IMF Başkanı Strauss-Kahn’ın New York polisi tarafından taciz suçlaması ile gözaltına alınması piyasaları da karıştırdı. Euro dalgalandı. Kısa dönemde Yunanistan için şanssız bir gelişmedir. Ama uzun dönemde kişiler o kadar önemli değildir. İçerisi haftaya nispeten sakin başladı. Son baktığımda dolarda pariteden kaynaklanan küçük bir artış vardı. Döviz sepeti yatay seyretti. İMKB Avrupa borsalarındaki düşüşten etkilenmedi. İlk dört ayın bütçe gerçekleşmesi Maliye tarafından açıklandı. Nisanda bütçe 1 milyar TL fazla ile bir ilke daha imza attı. Ocak-Nisanda geçen yıl 16 milyar TL olan bütçe açığı 3 milyar TL’ye indi. Faiz dışı fazla 6 milyar TL’den 14 milyar TL’ye yükseldi. Faiz dışı harcama yüzde 10 (reel yüzde 4) artıyor. Büyümenin bayağı altındadır. Daha önemlisi, faiz harcamaları yüzde 24 (reel yüzde 27) azalıyor. Seçime rağmen maliye politikasının sıkıldığını daha önce söylemiştim. Düşük faizi destekliyor.İstihdamda büyük artışHanehalkı İşgücü Araştırması şubat sonuçları TÜİK tarafından yayınlandı. Ocak-Mart dönemini kapsıyor. Dolayısı ile ilk çeyrek verileri elimize geçti. Açıkçası beklediğimden daha iyi geldi.İstihdam olanakları ve işsizlik piyasa ekonomisinin en hassas konusudur. Siyasi ve toplumsal açıdan fevkalade önemlidir. İktisat politikası tartışmalarının da daima merkezinde yer alır.Türkiye’de tartışma büyüme-istihdam ilişkisine odaklanıyor. Veriler hiç istihdam yaratmadığı görüşünü doğrulamıyor. Ama istihdamın miktarı ve kalitesi sorun olmaya devam ediyor. İç taleple (dış açıkla) büyümenin “istihdam dostu” olmadığını savunanlar arasında ben de varım.İlk çeyrek sonuçları da bu yönde geldi. Geçen yıla kıyasla 15+ yaş nüfusta ve iş gücünde 900 bin, istihdamda ise 1.5 milyon kişi artış var. Bu ise işsiz sayısını 600 bin kişi düşürüyor.Dolayısı ile geçen yıl yüzde 14.4 olan işsizlik oranı da 3 puan birden gerileyerek yüzde 11,5’a iniyor. Mevsim ve takvim etkisi temizlenmiş işsizlik oranı ise yüzde 10.1’le kriz öncesi düzeyine geri dönüyor.Yapısal dönüşüme yetmiyorGelelim ayrıntıda gizlenen şeytanlara. En yüksek istihdam artışı 500 bin kişi ile tarım kesiminde gerçekleşiyor. Bir yılda yaratılan 1.5 milyon toplam istihdamın üçte biridir. Bu eğilimi bir süredir vurguluyoruz. “Tarımsallaşma mucizesi (!)” diyoruz.Mevsim ve takvim etkisini temizleyerek son aylara bakıyoruz. Resim değişmiyor. Tarım istihdamı şubatta bir önceki aya göre yüzde 2.2 ile en yüksek artışı gösteriyor. Buna karşılık sanayi istihdamı yüzde 0.1 ve hizmet kesimi istihdamı yüzde 0.8 yükseliyor.Yukarıdaki görüşümü tekrarlamak istiyorum. Hızlı büyüme hiç tereddütsüz istihdam yaratıyor. Tersini söylemek abesle iştigaldir. Ancak Türkiye’nin iki yapısal sorunu var: Hızlı nüfus artışı ve yüksek tarım istihdamı. Rekor büyümeye rağmen mevcut konjonktürün bu dönüşümü gerçekleştiremediği çok açıktır.
Dış dengede hızlı bozulma yavaş yavaş döviz kuruna yansımaya başladı. Paritenin de etkisi ile Cuma günü dolar 1.59 TL’ye yükseldi. Yarım dolar yarım eurodan oluşan döviz sepeti 1.93 TL’ye geldi. Bu eğilim devam eder.Mart dış ticaret endeksleri TÜİK tarafından açıklandı. Miktar endeksinde takvim ve mevsim etkisi temizlenince 2011 birinci çeyrek ihracatı 2010 son çeyreğin yüzde 3.6 altında, ithalatı ise yüzde 1.6 üzerinde çıkıyor.Son yazımda maalesef bir hesap hatası var. İlk çeyrek milli geliri yerine yıl sonunu almışım. Doğrusu 757 milyar dolar; dolayısı ile ilk çeyrekte yıllık dış açığın milli gelire oranı yüzde 8 olacak. Özür diliyorum. Sıfır reel faiz tartışmasını bir türlü bitiremedim. Sırada reel faizin maliye ve para politikaları ile ilişkisi vardı. Grafiklerim de hazırladım. Ama araya başka güncel konular giriyor. İlk fırsatta yazacağım.Bir taşla çok kuş (mu?)IMF destekli Euro Bölgesi yardımlarına rağmen Yunanistan kamu borçlarını çevirmekte zorlanıyor. Üstüne ters dinamikler güçleniyor. Ekonominin küçülmesi bütçeyi bozuyor ve borç yükünü ağırlaştırıyor. Güçlü toplumsal muhalefet ise güveni zedeliyor.Çözüm önerileri arasında Yunanistan’ın euro’yu bırakıp yeniden drahmi’ye geçmesi de seslendiriliyor. Anladığım kadar bu kararı tek taraflı alabileceği düşünülüyor. Yani hükümet bir gece yarısı kararını açıklıyor. Euro gidiyor, drahmi geliyor.Sorunu drahminin değer kaybetmesi çözüyor. Bir yandan reel ücretlerin düşmesi rekabet gücünü arttırıyor. Büyüme başlıyor. Aynı anda kamu borcunun reel değeri azalıyor. Böylece faturanın bir bölümü alacaklılara ödetiliyor.İlk bakışta çok cazip duruyor. Bir taşla çok kuş vurmak diye buna denir. Yunanistan için tam “kazan-kazan” hali. Bu arada Arjantin’in 2002’de dış borç erteleme operasyonu da örnek gösteriliyor.Aklıma hakika özdeyişler geliyor. Biri bekarın boşanmaya bakışıdır. Diğeri hariçten okunan gazellerdir. Bunlara davulun sesini de ekleyebilirsiniz. Keşke çözüm bu kadar kolay olsa: bırak euro’yu, bas drahma’yı, alacaklılar düşünsün...Tek taraflı olmazMerkez Bankası çok yararlı ve güncel araştırmalar yayınlıyor. Y. Barlas, K. Kalafatçılar ve N. Kaya bu konuyu incelemiş: Euro Bölgesi Merkez ve Çevre Ülkeleri Arasındaki Yapısal Farklılıklar ve Parasal Birlikten Ayrılma Kararının Olası Sonuçları.Mutlaka okuyun. Arjantin’de mevduatın dondurulması gibi bugün unutulan ayrıntıları hatırlatıyor. Bu yöntemi tercih etmesi halinde Yunanistan’ın fevkalade yüksek bir bedel ödemek zorunda kalacağını vurguluyor. Kibarca “Olmaz” diyor.Yunanistan’ın iki açmazı var. Bir: iç borcu da euro cinsinden. Kendi bankacılık sistemini çökertmeden dış borçlarını erteleyemez. İki: bütçede faiz-dışı açığı sürüyor. Taze borç alamadığı gün maaşları bile ödeyemez.Tavrımı özetleyerek bitiriyorum. Düşük maliyetli çözüm alacaklıların da faturaya katılmasını, yani dış borçta ciddi bir indirimi gerektiriyor. Bu ise ancak Almanya’nın onayı ile mümkündür. Bilek güreşi daha süreceğe benziyor. Ama eninde sonunda anlaşacaklarını düşünüyorum.
Yunanistan’da işler gene karıştı. Geçen yıl hazırlanan yardım paketi sorunları çözmeye yetmedi. Mali piyasalar borç vermeyi reddediyor. Kredi değerlendirme kuruluşları birbiri ardına not indiriyor. Gelirinin üstünde harcayanın kaderi bellidir. Eninde sonunda hesaplaşma günü gelir. “Borç yiyen kesesinden” misali, bir gün alacaklılar kapıya dayanır. Borçlunun aile, şirket ya da devlet olmasının sonuca etkisi sınırlıdır. Borçlu ödeme gücünü kaybedince iki kritik sorun belirir. İlki zararın borçlu ile alacaklılar arasında nasıl paylaşılacağıdır. Almanya IMF tavrını benimsedi. Faturayı Yunanistan’a yükledi. Gerçekçi olmadığı ilk günden biliniyordu. Yunanistan’ın ödeyemeyeceği anlaşılınca diğer sorun devreye girdi. Borçlu ülke tek başına ödemiyorum diyebilir mi? Koşullara bağlıdır. Yunanistan için euro’dan çıkmak anlamına geliyor. Maliyet hesabı karışıktır. Ayrıntısına girmek istiyorum.Dış açık rekora doymuyorMart ödemeler dengesi Merkez Bankası tarafından açıklandı. Piyasa 8.2 milyar dolar bekliyordu. 9.8 milyar dolar çıktı. Gelmiş geçmiş en yüksek aylık cari işlemler açığıdır. 2000’in yıllık açığına eşittir.On iki aylık açık 60.5 milyar dolara tırmandı. Üç ay öncesinden ilkbaharda bu düzeye geleceğini söyledim. Ocak dış ticaretini görünce “kendinizi 80 milyar dolar cari işlemler açığına alıştırın” dedim. İlk çeyrek açığı 22.2 milyar dolara yükseldi. Tarihin en yüksek çeyrek açığıdır. Dörtle çarpınca yıllığı 89 milyar dolar eder. Yaz aylarında turizmin olumlu katkısı biraz indirir. 80 milyar dolar uçuk değildir. Milli gelire oranlayalım. Milli geliri ilk çeyrekte 205 milyar dolar, yıllık 735 milyar dolar tahmin ediyorum. Buna göre dış açığın oranı ilk çeyrekte yüzde 10,8, yıllık yüzde 8,2 çıkıyor. İkisi de Türkiye’yi dünya dış açık liginde zirveye taşıyan rekorlardır. Bu sayılar TL’nin ne ölçüde aşırı değerli olduğu tartışmasına da son noktayı koyuyor. İngilizce “pastanın kanıtı yenebilmesidir” denir. TL çok aşırı değerlidir. Başka türlü bu çapta açık oluşmaz. Gerçek budur; gerisi boş laftır.Net hata noksanBir süredir net hata noksan kalemini tekrar büyüteç altına aldık. Ödemeler dengesi kalemlerinden birine yazılamayan döviz hareketlerini kapsıyor. “Nesebi gayri sahih” dedik. İki ay önce de baktık.Son dalga Ekim 2008’de başladı. 2.5 yılda bu kalemden 22 milyar dolar döviz girdi. Aynı dönemde birikimli dış açık 91 milyar dolardır. Yani takriben açığın dörtte biri (yüzde 24,3) bu kalemden karşılandı. Kurda nispi sükûneti kısmen açıklıyor.Nasıl tefsir edebiliriz? Bana makul gelen bir hipotez var. Vatandaş yurt dışında tuttuğu serveti Türkiye’ye getiriyor. İki neden öne çıkıyor. Krizde kaynak ihtiyacı oluştu. Sonrasında varlık afları teşvik etti.“Hazıra dağ dayanmaz” denir. Hikâyenin sonunu merakla bekliyorum.
Küresel piyasalar çabuk sakinleşti. Emtia fiyatlarında dün fazla hareket yoktu. Ama piyasaların ezeli ve ebedi sorusu hâlâ cevapsızdır. Geçici bir dalgalanma mı? Yoksa şişen balonun patladığının işareti mi? Bilen buraya gelsin.The Economist’in Türkiye yazısını benden önce sınıf arkadaşım, eski dekanım, Ekodiyalog ortağım Taner Berksoy değerlendirdi. Dün okudunuz. Aynı gelenekten geliyoruz. Analizine katılıyorum. Ayrıntılarda itiraz hakkım mahfuzdur.Sanayi üretimi mart sonuçları TÜİK tarafından yayınlandı. İlk çeyrekte sanayi üretim artışı yüzde 14,2 oldu. İlk çeyrekte hızlı büyüme demek. Ancak takvim ve mevsim etkisi temizlenince küçük bir düşüş görülüyor. Yavaşlama işaretidir.Faiz tartışmasına girdikEge Cansen’in pası beni de Başbakan’ın başlattığı reel faiz tartışmasına çekti. İki nedenle önemsiyorum. Bir: Dış açıkla büyüme modelinin gerisinde geçmiş yüksek faiz politikaları yatıyor. İki: Bankacılık lobisi düşük faize direniyor. Dolayısı ile yaygın ezberlere karşı çıkma ihtiyacı duyuyorum. En iyi bilineni enflasyon, büyüme ve reel faiz arasında kurulan ilişkidir. Mantık şöyledir: Hızlı büyüme enflasyonu artırır; yüksek reel faiz ise büyümeyi yavaşlatır. Geçen yazım yüksek enflasyon ortamında bu mekanizmanın çalışmadığı gözlemi ile bitti. Yüksek enflasyonla yüksek reel faiz arasındaki ilişkiyi kabul ettim. Ama yüksek enflasyon ortamında yüksek reel faize rağmen hızlı büyüme sürer dedim.Sizleri teori ile sıkmayacağım. Onun yerine üç kritik değişkenin, yani büyüme hızı, reel faiz ve enflasyonun son sekiz yılda seyrine bakacağım. Yakın geçmişi hatırlatma işlevi de var.Büyüme ve enflasyon TÜİK’in verileridir. Piyasanın elindeki TL tahvillerinin gerçekleşen faizini ise Hazine her ay hesaplıyor. 2003 sonrasının grafiği aşağıda yer alıyor. Dikkat: Çubukla gösterilen büyüme hızı sağ eksendedir.Karmaşık ilişkilerGrafikte ilk göze çarpan 2003-2008 arasında reel faizin yüzde 10’un üzerinde kalmasıdır. Reel faizde zirve 2003’tür: Yüzde 26. 2009’da ağır resesyona rağmen yüzde 6,2’ye iniyor. Ancak 2010’da yüzde 1,6’ya düşüyor.İkincisi enflasyonla reel faizin birbirine çok yakın seyretmesidir. Grafik nedenselliğin yönünü açıklamıyor. Sadece beraber davrandıklarını gösteriyor. Çevrisellik sözcüğü ile bunu kastediyoruz.Üçüncüsü; büyüme, faiz ve enflasyon arasında anlamlı bir ilişki gözükmüyor. Örneğin 2004’te reel faiz çok yüksek: Yüzde 17,1. Fakat büyüme yüzde 9,4’le rekor kırıyor. Enflasyon ise 15 puan düşüyor. Son iki yıl da aynı ölçüde çarpıcıdır. 2009’da ekonomi küçülürken reel faiz yüzde 6,2 ama 2010’da hızla toparlanırken reel faiz yüzde 1,6. Üstelik 2010’da enflasyon da bir gıdım düşüyor. Son gözlem: Reel faiz ve enflasyonda uzun dönemli eğilimlerin yönü çok açıktır. İkisi de net şekilde geriliyor. Türkiye ekonomisinin bu dönemde gerçekleştirdiği yapısal dönüşümün en kritik göstergelerinden biridir.
Haftanın son iki gününü küresel piyasalar heyecanlı geçirdi. İki günde petrol fiyatı yüzde 10 düştü. Yakın tarihin en sert hareketidir. Altın, gümüş, vs. diğer hammadde fiyatları da benzer şekilde geriledi.İki tefsir var. Biri arz-talep dengesini vurguluyor. Dünya ekonomisinde yavaş büyüme riski artıyor. Emtia talebini olumsuz etkiler. Diğeri spekülasyonu öne çıkartıyor. Fiyatı şişiren spekülatörler şimdi satışa geçti diyor.İlginç şekilde, bu süreç euro-dolar paritesini de çarptı. Kısa süre önce 1.50 ve üstü için kesin konuşuluyordu. Eğilim aniden tersine döndü. Parite dün 1.43’e geriledi. Ne diyelim! Kur dalgalanmaları insanı sersem ediyor. The Economist’in son sayısında çıkan Türkiye yazısı medyaya yansıdı. Maalesef daha göremedim. Dergiyi çok önemsediğim biliniyor. Analizini merak ediyorum. Belki bir yazı konusu yaparım.“Acaba?”Başbakan Erdoğan’ın sıfır reel faiz talebi üzerine tartışmalar yoğunlaştı. Bunda Erdoğan’ın konuyu canlı tutmasının da etkisi var. Kampanya sırasında öylesine söylenen bir slogan olmadığı, seçim sonrasında hükümetin öncelikleri arasına girdiği anlaşılıyor.Salı günü kısaca değinip geçmiştim. Yüksek faizin enflasyona yol açtığı görüşüne kategorik karşı çıkmıştım: “Yüksek faiz enflasyonun nedeni değildir. Nokta. Sonucu da olmayabilir.”Sevgili dostum Ege Cansen dün Hürriyet’teki köşesinden hemen ayarı çekmiş. “Acaba?” diyor. Ya öyle değilse demeye getiriyor. Ardından yüksek faizin enflasyonu tırmandırdığı hallere örnekler veriyor. Ustanın lafını daima ciddiye alırım. Bizim meslekte hayattan kopuk genellemelere çok raslanır. Soyut modellerin teorik sonuçlarını gerçeğin kendi gibi algılama huyu maalesef yaygındır. Saçma sapan ezberler böyle oluşur.Bir başka sorun daha var. Makro teori mevcut haline ABD’de ulaştı. Doğal olarak, ABD’nin yapısal ve konjonktürel özellikleri veri alındı. Türkiye’nin koşulları ise çok farklıdır. Geçişi sağlayabilecek araçlar ise yeni yeni beliriyor. Garip bir barışBir ekonomiyi yüksek reel faize taşıyan süreç fevkalade karmaşıktır. Garip çevrisellikler içerir. Ülkeden ülkeye, dönemden döneme farklılıklar gösterir. Türkiye yüksek kronik enflasyonun yüksek reel faizi nasıl tetiklediğini yaşayarak öğrendi.Bence üç neden öne çıkıyor. Bir: Yüksek enflasyonun dalga boyu büyüktür. Yüzde 3 enflasyonun iki katı yüzde 6, yüzde 60 enflasyonun ise yüzde 120’dir. Bu riski ancak yüksek reel faiz kapatır.İki: Yüksek enflasyon dolarizasyonu teşvik eder. Yerleşiklerin kendi paralarına saldırmalarını ancak yüksek reel faiz engeller. Üç: Yüksek enflasyon yüksek nominal faiz ve bütçe açığı demektir. Risk algılaması reel faizi yükseltir. Gelelim esas soruna. Düşük enflasyonda yüksek reel faiz talebi kısarak enflasyonu denetleme aracıdır. Halbuki yüksek enflasyon bu mekanizmayı bozar. Yani yüksek reel faiz ve yüksek enflasyon barış içinde yaşar. Türkiye’nin yakın geçmişi yeterince kanıttır. Bu noktada iktisat politikalarına girmek gerekiyor. Bugün yerim bitti. Yüksek reel faize doğru teşhisin düşüşünü anlamayı kolaylaştıracağını düşünüyorum. Devam edeceğim.
Salı günü döviz kuru aniden kıpırdadı. Yukarı hareket dün de sürdü. Son baktığımda döviz sepeti (yarım dolar artı yarım euro) 1.91 TL’yi aşmıştı. Cumaya kıyasla TL’nin değer kaybı yüzde 2’ye ulaştı. Dikkatinizi çekmek istedim. Başbakan Erdoğan’ın düşük faiz talebi iktisatçıları hemen böldü. Lehte ve aleyhte yazılar iki gündür köşelerde çıkıyor. Gayri ihtiyari iki yıl öncesinin IMF’yle anlaşma polemiklerini hatırladım. Zaten taraflar da örtüşüyor. Ancak, önemli bir fark var. “Yüksek faiz-düşük kur” lobisinde form düşüklüğü gözlüyorum. Mağlup pehlivan güreşe doymaz denir. Doğrudur ama yorulur. Nitekim “düşük faiz-yüksek kur” isteyenlerin sesi bu kez daha gür çıkıyor. Benim tavrım biliniyor.Ezberler bozuluyorNisan enflasyonu TÜİK tarafından açıklandı. Tüketici fiyatlarında aylık artış yüzde 0.9 çıktı. Geçen yılın 0.3 puan üstündedir. Böylece yıllık tüketici enflasyonu aynı oranda artarak yüzde 4,3’e yükseldi. Salı günü değinmiştim. Piyasa analistleri daha yüksek bekliyordu. Ne kadarı tahmin, ne kadarı umuttu, bilmiyorum. Çünkü piyasanın çok arzuladığı faiz artırımı için son (ve tek) umut enflasyonda kalıcı bir yükselişti. Bir türlü gerçekleşmiyor.Şu sıralarda enflasyonun seyri iktisat politikası açısından büyük önem kazandı. Bu cephede çok ilginç şeyler olduğunu kabul etmek gerekiyor. Eski ezberlerin birer birer bozulduğunu izliyoruz.Önce talebe bakalım. Büyümede rekor kırılıyor. İhracatla mı? Hayır. İç taleple, özel tüketim ve yatırım harcamalarındaki patlama sayesinde. Ne beklersiniz? Talep enflasyonunun hızlanmasını.Maliyetlerle devam edelim. Petrol 120 dolarda geziniyor. Başta gıda, emtia fiyatları da fevkalade yüksek. Üstüne, döviz sepeti bazında TL de değer kaybediyor. Ne beklersiniz? Maliyet enflasyonunun canlanmasını.Halbuki ne oluyor? Toplam talepteki canlılığa ve artan girdi maliyetlerine rağmen enflasyon son kırk küsur yılın en düşük düzeylerinde kalıyor.Enflasyon baskısı var mı?Fiyatlar üzerinde talep baskısını ölçmek için uzun süredir kira kalemini kullanıyorum. Doğrusu zaman geçtikçe bu göstergeye güvenim artıyor. Endeksin yarıdan fazlasını oluşturan hizmet kesimlerinde fiyatlama davranışlarını iyi yansıttığı görülüyor.Yıllık kira artışı 2007 baharına kadar yüzde 20’lerde (enflasyonun iki katı ve üstü) seyrediyordu. Sonra düşüşe geçti. 2010 yazında yüzde 4’e indi. Ve orada tutundu. Nisanda yüzde 4.1’le gene enflasyonun altında kaldı. Anlamlı bir artış eğilimi görülmüyor.Diğeri Merkez Bankası’nın da kullandığı çekirdek enflasyondur (ÖKTG-I). Yıllık bazda iki yıldır enflasyondan düşük çıkıyordu. Geçen yaz yüzde 2.5’e kadar indi. Nisanda enflasyonla eşitlendi (yüzde 4.4 ). Maliyet baskısının çok sınırlı kaldığına işarettir.Bundan sonra ne olur? Teknik ve arz kökenli nedenler (baz etkisi, gıda-enerji, kur vs.) önümüzdeki dönemde geçici artışlara yol açar. Ancak mevcut eğilim değişmez. Yıl sonunda hedeften sapma ihtimali düşüktür.
TÜİK bugün nisan enflasyon verilerini açıklıyor. Piyasa tüketici fiyatlarının yüzde 1 artmasını bekliyor. Bu takdirde yıllık enflasyon yüzde 4,4’e yükseliyor. Makul duruyor. Ancak dikkatler çekirdek enflasyona yoğunlaşacaktır.İstanbul Ücretliler Geçinme Endeksi İTO tarafından dün yayınlandı. Öncü gösterge sayılabilir. Nisanda artış yüzde 2,5’la geçen yılların altında kaldı. Yıllık artış yüzde 4,6 oldu. Piyasa beklentisi ile uyumludur.Başbakan Erdoğan’ın faizle ilgili açıklamaları yeni bir tartışma tetikledi. Birine daha önce değinmiştim. Faizle enflasyon arasında kurduğu nedensellik ilişkisi tek kelime ile yanlıştır. Yüksek faiz enflasyonun nedeni değildir. Nokta. Sonucu da olmayabilir. Buna karşılık Erdoğan’ın düşük faiz özlemini ben de paylaşıyorum. Biraz gecikme ile de olsa, Türkiye yavaş yavaş oraya yaklaşıyor. Para politikası analizinde ayrıntılarına girmeyi planlıyorum.İngiltere’de referandumNisan enflasyonunu beklerken seçim sistemlerine geri dönmeye karar verdim. Önemli bir bahanem var. Şu sıralarda İngiltere denince akla sadece kraliyet düğünü geliyor. Türkiye açısından çok ilginç bir başka gelişme atlanıyor.Perşembe günü İngiltere’de tarihi bir referandum yapılıyor. İki nedenle tarihidir. Birincisi referandumun kendisidir. İngiltere temsili demokrasinin beşiğidir. Ama doğrudan demokrasiye yatkın değildir. Referandum sevilmez. Çok ender kullanılır.İkincisi içeriğidir. Seçim sisteminde kritik (ve tarihi) bir reform halka soruluyor. İngiltere’de her seçim bölgesi bir milletvekili seçer. Basit çoğunluk sistemi ile en çok oyu alan aday parlamentoya gider. Oyların bölünmesi halinde yüzde 30’la bile seçilmek mümkündür.Bu sistemin temsilde yaratabildiği sorunlar uzun süredir tartışılıyordu. Örneğin Türkiye (ve kıta Avrupa’sı) gibi nispi temsil talepleri vardı. Sonunda vatandaşın tercih sıralaması yapmasına karar verildi. “Alternatif oy” deniyor. Seçmen adayları bir, iki, üç diye sıralıyor. Sıralamayı istediği yerde kesebiliyor. Önce birinci sıralar sayılıyor. Geçerli oyların yarısını aşan aday varsa seçiliyor. Yoksa en az oy alan adayın seçmenlerinin ikinci tercihleri ekleniyor. Gene çoğunluk yoksa sondan ikinci adaya geçiliyor. Bir aday oyların yarısını aşana kadar devam ediliyor.Lider sultasını kırarDikkat edilirse, özünde iki turlu dar bölgeli seçim sistemi ile özdeştir. Neticede bölgeyi mecliste temsil eden kişi seçmenin yarıdan fazlasının oyu ile seçiliyor. Buna karşılık iki kez seçim yapmaya gerek kalmıyor. Alternatif oy bu sonucu tek seçimle sağlıyor.Sistemin vatandaş-temsilci (müvekkil-vekil) ilişkisi açısından yararları bence çok açıktır. Lider sultasının kırılması için tek başına yeterlidir. Bu konuyu daha yeni işledim (“Lider hegemonyası ve seçim sistemi”; 17/4/2011). Tekrar etmek istemiyorum.İngilizce bilenlere reformu destekleyen internet sitesine göz atmalarını tavsiye ederim: www.electoral-reform.org.uk Orada bir seçim sisteminin adil ve etkili olması için gerekli koşullar tek tek sayılıyor. Türkiye’nin bu tartışmaya çok ihtiyacı vardır.
ABD Merkez Bankası da kamuoyu ile iletişimde nihayet çağı yakalamaya karar verdi. Tarihinde ilk kez başkanı televizyona çıkıp soruları cevaplandırdı. Gazetelerde okudunuz. Özetle, ilave gevşeme yok ama para politikasını sıkmayız dedi. .Mali piyasalar haberi sevinçle karşıladı. New York borsası hemen kriz sonrasının yeni zirvesine tırmandı. Euro-dolar paritesi 1.50’ye yaklaştı. Ancak aynı anda enflasyon korkuları da depreşti. Kıymetli madenlerin (altın ve gümüş) fiyatları yükseldi.Yılın ikinci, Başkan Başçı’nın ilk Enflasyon Raporu yayınlandı. Merkez Bankası yıl sonu için kendi enflasyon tahminini 1 puan artışla yüzde 6.9’a çekti. Ancak fiyatlar üzerinde talep baskısı görmüyor. Farkı petrol fiyatı ve tekstilde gümrük vergilerine atfediyor. Raporun esas amacının yeni para politikası bileşimine yönelik tereddütleri dağıtmak olduğu hemen görülüyor. Kutulara yararlı açıklamalar konmuş. Sıkı para politikasının süreceği tekrar vurgulanıyor. Ayrı bir yazı dizisi yapacağımı söylemiştim. Sayılar vahimMart dış ticareti TÜİK tarafından Cuma sabahı açıklandı. Dün gazetelere yansıdı. Piyasa Mart’ta 8.5-9 milyar dolar dış ticaret açığı öngörüyordu. Halbuki 10 milyar dolar çıktı. Tarihin en büyük aylık dış ticaret açığıdır.Aslında ihracatta geçen yıla göre sağlıklı bir büyüme var. Yüzde 20 artışla 11.9 milyar dolara tırmandı. Yani açık tümü ile ithalatın çıldırmasından kaynaklanıyor. Yüzde 44.4 artarak 21.6 milyar dolara ulaştı. Bir tarihi rekor daha...İlk çeyrek (Ocak-Mart) sayıları da benzer çıkıyor. Geçen yıla kıyasla ihracat yüzde 21 ama ithalat yüzde 45.6 artıyor. Dolayısı ile dış ticaret açığı iki katı büyüyerek 25.4 milyar dolara tırmanıyor. Bir tarihi rekor daha... Aynı eğilimler TÜİK’in yayınladığı takvim ve mevsim etkisi temizlenmiş verilere yansıyor. 2010’un son çeyreğinden bu yılın ilk çeyreğine ihracat yüzde 3.3 (yıllık yüzde 14), ithalat ise yüzde 9.4 (yıllık yüzde 40) artıyor. Bu açık sürdürülemezİki ay önce, 1 Mart tarihli yazımda Ocak dış ticaretine bakarken uyardım. 2011’de dış ticarette 100 milyar dolar, cari işlemlerde 80 milyar dolar açığa kendinizi hazırlayın dedim. Merkez Bankası’nın Şubat’ta tercih ettiği bekle-gör tavrını eleştirdim.Görünen köy kılavuz istemez. İlk çeyrek cari işlemler açığı 20 milyar doları geçer. Yani dış açığın milli gelire oranı yüzde 10 hatta üstüne çıkar. Son oniki ayın açığı da 60 milyar doları görür. Yıllık milli gelirin yüzde 8’i demektir. Hatırlarsanız yılbaşında 2011 için tahmin yapmadım. Bir nedeni yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Mevcut konjonktür dış açığın milli gelire oranını yüzde 10’a taşıyor. Bence bu düzeyde bir dış açığın sürdürülmesi zordur. Mutlaka bir düzeltme gelecektir.Ne zaman? Kim yapacak? İntizamlı olur mu? İktisat politikasının öncelikli sorunları bunlardır. Önümüzdeki günlerde bu soruların ayrıntılarına girme fırsatımız olacaktır.