süleyman’ın tüm hayatını anlatan bir belgesel değil. Bir tarihi kişiliğin hayatından bir kesit veriliyor.Bu dizide saray entrikaları ve harem anlatılıyorsa bir başka dizide savaşlar anlatılabilir örneğin.Bir başkası Kanuni’ye “kanuni” lakabının takılmasının sebebi olan her konuda bir kanun çıkarmasını işleyebilir sadece. Ya da ne bileyim bir sinemacı da Kanuni’nin diplomasi alanındaki başarılarını konu eder, bir başkası sanatçı kimliğine odaklanıp Kanuni’nin şiirleri üzerinden bir film/dizi çekebilir.Bu nedenle tarihsel kişi veya olaylarla ilgili bir kesit alınarak çekilen her film/dizi tarihçiler, romancılar, siyasetçiler ve akademisyenler tarafından övülebilir de yerilebilir de.Başbakan’ın çıkışından anladığım kadarıyla onu rahatsız eden dizide genellikle saray entrikaları ve harem kesitinin ele alınması.Sanıyorum Başbakan’ın tercihi, Kanuni’nin savaş ve fetih hayatından kesitlerin verilmesi.Bu olmayınca, nasıl herkesin hakkıysa, o da eleştirmiş.Tabii eleştiren Başbakan olunca durum değişiyor. Herkes “bunun bir yaptırımı olur” diye düşünüyor.Şimdi merak ve heyecanla beklenen o. Bakalım “kınanan” yayıncı kuruluş ne yapacak?Diziyi yayından mı kaldıracak, senaryoyu değiştirip Kanuni’nin savaş ve fetihlerinden kesitler mi verecek, yayın saatini birkaç kere değiştirip milletin başını döndürerek rating’leri mi düşürecek, yoksa “burası özgür ve demokratik bir hukuk devleti, halkın severek izlediği bir diziyi neden değiştirelim” mi diyecek.Her kararın bir kesimi memnun edeceğinden hiç kuşkunuz olmasın.Sonuçta “nur topu gibi” bir sorunumuz doğdu.Şaka falan yapmıyorum, bu sorun Kürt sorununu da, Suriye’yi de, yoksulluğu ve yolsuzluğu da ezer geçer.*****Dizilere iktidar eleştirisi ilk kez olmuyorMuhteşem Yüzyıl dizisi Başbakan’ın “kınama” listesine girince şenlik başladı.Kimi “bu bir sanat eseri belgesel değil, kimsenin karışmaya hakkı yok” diyor, kimi “tarihimizi çarpıtıyorlar, ecadımız böyle olamaz” diye tepki gösteriyor, kimi “RTÜK göreve” kimi “savcılar ne duruyorsunuz?” diye görüş beyan ediyor.Oysa iktidarın televizyon dizilerine ilk müdahalesi değil bu.Ancak Muhteşem Yüzyıl izlenme rekorları kırdığı için yarattığı fırtına daha büyük oluyor, o kadar.Örneğin, önceleri sadece Dijitürk platformundaki bir kanalda yayınlanan “Bir Kadın Bir Erkek” dizisine “İslam örf ve âdetlerine uygun değil” diye müdahale edilmişti. Çünkü dizideki bir kadın ve bir erkek evli değildi ama evli gibi yaşıyorlardı. Dizi senaristleri sonunda bu ikiliyi sevgili olmaktan çıkarıp evlendirmişlerdi.Aynı şekilde Behzat Ç. adlı dizide bir savcıya âşık olmuştu dizinin başrol oyuncusu polis. Müdahale geldi “örfümüze aykırı” denildi ve ikilinin sevgili gibi olmaları evlilikle taçlandırıldı.Yine bir kanal sanki ilk kez oluyormuş gibi “türbanlı bir başrol oyuncusu” olan dizi sürdü piyasaya. Müdahale olmasa bile bir beklenti olduğu kesin. O kanal da bu beklentiyi yerine getirdi.“İlk kez” dediler ama başka kanallarda türbanlı başrol oyuncuları olduğunu unuttular herhâlde. Zaten kimse de üzerinde durmadı.Sanat eserlerine yönelik müdahaleler tiyatroda da geçerli. Anlatıldığına göre Kültür Bakanlığı’ndan destek almak isteyen tiyatro kuruluşları oyunlarının senaryosunu bakanlığa gönderiyor. Bakanlık bazı senaryolarda “şunu şöyle yapın o zaman destekleriz” diye oynama yapıyormuş. Buna razı olan tiyatrolara devlet yardımı yapılıyormuş.Bunlar hoş değil tabii de, ne yapalım iklim böyle.*****Padişah anneleri kimdir?Yaşanmış olayları sinema filmi ya da diziye aktaranlar, romanını yazanlar bir belgesel titizliği ile davranmaz, bilinen gerçekleri bir bakış açısından sunmaya çalışırlar.Gösterilen ya da anlatılan olaylar aslında gerçektir, ama ortaya çıkan eser bunu kaleme alan kişinin görüş açısına göredir.O nedenle Muhteşem Yüzyıl’ı ya da benzeri yaşanmış olayların anlatıldığı eserlerde “tarihi gerçekleri titizlikle aramak” doğru değildir.Burada önemli olan, o tarihi gerçeklerin tamamen çarpıtılması “bu benim bakış açım” adı altında karalama yapılıp yapılmamasıdır.Belli ki zihni hâlâ geçmişte yaşayan ve Cumhuriyet döneminden pek hazzetmeyenler belleklerinde Osmanlı İmparatorluğu’nu hep “muhteşem” olarak yaşatmak istiyorlar.Oysa Osmanlı’nın çok “muhteşem” yanları olduğu gibi hatırlamak bile istemeyeceğimiz uygulamaları da vardır.Örneğin Osman ve Orhan Gazi’den sonra padişah tahtında oturanların hiçbirinin annesi Türk ve Müslüman değildir.Yine örneğin Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren “devletin bekası” için tahtta pay sahibi olabilecek erkek kardeşlerin öldürülmesi vacip kılınmıştır. Hem de din adına.Kanuni ölüp yerine oğlu Selim geçerken, ön bahçede tören yapılıyordu, sarayın arka kapısından ise bazıları minik tabutlarda tam 19 erkek kardeşinin cenazesi çıkıyordu.Her ülkenin tarihi hem “şanlıdır” hem de “ayıplarla” doludur. Kimse kendini kandırmaya kalkışmasın.*****Muhteşem Yüzyıl dizisini eleştiren Başbakan, “Biz böyle bir Kanuni tanımıyoruz” demiş. Yapımcılar bu uyarıyı dikkate alsa iyi olur. Zira yapan RTÜK değil, RTEÜK!(Gani Yıldız)

Devamını Oku

Şunu bilelim: Türkler Kürtleri Kürtler Türkleri öldürmüyor

25 Kasım 2012

Sevgili okurlar; Başbakan Erdoğan, Kürt sorunu konusunda kafa karıştıracak biçimde şahin politika izledikten sonra bir anda “Eğer silah bırakırlarsa, dağdakilerin başka ülkelere gitmesine olanak sağlarız” deyiverdi. Bu sözler AKP yandaşı çevrelerde “çözüm için atılmış önemli bir adım” gibi sunulurken, genel olarak “bir af mı geliyor?” yorumu ağır bastı.Böyle talep mi var?Önce dağdakiler açısından bakalım. Aralıksız eylem yapan terör örgütünün liderleri “bir başka ülkeye gitme” beklentisi içinde mi? Dağdakiler yaptıklarından pişman oldular da, “bırakın bizi istediğimiz yere gidelim” mi diyorlar? Ve en önemlisi dağdakiler “Hiçbir yere gitmiyoruz” derlerse buna karşı hükümet ne yapacak? Bunu biliyor muyuz?Sanki kıstırıldılarBaşbakan’ın sözlerinden “PKK’lı teröristlerin artık çembere alındığı ve imha edilmek üzere oldukları” ancak hükümetin son bir şans tanıyarak “silahlarınızı bırakın ve gidin, aksi takdirde yok olacaksınız” dediği gibi bir anlam çıkması daha yüksek olasılıktır. Oysa bunun gerçek olmadığını biliyoruz. PKK’nın dağ kadrosu ne sıkıştırıldı ne de yok ediliyor.Barış çağrısı mı?Durum böyle olduğu hâlde iktidara yakın çevreler Başbakan’ın bu sözlerini “müzakere yollarını açmak için” yeni bir umut gibi pompalamaya çalışıyor. Oysa bu tür çağrılar ilk kez yapılmadığı gibi ne yazık ki bu tür çağrılardan sonra yaşadığımız acı olayları da unutmadık. Bu açık çağrıdan sonra yine kanlı bir saldırı olmayacağının hiçbir garantisi de yok.Eskiyi hatırlayınBiraz geçmişe dönelim. Hangisi olursa olsun, iktidarların Kürt sorununu çözmek için “çok iyi bir aşamaya geldik” dedikleri anda her şeyi altüst eden kanlı bir olay yaşıyoruz. Örneğin 1993’te “çözüm yolları açılıyor” dendiğinde 33 askerimizin şehit edilmesiyle sarsılmıştık. Son birkaç yılda ne zaman “çözüme varıyoruz” türü açıklamalar yapılsa yine bunları yaşıyoruz.Provokasyon diyemeyizDağlıca, Aktütün, Silvan baskınlarını hatırlayın. Bunların öncesinde hep “Çözüme hiç bu kadar yaklaşmamıştık” türü açıklamalar yapılmıştı. Ardından kanlı saldırılar geldi. Bunları anlatmakta zorlanıp, “karanlık güçler,” “yine provokasyon” gibi açıklamalarla geçiştiremeyiz. Devletin görevi bu karanlık güçleri ve provokasyonları ortaya çıkarmaktır. Lafla iş yürümez.Tanımı yapmalıyızBugün en önemli sorunumuz adına “Kürt sorunu” dediğimiz kavrama bir açıklık getirememizdir. İktidarın bir planı yok. Güne ve gelişmelere göre davranıyor, bir gün barışçıl, demokrat bir tavır alırken bir başka gün en şahin politikaları savunabiliyor. Kamuoyuna çözüm konusunda ne düşündüğünü net biçimde açıklamıyor ya da açıklayamıyor.Dayatma oluyorBunun sonunda da Türkiye bir terör örgütünün “ya kabul edersin ya terörü yaşarsın” dayatmasıyla karşı karşı kalıyor. Oysa hükümetin elinde bir liste olması ve bunların hangisini yerine getirdiğini, hangisini yerine getireceğini hangisini ise asla kabul edemeyeceğini açıklaması gerekir. İktidar ise “herkes elini taşın altına koysun” diyerek sorundan kaçıyor.Kim kimi öldürüyor?30 yıldır boğuştuğumuz terör olayında sapla saman birbirine karıştırıldığı için gerçeği kamuoyu tam anlayamamakta. Örneğin “akan kan” veya “analar ağlamasın” ya da “savaş bitsin” sözleri gerçeği tam yansıtmıyor. “Kim kimi öldürüyor, kim kan akıtıyor?” sorularına samimi ve cesaretli cevaplar vermek zorunda olduğumuzu asla unutmamamız gerekir.İç savaş yokBazıları ısrarla PKK terörünün yarattığı ortamı bir tür “iç savaş” benzetmesi yaparak açıklamaya çalışıyor. Oysa mevcut durum bir iç savaş değil, bir terör örgütünün devlete karşı silah kullanması, devletin de, her devlette olduğu gibi bu kalkışmayı güvenlik önlemleri çerçevesinde bastırmaya çalışmasıdır. Yoksa Türkler Kürtleri, Kürtler Türkleri öldürmüyor.Büyük haksızlıkBu açıdan bakınca ortada Türkiye Cumhuriyeti aleyhine çok ciddi bir haksızlık yapılmaktadır. Bugüne kadar hiçbir yerde sivil halk çatışmaya girmemiş, birbirini öldürmemiş, pusular kurulmamış, insanların yaşam hakları ellerinden alınmamıştır. Eğer güvenlik kuvvetleri terör saldırılarına karşı operasyon yapıyorsa, bu hakkı da yasalardan ve hukuk kurallarından almaktadır.Böyle bakarsak olmazAyrıca biraz daha ileri gideyim. Güvenlik güçleri terörle mücadeleyi, hükümetten aldıkları yetki ve izinle sürdürmektedir. Bu durumda eğer konuyu “iki taraf da kan akıtıyor” basitliğine indirgersek, PKK’lı teröristlerin öldürülmesi kararını da hükümetin verdiği gibi bir sonuca varırız. Bu da sorunu içinden hiç çıkılmayacak hâle getirir. Artık sağduyunun hâkim olması gerek.Ayırmak zorundayızİşte bu nedenle siyasetçiler, akademisyenler, kanaat önderleri terörle Kürt kimliği ve hakları konusunu birbirinden ayırmak zorundadır. Kürt halkının vatandaşlıkla ilgili taleplerinin, terör örgütünün “çözmezseniz terörle yaşarsınız” dayatması ile sonuca ulaştırılması kesinlikle mümkün değildir. Ama ne yazık ki bu hatayı yıllardır ısrarla sürdürüyoruz ve belli ki daha da sürdüreceğiz.Af gelecek beklentisiKonunun ikinci tarafı ise Başbakan’ın sözlerinin bir “af çıkacak” beklentisi yaratmasıdır. Eğer terör bitecek ve Türkiye tüm vatandaşlarıyla sağlam ve kalıcı bir sözleşme yapacaksa elbette tartışılabilir. Ancak şurası da bir gerçek ki, “terör-haklar” ikilemi içinde boğuşan Türkiye’de “af” konusunun bir çıkar yol olmadığı da bugüne kadar yaşadığımız deneylerde görülmüştür.Karından konuşmayalımSonuç olarak “Kürt hakları için mücadele ettiklerini” söyleyenlerin de sağduyulu davranarak, tüm talepleri ortaya koyması ve kendilerini terörden tamamen arındırmaları gerekmektedir. Terörle iç içe giden bir müzareke süreci gerçekçi değildir. İstediğiniz kadar af çıkarın, kolaylık sağlayın bu hiç kimseyi tatmin etmeyecektir. Gerisi havanda su dövmektir.Patriot’ların gelmesiSevgili okurlar, geçen haftanın önemli konularından biri de Suriye sınırına konuşlandırmak üzere NATO’dan Patriot istememizdi. Türkiye bu yolla konuyu bir “NATO sorunu” hâline getirmek istiyor belli ki. Ancak Patriotlar’ın gelmesi aynı zamanda bir savaş olasılığıdır ki, herhâlde ilgililer bunu hesaplamışlardır. Nitekim çevre ülkelerden aykırı sesler yükselmeye başladı bile.Savaş tamtamlarıÖnce Rusya Patriot konusunda itiraz eti. Dün de İran’dan bir ses yükseldi. demek ki Patriot konusu bölgemizde bir savaşa hazırlık olarak algılanıyor. Türkiye Suriye’deki iç savaşa taraf tutarak müdâhil olurken şimdi de savaş durumuna gelmesi herhalde bir dış politika zaferi olarak sunulamaz. İşte burada akacak kanın hesabını hiç kimse veremez. Bunu bilmeliyiz.Hepinize iyi haftalar dilerim.

Devamını Oku

Sen neymişsin be limon

25 Kasım 2012

Sizi bilmem ama ben limonu portakal gibi yerim. Üstelik kabuklarını da yemeyi ihmal etmem.Sanıyorum daha bu satırlarda bile pek çok kişinin yüzü ekşimiştir. Öyle bir etkisi var tabii.Rivayet odur ki, gazinoların revaçta olduğu yıllarda bazı ünlü sanatçılar sahnedeyken limon sıkılmasından hiç hoşlanmazlarmış, hatta bazıları program sırasında limon verilmesini bile yasaklatırmış. Biri sıkar da şarkının canına okunur diye.Geçenlerde gelen bir mesajdan limonun bilmediğim pek çok özelliğini öğrendim. Ben yeni öğrenmiş olabilirim ama belki sizlerden de limonun bu özelliklerini bilmeyenler vardır.Örneğin limonu dondurup sonra rendelemeyi hiç düşümemiştim.Uzmanı diyor ki: “Limonu buzluğa koyun, donsun. Sonra kabuklarıyla birlikte en ince rendeden geçirin. Toz gibi olan bu limonları ister salatanıza, ister içkinize, ister yemeklerinize koyun.”Limonun asıl önemli özellikleri kabuğunda olduğu için bu yöntem çok daha faydalıymış. Kabuktaki C vitamini, içinden 10 kat daha fazlaymış.Ayrıca limonu sıkarsanız yarısı çöpe gidiyor, oysa kabuklarıyla birlikte kullanılınca tasarruflu da olmuş oluyor.Limonun kanser hücrelerine karşı etkili olduğu belirtiliyor tıp uzmanlarınca. Kemoterapiden daha etkili olduğu da söyleniyor.Urlar, yumrular ve tümörler üzerinde de etkili olduğu bilimsel olarak saptanmış.Ayrıca geniş spektrumlu anti-bakteriyel olarak iltihaplara/enfeksiyonlara ve mantara karşı da kullanılıyormuş limon.Dahili parazit ve bağırsak kurtlarına karşı etkinmiş. Çok yüksek tansiyona karşı kan basıncını düzene sokuyormuş.Anti-depresanmış, strese ve asabi bozukluklara karşı iyi gelirmiş.Bu bilgilerin “bilimsel” olarak kesin saptanmış olup olmadığını bilmiyorum.Ama herhalde hepimizin bildiği şey şu ki, “limon pek çok derde deva” bir meyve.Üstelik Türkiye’de çok yetişiyor, çok da ucuz. Yukarıdaki özelliklerinden hiçbirine inanmasanız bile en azından fazlasının mideyi biraz yakması dışında bir zararı olmadığını biliyoruz.O halde bol bol limon tüketmenin hiçbir sakıncası olmaz.Hele şu “dondurma” işini yapmak çok kolay. Ben deneyeceğim, deneyenler olursa beğenip beğenmediklerini ya da nasıl bir sonuç aldıklarını bana yazarlarsa diğer okurlarla da paylaşırım.*****Bir demet fıkraYıldırım Tuna bu haftayı da fıkrasız bırakmadı elbette. İşte Tuna’dan gelen fıkralardan bir demet. Hepinize iyi pazarlar dilerim.Suriye işgaliSuriye meselesi hayli uzamış, geçen uzun yıllarla da iyice çözülmez bir hal almış, Türkiye’ye mülteci girişleri tekrar durdurulmuş. Bu arada nöbetteki komutan sınıra hayli yaklaşan 4 Suriyeli’yi görür görmez megafonla “Durun. Nereye doğru geliyorsunuz?” diye bağırmış,Suriyeliler durup “Türkiye’yi işgale geliyoruz. Anlamadınız mı?” diye karşılık vermişler. “Nee?? Hah hah hah! 4 kişiyle mi istila edeceksiniz burayı?” demiş komutan gülerek. “Yok..” demiş Suriyelilerden biri, “Kardeşim biz sınırın bu tarafında kalan son 4 kişiyiz. Gerisi sizin orda zaten!”Başkanın yatağıAmerika Başkanlık seçiminden 1 gece önce Mitt Romney karısının yanağından bir makas alıp “Yarın gece ABD’nin Başkanı ile yatağa gireceksin, sakın unutma emi!” demiş gülümseyerek. Ertesi gece sonuçlar açıklandıktan sonra karısı “Ee nasıl olacak bu iş?” demiş asık bir suratla geceliğini giyerken, “Barack mı buraya gelecek, yoksa ben mi böyle direkt Barack’a gideceğim?”DoktorKadın aile doktoruna giderek kocasının kendisine karşı cinsel ilgisinin kalmadığını, bu konudan şikayetçi olduğunu söylemiş. “Mmmm..” demiş doktor ve önündeki dosyaya yorumunu yazmış: “Erkekte cinsel soğukluk var. Ama adamın gözlerinde hiçbir problem olmadığı net olarak anlaşılıyor.”KapanÇiftçinin kümesine tilkiler dadanınca kapan almak için trenle şehre inmiş, bu malzemeleri satan hırdavatçının adresini biraz vakit kaybederek bulmuş. Birazdan kalkacak aynı trenle köyüne dönebilmek için “Bana kafes tipi kapan lazım. Ama büyük olsun lütfen” demiş telaşla. “Ne kadar büyük?” diye sormuş hırdavatçı. “İşte en büyüğünden” demiş çiftçi, “Biraz çabuk olursanız, treni yakalamam lazım da.” Tezgahtar “Hop.. Hop.. Hop.. Ve de yuh!” demiş, “Kardeşim o kadar da büyüğü yok ki bizde!”Büyük patronO gece holdingte geç saatlere kadar çalıştım, saat gece 9 oldu, “Evrak parçalama makinesi”nin yanında, elinde bir dosya kağıdıyla birden “Büyük patronu” gördüm. Gözlerime inanamadım. Kalbim yerinden fırlayacaktı. “Bu makine nasıl çalışıyor biliyor musun?” diye bana sordu, “Sekreterlerim gitmişler, ben de hiç bilmiyorum.” Sesim titreyerek “E..Evet efendim..” dedim, elinden kağıdı alıp makinenin dişlilerinin arasına yerleştirdim ve düğmeye bastım. “Teşekkür ederim” dedi, “ Sadece iki kopya istiyorum!”Cinsel hayatAdam by-pass ameliyatı geçirmiş, 1 ay sonra doktoruna kontrole gitmiş ve “Cinsel hayatıma ne zaman dönebilirim doktor?” diye sormuş. “Nefes nefese kalmadan iki katlı bir binanın merdivenlerine çıkmaya başladığınız gün her şey normale dönecek” diye cevap vermiş doktor. “Ufff..” demiş adam üzüntüyle yutkunarak, “Doktor bu arada zemin katta oturan hoş bir hanımla tanışırsam eğer?”*****Gani Yıldız’danSiyasi şiddette ilk 5’teymişiz. Ülkemizi bu listenin tepesine oturtanların aynı zamanda toplumsal şiddeti, kadına, çocuğa, hayvana şiddeti engellemesi gerekenler olması ne kadar üzücü değil mi?***“Tutuklu gazeteci, muhalefetin çabalarıyla özgürlüğüne kavuştu” cümlesini “Diktatör Esad Suriyesi”nden bir haber olarak duyduk. İşin düşündürücü tarafı; aynı cümleyi “ileri demokrasi Türkiyesi”nden duyma ihtimalimizin olmaması.***Meclis’te, “kavgada söylenmeyecek laflar” edilmiş. Bari bu durum dilimizi zenginleştirmek için işe yarasın ve bundan sonra ağır cümleler için “Meclis’te söylenecek laflar” kavramını kullanalım.***Başbakan, “Askerini giydiremeyen bir milletin bağımsızlığından söz edilemez” demiş. Bu doğru tespite bir ekleme: Askerine durmadan “giydirilen” bir milletin uzun süre bağımsız kaldığı da pek görülmemiştir!***Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “Akaryakıttaki vergi yükü azalıyor” demiş. Bunu yapmayın: “Durmak yok, yola devam” cümlesini dünyanın en pahalı benzinini kullanırken haykırma zevkini vatandaşın elinden almayın!***Milyarder yatırımcılardan “para sihirbazı” diye bahsediliyor. Oysa bizce gerçek “para sihirbazı”, üç kuruş maaşla ay sonunu getirmeyi başaran işçidir, memurdur, emeklidir.***Soru: Siyasi hayatımızda gensoru mekanizması neden yeterince çalışmıyor? Cevap: Çünkü çoğu siyasinin genlerinde sorulan hesaplara cevap verme sorunu var.

Devamını Oku

Başöğretmen Atatürk’ün doğum günü

23 Kasım 2012

Bugün eğitim tarihimizin en önemli günü. Çünkü Cumhuriyet’in ilanından sonra başlatılan “aydınlanma döneninin” ilk günü.1 Kasım 1928’de ilan edilen “Harf Devrimi” ile açılmasına karar verilen Millet Mektepleri’nde öğretime başlanan gün.Bugün Atatürk’ün “Başöğretmen” olarak kabul edildiği gün. Ve bugün Atatürk’ün “doğum günü” olarak kabul edildiği gün.Bugün Öğretmenler Günü.1928 yılının 11 Kasım günü Bakanlar Kurulu Atatürk’e “Başöğretmenlik” unvanını verdi. Atatürk Millet Mektepleri’nin açıldığı 24 Kasım günü bu unvanı kabul ettiğini açıkladı ve bu günün Öğretmenler Günü olarak kutlanmasını istedi.İşte bugün, o gün. Cumhuriyet ilan edildiğinde Türkiye’de okur yazar oranı yüzde 5-8 arasındaydı.Millet Mektepleri öce eski yazıyı bilenlere, kısa bir süre sonra da hiç okuma yazma bilmeyenlere yeni harfleri öğretmeye başladı. 8 yıl süren Millet Mektepleri uygulaması ile 2 milyon 500 binin üzerinde vatandaş yeni harflerle okuma yazmayı öğrendi. Okuma yazma oranı 8 yılda yüzde 8’lerden yüzde 25’e çıktı.1936 yılında Millet Mektepleri uygulamasına son verildi. Bu işlevi Halkevleri üstlendi. Zaten yeni nesil çocuklar yeni harflerle, pozitif bilimin ışığında eğitimlerine başlamışlardı artık.Bugün Atatürk ve Cumhuriyet değerlerini kendi fikirlerince yerden yere vurmaya çalışanlar işte bu günleri ve bu günlerin değerini asla anlayamazlar, anlasalar da kabullenmek istemezler..Bir ulusun uyanışından rahatsız olurlar çünkü.Büyük önder Atatürk eğer bu devrimleri yapmasaydı, bugün canlarının istediği gibi konuşacak ortamı asla bulamayacaklarının bile ayırdında değillerdir.Ne yazık ki, Atatürk döneminde başlatılan bu “aydınlanma hamlesi” önce Atatürk’ün rahatsızlığı, sonra çıkan II. Dünya Savaşı, ardından çok partili hayata geçişin yarattığı “oy kapma” telaşı ile dinin siyasete alet edilmesiyle yarıda kaldı.Eğer bu büyük hamle çok değil, 10 yıl daha sürdürülebilse Türkiye bugün her açıdan çok daha farklı, çok daha ileri, modern, demokratik bir ülke olacaktı. Elbette treni kaçırmadık ama ne yazık ki tren hedefine çok rötarlı biçimde ulaşacak.Bugün, Öğretmenler Günü’nde pek çok kişiden öğretmenlerimize saygı ifadelerini dinleyecek, okuyacaksıız.Çoğunun sahte olduğunu da bilmeniz gerek. Çünkü Öğretmenler Günü aynı zamanda “harf Devriminin” kutlandığı, bu milletin okuma yazma seferberliğine başladığı, dinini de pozitif bilimleri de kendi dilinden öğrenmeye başladığı gün.Yani bir kesimin, çıkarları bozulduğu, imtiyazları ellerinden alındığı için “nefretle” andığı gün.Başta her kisi de öğretmen annem ve babam olmak üzere, tüm öğretmenlerimizin bu büyük gününü kutlarım.Öğretmen oldukları halde bir türlü atanamayan sevgili öğretmenlerimizi sesinin de artık duyulmasını dilerim.*****Af geliyorsa, Apo çıkıyor demektirBaşbakan Erdoğan Pakistan gezisi sırasında gazetecilerle konuşurken “Silah bırakan teröristlerin başka ülkelere gidebileceğini” söyledi. Bu sözleri “af geliyor” olarak değerlendirildi.Kürt sorununa çözüm olarak “dağdaki” terörist liderlere bir tür af getirilecekse, bundan Abdullah Öcalan’ın yararlanmaması mümkün değildir.En azından şu mantıkla bakalım; dağdaki terörist liderler herhâlde en az Abdullah Öcalan kadar suçludur. “Yakalayamadığına af, yakaladığına ömür boyu hapis” mantığı en azından adaletli değil.Eğer dağdaki terörist liderler ellerini kollarını salayarak bir başka ülkeye gidebilecekse, İmralı’daki kişinin de bundan yararlanması gerekir. Zaten son zamanlarda yapılan yayınlar, önemli (!) kişilerin söyledikleri bazı sözler Öcalan’ın “ev hapsine” alınacağının sinyallerini veriyor gibi.Tabii Başbakan’ın “O hiçbir yere gidemez. Cezası ev hapsine dönüştürülemez” sözleri bu savı bozuyor. Ancak Başbakan’ın kritik durumlarda “pragmatik” davranarak söylediği sözlerin aksine davrandığı görülmedi değil.Apo’nun bir eve çıkarılması hatta bir başka ülkeye gönderilmesi kimseyi şaşırtmasın.*****Dış politikada geldiğimiz nokta gösteriyor ki, bazen uluslararası ilişkiler diploması diplomasiye yetmiyor...(Gani Yıldız)*****Zaman da ilaç olmadıUsulsüz araç çekilmesine Zaman Gazetesi’nin el attığını ve bakanlığın bu konuda soruşturma açtığını yazmıştım. Ancak belli ki Zaman da bu çirkinliğe ilaç olamadı. Bakın bir okurum ne diyor:“Sevgili Can Bey; Fahri trafik müfettişi olduğum için kurallara sonuna kadar uyuyorum, aracımı da uygun yerlere park etmeye dikkat ediyorum. Geçen hafta arabamı otobüs durağına park etmiş sıralı araçlardan 5 araba uzağa park ettim. Otobüs durağındaki araçların plakasını yazdım ve gittim. Yemin ediyorum size döndüğümde o 5 araç yerinde duruyordu, ama benim aracım çekilmiş. Ataşehir emniyeti dâhil başvurmadığım yer kalmadı. Bana söylenen, otobüs durağına park etttiğim. Yalan. Günlük kontenjanlarını doldurmak için kafalarına göre çekiyorlar, o gün piyango bana vurdu. Hiçbir sonuç elde edemeden 70 lirayı tıpış tıpış ödedim. İnşallah bu haksızlığa bir çözüm bulurlar. İnanmıyorum da yine bekleyelim görelim. Mehmet Durmuşoğlu.*****Tetik bizde olsa ne olur ki...Suriye sınırımıza yerleştirilmek üzere Patriot füzelerini resmen istediğimiz açıklandı. Hatta bunun için Diyarbakır’da “konumlandırma” çalışmalarının bile yapıldığı biliniyor artık.Başbakan Erdoğan talebin kendilerinden geldiğini ve amacın Türkiye’nin hava savunma sahasını güçlendirmek olduğunu açıkladı. Sonra da ekledi; “Tetik bizim elimizde olacak.”Ancak şu ayrıntıyı görmemiz gerek.Patriot‘lar, bir bölgeye yönelik füze saldırılarına karşı koyma sistemi. Biz bu sistemi satın almıyor sadece kiralıyoruz. Daha doğrusu NATO bu sistemi bize vermiyor, emanet ediyor. Kullanmak için de kendi askeri personelini getiriyor.Patriot’ları bundan önce iki kere getirdik. I. ve II. Körfez Operasyonlarında Saddam füzelerine önlem olarak sınırımıza konulmuş, savaş bittikten sonra sökülüp götürülmüştü. Şimdi tekrar geleceğine göre demek ki bir savaş tehdidi altındayız. O füzeler yerinden sökülmediği sürece de bu tehdit devam edecektir. O halde “tetiğin bizde olmasının” çok da anlamı yok. Türkiye’ye atılan bir füzenin havada imha edilmesi için tetiğe benim subayım bassa ne olur, Hollandalı bassa ne olur?Öyle sanıyorum ki, “tetik bizde” sloganının asıl amacı, kamuoyunun “bir savaş mı geliyor?” endişesine emniyet supabı olarak kullanılıyor.

Devamını Oku