Küresel mali piyasalar tedirginliği aşamıyor. Euronun üstünde dolaşan belirsizlik bulutları Avrupa borsalarını düşürdü. Ama New York da haftaya kötü başladı. Dow Jones Salı günü 10.000 sınırına kadar geriledi. Dün biraz toparlandı.Euro/dolar paritesinde oynaklık sürüyor. Bir ara euro 1.21 doları gördü. 2006 kışından bu yana en düşük değeridir. 15 yıllık ortalamanın 1.20’nin altını işaret ettiğini tekrar hatırlatalım. Euro Bölgesi için iyi, Türkiye için kötü haberdir.CNBC-e tüketim endeksleri Mayıs sonuçları çıktı. Nisan’a kıyasla Tüketici Güven ve Beklenti endeksleri düştü. Tüketim Eğilimi endeksi ise yükseldi. Tüketici gelecek hakkında daha karamsar ama harcamaya devam ediyor.Para Politikası Kurulu Nisan toplantı raporu yayınlandı. Merkez Bankası Mayıs’ta tek haneli yıllık enflasyon bekliyor. TÜİK bu sabah verileri açıklıyor. Benim TÜFE tahminim yüzde 0.2 (yıllık yüzde 9.7).IMF bazen yararlıdırIMF heyetinin Madde 4 görüşmeleri kapsamında yazdığı raporu Pazar günü iki cümle ile eleştirdim. “IMF’in ezberi değişmez; hariçten gazeldir, boşverin” dedim. Orada bırakmak istiyordum. Dayanamayıp ayrıntıya giriyorum.İkiz açık (bütçe-dış denge) krizlerinde ve kronik enflasyonla mücadelede IMF önemli katkı yapabilmektedir. 1994 ilkine, 2000 sonrası ikincisine örnektir. IMF kaynaklarının düzeltmeyi kolaylaştırdığı, ekonomik ve toplumsal hasarı azalttığı açıktır.Bunlar özel konjonktür anlarıdır. En fazla bir-iki yıl sürer. Ekonomi normalleştikçe IMF’i iktisat politikası tasarım ve uygulamasından çekmek gerekir. Aksi halde zarar vermesi ihtimali yüksektir.Bir: IMF’de Keynes-öncesi (monetarist) iktisat politikası tarzı hâkimdir. Her koşulda sıkı para ve maliye politikaları önerilir. İki: Bürokratik karar mekanizması risk sevmez. Aşırı tutucu politikaları teşvik eder. Ayrıca kadroları da bu iş için yetersizdir.Dolayısı ile 2000 ve 2001’de IMF anlaşmasını destekledim. Ama 2004’te ve 2008’de biten anlaşmalarının uzatılmasına karşı çıktım. Ekonomide yaşananların beni haklı çıkardığı konusunda hiç tereddütüm yoktur.Bu filmi görmüştükRaporun önerdiği iktisat politikası çerçevesi yukarıdaki tanıma uyuyor. Kıdem tazminatı ve asgari ücrette indirim talebini ve diğer yapısal önerilerini bir kenara bırakıyorum. Konjonktür politikalarına bakıyorum.Raporu dikkatle okuyunca makro politikanın üç eksenden oluştuğu görülüyor. Bir: Maliye politikasını daha da sıkın. İki: Gösterge faizi hemen yükseltin. Üç: TL’nin değer kazanmasına karşı döviz alımlarını artırın.Biz bu filmi daha önce gördük. 2003 sonrasında aynen bu politikalar uygulandı. Rekor faiz-dışı fazla verildi. Faiz yüksek tutuldu. Bol döviz alındı. “Sanayisiz, ihracatsız, istihdamsız ama enflasyonist” büyüme modeli bu yanlış politikanın sonucudur.Türkiye’nin ne kadar büyük bir tehlike atlattığı açıktır. IMF’in (ve lobisinin) aradan çekilmesi ekonominin ihtiyaçlarına duyarlı politikaların önünü açtı. Özellikle para politikasını rahatlattı. “Verilmiş sadakamız varmış” diyelim.
Bu ay olağan yazı programının dışına çıktık. Euro Bölgesi sorunları, CHP kurultayı, darbenin yarım yüzyılı derken bazı verilere bakamadık. Örneğin ilk çeyrekte dış ticarete ancak kısa bir paragraf ayırabildik.Nisan dış ticaret verileri dün TÜİK tarafından açıklandı. İç talepteki canlanmanın dış dengeye etkisini artık daha net görebiliyoruz. İthalat artışı sürüyor. İhracat onu izleyemiyor. Dolayısı ile dış ticaret açığı hızla büyüyor.Nereden bakarsak bakalım, kötü haberdir. Bu tehlikeli gidişe yılbaşından itibaren dikkat çektik. Her fırsatta aşırı değerli TL’nin yarattığı olumsuz dinamiği vurguladık. Maalesef korkularımız gerçekleşiyor.Dış açık patladıNisan verileri ile başlayalım. Geçen yıla kıyasla ihracat yüzde 25 artışla 9.5 milyar dolara, ithalat yüzde 47 artışla 15 milyar dolara yükseldi. Dış ticaret açığı iki katına çıktı: 5.5 milyar dolar. Nisan ayı için 2008 hariç tarihin en yüksek dış ticaret açığıdır.İlk dört ayla devam edelim. Geçen yıla kıyasla ihracat yüzde 11 artışla 35.6 milyar dolara, ithalat yüzde 37 artışla 53 milyar dolara yükseldi. Dış ticaret açığı iki buçuk katına tırmandı: 17.6 milyar dolar. Gene 2008 hariç en yüksek ilk dört ay dış ticaret açığıdır.2008’e rekor kırdıran özellikleri hatırlatalım. İlk çeyreği iç konjonktürün zirve noktasıdır. Ekonomide yavaşlama ikinci çeyrekte başladı. Aynı şekilde enerji ve hammadde fiyatlarının da tırmandığı dönemdir.Orta vadeli eğilimleri daha iyi görmek için bazı işlemler yapıyoruz. Önce parite etkisini “0.5 dolar + 0.5 euro” döviz sepeti ile düzeltiyoruz. Sonra takvim ve mevsim etkilerini temizliyoruz.Ne buluyoruz? Yıllandırılmış dış ticaret açığı 65 milyar dolar civarına tırmanıyor. Nisan 2008’de yıllık dış ticaret açığı 68.7 milyar dolar olmuştu. Sadece 3-4 milyar dolar fark kaldığına dikkat çekiyoruz.SürdürülemezOrtaya çıkan durumu doğru analiz etmek gerekiyor. 2010’un ilk dört ayında iç talepte önemli bir canlanma yaşandığı kesindir. Tüm göstergeler bunu doğruluyor. İç talebi özel tüketim harcamaları sürüklüyor.Ancak, ithalat sayılarından iç talepteki artışın büyük bölümünün yurtdışına yöneldiği anlaşılıyor. Yani artan talep yerli üreticiye yansımıyor. Dış üreticileri sevindiriyor. Türkiye’nin talebi diğer ülkelerin üretim ve istihdamını artırıyor.Türkiye’nin çıkarlarına ters düşen bu mekanizmanın sorumlusu da biliniyor: Aşırı değerli TL. Ekonominin gerçeklerinden kopuk döviz kuru dış fiyatları iç fiyatların altına indiriyor. Talebi iç üretim yerine ithalata yönlendiriyor.Türkiye ekonomisi kritik bir yol ayırımındadır. Gelir ve üretimle desteklenmeyen harcama artışı geçicidir. Aşırı değerli TL’de ısrar edilmesi halinde yakın gelecekte iç talebin de nefessiz kalması kaçınılmazdır. Benden söylemesi...
Her yandan yağmur gibi rapor yağıyor. Bırakın okumayı, internetten indirip basmaya bile zaman yetmiyor. Uzun yazıları ekranda izlemeyi sevmem. İhtiyarlık tutuculuğu diyeceksiniz, elimin kağıda değmesi gerekiyor. Yatırım Ortamının İyileştirilmesi Koordinasyon Kurulu ve Dünya Bankası işbirliğiyle hazırlanan Türkiye Yatırım Ortamı Değerlendirmesi raporu yayınlandı. Altbaşlık: Özel Sektör Öncülüğünde Büyüme. www.hazine.gov.tr adresinden indiriliyor. Tavsiye ederim.IMF heyeti 4.üncü madde görüşmeleri raporunu açıkladı. Hazine’de tercümesi var. IMF malum: bütçeyi kıs, faizi yükselt diyor. IMF’in ezberinde bir değişme olamayacağını daha önce söylemiştim. Zaten hariçten gazeldir, “kıymet-i harbiyesi” yoktur. Merkez Bankası 2010’un ilk Finansal İstikrar Raporu’nu yayınlandı. 118 sayfa, ancak göz atabildim. Özellikle bankacılık kesimine yönelik risk analizlerine baktım. Bankalar sağlıklı duruyor. İlk çeyreğin yüksek karlarından anlamıştık. OECD’nin büyüme hesabıGeçenlerde 2010 büyümesini yılbaşında yüzde 5.7 tahmin ettiğimi yazdım. Yanılmışım; yüzde 5.2 demişim. Ama iki senaryom vardı. Diğeri yüzde 5.7 idi. Mahalle baskısına teslim oldum. İyimser suçlamasından kurtulmak için düşüğünü açıkladım. Bu işin ayrıntısı. Şu sıralarda herkes 2010’da Türkiye’nin en hızlı büyüyen ülkeler arasında yer alacağını söylüyor. Geçen hafta OECD de iyimser koroya katıldı. 2010 için yüzde 6.8 büyüme öngördü. OECD Türkiye Masası Şefi Rauf Gönenç liseden küçüğüm, parlak bir iktisatçıdır. Arada sırada e-posta ile muhabbet ederiz. Sağolsun, raporda görünmeyen teknik ayrıntıları yolladı. Büyüme tahminlerinde takvim ve mevsim etkisi temizlenmiş milli gelir serileri önemli bir kolaylık sağlıyor. Her çeyreğin bir önceki çeyreğe göre büyümesi hesaplanıyor. Buradan kolayca yıllık oranlara ulaşılıyor.2009’un ikinci yarısında düzeltilmiş milli gelir hızla yükselmişti. OECD 2010’da artış hızının yavaşlayarak süreceğini varsayıyor. Her çeyreğin milli geliri bir öncekinden büyük oluyor. Toplayınca yıllık büyüme yüzde 6.8 çıkıyor.Farklı konjonktür2010’da düzeltilmiş gelir 2009’un son çeyreği düzeyinde kalsa bile yıllık büyümenin yüzde 4.5 çıkacağını daha önce yazmıştım. “Büyümesiz büyüme” demiştim. İlk çeyreğin göstergeleri, artış gösteriyor. İçinde bulunduğumuz çeyrek için de bu durum geçerli.Yani ilk iki çeyrek için OECD’nin büyüme varsayımlarını kabul ediyorum. Farkımız yılın ikinci yarısına bakıştan kaynaklanıyor. Ben üçüncü çeyrekte düzeltilmiş milli gelirin sabit kalacağını öngörüyorum. Geri planda ihracat ve yatırımlarla ilgili sorunlar yatıyor. Son çeyrekte iyice ayrılıyoruz. Ben düzeltilmiş milli gelirde küçük bir azalma bekliyorum. Bir önceki yıla kıyasla büyüme sayılarına dönüştürürsek, son çeyrekte büyüme OECD’de yüzde 4, bende yüzde 1 çıkıyor. Neticede benim yıllık tahinim yüzde 6.1’e geliyor. Kritik soru buradadır. İç ve dış talepteki toparlanma 2010 boyunca kesintisiz devam eder mi? Yoksa konjonktür yılın ikinci yarısında kırılır mı? Son olarak, olumsuz konjonktürde bile yıllık büyümenin yüzde 6.1’e ulaştığına dikkat çekelim.
Küresel borsalarda oynaklık iyice arttı. Salı çöküş vardı. Dün toparlanma geldi. Yarın ne olacak? Ani ve sert dalgalar hayra alamet değildir. Borsalardaki aşağı yönlü eğilimin güçlendiğini söylüyor. Sanayiden karışık işaretler geliyor. Nisanda kapasite kullanımı yükseldi. Üretim artışı demektir. Ancak 2008’in hâlâ altında kaldı. Öte yandan Mayıs’ta reel kesim güven endeksi geriledi. Acaba ekonomi tekliyor mu? OECD’nin son büyüme tahmini şaşırttı. 2010’da yüzde 6.8 büyüme öngörüyor. Piyasanın iki puan, benim yılbaşı tahminimin bir puan üstündedir. Maalesef araya başka konular girdi, büyüme senaryolarına giremedik. İlk fırsatta yazacağım.Bu hafta iki ayrı topluluğa konuştum. Tabii ki CHP Kurultayı’nın ekonomik anlamı soruldu. Özellikle mali disipline etkisi merak ediliyor. Medyada da tartışma başladı. Bence iktisat politikası önerilerinin somutlaşmasını beklemek gerekiyor.Darbede tuzum olduBugün 27 Mayıs darbesinin 50’nci yıl dönümü. Zaman ne kadar çabuk geçiyor! O günleri iyi hatırlıyorum.Galatasaray Lisesi 10’uncu sınıf öğrencisi idim. Darbe öncesinin öğrenci yürüyüşlerine ben de katılmıştım.“Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu, kahrolası diktatörler, bu dünya size kalır mı?” Radyoevi’nin önünde böyle bağırıyorduk. Polisle çatışma çıktı. Sokak kavgalarında deneyimsizdik. Kaçıştık. Ama darbe oldu.Darbeden kısa süre sonra AFS bursu ile Amerika’ya gittim. Maalesef Yassıada duruşmalarını radyodan canlı dinleyemedim. O zaman internet yok, haberleşme olanakları çok kısıtlı. Babamın posta ile yolladığı gazeteler Kaliforniya’ya ancak bir ayda ulaşırdı.Dolayısı ile “kuyruk” edebiyatına yabancı kaldım. Menderes ve Bayar’ın savunmalarını, Başol’un aşağılayıcı üslubunu duymadım. Darbeyi destekleyen gazetelerin anlattıkları kadarını öğrendim.Ama Menderes, Zorlu ve Polatkan idam edildiğinde Türkiye’ye geri dönmüştüm. Bizim ev Halk Partisi’ne daha yakındı. Ona rağmen idamların babamın canını sıktığını biliyorum. Uzun süre “Kötü oldu, yanlış oldu bu iş” diye söylendi.Bilançonun aktifi boşturNormal koşullarda yarım yüzyıl sağlıklı bir değerlendirme yapmak için yeterli zamandır. Olayın aktörleri sahneyi terk eder. Yarar ve hasarının nesnel bir analizine olanak oluşur. Bir bilanço çıkarmak mümkün olur.Türkiye oraya geldi mi? Maalesef evet diyemiyorum. Çünkü askeri darbe yandaşı zihniyetler ve toplum kesitleri bugün de küçümsenmeyecek etkinliğe sahipler. Dolayısı ile 27 Mayıs’ın analizi bugünün siyasetine dönüşüyor. Kutuplaşmanın bir unsuru oluyor.Kendi tavrımı açıklamak istiyorum. Amacım kimseyi etkilemek değil; zaten mümkün olmadığını biliyorum. Sadece tarihe kayıt düşüyorum. Kısa ve öz tutuyorum.27 Mayıs, Cumhuriyet tarihinin kırılma noktasıdır. 1960’a kadar siyasi meşruiyetin kaynağı meclisti. Darbe ile çıplak silahlı güce devredildi. Tetiklediği diğer darbeler ve miras bıraktığı vesayet zihniyeti Türkiye’nin gelişmesini engelledi. Lehine bir tek argüman bile bulmak mümkün değildir. Bilançonun aktifi boştur. Nokta.
Mali piyasalar bu haftaya pek keyifli girmedi. Yeni bir düşüş dönemi başlar mı? Söylemek zor; üstelik yoğurda üflemeye kararlıyım. Ancak yükseliş günlerinin bittiği yolundaki işaretler güçleniyor.Dış medyada ABD Senatosu’nun bir kararına rasladım. IMF’in bütçe açığı olan ülkelere vereceği desteğin kısıtlanması isteniyor. Ayrıntısını ve uygulamadaki anlamını bilmiyorum. Gene de çok ilgimi çekti. Doğru ise IMF’in işi zor.CHP Kurultayı bitti. Şirket bilançosunun dibinde yer alan “kâr-zarar” kalemine atfen İngilizler “son satır” (bottom line) der. Ben de kıvırtmadan sonucu söylüyorum. Önceki görüşüm değişmedi. Ama bıraktığı izlenim olumludur. Eskisinden kesinlikle daha iyidir.Özlemler değiştiGeçen hafta yayınlanan Şubat istihdam ve işsizlik verilerinden sonra “ayrı yazı gerekir” demiştim. Arada konu siyasileşti. Kılıçdaroğlu konuşmasında özel yer verdi. Başbakan işsizlik oranı bu yaz yüzde 10’un altına iner diyerek cevapladı.İstihdam ve işsizliğin siyasi gündemin üst sıralarına taşınması beni çok sevindirdi. Çünkü, yetersiz istihdam ve yol açtığı yüksek işsizlik, Türkiye’nin en büyük zafiyeti, en kritik ekonomik, toplumsal ve siyasi sorunudur.Üstelik, yaşanan ekonomik ve toplumsal dönüşüm sorunu giderek ağırlaştırıyor. Nüfusun ve emek gücünün özelliklerine bakmak yeterlidir. Türkiye kentleşti. Genç nüfusun ortalama eğitimi 13 yıla yaklaştı. Ücretli oranı yüzde 60’lara tırmandı.Olaya doğru teşhis koymak gerekiyor. Yeni neslin özlemleri çok farklıdır. Köylülük ya da esnaflık onları kesmez. Babaları, dedeleri gibi tarlada çalışmaya, kıt kanaat esnaflık yapmaya razı olacaklarını düşünmek akla ziyandır.Sorun buradadır. Beklentiler ancak verimi yüksek (ve ücreti makul) istihdam yaratarak karşılanabilir. Daha açık söyleyelim. Başta sanayi, tarım-dışı kesimlerde ücretli emek istihdamını hızla artırmaktan başka çare yoktur.Döviz kuru ve istihdamBuraya kadar olanı işin kolay kısmıdır. Sorunun tasviri şüphesiz önemlidir ama yetersizdir. Çünkü çözüme götürecek olan tasvir değildir. Sorunu bu boyuta getiren iktisat politikası hatalarına doğru teşhis koymaktır.Hangileri? “Son satır” mantığı ile, sonucu baştan söyleyelim. Türkiye ekonomisinin hızlı büyürken bile yeterli istihdam üretmemesinin baş sorumlusu bellidir. Aşırı değerli TL’dir. Bu konuda en küçük bir şüphe yoktur.Türkiye’ye bu deli gömleğini 2003 sonrasında uygulanan yanlış para politikaları giydirdi. Aşırı değerli TL’ye; iç taleple (dış açıkla) büyümeye mahkûm etti. Yüksek verimli kesimlerde istihdam artışını engelledi. İşsizliği bu hale getirdi.Yapılması gereken çok açıktır. İşsizliği düşürmenin yöntemi bu süreci ters yüz etmektir. TL’yi aşırı değerli tutan politikalar mutlaka terk edilmelidir. Sanayi ve ihracatı döviz kuru ile desteklemeden istihdam dostu büyüme imkânsızdır. İşin özü budur.
Siyaset çok çabuk bağımlılık yaratıyor. Uzun süredir siyasete hiç bulaşmadan ekonomi yazıyordum. Ama CHP’deki gelişmeler karşısında dayanamadım. İki siyaset yazısından sonra şimdi de bırakmakta zorlanıyorum. Bir gözüm yazımda, diğer gözümle canlı yayında CHP Kurultayı’nı izliyorum. Aklıma eski günler geliyor. 12 Eylül sonrası on yılda acaba kaç SHP-CHP kurultayına katıldım? En az beş kurultay sayıyorum. Daha yüksek olabilir. Nereden nereye! Diyelim ki bir ay önce falcınız (!) Deniz Baykal’ın on günde siyasetten tasfiye olacağını iddia etti. Asla inanmaz, saçma diye güler geçerdiniz. Atalarımız güzel söylemiş: “Ne oldum deme, ne olacağım de!” CHP’de bir dönemin bittiği kesindir. Kılıçdaroğlu yönetimi CHP’yi dönüştürebilir mi? Cevap için çok erken çünkü yeterli veri yok. Kadro, parti anlayışı, siyasi temalar, somut politika önerileri, vs. bilinmiyor. Zorluklarını daha önce yazdım. Göreceğiz. Euro rivayetleriTürkiye’de insanların durumlarından şikayet etmelerini rakıya bağlayan eski hikayeyi duymuşsunuzdur. İki Alman Türkiye’ye gelir. Akşam rakı masası kurulur. Küçük şişe bitince Hans konuyu açar: “Yahu ne olacak Almanya’nın bu hali?” Eskiden çok komik gelirdi. Şimdi “Almanya” yerine “euro” deyin. Hiç de komik durmadığını göreceksiniz. Almanların bu soruyu şu sıralarda kendilerine her gün sordukları açıktır. Üstelik rakısız...Euro bölgesinde yaşanan sorunlar iki önemli tedirginlik yarattı. Biri Yunanistan’ın borç geri ödeme gücüdür. Bir kesim moratarium’u kaçınılmaz görüyor. Destek paketi ancak günü kurtarır ama sorunu çözmez, borç silme kaçınılmazdır deniyor. Bu ise diğer tartışmayı canlandırıyor. Yunanistan (Portekiz, İspanya, vs.) borçlarını ödemezse euro ne olur? Bu çapta bir mali fırtınaya dayanabilir mi? Bir kesim euro bölgesinin dağılacağını, yeniden ülke paralarına geri dönüleceğini öneriyor.İki senaryoyu da abartılı buluyorum. Euro bölgesinin ciddi sorunları olduğu doğrudur. Ama çözümsüzlük noktasına daha çok yol vardır. Unutmayın ki kriz dönemleri tarihi hızlandırır. Sürpriz gelişmeleri tetikler. Öngörüleri fena halde yanıltır. Thatcher’in Avrupa karşıtı bakanı Ridley kuruluşunda euroyu “Almanların Avrupa’ya el koymak için tasarladıkları bir üçkağıt” şeklinde tanımlamıştı. Ne oldu? Müsrif Yunanlıların faturası şimdi Almanya’ya çıkıyor. Türkiye’yi etkilerEuro bölgesinin sorunları Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. Mal, hizmet ve sermaye akımları açısından ekonominin euro bölgesine bağımlılığı yüksektir. Euro bölgesinin yavaşlaması ihracat ve turizmi vurur. Konjonktürün bu aşamasında büyüme için kritik değişken dış taleptir. Euronun değer kaybı sorunu ağırlaştırıyor. Geçmişte aşırı değerli TL’nin ihracatçı kesimlere maliyeti parite tarafından kısmen gizliyordu. Bu süreç şimdi tersine dönüyor. Son olarak bir başka hususa dikkat çekelim. Komşu yanıyor, euro sallanıyor, piyasalar düşüyor, IMF programı yok, vs. ama Türkiye’de mali çalkantı oluşmuyor. Fevkalade önemli bir olgudur. Ekonomik istikrar yolunda önemli bir eşiğin daha aşıldığına kanıttır.
Küresel mali piyasalar tedirginliği üzerinden atamıyor. Dün Avrupa borsaları geriledi. ABD düşüşle açıldı. Euro-dolar paritesi sakinledi ve 1.23’e yerleşti. İMKB tatildi. Bugün İstanbul’a yansır.Para Politikası Kurulu toplantı kararı açıklandı. Merkez Bankası gecelik faizlere dokunmadı. Yılbaşında piyasada hâkim olan görüş ilkbahar-yaz aylarında faiz artımının başlayacağı idi. Şimdi daha gerçekçi analizler yapılıyor.Buna karşılık para politikasında bir yenilik var. Merkez Bankası gösterge faiz tanımını değiştirdiğini açıklamıştı. İşlevi kalmayan gecelik borçlanma faizinin yerini bir haftalık repo fonlama faizi alıyor. Yüzde 7 olarak tespit edildi. Olumlu bir gelişmedir.Şubat istihdam ve işsizlik verileri beklenenden olumlu geldi. Geçen yıla kıyasla toplam istihdam 1.5 milyon, tarım-dışı istihdam 800 bin arttı. İşsiz sayısı 200 bin azaldı. Önemlidir; ayrı yazı konusu yapmak gerekiyor.Tarih beklemezCHP’de ilginç gelişmeler yaşanıyor. Kabul ediyorum. Bu hafta olup bitenlere şaşıranlar arasında ben de varım. Particilik başka bir âlemdir. Dışında kalınca insan doğru okuyamıyor. Anlaşılan Baykal’ın parti içindeki gücünü abartmışım.“Osmanlı’da oyun bitmez” denir. Kongre ve kurultay tezgâhları açısından CHP’nin engin deneyimine birinci elden şahidim. Ama Kemal Kılıçdaroğlu’nun kritik ivmeye ulaştığı da açıktır. Galiba dereyi gördük; paçaları sıvayabiliriz.Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanlığı’na seçilmesi tarihi bir dönüşümün işareti olabilir. Dikkatinizi çekerim. “Olabilir” ifadesini kullanıyorum. “İşaretidir” demiyorum. Erken olduğunu düşünüyorum.Türkiye’nin son 25 yılına damgasını vuran siyasi olgu, bugün “laik” sözcüğü ile özetlenen toplumsal kesimleri temsil eden reformcu bir hareketin bir türlü ortaya çıkamamasıdır. Denemeler de (YDH?) başarısız oldu.Tarih kimseyi beklemiyor. Koşullar değişmişti. Yeni ortama uyum sağlamak gerekiyordu. Yeni siyasi aktörler sahneye çıktı. Laik kesimi değişim karşıtı platformlara savurdu. Baykal’ın bu süreçteki anahtar rolü biliniyor.“Laik muhafazakâr”Geçen yazımda yirmi yıl öncesinin sorularını hatırlatmıştım. İsmet Berkan dün onları Radikal’de tekrarlama nezaketini gösterdi. Ama soru çözüm değildir. Ege Cansen’in dün Hürriyet’te çıkan yazısı bence dönüşümün çetrefilliğini iyi yansıtıyor.“Türkiye’de ‘Cumhuriyet’ mitinglerine fiilen veya fikren katılmış, her renkten her yaştan ve her etnik veya dini kökenden milyonlarca seçmen vardır. Bu seçmen, lâiktir, ulusal bağımsızlığa tutkundur, ordusunu sever, Kürt ayrışmasına karşıdır, sosyal güvenliğe, fırsatçılıktan fazla değer verir, Batılı’dır ama Batıcı değildir, kökeni ne olursa olsun Türk diye adlandırılmaktan mutludur. CHP diye bir parti olsa da olmasa da, Baykal diye bir genel başkan olsa da olmasa da bu “kök” ihtiyaçlarının tatmin edilmesini isteyen bir ’laik muhafazakâr’seçmen kütlesi ortada durup durmaktadır.” Sevgili Ege her zamanki gibi zekâ dolu ve gerçekçi bir gözlem yapıyor. Ama laik kesimin siyasi temsilinde aksayan ayağın reformculuk olduğu da gerçeğin öbür yüzüdür. Önümüzdeki döneme bu çelişki damgasını vuracaktır.
İlk köşe yazımı Şubat 1994’te Sabah Gazetesi yayınladı. Haftada iki kez yazıyordum. Kuruluşunda Vatan’a geçerken üçe çıktım. Yani kesintisiz on altı yıldır bir gazete köşesini işgal ediyorum. Bekleneceği gibi uzmanlık alanım olan ekonomiye odaklanıyorum.Ancak, dönemim ilk ve ikinci yarıları arasında içerikte bir değişiklik oldu. 2002’ye kadar yazıları genel tutuyordum. Önemli gördüğüm iç ve dış siyaset konularına, toplumsal sorunlara giriyordum. Ekonominin ayrıntılarına daha mesafeli duruyordum.Kriz sonrasında ağırlık ekonomiye, özellikle konjonktüre kaydı. Sanırım Ekodiyalog programının popülerliği de etkiledi. İktisatçı kimliğimi öne çıkardı. Yazılarda teknik konular, veriler, grafik ve tablolar arttı. Siyasete yer kalmadı.Üstüne küresel kriz geldi. Arşive baktım. İki yıldır siyaseti adeta tümü ile boşlamışım. Çevremden ve eski okuyucularımdan gelen “Böyle giderse kimse seni okumaz” eleştirileri galiba haklı! Siyaset ihmal edilmemeli...Tarihten bir yaprakİç politika kaynıyor. Başkanlık sistemi, anayasa değişikliği, YSK’nın referandum tarihi kararı, Baykal’ın istifası, CHP kurultayı, Kılıçdaroğlu’nun adaylığı vs, hepsi hakkında güçlü kanaatlerim olduğunu söyleyebilirim.Uzun aradan sonra ilk siyaset yazısında duygusal nedenlerle CHP kurultayını seçtim. 1980’lerin sonunda solun yenilenmesini savunan kesim içinde siyaset yapmıştım. Mücadeleyi Erdal İnönü ve Deniz Baykal simgeliyordu.Kavgaya bir kitapla katıldım: Sosyal Demokrasi Gündemi (Sanal Kitap, 2004; http://akat.bilgi.edu.tr). Geçenlerde bir yakınım “20 yıl önce sorduğun sorular bugün de aynen geçerli” dedi. Radyoda CHP haberlerini dinlerken aklıma geldi. 20 yıl uzun zaman, insan unutuyor. Yeniden okuyunca sizlerle paylaşmak istedim. Aşağıdaki sorular 1990 sonuna aittir. Gençlere not: Askerin kapattığı CHP daha açılmamıştı; solu SHP temsil ediyordu.Hep aynı sorular“SHP, tutuculuğun ve statükonun partisi midir? Yoksa yeniliğin ve reformun partisi midir? Yenilikçi ise Türk toplumuna hangi yeni siyasi, idari ve ekonomik modelleri önermektedir?SHP, devletin ve bürokrasinin partisi midir? Yoksa sivil toplumun ve büyük halk kitlelerinin partisi midir? Eğer örgütlü sivil toplumu savunuyorsa, devlet karşısında bireyi ve örgütlerini güçlendirecek reform projeleri nelerdir?SHP, çağı geçmiş efsanelerin ve tabuların partisi midir? Yoksa, bilimin, aklın ve sağduyunun partisi midir? Eğer sağduyu ve bilimi savunuyorsa, 21.inci yüzyıla girerken dünya ve Türkiye hakkındaki temel tezleri nelerdir?SHP, dogmatik kalıpların partisi midir? Yoksa, yaratıcı cesaretin partisi midir? Yaratıcılığın ve cesaretin partisi ile, hangi önerileri geçmişle köklü kopuşlara tekabül etmektedir?SHP, 1930 ya da 1960 modeli ilericiliği mi savunmaktadır? Yoksa, 1990’ların, 2000’li yılların ilericisi midir? Eğer ilericiliği çağın içinde ve önünde tanımlıyorsa, 2000’li yıllarda nasıl bir Türkiye arzulamaktadır? Hangi yeniliklerle ülkeyi oraya götürecektir?SHP, her yenilikte kendi imtiyazlarının biraz daha aşındığını gören bürokratik seçkincilerin partisi midir? Yoksa, genç ve dinamik Türkiye‘nin kendisine çağdaş bir kimlik ve yaşam kalitesi arayan kentsel ve kırsal kütlelerinin partisi midir?” (s.90-91).