Üç haftadır uzun döneme odaklandık. Önce Türkiye’nin büyüme performansını başka ülkelerle karşılaştırdık. Sonra partilerin 2023 hedeflerini değerlendirdik. Maalesef konjonktürü ve yayınlanan verileri ihmal ettik. Birikti. Neyse ki veri akımı hiç durmuyor. Mart dış ticareti cuma, nisan enflasyonu salı, sanayi üretimi sonraki pazartesi vs. birbiri ardına yeni göstergeler yayınlanacak. Bu kez kaçırmak istemiyorum. Üniversiteye giriş sistemi istisna olabilir. Mevcut anlayışı yıllardır eleştiriyorum. “Bedava üniversite-merkezi test sınavı” ikilisinin ortaöğretimi de perişan ettiğini savunuyorum. Tekrarlamak pahasına yazmak istiyorum.Yılın ikinci Enflasyon Raporu bugün Merkez Bankası tarafından açıklanıyor. Para politikasının temel metnidir. Başçı ilk kez başkan sıfatı ile sunuyor. Yeni politika bileşimine açıklık getirmesi bekleniyor. Bütçede ciddi iyileşmeİlk çeyrek (ocak-mart) bütçe gerçekleşmesi Maliye Bakanlığı tarafından açıklandı. Maliye politikası daima ve her yerde ekonominin en kritik belirleyicisidir. Ayrıca bu yıl bütçeyle ilgili ek tereddütlerin olduğu biliniyor. Biri seçimin etkisidir. Hükümet bütçe disiplinini bozacak mı? Yılbaşında önce bozması bekleniyordu. Diğeri hızla büyüyen dış açık sorunudur. Acaba maliye politikasında ek sıkılaştırma gerekir mi? İlk çeyrek sonuçlarını geçen yıl ile karşılaştıran tablo aşağıdadır. Fiili veriler sağ yarıda, Mart 2011 fiyatları ile enflasyondan temizlenmiş veriler ise sol yarıda yer alıyor. Geçen yıla göre bütçede çok ciddi bir iyileşme olduğu hemen görülüyor.Reel değişim sütununu özetleyelim. Bütçe (ve vergi) gelirleri yüzde 15 artıyor. Hızlı büyümenin sonucudur. Hükümetten kaynaklanmıyor. Buna karşılık faiz-dışı harcama yüzde 6 artıyor. İlk çeyrekte beklenen büyüme hızının altındadır. Esas iyi haber faiz ödemelerinden geliyor: Yüzde 11 azalıyor. Bu ise toplam harcama artışını yüzde 2‘ye düşürüyor. Böylece faiz-dışı fazla bir buçuk katına (yüzde 156) yükselirken bütçe açığı üçte birine (yüzde 65) iniyor. Sıkı mı, gevşek mi?Yukarıdaki sorulara dönelim. Seçim ekonomisinin en iyi göstergesi faiz-dışı harcamalardır. En azından milli gelirden hızlı artması, yani milli gelire oranının yükselmesi gerekir. İlk çeyrekte büyümeyi bilmiyoruz ama yüzde 6’dan büyük çıkacağı kesindir.İkinci soru daha zordur. İdeolojiler devreye girer. ABD’deki yoğun tartışmalara arada sırada değiniyoruz. Keynesyenler bütçe açığına hoşgörülü yaklaşır. “Güvercin” denir. Anti-keynesyenler denk hatta fazla veren bütçe sever. “Şahin” denir. Ben ilk gruptayım. Tablodaki sayılara bakınca, maliye politikasına “gevşek” diyemiyorum. En önemli gösterge, hükümetin faiz ödemesi azalınca farkı harcayacak yerde tasarruf etmesidir. Bütçe açığındaki büyük düşüş bunu yansıtıyor. Velhasıl bütçe disipline yeni para politikası bileşimine destek veriyor. Sevindiricidir.Cari Fiyat Milyar TL Mar-10 Mar-11 Değişim % Gelir 57 69 21Vergi 48 57 20Harcama 68 73 7Faiz-dışı 53 59 10Faiz 15 14 -7Faiz-dışı denge 4 10 169Bütçe dengesi -11 -4 -64Sabit Fiyat Milyar TL Mar-10 Mar-11 Değişim %Gelir 60 69 15Vergi 50 58 15Harcama 72 73 2Faiz-dışı 56 59 6Faiz 16 14 -11Faiz-dışı denge 4 10 156Bütçe dengesi -12 -4 -65
AKP ve CHP’nin 2023 hedeflerine bakıyoruz. İlk yazıda öngörülen milli gelir büyüklüklerini ele aldık. Varsayımlarına açıklık getirdik. AKP’nin büyüme hedefini muhafazakâr, CHP’ninkini abartılı bulduk. İkinci yazı ihracat tahminlerine odaklandı. İki partinin de ihracat/milli gelir oranında çok ciddi bir artış hedeflediğini saptadık. Buradan döviz kuruna geçtik. Hedeflerin varsayılan kur düzeyi ile uyumlu olmadığı sonucuna ulaştık. Sıra iki partinin 2023 için istihdam ve işsizlik tahminlerine geldi. Diğer makro göstergeler (büyüme, enflasyon, kur vs.) neticede soyut sayılardır. Ekonominin gidişatı vatandaşın günlük hayatına istihdam olanakları ve işsizlik riski ile yansır. Fevkalade somuttur. İstihdamda ciddi artışİşsizlik sorununa iki program da öncelik tanıyor. İstihdamı teşvik etmek ve işsizliği azaltmak için uygulanacak politikalar ayrıntılı şekilde açıklanıyor. Olumludur.Ancak programlarda istihdam sayıları yer almıyor. Onun yerine iki kritik oran için 2023 tahminleri veriliyor: İş gücüne katılım oranı ve işsizlik oranı. İş gücünü çalışanlar artı işsizler oluşturuyor. İş gücünün çalışabilir nüfusa (15+ yaş grubu) bölünmesi katılım oranını veriyor. 2010’da katılım oranı yüzde 49 oldu. 2003’te AKP yüzde 50’ye, CHP yüzde 55’e yükselmesini öngörüyor.İşsiz sayısını işgücüne bölünce işsizlik oranı bulunuyor. 2010’da işsizlik oranı yüzde 11,7 oldu. 2003’te AKP yüzde 5’e, CHP yüzde 6’ya düşmesini öngörüyor.Bize 2023’te çalışabilir nüfus gerekiyor. Son altı yılın artış hızı ile 65 milyon kişi buluyoruz. Hesap ayrıntıları ile sizi sıkmak istemiyorum. Doğrudan 2023 bulgularıma geçiyorum.AKP: toplam istihdam 30.9 milyon, işsiz 1.5 milyon, yaratılan istihdam 8.1 milyon (yılda 620 bin).CHP: Toplam istihdam 33.6 milyon, işsiz 2 milyon, yaratılan istihdam 10.8 milyon (yılda 830 bin). Karşılaştırmak için: Son beş yılda toplam istihdam artışı 2.5 milyon yani yılda 500 bin oldu. Gerçekçi durmuyorBiraz da ayrıntıda gizlenen şeytanları arayalım. İki program da tarım istihdamına değinmiyor. Halbuki tarımın payı hâlâ çok yüksektir (yüzde 25). Gerilemesi, yani istihdamın tarım dışında (ve ücretli kategorisinde) artması gerekiyor. Bu amaçla iki senaryo yazdım.İlkinde tarım istihdamı sabit kalıyor (5.8 milyon). Sadece tarım dışı istihdam artıyor. Hatırlatalım: 2005-10 döneminde yıllık tarım dışı istihdam artışı 420 bindir. Bu senaryoda tarım-dışı istihdam artışı AKP için yılda 620 bin, CHP için 830 bin çıkıyor. Tarımın payı 2023’te yüzde 18’e iniyor. İkinci senaryo 2023’te tarımın payını yüzde 12’ye düşürüyor. Bekleneceği gibi, yıllık tarım-dışı istihdam artışı zıplıyor: AKP’nin toplam istihdam hedefinin tutması için yılda 780 bin, CHP için ise 970 bin artış gerekiyor.Dolayısı ile analize tarım-dışı istihdama bakınca programların istihdam ve işsizlik tahminleri hiç gerçekçi durmuyor.
İki büyük partinin ekonomik programına bakmaya devam ediyorum. Geçen yazıda 2023 için milli gelir hedeflerini ele aldım. 2023 doları ile ifade edilen sayıların gerisindeki varsayımları hesapladım. Hatırlayalım. Yıllık reel büyüme hızı: AKP yüzde 5.1, CHP yüzde 6.9. Yıllık ABD enflasyonu: İkisi de yüzde 2. TL’de reel değer artışı: İkisi de yüzde 1. AKP’nin 2.06 trilyon dolar, CHP’nin 2.6 trilyon dolar milli gelir tahmini bu varsayımlarla tutarlı çıktı. Önerilen büyüme hızları gerçekçi mi? Ayrıntılı bir değerlendirme yapmadım. Programların içsel tutarlılığına odaklanmayı tercih ettim. Sadece kendi tahminimle (yüzde 5.5) karşılaştırdım. AKP’ninki muhafazakar, CHP’ninki abartılı duruyor dedim.İhracatta büyük artışİhracatın 2023’de ulaşacağı büyüklük de kamuoyunun çok ilgisini çekti. 2010 ihracatı 114 milyar dolardı. Onüç yılda AKP 500 milyar dolara (4.4 katı), CHP 650 milyar dolara (5.7 katı) yükselmesini öngörüyor. Bu sayıları ilk bakışta yadırgamadım. Çünkü geçmişle karşılaştırınca mümkün duruyordu. Onüç yıl önce (1998’de) ihracat 27 milyar dolardı. 2008’de 4.9 katına çıkmıştı. Küresel krizde darbe yemesine rağmen 2010’da 4.3 katı oldu. Gene de bir sağlama yapmak istedim. Bu amaçla en sık kullanılan yönteme başvurdum. İhracatın milli gelire oranına baktım. İlginç bir sonuç çıktı. İki program da ihracat/milli gelir oranında çok ciddi artış öngörüyordu. 2003-10 arasında ihracatın milli gelire oranı yüzde 16.2’dir. Zirveye yüzde 17.9 ile 2008’de tırmandı. 2010’da ise yüzde 15.5’da kaldı. 2023’de ise AKP’nin tahmini yüzde 24.2, CHP’ninki yüzde 25’dir. Olabilir mi? Elbette. Ekonomide her şey mümkündür; yeter ki hedefle uyumlu iktisat politikaları uygulansın. Doğru politikalarla ihracat/milli gelir oranını da öngörülen düzeylere yükselir. Tahmin edeceğiniz gibi, aklıma hemen döviz kuru geldi.Kur ne oluyor?Bir başka ilginç gözlemle başlayalım. Enflasyon ve döviz kuru konusunda iki program da sayısal tahmin vermiyor. Elimizde sadece yukarıda değinilen TL’nin reel değeri varsayımı var. Ama hesap için o da bize yetiyor. Eldeki veri ve varsayımlar: 2010’da ortalama sepet kur 1.75 TL; yıllık ABD enflasyonu yüzde 2; TL’de yıllık değer artışı yüzde 1. Geriye Türkiye enflasyonu kalıyor. Onu da yüzde 5 kabul edelim. Sizi ayrıntıya boğmadan doğrudan sonuçlara geçiyorum. İki programda da 2023 için sepet kur 2.24 TL çıkıyor. Bugünkü paritede (1.45), 2023’de dolar 1.83 TL, euro 2.65 TL oluyor. Buna göre TL’nin onüç yılda toplam nominal değer kaybı yüzde 28’dir. Bu kurlar ihracatın öngörülen düzeye ulaşmasını temin eder mi? Tereddütsüz “Hayır” derim. İçsel tutarlılıktan bunu kasdediyorum. Milli gelir hesabında kullanılan döviz kurlarının programların ihracat hedefleri ile uyumsuzluğu çok açıktır. Devam edeceğim.
Önce AKP, sonra CHP ekonomi programını açıkladı. İlkini basıp okumaya zamanım oldu. Diğeri dün internete konuldu. Ayrıntılı inceleyemedim. Ama temel göstergelere bakabildim. En azından genel çerçevesini gördüm.Bu seçimde bir dizi olumlu yenilik gözleniyor. Biri program ufkunun uzamasıdır. Geçmişte seçim beyannameleri bir meclis dönemini yani dört-beş yılı kapsardı. Bu kez iki parti de 2023’ü temel aldı. Cumhuriyetin yüzüncü yılı için hedeflerini belirledi. Diğeri içeriğin zenginleşmesidir. Eski programlar genelgeçer vaatlerden oluşurdu. Büyüme, dış ticaret, işsizlik, yoksulluk vs. temel göstergeler için sayı telaffuz edilmezdi. Sonradan hesap sorma yolu böylece kapatılırdı. Bu kez, tersine, nokta hedefler kondu.Her ikisi de olumlu gelişmelerdir. Özellikle ikincisi programlara disiplin getiriyor. Afaki vaatlerin önünü kapatıyor. İki büyük partinin de popülizmden uzak durma çabası gelecek için sevindiricidir.Dolarla milli gelirTahmin edileceği gibi, bize bayağı iş çıktı. Nitekim 2023 için verilen milli gelir, işsizlik oranı, ihracat vs. tahminleri kamuoyunun çok ilgisini çekti. Dün Malatya’da konuşmam vardı. Önce bunlar soruldu.Milli gelirle başlamaya karar verdim. Zamanlama da denk geldi. Daha yeni milli gelir ve büyüme üzerine yazmıştım. Özellikle iki farklı tarihte milli geliri dolar bazında karşılaştırmanın yarattığı sorunları vurgulamıştım.Maalesef 2023 hedefleri gene dolar bazında açıklandı. Siyasi partilerin sabit fiyatlarla büyüme ya da TL cinsinden hesapları sevmediği anlaşılıyor. Herhalde vatandaşın dolarla milli geliri daha iyi kavradığına (!) inanıyorlar...Çok yanlıştır. Dolar bazında 2023 yılı milli geliri üç ayrı faktörün sonucudur. Biri reel milli gelirin büyüme hızıdır. Hesap sabit TL fiyatları ile yapılır. İkincisi ABD enflasyonudur. Üçüncüsü TL’nin dolar karşısında reel değeridir.Velhasıl, açıklanan sayı üçünün toplamıdır. Yani içinde reel büyüme, dolar enflasyonu ve kur değişimi vardır. Dolayısı ile esas bizi ilgilendiren başarı ölçüsü olan reel büyümenin görülmesini gereksiz yere zorlaştırır.Hesaplar tutuyorKontrol için hesabı baştan yapalım. Kritik büyüklük ortalama büyüme hızıdır. Tartışmaya açıktır. Geçmiş ortalama yüzde 5’in altındadır. İyimser varsayımla yüzde 5.5 alalım. Milli gelir iki katına çıkar. Sabit 2010 doları ile 1.47 trilyon dolara yükselir. Ya ABD enflasyonu? Yıllık yüzde 2 ile dönem sonunda yüzde 29 ediyor. Çarpınca 2023 doları ve sabit TL değeri ile milli gelir 1.91 trilyon dolar hesaplanıyor. Reel kur değişimini tahmin etmek çok zordur. Yıllık yüzde 1’le dönem sonunda yüzde 13,8 ediyor. Çarpınca cari kurdan 2013 milli geliri 2.17 trilyon dolar çıkıyor. AKP’nin öngördüğü 2.06 trilyon doların biraz üstündedir. Farkın nereden kaynaklandığını bilmiyoruz. Ama ABD enflasyonu ve reel kur varsayımlarını sabit tutarken büyüme hızını yüzde 5.1’e indirince AKP tahminine ulaşıyoruz. Ya CHP? 2013’te milli geliri 2.6 trilyon dolar öngörüyor. Fakat yüzde 6.9 büyüme hedefliyor. Fark tümü ile daha hızlı reel büyümeden kaynaklanıyor.Sonuç: 2023’te cari kurdan milli gelirin 2 trilyon doları aşması şaşırtmıyor. Buna karşılık AKP’nin büyüme tahmini biraz muhafazakâr, CHP’ninki biraz abartılı duruyor. Devam edeceğim.
Mevcut yasal düzenlemeye göre Merkez Bankası Başkanı hükümet tarafından beş yıl için atanıyor. Bu süre içinde görevinden alınamıyor. Merkez Bankası’na göreli bağımsızlık sağlayan bu özelliktir. Buna karşılık yeniden atanabiliyor. Eski başkan Durmuş Yılmaz dönemi sonunda emekliye ayrıldı. Yerine 2003’ten bu yana Merkez Bankası’nda Başkan Yardımcısı görevini sürdüren Erdem Başçı geldi. Sanırım ayrıntıları medyada izlediniz. Devir-teslim töreni bugün yapılıyor.Yılmaz’ın 2006’da atanması seçimle gelen hükümeti hukuk dışı yöntemlerle devirme çabasının zirveye tırmandığı günlere denk geldi. Maalesef çirkin oyunlar Merkez Bankası’na da uzandı. Neler yapıldığını, yazıldığını ve söylendiğini dün gibi hatırlıyorum.Ne oldu? Siyasi konjonktür tersine döndü. Tarihin akışı darbecileri ve destekçilerini tasfiye etti. Sonuç sevindiricidir. Görevini bırakırken Yılmaz’a yazılan övgüleri ibretle okuyorum.Para politikası on yaşındaTürkiye’de para politikasının miladı 2001 krizidir. Öncesinde bugünkü anlamda para politikasından söz etmek olanaksızdır. Merkez Bankası Hazine’nin ihtiyaçlarını sağlayan idari bir birimdir. Banknot matbaası ile özdeştir. Geri planda iki gelişme yatıyor. Kritik olan Şubat 2001’de dalgalı kur rejimine geçilmesidir. Böylece Merkez Bankası para piyasasında faizleri belirleme olanağına kavuştu. Özellikle ilk başlarda çok muhalefet edildi. Ama dalgalı kur rejimi kalıcı oldu. Diğeri, para politikasına güncel siyasetin müdahalesini zorlaştıran hukuki çerçevenin kurulmasıdır. Bağımsızlığa yukarıda işaret ettim. Aynı şekilde Merkez Bankası’nın Hazine ile göbek bağı da kesildi.On yıllık dönemi de kendi içinde ikiye ayırmak gerekiyor. 2006 öncesinde para politikası kurallara bağlanmadan yürütüldü. Yetki, Başkan Serdengeçti’de toplanmıştı. Bence gereksiz şekilde uzatılan bir hazırlık dönemi olarak görebiliriz.Ocak 2006’da enflasyon hedeflemesine geçildi. Nispeten iyi tanımlanmış bir para politikası çerçevesidir. Daha şeffaftır. Kamuoyunun Merkez Bankası’na hesap sormasını kolaylaştırır.Uzun bir yazı gerekiyorBugün için niyetim Yılmaz döneminin kısa bir değerlendirmesini yapmaktı. Hafta sonunda biraz çalıştım. Arşivde son on yılda para politikası üzerine yazdıklarımı okudum. Doğrusu şaşırdım. Ne kadar çok para politikası konuşmuşuz!Dolayısı ile vazgeçtim. Yerine para politikasının on yılını bir bütün olarak ele alacak bir yazı dizisi hazırlamaya karar verdim. Hemen yetiştirebilir miyim, bilmiyorum. Ama en kısa sürede yapmayı umut ediyorum. Eski başkan Yılmaz’ı sevgi ve saygı ile uğurlamak istiyorum. Türkiye’nin merkez bankacılık tarihinde hak ettiği yeri alacaktır. Yeni başkan Erdem Başçı’yı ise candan kutluyorum. Hiç tereddüdüm yok, başarılı olacaktır.
Köşe yazarının “laneti” diyebiliriz. Seçim takviminin bu noktasında partilerin aday belirleme yöntemini yazarım. Lider hegemonyasının nedenlerini açıklarım. Çözüm önerileri getiririm.Arşive baktım. Her seçimde böyle olmuş. Özellikle 2007’de yazdıklarım dikkatimi çekti (22 ve 24 Mayıs). Tek kelimesini değiştirmeden bugün de yayınlanabileceğini gördüm. Doğrusu canım sıkıldı. Bu kez es geçmeyi bile düşündüm. Sonra dayanamadım.Temsili demokrasi, adı üstünde, vatandaşın siyasi sürece temsilcileri aracılığı ile katılmasıdır. Bu süreçte temsil mekanizması kritik önem kazanır. Seçim sistemi işte bu süreci düzenler.Bir demokraside böylesine belirgin lider hegemonyası nasıl oluşur? Cevabı seçim sisteminin ayrıntılarında yatar. Onları anlamadan ve onları değiştirmeden sorun çözülemez. Milletvekillerinin fiilen bir ya da birkaç kişi tarafından seçilmesi engellenemez.Dar bölge gerekiyorTürkiye’nin sorunu çok milletvekilli (geniş) seçim bölgeleridir. 12 Haziran’da İstanbul üç bölgede 85 milletvekili seçiyor. Seçmen olsa olsa ilk iki-üç sıradaki adayları tanır. 30 adayın geri kalanı anonim hale gelir. Vekil-müvekkil ilişkisi kopar.Kısır döngü bu şekilde kurulur. Adayları tanımayınca seçmenin kararında parti lideri öne çıkar. Doğal olarak, partiye oyları getiren lider, partinin adaylarını belirleme yetkisini de üzerine alır. Başka türlüsünü düşünmek bile abesle iştigaldir.Halbuki demokrasinin beşiğinde tekli (dar) seçim bölgesi vardır. Bölge seçmenini bir kişi temsil eder. Adaylar arasında en yüksek oyu alan temsilci (milletvekili) seçilir. Müvekkilin vekille kurduğu doğrudan ilişki lider sultasına giden yolları kapatır.Dar bölge sisteminin esas gücü bu noktada devreye girer. Partililerin hatta parti seçmeninin parti adayını saptamasına olanak tanır. Bu şekilde yapılan önseçimde vatandaş tercihlerini ifade eder.Böylece siyasi meşruiyet sıralaması doğru kurulur. Vekil önce kendi partisinin sonra diğer partilerin adaylarını mağlup ederek gelmiştir. Lidere saygısı sonsuzdur. Ama esas sorumluğu onu oraya taşıyan teşkilata ve seçmenleredir.ABD’de bir deneyBu nedenlerle uzun süredir dar bölgeli iki turlu seçim sistemini savunuyorum. İlk turda seçmen parti adaylarını tercih eder. En yüksek oy alan iki partinin en yüksek oy alan iki adayı ikinci turda yarışır. Kazanan bölge seçmenini temsil eder.Geçtiğimiz yıllarda ABD’nin batı eyaletlerinde son derece ilginç, hatta devrimci diyebileceğimiz yeni bir uygulama filizlendi. Bizde haber olmadı. Şöyle çalışıyor. İlk turda partiler adaylarını gösteriyor. İkinci tura en fazla tercih alan iki aday geçiyor.Neden ilginç? Çünkü ikinci tura çıkan iki aday da aynı partiden olabiliyor. Başka türlü söyleyelim. Yeni sistem vatandaşa sevmediği adayları sunan partiyi seçimden tümü ile tasfiye fırsatını veriyor. Yani, bırakın lideri, parti teşkilatının gücünü de kısıtlıyor. Yerine seçmeni güçlendiriyor.Doğrusu iyimser değilim. Gelecek seçimlerde aynı yazı ile karşılaşırsanız hiç şaşırmayın. Burası Türkiye, burada işler böyle yürür...
Bir hafta içinde önemli veriler açıklandı: Şubat sanayi üretimi, dış ticaret miktar endeksleri, ödemeler dengesi; mart tüketim eğilimi, kredi-mevduat hacmi ve Nisan Beklenti Anketi. Dünyada da ilginç gelişmeler var: Petrol fiyatı, euro’nun yükselişi, Portekiz’in durumu vs. Şimdilik girmiyoruz. Zaten her şeyi günlük izlemek gerekmiyor. Onun yerine Türkiye’nin büyüme performansına odaklandık. Geçen yazıda Pennsylvania Üniversitesi verilerini (Penn Tables) kullandık. 1950-2000 döneminde Türkiye’yi Arjantin fiyaskosu ve Kore mucizesi ile karşılaştırdık.İlginç bir sonuca ulaştık. Türkiye’de kişi başına gelirin ABD’ye oranı elli yıllık dönemde sabit kalıyor. Yani savaş sonrası dönemde Türkiye büyüyor ama nispi fakirlik döngüsünü kıramıyor. “Yerinde sayan Türkiye” diye özetledik.1998’den bugüneBugün mukayeseyi yakın geçmişe taşıyoruz. Geri planda önemli bir soru yatıyor. Acaba 2000 sonrasında uygulanan politikalar Türkiye’nin büyüme performansını etkiledi mi? Ya da uzun dönemli büyüme eğilimi değişti mi?İdeali bu soruya da aynı veri setini kullanarak cevap aramak olurdu. Maalesef bunu iki nedenle yapamıyoruz. Bir: “Penn Tables” verileri 2007’de bitiyor. İki: Daha gerçekçi olan 1998 bazlı milli gelir serisini kapsamıyor.Neyse ki 1998-2009 için Dünya Bankası’nın satınalma gücü paritesine göre kişi başına gelir serisi var. Ancak bu kez hesap birimini değiştirip diğer ülkeleri Türkiye’nin yüzdesi olarak ifade ettim. Ülke seçiminde Arjantin’i çıkardım, Kore’yi tuttum. Üç yeni ülke ekledim: Çin, Hindistan ve Tayland. Orada kestim. Karmaşık grafikler zor anlaşılıyor.Bu ülkeler gelişmişlik açısından homojen değil. Kore artık gelişmiş ülke; kişi başına geliri Türkiye’nin iki katından fazla. Onu sağ eksende gösterdim. Diğerlerinin kişi başına geliri Türkiye’nin altında; sol eksene koydum.Eğilim değişiyorBir özellik derhal göze çarpıyor. 1998-2009 arası çok net şekilde iki alt dönemden oluşuyor. 2003’e kadar dördü de Türkiye’den daha hızlı gelişiyor. Buna karşılık 2003 sonrasında işler karışıyor. Farklar beliriyor.2003 sonrasında ne oluyor? 2004-2009 döneminde ikisi (Kore ve Tayland) çok net şekilde Türkiye’den yavaş büyüyor. Kore Türkiye’ye kıyasla ciddi irtifa kaybediyor. Tayland ise Türkiye’nin tekrar farkı açtığını görüyor.Hindistan arada kalıyor. 2004-2008 arasında yatay seyrediyor. Büyüme hızı eşit demektir. 2009’da küresel krizden az etkilendiği için eğri yukarı dönüyor. İlginç şekilde, 2004-2006 arasında Çin de yatay seyrediyor. Beklemiyordum. 2007’de Çin yeniden zıplıyor. Özellikle krizde Türkiye’ye fark atıyor.Bence manzara açıktır. Sayılar 2004’ten itibaren Türkiye’de büyümenin hızlandığına işaret ediyor. 2010 sonuçları bu eğilimi daha belirgin hale getirecektir. Devam etmek istiyorum.
Yayınlanan verileri ve diğer konjonktür gelişmelerini bir süre ihmal edeceğim. Onun yerine Türkiye ekonomisinin tarihi performansına bakmaya çalışacağım. Arada sırada günlük haberlerin dışına çıkmak daima yararlıdır.Küresel düzeyde veri akımının kolaylaşması internetin önemli yan ürünlerinden biridir. Artık gelişmiş ülkelerin veri bankalarına ulaşmak eskisi gibi meşakkatli değil. Eldeki son veriler hemen indiriliyor.Bu arada veri kalitesi de düzeldi. Örneğin dünya ülkeleri için milli gelir serileri karşılaştırılabilir halde geçmişe uzatıldı. Böylece daha az ölçme hatası taşıyan uzun dönemli mukayeseler yapma olanağını bulduk. Bunlardan hareketle yaptığım bazı hesapları epeydir sunumlarda kullanıyordum. Türkiye’nin performansını dünya deneyimine oturtmaya imkan veriyor. 2010 milli gelir verileri bahane oldu. Bunları okuyucularımla da paylaşmaya karar verdim. 50 yılın bilançosuDünya çapında geçmişe yönelik milli gelir verileri Pennsylvania Üniversitesi’nde “Uluslararası Üretim, Gelir ve Fiyatlar Mukayese Merkezi” tarafından hesaplanıyor. İktisatçılar kısaca “Penn Tables” diyor(http://pwt.econ.upenn.edu).Veri seti 1950’de başlıyor. Savaş sonrası dönemin başlangıcı olarak kabul edilebilir. 2007’ye kadar geliyor. Otuzun üstünde seri var. Bazı kritik göstergelerde birden fazla hesap yöntemine başvuruluyor. Bizim ilgimizi biri çekiyor: ABD’nin yüzdesi olarak kişi başına gelir. Üç farklı yöntem var. Kolaylık olsun diye üçünün ortalaması aldım. Ülkenin ABD ile arasındaki farkı kapatıp kapatmadığını gösteriyor. Grafiği basitleştirmek için mukayeseyi üç tarihte yapıyorum: 1951, 1975 ve 2000. Yani 25 yıllık ara ile bakıyorum. Tek yılda özel bir durum olabileceğini düşünerek üç yıllık ortalamaları tercih ettim. Mukayesede ülke seçimi önemlidir. Grafiği basit tutmak için bilerek iki-üç ülkeyi aldım: Arjantin ve Kore. Arjantin 20’nci yüzyılın en büyük fiyaskosudur. Kore ise savaş sonrası dönemde bir mucize gerçekleştirmiştir. Yerinde sayan TürkiyeGrafikte her ülke için üç çubuklu bir grup var. İlk çubuk 1951’de, ikincisi 1975’de, üçüncüsü 2000’de kişi başına gelirin ABD’ye oranını gösteriyor. Sanırım bu hali ile çok çarpıcı olduğunu siz de kabul edeceksiniz.Arjantin sürekli irtifa kaybediyor. 1951’de kişi başına geliri ABD’nin yüzde 57’si iken 1975’de yüzde 51’e, 2000’de yüzde 31’e düşüyor. Yani Arjantinliler dönem boyunca Amerikalılara kıyasla sürekli fakirleşiyor.Kore’de tam tersi yaşanıyor. 1951’de kişi başına geliri ABD’nin yüzde 10’u iken 1975’de yüzde 18’e, 2000’de yüzde 51’e tırmanıyor. Yani Koreliler bu dönemde Amerikalılarla aralarındaki farkı hızla kapatıyor.Ya Türkiye? 1951’de kişi başına geliri ABD’nin yüzde 16’sı iken 1975’de yüzde 19’a çıkıyor ama 2000’de tekrar yüzde 16’ya geriliyor. Yani Türkler bu dönemde Amerikalılara kıyasla ne zenginleşiyor ne de fakirleşiyor. Ancak başlangıçtaki durumu koruyorlar. Bu verilerde de mutlaka ölçme hataları vardır. Gene de ana eğilim çok belirgindir. 1950-2000 arasında Türkiye başarısızlık örneği değildir; ama başarı örneği de değildir. “Yerinde sayan Türkiye” tam yakışıyor. Devam edeceğim.