Boğucu yaz sıcakları galiba bitti. Havalar az da olsa serinledi. Eskiler “Ağustos’un yarısı yaz, yarısı kış” derler. Bu yıl yaz bölümü hem çok sıcak geçti hem uzadı. Gene de sonbaharın yakında bir yerde olduğunu hissettiren işaretler beliriyor.Yazın son günlerinden yararlanıp genel bir değerlendirmeye başladım. Şeker Bayramı’na bir şey kalmadı. Ardından referandum geliyor. O arada ekonomide fazla hareket olacağını sanmıyorum. Geçen yazıda kriz döneminde ve sonrasında bozulan ezberlere değindim. Enflasyon, faiz, kur vs. temel göstergelerin geçmişten farklı davranışlarına işaret ettim. IMF anlaşması ve Mali Kural tartışmalarını hatırlattım. Tahmin ve tavırlarımı hatırlattım. Bugün madalyonun öbür tarafına bakmak istiyorum. İnsan gayri ihtiyari önceliği tutturduğu tahminlere veriyor. Halbuki tutmayanlar da var. Onları da pertavsız altına almak, yanılgının kaynaklarını aramak gerekiyor. Otomotivde kuyruklarDün gazetelerde otomotiv sektörü haberleri yer aldı. “Git showroom’a, al arabanı çık” eskide kalmış. Satıcı firmaların önünde kuyruklar oluşmuş. Pek çok modelde bir, iki ay sonrasına tarih veriliyormuş. Satışlar rekor kıracakmış. Biraz irdeleyelim. Dayanıklı tüketim harcamalarının canlı seyrettiğine işarettir. Araç alımında peşin para enderdir. Kredili satışların ağırlıktadır. Nitekim son aylarda kredi hacmi hızlı artıyor. Demek ki tüketici gelirinin üstünde harcama yapıyor. Talep iyidir, ekonomiyi canlandırır diye düşünebiliriz. Ama bir sorun var. Otomotiv pazarında yerli üretimin payı yüzde 25’in altındadır. Yani talebin dörtte üçü ithalata gidiyor. Borçla yaratılan iç talep AB’nin otomobil üreticilerine yarıyor. Bu örnek 2010 sonbaharında Türkiye ekonomisinin en büyük açmazını özetliyor. İç talep canlanıyor ama aşırı değerli TL bu talebi iç üretim yerine ithalata yönlendiriyor. Aynı anda ihracatı köstekliyor. Canlı iç talebe rağmen büyüme yetersiz kalıyor. Dış açık patlıyor. Krizde kaçan fırsatBunu neden anlattım? Çünkü TL’deki bu değer artışını öngöremedim. Tam tersine, kriz ve sonrasında iktisat politikasının temel amaçlarından birinin döviz kurunda gerekli düzeltmenin sağlanması olacağını düşündüm. Kuru hep daha yüksek tahmin ettim. Yanıldım.Aslında gerçekler kriz öncesinden ortaya çıkmıştı. Aşırı değerli TL ile Türkiye ekonomisi ancak iç taleple büyüyebiliyordu. Oluşan dış açıkları ise uzun dönemde sürdürmek olanaksızdı. Döviz kurunda mutlaka bir düzeltme gerekiyordu. Bu açıdan, küresel kriz bir fırsattı. İç ve dış talep çökmüş, enflasyon gündemden düşmüş, sermaye hareketleri tersine dönmüştü. Daha rahat bir ortam olamazdı. İktisat politikasının küçük bir desteği rekabetçi kura geçmek için yeterli olabilecekti.Ama destek gelmedi. “Şunu yaptık, bunu ettik” argümanları beni hiç ikna etmiyor. İngilizler “pastanın kanıtı yenmesidir” derler. TL’nin bugünkü değeri, kritik dönemde rekabetçi kur için gerekli çabanın gösterilmediğine yeterli kanıttır. Gerisi boş laftır.Yazık oldu; önemli bir fırsat kaçırıldı. Düzeltme belirsiz bir tarihe atıldı. Düzenli olması ihtimali azaldı. O arada ithal araçlar için uzun kuyrukların oluştuğu bugünlere gelindi. Konu çok önemlidir; devam edeceğim.
Küresel mali piyasalar dalgalı bir hafta geçirdi. Borsalar önce kıpırdadı. Ama sonra hareket gene aşağı döndü. Öte yandan ABD’de tahvil faizleri en düşük tarihi düzeye geriledi. Ona rağmen dolar euro karşısında 1.26’lara yükseldi. ABD ekonomisi yavaşladıkça Keynescilerle muhafazakarlar arasında iktisat politikası kavgası sertleşiyor. Pek çok iktisatçı gibi, ben de Paul Krugman’ın blog’undan izliyorum (krugman.blogs.nytimes.com).Keynesciler göre, mevcut para ve maliye politikaları talepteki gerilemeyi telafi edemiyor. Bütçede ek paket ve daha saldırgan parasal genişleme gerekiyor. Bu arada Çin’in düşük değerli kur politikası da giderek daha çok eleştiriliyor. Fransa’dan ilginç bir haber: Bakanlıkların bir bölümü Paris dışına taşınıyor. Amaç hem bölgesel kalkınma hem merkeziyetçi yapıyı kırmak. Ekonomi Bakanlığı Marsilya’da çalışmaya başladı. Çok destekliyorum; darısı başımıza. Envanter çıkarıyoruzKüresel krizin ilk günlerinden itibaren dünyada ve Türkiye’de yaşanacakların “ezber bozan” özelliğine dikkat çektim. Olayın küresel boyutunu bırakıyorum. İçeride, bu krizin diğerlerine benzemediğini özellikle vurguladım. Dolayısı ile tahminlerim ve politika önerilerim yaygın beklenti ve görüşlerden farklılaştı. Akıntıya karşı yüzmek daima zordur. Kendimi yanlız hissettiğim, analizlerimden şüphelendiğim günler olmadı desem yalandır. Envanteri tahminlerle başlatalım. 2008 sonbaharında, ‘Türkiye’de mali kriz olmaz ama reel ekonomi ağır darbe yer’ dedim. Aynen öyle oldu. Merkez Bankası’ndan faiz indirimi istedim, 2009 yazından önce tek hanede gecelik faiz öngördüm. Geç ve yavaş ama o da oldu. Maliye politikasının mutlaka gevşetilmesi gerektiğini yazdım. Hükümet gene gecikti. Ama 2009 ilkbaharında ÖTV ve KDV indirimine giderek konjonktüre gerekli ve doğru müdahaleyi yaptı. Ekonomide toparlanmayı tetikledi. 2009 sonu, 2010 başında enflasyon tehlikesinin abartıldığını, yükselişin geçici ve arz kökenli etkenlerden kaynaklandığını anlattım. Daha önemlisi, 2010’da gecelik faizlerin artmayacağını söyledim. Dediklerim çıktı. IMF ve Mali KuralGelelim iktisat politikalarına. Kriz döneminin öncelikli tartışma konusu IMF’le ilişkilerdi. Eski ezbere göre, IMF’le anlaşılmadığı takdirde mali felaket kaçınılmazdı. “IMF lobisine” karşı çıktım. Gereksizdir dedim.IMF anlaşması gerçekleşmedi. Ama sonuçlar beklenenin tersi çıktı. Mali istikrar devam etti. Bütçe disiplini sürdü. Neticede TL değer kazandı. Türkiye’nin kredi notu yükseldi. Tüketim canlandı. Ekonomi toparlandı. Bunlar IMF’siz oldu.Sonra gündeme Mali Kural geldi. IMF gibi kategorik olarak karşı çıkmadım. Ama tedirgin oldum. Döviz kurunda ihracat aleyhine gidişatı iyice hızlandırmasından korktum. Korkunun ecele yararı yokmuş. Mali kuralsız da TL değer kazandı. Bugüne geldik.Velhasıl, akıntıya karşı kürek çekmenin yorgunluğuna değdiğini düşünüyorum. Devam edeceğim.
İlk yarı göstergeleri milli gelir dışında tamamlandı. Mayıs istihdam ve işsizlik verileri TÜİK tarafından açıklandı. Nisan-Haziran dönemini ortalamasıdır. Bir sonraki veri Temmuz yani üçüncü çeyreği de kapsıyor. İstihdam olanakları ve dolayısı ile işsizlik piyasa ekonomilerinin hiç tereddütsüz en hassas konusudur. Etkileri dar anlamı ile ekonomiyi çok aşar. Toplumsal dokuya ciddi hasar verebilir. Siyasetin temel belirleyicileri arasında yer alır. Konjonktür dalgalarında ayrı bir önem kazanır. Çünkü ekonomik daralmanın yada yavaş büyümenin esas bedelini işlerini kaybedenler ve iş bulamayanlar öder. O nedenle iktisat politikası çatışmalarının odağında yer alır. Keynesciler sıkı para ve maliye politikalarına eleştirilerini özellikle işsiz sayılarına dayandırır. Paul Krugman sürekli bunu yazıyor. “Şu kadar insanı işsizliğe mahkum ediyorsunuz” diyerek yeterince gevşek bulmadığı politikaları topa tutuyor. Artıyor ama yetersizTürkiye’de benzer bir duyarlılık vardır. Vatandaş nezdinde işsizlik uzak ara bir numaralı sorundur. İktisat politikası tartışmalarında galiba döviz kuru biraz daha öne çıkıyor. Hemen arkasından işsizliğin geldiğini söyleyebiliriz.Başka konularda olduğu gibi, işsizliğe bakışta da “siyah-beyaz” kutuplaşması oluştu. Bir kesim hızlı büyüme dönemlerinde bile işsizliğin arttığını, diğeri ise büyümenin yeterli istihdam yarattığını savunuyor.Benim analizim daha farklı. Gerçeğin bu iki ucun arasında bir yerde olduğunu düşünüyorum. Malum, Türkiye’de gri renk pek sevilmez. Nüanslar küçümsenir. Fanatik taraftarlık beklenir. Dolayısı ile kimseye yaranamıyorum. Derdimi daha iyi anlatabilmek için istihdam ve işsizlik üzerine dört yazılık bir diziyi kısa süre önce yayınladım. Ayrıntıları tekrarlamak istemiyorum. Ama bulgularımı üç noktada özetlemekte yarar görüyorum.Bir: Kritik gösterge ücretli istihdamıdır. Toplam istihdam sayıları aldatıcıdır. İki: Büyüme dönemlerinde ücretli istihdamı artıyor. Demek ki büyüme istihdam yaratıyor. Üç: Ancak ücretli istihdam oranı çok yavaş artıyor. Yani büyüme “istihdam dostu” değildir. İki yıllık karşılaştırma Krizin ve kriz sonrası toparlanmanın istihdam ve işsizliğe etkilerinin daha iyi görülmesi için 2008, 2009 ve 2010 için önemli verileri bir araya getirdim. İlk üç sütünda sayılar, diğerlerinde farklar yer alıyor. İşsizlik oranı yüzde, diğerleri ise milyon kişidir. Ücretli istihdamına bakalım. Kriz 400 bin düşürüyor. Toparlanma 1.1 milyon arttırıyor. İki yılda 800 bin artış anlamına geliyor. Krize rağmen, ekonomi istihdam yaratıyor. Ama iki yılda çalışabilir yaş grubu (15+) 1.7 milyon kişi artıyor. Dolayısı ile ham basit hem düzeltilmiş işsizlik oranları yükseliyor. Medyaya da yansıyor son bir gözlemle bitirelim. TÜİK takvim ve mevsim etkisi temizlenmiş istihdam ve işsizlik verilerini de yayınladı. Nisan’dan Mayıs’a işsizlik oranı yüzde 12’de sabit kaldı. Önceki aylarda geriliyordu. İyi haber değildir.
İlginç bir haftayı geride bıraktık. Küresel mali piyasalara yeniden tedirginlik hakim oldu. Borsalar düştü. Euro dolar karşısında önce değer kazandı, sonra kaybetti. Benzer şekilde petrol fiyatı dalgalandı. Şeytan azapta gerek! ABD’de büyüme ve işsizlik konularında karamsarlık artıyor. Fed’in tavrı merakla bekleniyordu. Talep ve üretimin gevşediğini, dolayısıyla parasal genişlemeyi sürdüreceğini açıkladı. Ama Paul Krugman’ın sert eleştirilerinden kurtulamadı. ABD’nin işinin neden çok zor olduğunu anlatmıştık. Buna karşılık Almanya’nın ikinci çeyrekte beklenenden daha hızlı büyüdüğü anlaşıldı. Böylece Euro Bölgesi de son dört yılın en hızlı büyümesini gerçekleştirdi. Euro için yazılan felaket senaryolarını ciddiye almamıştım. Haklı çıktım.İçeride, “Mali Kural” bir başka bahara kaldı. Gayri ihtiyari son IMF anlaşması macerasını hatırladım. “IMF’siz mahvoluruz” denmişti. Tersine, TL değer kazandı. Mali Kural’daki gecikmeyi ayrı bir yazıda ele alacağım. Dış açık gözlemleri Yayınlanan ilk yarı sonuçlarını değerlendiriyoruz. Sanayi üretimine ve dış ticarete baktık. Bugün ödemeler dengesi var. Geriye iki kritik gösterge kalıyor. Yarın istihdam ve işsizlik açıklanıyor. Son veri milli gelir için Eylül sonunu bekleyeceğiz.Kriz ve küçülme döneminde dış denge önemini kaybetmişti. Talep daralınca ithalat aynı hızla düştü. Cari işlemler açığı geriledi. Mali istikrarın sürmesi ise döviz kurunda çalkantıya izin vermedi. Ekonomide toparlanma dış dengeyi tekrar gündeme getirdi. Toparlanmayı iç talep, özellikle özel tüketimde canlanma çekiyordu. Üstelik TL krize rağmen aşırı değerli kalmıştı. Geçen yazıda gördük. Talep iç üretim yerine ithalata yönelince dış ticaret açığı patladı.Türkiye ekonomisinin bir özelliği, turizm, taşımacılık, işçi dövizleri, vs. görünmeyen kalemlerde fazla vermesidir. Dolayısıyla mal ticaretindeki açıkla hizmet ticaretindeki fazla arasındaki fark dış dengeyi belirler. Maalesef orada haberler tatsız. Hizmet gelirleri sabit seyrediyor. Ama hizmet giderleri hızla yükseliyor. Aşırı değerli TL’nin doğal sonucudur. Neticede hizmet dengesindeki fazla küçülüyor. Cari işlemler açığı büyüyor. Altın kaleminde ilginç bir gelişme var. Kriz öncesinde yılda net 3-3.5 milyar dolar altın ithal ederdik. Krizde net ihracatçı olduk. İlk yarıda da 1.4 milyar dolar net altın ihraç edilmiş. Dikkatinizi çekerim.Finansmanın kalitesi Gelelim dış açığın finansmanına. Daha önce de değindik. Kriz sonrasında dış finansmanın kalitesinde ciddi bir bozulma görülüyor. Zaman geçtikçe bu eğilim iyice belirginleşiyor. Doğrudan yabancı sermaye girişi adeta durdu. İlk yarıda net 2.3 milyar dolar girişin 1.4 milyar doları gayrimenkul alımlarından geliyor. Net hata noksan kalemi eksiye döndü. Borsaya küçük bir giriş var. Bunlar dış açığın ancak yüzde 10’unu (2 milyar dolar) karşılıyor. Geri kalan yüzde 90 (19 milyar dolar) dış borçlanma ile finanse ediliyor. Yabancılar net 5 milyar dolar tutarında TL tahvili alıyor. Faiz düzeyinin “sıcak para” üstadlarına cazip geldiğine işarettir. Özetleyelim. Hem dış açıkta hem finansmanında ciddi sorunların biriktiği çok açıktır. Hayra alamet değildir.
Yayınlanan ilk yarı sonuçlarını değerlendiriyoruz. Sanayi üretimi ile başladık. İyi haber: İkinci çeyrekte büyüme hızı yüksek çıkacaktır. Çift haneli bile olabilir. İki kötü haber: Sanayi hâlâ kriz öncesini yakalayamadı ve Haziran’da üretim geriledi.Bugün ilk çeyrek dış ticaret verileri ile devam ediyoruz. Ben kendimi bildim bileli Türkiye ekonomisinde “zincirin zayıf halkasını” dış ticaret oluşturur. Çocukluğum, gençliğim ve orta yaşlarım bu sorunla geçti. Yaşlı günlerim de öyle geçiyor.Dış açık kamuoyunun özellikle duyarlı olduğu göstergelerin başında gelir. Sokaktan bir vatandaşı çevirip ekonominin risklerini sorun. Geçmiş döviz krizlerinin toplumun müşterek hafızasında bıraktığı izler derindir. Büyük çoğunluk önceliği dış açığa verecektir.Buna karşılık çözümü konusunda etkileyici bir kafa karışıklığı hüküm sürer. Aynı durum profesyonel iktisatçılar için de geçerlidir. Örnek isteyen, son dönemde yoğunlaşan döviz kuru tartışmalarına göz atabilir. Dış açıkta hızlı artışOcak-Haziran dönemi dış ticareti sayılarını 2009’un aynı dönemi ile karşılaştıralım. İhracat yüzde 15 artışla 55 milyar dolara, buna karşılık ithalat yüzde 34 artışla 83 milyar dolara ulaşıyor. İthalat ihracattan iki kat daha hızlı artıyor. Mutlak sayılar daha aydınlatıcı oluyor. İhracatta 7 milyar dolar, ithalatta ise 21 milyar dolar artış var. Yani ithalattaki artış ihracatın üç katı. Dolayısı ile dış ticaret açığı da yüzde 94 büyüyerek 29 milyar dolara tırmanıyor.Dış ticaret verilerini analiz ederken euro-dolar paritesini hesaba katarız. Ancak Ocak-Haziran döneminde ortalama parite geçen yıla eşit (1.33) çıkıyor. Dolayısı ile yukarıdaki bulgularda parite etkisi olmadığını anlıyoruz. Yıllık sayılara dönelim. Son on iki ayın ihracatı 109 milyar dolar, ithalatı 162 milyar dolar, dış ticaret açığı 53 milyar dolar çıkıyor. Bu gidişle yıl sonunda dış ticaret açığının 60 milyar doları aşma ihtimali yüksektir. Bu sonuçlar şaşırtıcı değildir. İç tüketimdeki canlanma ucuz dövizle birleşince, talep iç üretimden ziyade ithalata yöneliyor. Aynı anda AB’nin duraklaması ihracatı iyice zorluyor. Neticede dış ticaret açığı patlıyor. Sayılar bunu gösteriyor.İhracattan kötü haberGelelim konjonktür analizine. TÜİK dış ticaret verileri için takvim ve mevsim etkisi temizlenmiş serileri yayınlamıyor. Tramo-Seats yöntemi ile kendim hesaplıyorum. Parite etkisini temizlemek için “0.5 $ + 0.5 euro” döviz sepetini kullanıyorum.Yunanistan krizi ve euronun değer kaybı açısından özellikle Haziran sayılarını merak ediyordum. Takvim ve mevsim etkisi temizlenmiş döviz sepeti bazında bakınca, mayısa kıyasla ihracatın yüzde 3.5, ithalatın yüzde 0.8 düştüğü çıkıyor. Haziran’da ortalama parite 1.22 ile son dört yılın en düşük düzeyine inmişti. Sonra biraz toparlandı. 1.30’lara geri döndü. Ona rağmen Haziran’da ihracatta yaşanan düşüşün yakın gelecek için ciddi bir tehlikeye işaret ettiğini söyleyebiliriz.
İlk yarı temel göstergeleri yavaş yavaş geliyor. Dış ticaret ay sonunda çıktı. Bugün açıklanan ödemeler dengesini de gördükten sonra değerlendireceğim. Sanayi üretimi ise dün TÜİK tarafından yayınlandı.Gelişmiş ülkelerde sanayi üretimi konjonktürün önemli göstergelerinden biridir. Ekonomik büyümenin belirleyici unsurudur. O nedenle iktisatçılar tarafından yakından izlenir. Özellikle imalat sanayiinin gidişatı yakın gelecekle ilgili ipuçları taşır.Türkiye için olayın bir başka boyutu daha vardır. Türkiye sanayileşmeye ancak yirminci yüzyılın ikinci yarısında başladı. Son elli küsur yılda önemli kazananımlar sağlandı. Ama hâlâ sanayileşmesini tamamladığı söylenemez.Dolayısı ile, sanayi üretiminin seyri konjonktür dışında ek bilgi taşıyor. Mevcut politikaların içerdiği büyüme modelinin “sanayi dostu” olup olmadığını değerlendirmeye izin veriyor. Büyümenin orta-uzun vadede sürdürülebilirliğini gösteriyor.Çift haneli artışHaziranda sanayinin çarklarını ne hızla döndürdüğü çok merak ediliyordu. Kısaca hafızamızı tazeleyelim. Kriz aylarındaki çöküşün baz etkisi ile aralıktan itibaren hem toplam sanayi üretiminde hem imalat sanayiinde bir önceki yıla kıyasla artış yüzde 20’lerde seyretmişti. Mayısta bile yüzde 15’in üstünde gelmişti.Haziran verisi iki nedenle önem kazanıyordu. Birincisi, baz etkisi daha düşüktü. Geçen haziranda ekonomide anlamlı bir toparlanma başlamıştı. İkincisi, özellikle ihracattan kaynaklanan sorunlar nedeni ile sanayi büyümesinin yavaşlama ihtimali belirmişti.Aylık verilere bakalım. Haziranda bir önceki yıla kıyasla toplam sanayi üretiminde yüzde 10,2, imalat sanayii üretiminde yüzde 10,6 artış çıktı. Yani büyüme sınırda da olsa iki haneli sayılarda kalabildi.Üç aylık verilerle devam edelim. İkinci çeyrekte geçen yıla göre sanayi üretimi artışı toplamda yüzde 14,2, imalat sanayiinde yüzde 15,2 oluyor. İlk çeyrekte aynı sıra ile, yüzde 17,3 ve 19,8 idi. İkinci çeyrekte büyüme hızı çift haneye yakın çıkabilir.Son olarak kriz öncesi ile karşılaştıralım. Haziranda toplam sanayi üretimi iki yıl öncesinin altında, üç yıl öncesinin çok az üstündedir. İmalat sanayiinde ise üç yıl öncesine (2007) ancak ulaşılmıştır. Sanayileşme durdu diyebiliriz.Ciddi bir uyarıKonjonktür analizi için TÜİK’in yayınladığı takvim ve mevsim etkisi temizlenmiş verilere bakıyoruz. Bu yöntem bir önceki aya kıyasla değişimi anlamlı kılıyor. Kısa dönemli eğilimleri daha iyi yansıtıyor. Maalesef orada haberler iyi değil.Türkiye için imalat sanayii endeksi önemlidir. Mayıs 2009-Mayıs 2010 arasında takvim ve mevsim etkisi temizlenmiş imalat sanayi üretimi her ay bir önceki aya kıyasla artmıştı. 13 ay süren bu eğilim haziranda kırıldı. İmalat sanayii üretimi mayısın yüzde 2,2 altına geriledi.Tek gözleme fazla güvenilmez. Geçici ya da arızi etkenlerden kaynaklanabilir. Ancak, imalat sanayii üretiminde haziranda beliren düşüş diğer göstergelerle uyumludur. İkinci yarı için imalat sanayiinden gelen tatsız bir uyarıdır.Nedenlerine girmiyorum. Akla hemen AB’deki sorunlar ve elbette aşırı değerli TL geliyor. Devam edeceğim.
Son küresel mali kriz para politikası açısından önemli dersler içeriyor. Örneğin ABD ve İngiltere’de varlık fiyatlarında oluşan balonlara Merkez Bankaları zamanında müdahale etmedi, edemedi. Sonunda balonlar patladı. Fatura reel ekonomiye çıktı. Türkiye’nin para politikası deneyimi ise çok daha kısıtlıdır. 2001 öncesinde bugünkü anlamı ile para politikasından söz etmek adeta olanaksızdır. Ağırlık döviz kurunun kontrolündedir. Merkez Bankası ve banknot matbaası azçok özdeştir. Para politikası açısından kritik dönemeç 2001’dir. Merkez Bankası bağımsızlığının hukuki altyapısı kuruldu. Hazine ile göbek bağı kesildi. Ve en önemlisi, TL’nin değerinin piyasada belirlenmesine geçildi. Bu noktada enflasyon hedeflemesinin devreye girmesi beklenirdi. Ama bir geçiş dönemi (ara dönem) tercih edildi. 2001-05 arasında devekuşu misali, ne olduğu tam belli olmayan bir politika uygulandı. “Örtük enflasyon hedeflemesini” zamanında çok eleştirdim. Merkez Bankası’nın tahminleriEnflasyon hedeflemesi kendi içinde tutarlılığı olan bir para politikası yaklaşımıdır. Ön önemli özelliği şeffaflıktır. Merkez Bankası kendi enflasyon ve büyüme tahminlerini açıklar. Böylece kamuoyu faiz kararının geri planını öğrenir. Üstelik hesap sorma olanağını bulur.Devamlı okuyucularım Merkez Bankası’nın kendi enflasyon tahminlerine tanıdığım özel statüye aşinadır. “Örtük” dönemine de Merkez Bankası’nın kendi enflasyon tahminlerini gizlediği için karşı çıktım. Büyüme tahminleri yerine hâlâ “çıktı açığı” gibi muğlak bir kavramın kullanılmasını tasvip etmediğimi de hatırlatmak istiyorum.Ekonomik göstergelerde doğru tahminin zorluklarını hepimiz biliyoruz. Elindeki teknik imkanlar ne olursa olsun, Merkez Bankasının da tahmin hatası yapmasını doğal karşılamak gerekiyor. Yani tahminlerin yanlış çıkması normaldir. Enflasyonun başka özel sorunları da var. Sepeti oluşturan mal ve hizmetlerin bir bölümü özellikle kısa dönemde para politikasının etki alanı dışında davranabiliyor. Petrol fiyatları patlıyor. Kuraklık Rusya’da buğday hasadını düşürebiliyor. Gene de, fiili enflasyonun Merkez Bankası tahmini ile karşılaştırılması para politikası açısından önemli ipuçları taşıyor. O nedenle ayrıntılı şekilde izlemek yararlı oluyor.Tahmin ve gerçekleşmeMerkez Bankası’nın bir yıl (12 ay) sonrası için TÜFE tahminini kullanıyoruz. İlk Enflasyon Raporu 2006 başında yayınlandı. Yani seri 2006 sonundan başlıyor. Son Enflasyon Raporu’nda yer alan Haziran 2011 tahminine kadar gidiyor. Dikkat edilirse 15 çeyrekten sadece dördünde tahmin ve gerçekleşme yakın çıkıyor. Diğerlerinde ciddi sapmalar var. Grafikte görülmüyor ama diğer 11 çeyrekte TÜFE Merkez Bankasının tanımladığı aralığın da dışında gerçekleşiyor.Üç yukarı yönlü sapma dönemi görülüyor. İlki 2006 sonu ve 2007 başı. İkincisi 2007 sonundan 2008 sonuna kadar sürüyor. Sonuncusu ise 2010’un ilk iki çeyreği. Buna karşılık 2009 yazı ve sonbaharında TÜFE aşağı yönlü şaşıyor.Grafikte Merkez Bankası’nın bir yıl sonra enflasyonu yüzde 7’nin altında öngördüğü görülüyor. Ayrıca 2010 başından itibaren Merkez Bankasının 12 ay sonrası için enflasyon tahminlerinin yüzde 6-7 aralığında istikrar kazandığı da anlaşılıyor.
Yoğun haber akımı sürüyor. IMF’nin 4’üncü madde çerçevesinde hazırladığı rapor açıklandı. Ayrı bir yazı konusu yapmaya değer bulmadım. Üç aşağı beş yukarı ne diyeceği zaten biliniyordu. Medya ilginç olabilecek noktalara değindi. Merkez Bankası haftaya günlük döviz alım miktarında 20 milyon dolar artışla başladı. Opsiyon dahil 60 milyon dolar yerine 80 milyon dolar alacak. Ona rağmen TL aynı gün az da olsa değer kazandı. Dolar 1.50’nin altına indi.Aşırı değerli TL’nin sorumlusu kim? Kabahati tümü ile para politikasında bulanların sayısında gözle görülür bir artış var. Merkez Bankası’na yönelik eleştiriler de giderek sertleşiyor. Kritik önemde bir tartışmadır. Görüşlerim biliniyor. Herhalde ben de katılırım. Düşüşe devam Normal olarak Enflasyon Raporu’na bakacaktım. Ama geciktim. TÜİK Temmuz enflasyon verilerini açıkladı. Dolayısı ile sırayı değiştirdim. Önce veriler, sonra rapor daha makul olur diye düşündüm.Temmuz’da tüketici fiyatlarının düşeceği konusunda bir tereddüt yoktu. Piyasa yüzde 0,2-0,3 civarında düşüş bekliyordu. Daha güçlü geldi: yüzde 0.5. Böylece yıllık TÜFE artışı yüzde 7.6’ya geriledi.Üretici fiyatları eski önemini kaybetti ama gene göz kenarı ile izlemeye devam ediyoruz. Temmuz’da ÜFE de yüzde 0.2 geriledi. Ama ‘Temmuz 2009’da yüzde 0.7 düştüğü için yıllık ÜFE yükseldi. Yüzde 8.2 oldu.Yıllık TÜFE artışının Nisan’da yüzde 10.2’ye ulaştığını hatırlatalım. Yani son üç ayın düşüşü 2.6 puan ediyor. Buna karşılık Temmuz 2009’da yüzde 5.4 düzeyinde gerçekleşmişti. Geçen yıla kıyasla 2.2 puan artış anlamına geliyor.Kış aylarında enflasyon çok tartışıldı. Sonbaharda başlayan yükselişin kalıcı olacağı ve enflasyonun uzun süre çift hanede seyredeceği görüşü yaygındı. Ben geçici ve arızi etkenlerden kaynaklandığını savundum. Veriler o yönde çıkıyor.Kiradan al haberiEnflasyon hedeflemesi sayesinde Türkiye’de enflasyon analizleri de gelişti. Daha ayrıntılı ve kapsamlı bakışlar yaygınlaştı. Alt göstergeler daha yoğun kullanılmaya başlandı. Sevindiricidir.Enflasyona talebin etkisini görmek için uzun süredir kira kalemini izliyoruz. Kiralar düştüğü sürece talep enflasyonundan söz edilemez diyoruz. O açıdan temmuzda ilginç bir gelişme var. Yıllık kira artışı geçen aya kıyasla değişmedi. Yüzde 4.2’de kaldı.2007 yazına kadar kiralar yüzde 20 artıyordu. Yani üç yıldır her ay geriliyor. Ne zaman ve nerede duracağını çok merak ediyorduk. Temmuz 2010’da yüzde 4.2’de dibe vurması ihtimali belirdi. Birkaç ay içinde açıklık kazanır.Enflasyon düşüyor, TL değer kazanıyor, sıcak para girişi hızlanıyor, döviz alım ihaleleri artıyor... Önümüzdeki dönemde para politikası tartışmalarının daha da renklenmesini bekleyebiliriz.