Yeni hükümeti beklerken

22 Haziran 2011

Para Politikası Kurulu PPK seçim sonrası ilk kez bugün toplanıyor. İktisat politikasının yönelimi hakkında mutlaka yeni bilgi gelecektir. Doğal olarak, mali piyasalar ve iktisatçılar PPK kararını merak ve heyecanla bekliyor. Seçim öncesinde uzun bir konjonktür analizi yaptık. Dış açıkta somutlaşan makro dengesizliğin nedenlerini araştırdık. Mevcut durumun geçmişten farklarını gösterdik. Düzeltmenin eksenlerini saptadık. Siyasi tercihlerin kritik rolünü vurguladık.Ancak analizi tam iktisat politikası opsiyonlarına gelince kestik. Çünkü seçim sonuçlarını ve yeni hükümetin yapısını ve tavrını bilmiyorduk. Seçim oldu. Ama yeni hükümet daha kurulmadı. Dolayısı ile hâlâ beklemedeyiz. Eski yazılarımı gözden geçirirken dikkatimi çekti. Seçim sonrasını FORTUNE dergisi Haziran sayısında yazmışım. Fakat bu köşeye taşımayı unutmuşum. Neyse ki güncelliğini kaybetmedi. Yazının o bölümü aşağıdadır.“Hayır, ama...”“Seçim sonuçları ekonomiyi etkiler mi? Vatandaş için “hayır”; çünkü seçim sadece malumu ilan ediyor. Unutmayın ki AK Parti’nin seçimi kazanacağı 12 Eylül referandum gecesi kesinleşti. Yani piyasa jargonu ile vatandaş tarafından dokuz ay öncesinden “satın alındı”. 2010 sonbaharından itibaren tüketim ve yatırımda yaşanan canlanmanın gerisinde vatandaşın siyasi ufkunun bu şekilde uzaması yatıyor. İktisat politikası etkilenir mi? Bu kez “hayır, ama...” diyeceğim. Hayır; çünkü bu seçimde gerçek anlamda bir ilk zaten yaşandı. Altı ay sonra seçim olmasına rağmen ekonomi yönetimi 2011 başından itibaren para ve maliye politikasında sıkılaştırmaya gitti. Ayrıca özel kesim harcamalarındaki hızlı artış denetim altına alınıncaya kadar aynı yönde ek tedbirlerin geleceği seçim kampanyası sırasında bile net şekilde ifade edildi. Dolayısı ile seçim sonrasında mevcut politikalarda köklü bir değişim gerekmiyor.Ama; çünkü her şeye rağmen ufuktaki seçim, iktisat politikası opsiyonlarına bir takım kısıtlar getirdi. Açıklayalım: Ekonomi yönetimi dış açık kökenli dengesizliğin intizamlı bir süreçte düzeltilmesini hedefliyor. “Yumuşak iniş” ifadesi politika metinlerine de girdi. Ancak, altı aylık uygulamaya bakınca, “yumuşak” sözcüğünün öne çıktığını görüyoruz. Siyasi otoritenin özellikle döviz kurunda seçim öncesinde bir hareket arzulamadığını kolayca tahmin ediyoruz. Seçim sonrasında bu tahdit ortadan kalkıyor. Dolayısı ile TL’de değer kaybına daha sıcak bakan bir yaklaşım beni şaşırtmayacaktır.”BDDK’nın hamlesiTam PPK toplantısı öncesinde konuşmak “erken öten horoz” riski taşır. Merkez bankacılığının tarihi gelenekleri arasında piyasaları şaşırtan kararlardan adeta zevk almak vardır. İşin doğası öyledir. Sürpriz daima gündemdedir. Ama hafta başında önemli bir gelişme yaşandı. BDDK nihayet devreye girdi. Yetkisini kullandı. Bankaları sıkıştıran bir dizi karar aldı. Ayrıntıları medyada okudunuz. Kredi faizlerine derhal yansıdı. Kredi artışını sınırlama arayışına BDDK’nın aktif katılımı yukarıdaki beklentimi destekliyor. “Dereyi görmeden paçaları sıvama” diyeceksiniz. Haklısınız. Ama o yönde güçlü bir işarettir. Önümüzdeki günlerde bu konuları çok tartışacağız.

Devamını Oku

Özel tüketim ne kadar arttı?

20 Haziran 2011

Son yazıda özel tüketim düzeyi ile seçim sonucu arasındaki ilişkiye baktım. Dolarla hesaplayınca 2002’den 2010’a özel tüketim harcamalarının yüzde 150 arttığını gösterdim. Etkileyici dedim. Olağan pazar telefon sohbetimizde Ege Cansen itiraz etti. Yıllardır ikimiz de milli gelirdeki değişimin dolarla hesaplanmasına karşı çıktık. Nedenini bıkmadan yazdık. Dolar kendi değeri sabit bir ölçü birimi değildir. Nitekim AKP iktidarı döneminde diğer ülke paralarına kıyasla ciddi şekilde geriledi. Aslında tembellik ettiğimi kabul etmek zorundayım. Daha gerçekçi bir sonuç için en azından euroyu ve döviz sepetini de hesaba katmak gerektiğini biliyordum. Ama basiretim bağlandı. Daha doğrusu üşendim. Sonucu fazla etkilemez dedim. Neyse, hatada ısrarı sevmem. Çabuk dönmenin faziletine inanırım. Ayrıca konuyu gerçekten önemli buluyorum. Oturup özel tüketim artışını başka ölçüler kullanarak yeniden hesapladım.Farklı hesaplarEuro ile başlayalım. 2002’de ortalama parite 0.94’ten 2010’da 1.33’e yükseldi. Yani bu dönemde dolar euro karşısında yüzde 40 değer kaybetti. Dolayısı ile özel tüketimde euro ile hesaplanan artış daha düşük çıkacaktır. 2002’de özel tüketim harcaması 179 milyar euro iken 2010’da 371 milyar euroya yükseliyor. Aynı dönemde Euro Bölgesi enflasyonu yüzde 17.5’tir (ABD’de yüzde 21). Yüzde 10 nüfus artışını da ekleyince euro ile reel özel tüketim artışı yüzde 70’e geriliyor. Ancak dolar gibi euro da değişken bir ölçü birimidir. O nedenle Türkiye’nin dış ticaret yapısını daha iyi yansıtan “0.5 dolar + 0.5 euro” döviz sepeti daha makul bir sonuç verir. Ayrıntıyı bırakıyorum. Özel tüketim artışı yüzde 103 çıkıyor. Konuşma sırasında Ege bir başka yöntemi hatırlattı. Özel tüketimde sabit TL fiyatları ile artışı reel kurdaki değişimi hesaba katarak düzeltebiliriz. Bana çok makul geldi. Onu da yaptım. 2002’den 2010’a sabit TL fiyatları ile kişi başına özel tüketim artışı yüzde 37, TL’de reel değer artışı yüzde 29,5 çıkıyor. Böylece kur etkisi düzeltilmiş sabit TL fiyatları ile özel tüketim artışı yüzde 79 bulunuyor. ÖzetliyoruzSonuçları özetleyelim. Bir: Kişi başına milli gelir kısa dönemde iyi bir refah ölçüsü değildir. O nedenle seçmen tercihini anlamak için kişi başına özel tüketim harcamasına baktık. Karşımıza ek ölçme sorunları çıktı.İki: Milli geliri dönemler arasında karşılaştırırken tek doğru yöntem sabit TL fiyatlarıdır. Buna karşılık vatandaşın refahını ölçerken mutlaka döviz kurunu hesaba katmak gerekir. Çünkü döviz kuru değişimi tüketimi (refahı) bire bir etkiler.Üç: Refahı kesinkes ölçen mükemmel bir ölçü bulmak hayaldir. Doğru yöntem birden fazla ölçü kullanarak üst ve alt sınırlar hesaplamaktır. Böylece sağduyu ve gözlemlerle uyumlu bir sonuca ulaşılabilir. Dört: Hesaplar AKP iktidarında kişi başına özel tüketimin yüzde 100 civarında arttığına işaret ediyor. Etkileyici bir performanstır. Bu arada kişi başına reel gelir artışının (yüzde 32) üç katı olduğunu da belirtelim. Sürdürülebilir mi? Ekonomik ve siyasi gündemin kritik sorusu budur.

Devamını Oku

Özel tüketim ve seçimler

18 Haziran 2011

Okuyucularıma mahçubum. Açıklanan verileri ve diğer güncel gelişmeleri boşladım. Önce uzun bir konjonktür analizine giriştim. Ardından seçimlere odaklandım. Bir süre daha hoşgörülerine sığınıyorum. Önümüzdeki ay telafi ederim.AKP’nin seçim zaferine ekonomininkatkısını anlamaya çalışıyoruz. Geçen yazıda seçim kampanyalarını karşılaştırdık. CHPpopülizme yöneldi. AKP istikrarı savundu. Seçim sonuçları ortadaki seçmenin istikrarı tercih ettiğini gösterdi.Bugün basit ama önemli bir soruya cevap aramak istiyorum. Sekiz yıllık AKP iktidarı ekonomide ne ölçüde başarılıdır? Cevap bizi (maalesef) iktisadın bitmez tükenmez ölçme sorunlarına götürüyor. İki taraf var. Başbakan milli geliri dolar cinsinden ölçüyor. 3.2 katına çıkardık, çok başarılıyız diyor. İktisatçılar ise sabit TL fiyatları ile ölçülen milli gelir artışını yüzde 46 buluyor. Geçmiş dönemlerin altındadır, hükümet başarılı değildir diyor. Kim haklı?Gene ölçme sorunuİktisatçının hesabı kesinlikle doğrudur. Sevgili Ege Cansen her fırsatta hatırlatıyor. 2010 milli gelirinin açıklanmasından sonra ben de yazdım (7 Nisan). Ortalama büyüme hızı karşılaştırmaları da aynı sonucu veriyor.Böylece karşımıza bir bilmece geliyor. Büyüme performansı başarılı değilse, AKP’nin oy oranı neden yükseldi? İki ihtimal var. Bir: seçmen yanlış algılıyor. İki: iktisatçı yanlış ölçüyor. Cevabı baştan verelim. İkincisidir.Nasreddin Hoca hikayesine benzedi. Önce iktisatçı, sonra seçmen haklı dedik. Ölçme sorunlarına iyi örnektir. Ayrıntılı yöntem tartışmasına yerim yok. Olayın özünü kısaca anlatmaya çalışacağım.Milli gelir neyi ölçer? Refah düzeyini mi? Hayır, üretim hacmini ölçer. Uzun dönemde ikisi aynı şeydir. Ama kısa dönemde değildir. Çünkü vatandaş için refahı özel tüketimi ile özdeştir. Halbuki kısa dönemde özel tüketim üretimden hızlı artabilir. Bir yolu özel tüketimin milli gelirde payının yükselmesi yani ek refahın azalan tasarruftan kaynaklanmasıdır. Diğeri ekonominin gelirinin üzerinde harcaması yani ek refahındış açıkla beslenmesidir. İkisi bir arada “kaymaklı kadayıf” olur.Etkileyici refah artışıYani seçmen için milli gelir soyut bir sayıdır. Kendi tüketiminde nicel ve nitel değişim ise somut gerçektir. Ona bakar. Ancak işimiz burada bitmiyor. Üstelik, ölçülen büyüklüğün özellikleri ölçü birimi tercihini de etkiliyor. Açalım. Milli gelir sabit TL fiyatları ile ölçülür dedik. Ya özel tüketim? Refah karşılaştırması yaparken döviz (ve kur) anlam kazanır. Birinci elden biliyoruz. Değerli TL ithal malları ucuzlatıyor. Daha çok tüketilmesini sağlıyor. Dış açığı ve refahı beraberce arttırıyor. Sayılara dönelim. 2002’de özel tüketim 158 milyar dolardı. 2010’da 523 milyar dolara tırmandı. Yüzde 21 dolar enflasyonunu ve yüzde 10 nüfus artışını düşelim. Sabit dolarla ile kişi başına tüketim artışı yüzde 150 oluyor. Sekiz yılda 2.5 katı refah demektir. Etkileyicidir.Bilmeceyi çözdük. Doğru ölçünce seçmenin davranışı açıklanıyor. Bu arada analiz yeni bir pencere açıyor. Hükümet bu başarıyı dört yıl daha sürdürebilir mi? Sürdürmeli mi? Hem iktisat politikası hem siyaset açısından kritik sorular bunlardır. Devam edeceğim.

Devamını Oku

İstikrar ve popülizm

15 Haziran 2011

Sosyal bilimin zafiyetlerine arada sırada değinirim. Örneğin doğa bilimcisi hipotezini test etmek için kontrollü deneye başvurabilir. Ama toplum sosyal bilimciye bu yetkiyi asla tanımaz. Deneyi siyaset üzerinden kendisi yapar.Bu açıdan seçimler gerçek zamanda toplumsal deneylerdir. Siyasi partiler topluma farklı öneriler sunar.Vatandaş bunları değerlendirir. Bir karara ulaşır. Seçimde kullandığı oy bu kararını yansıtır.Bir hususu vurgulamak gerekiyor. Seçmen mesaj vermez. Oy verir. Karşısındaki önerilerden birini tercih ettiğini ifade eder. O kadar. Doğru yaklaşım bu kararın nedenlerine yönelmektir. Seçim sonuçlarında afaki seçmen mesajları aramak değildir.Geçen yazıda 2002 sonrasında siyasi yelpazede yaşanan konsolidasyona dikkat çektim. Kanıt olarak 2011’de oyların yüzde 95’ten fazlasının ilk dört partiye gitmesini gösterdim.Bugün ekonomik boyutu devreye sokmak istiyorum.Ekonominin katkısıYeni meclisin iki küçük partisi için ekonomi ikinci (üçüncü, dördüncü vs.) plandadır. MHP ve BDP’nin gerisinde Türk-Kürt milliyetçiliği ve aralarındaki çatışma yatıyor. Aldıkları oya ekonomik çıkar ve zihniyetin etkisi âdeta yoktur.Aynı şeyi AKP ve CHP için söyleyemeyiz. Doğal olarak, ikisinin de ekonomi-dışı saiklerle oy kullanan “çekirdek” seçmeni vardır. Fakat seçim başarısı ancak onların dışındaki seçmenin desteği ile mümkündür.Yüzer gezer oylar da deniyor.Böylece meşru bir soruya geliyoruz. AKP ve CHP oy oranlarına ekonomik etkenlerin katkısı nedir? Verilen cevaplar birbirine benziyor. Yakın geçmişin hızlı büyümesi ile AKP’nin zaferi arasında bağ kuruluyor.Gelişmiş ülkelerde de yaygın bir görüştür. İktidar partisi için canlı ekonomi avantajdır. Olumsuz konjonktür ise iktidarı zorlar. Aklıma hemen 2001 krizi sonrasında iktidar partilerinin meclis dışında kalması geliyor.Bu tefsiri yetersiz buluyorum. Çünkü sadece geçmişe bakıyor. Seçmeni esas ilgilendiren ise gelecektir. İpuçları seçim kampanyasında ortaya çıkar. İktisat politikasının temel yönelimi seçmen kararını etkiler.İki farklı kampanyaBu seçimde AKP ve CHP’nin önerdikleri iktisat politikaları farklılaştı mı? Bence evet. AKP diğer iki seçimdeki söylemini sürdürdü. Ekonomik istikrarı savundu. Düşük enflasyon ve faizi, mali disiplini vs. vurguladı. Seçim vaatlerini özellikle gerçekçi tutmaya özen gösterdi.CHP ise yoksullukla mücadeleye odaklandı. Gelir dağılımını düzeltmeye yönelik politikalar önerdi. Ancak kaynak konusunda ikna edici olamadı.Kampanya sırasında tempoyu artırdı. Giderek tipik bir popülist söyleme dönüştürdü.Oy oranları ortadaki seçmenin tavrına ışık tutuyor. Vatandaş geçmişte popülizme inanmış, ama ağır bedelini de yaşararak öğrenmişti. Bence CHP’nin tavrı o dönemi çağrıştırdı. Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yermiş. Popülizm korkusu ortadaki seçmeni AKP’ye kaçırdı.

Devamını Oku

Seçim sonuçlarına ilk bakış

14 Haziran 2011

Tarihi bir seçimi daha geride bıraktık. Katılım oranının yüzde 87’ye yükselmesi seçimin anlamını da güçlendiriyor. Sonuçları bence çok nettir. Lafı dolaştırmadan kabul etmek gerekiyor.2011 genel seçiminin kesin (ve tek) galibi AKP’dir. Başbakan Erdoğan tarihi bir zafer kazandı. İktidara geldikten sonra girdiği iki seçimde de oyunu yükselterek yüzde 50 kritik eşiğine ulaşmasını başka türlü tanımlamak mümkün değildir.Seçimden nispi kazançla çıkan iki parti vardır: CHP ve BDP. İkisi de oy oranını ve milletvekili sayısını artırdı. CHP’nin başarısı sınırlıdır. Sadece muhalefet içindeki yerini sağlamlaştırdı. BDP ise Kürt oyları üzerinde hâkimiyetini kanıtladı.Seçimin esas mağlupları da bellidir. 2007’de yüzde 5,4 alan DP ve yüzde 3 alan Genç Parti sandıkta silindi. MHP ise seçimden zararlı çıkan partidir. Oy oranı ve milletvekili sayısı düştü.Siyaset normalleşiyor1960’la başlayan askeri darbeler dönemi Türkiye’de siyasetin iç dinamiklerine çok hasar verdi. Toplumun kendi iç evrimine yapay müdahale arayışları siyaseti olağan mecrasının dışına taşıdı. Siyasi olgunluğa ve istikrara giden yolu uzattı. Toplumsal ve siyasi gelişmeyi geciktirdi.21’inci yüzyılda 27 Mayıs darbesinin açtığı vesayetçi parantezin nihayet kapanmaya başladığını sevinerek izliyoruz. Kolay olduğunu söylemek istemiyorum. Tersine, en azından benim neslimin zannettiğinden hem daha zor hem daha farklı oldu. Ama oldu.“Normalleşme” sözcüğünü daha önce iktisat politikası için kullandık. Enflasyonun ve reel faizlerin makul düzeylere gerilemesine bu adı verdik. Bilhassa yüksek reel faizin anormal bir durum olduğunu vurguluyor.Siyasette normalleşme sözcüğü parti enflasyonunun sona ermesini yansıtıyor. Siyasi konsolidasyon da diyebiliriz. Siyaset içinden yapay bölünmüşlükleri temizliyor. Sosyolojik yapı ile örtüşen bir siyasi yelpaze oluşuyor.İktisatçı mantığı hipotezi ölçmeyi gerektiriyor. İki kriter kullanıyorum. Birinci partinin ve en yüksek oy alan dört partinin aldıkları oy oranına bakıyorum. Oy oranlarının düşmesi siyasi dağınıklığa, yükselmesi ile toparlanmaya işaret eder.Oy dağılımının seyriSon yirmi yılda yapılan altı genel seçimin bu perspektiften sonuçları aşağıdaki tablodadır. İlk iki sırada seçimin birinci partisi ve aldığı oy oranı var. Üçüncü sıra ilk dört partiyi oy sıralamasına göre veriyor. En altta dördünün toplam oy oranı yer alıyor.1991’de DYP yüzde 27 ile birinci parti olduğunda ilk dört partinin oy oranı yüzde 89 olmuştu. 1995’de birinci partinin oyu (RP) yüzde 21.4’e, dört partinin oyu yüzde 75’e geriledi. 1999’da birinci parti (DSP) yüzde 22.4 alırken dört partinin oyu yüzde 69’a düştü.Toparlanmanın başlangıç tarihi 2002’dir: AKP yüzde 34.3; dört parti yüzde 72 alıyor. 2007’de AKP yüzde 46.5’e ve dört parti yüzde 87’ye tırmanıyor. 2011’de ise, AKP yüzde 49.9 ve dört parti yüzde 95’le zirveyi görüyor.Seçim sonuçlarına ekonomik faktörlerin etkisine bir başka yazıda bakacağım. İktisat politikası çıkarsamaları için yeni hükümeti ve programını beklemekte yarar görüyorum.

Devamını Oku

Bir oy çok önemlidir

11 Haziran 2011

Seçim günü geldi çattı. Bugün sandığa gidiyoruz. Vatandaşlık görevimizi yapmak için kuyrukta bekleyeceğiz. Sonra, birkaç dakika içinde seçim pusulalarında tercihlerimizi işaretleyeceğiz. Yazıyı okumadan önce o işi bitirenler bile vardır.Bütün gürültü patırtı neticede o kısa süreye sıkışıyor. İrademizi ifade etiğimiz anda her şey bitiyor. Geriye seçim sonuçlarını beklemek kalıyor. Gece geç vakitlere kadar televizyon başında sayılardan anlam çıkartmaya çalışacağız.Seçim olayı beni çok heyacanlandırır. Açıkça, insanoğlunun en büyük keşiflerinden biri, belki de en önemlisi olarak görüyorum. Mucize sözcüğünü bile kullanmaktan çekinmiyorum.Transistörü, bilgisayarı, uyduları, yani bilim ve teknolojideki gelişmeleri küçümsemiyorum. Ancak, seçim onların hepsinden önemli duruyor. Teknolojideki gelişmenin, özgürlük ve demokrasinin bir yan ürünü olduğunu düşünüyorum.Eşit oy hakkıAslında, bu olay Kristof Kolomb’un yumurtasını hatırlatıyor. Bir kere yapınca çok basit olduğu anlaşılıyor. Her vatandaşın bir tek oya sahip olması bize şimdi son derece doğal geliyor. Ama keşfedilmesi için binlerce yılın geçmesi gerekti.Seçim, mutlak toplumsal eşitliğin sağlandığı belki de tek andır. Güzel çirkinle, zengin fakirle, güçlü güçsüzle, eğitimli eğitimsizle, kahraman korkakla, genç yaşlı ile, erkek kadınla, şişman zayıfla, uzun kısa ile, vs. sadece sandıkta eşitleniyor.Aramızdaki bütün farklılıklar seçim sandığına gittiğimizde buhar oluyor. Neticede herkesin bir tek oyu var. Genelkurmaybaşkanı ve sıradan er, milyarder patron ve yanında çalışan müstahdemi, başbakan ve dağdaki çoban, ülkeye yönetici seçerken aynı ağırlığa sahip oluyoruz.Türkiye’nin bu fikre alışması zaman aldı. 1950’lerde “Halk plajlara hücum etti, vatandaş denize giremiyor” diyen zihniyet, cahil köylülerin ülke yönetimini seçmesini bir türlü içine sindiremedi.Daha yakın bir geçmişte, 12 Eylül cuntasının herkesin tek oya sahip olmasından şikayet ettiğini çok net hatırlıyorum. Hoş, solda da benzer görüşlerin ne kadar yaygın olduğunu Aziz Nesin’den öğrenmiştik.Oy sorumlulukturO nedenle, her seçim döneminde bir gerçeküstü olayı yaşamanın heyecanını taşırım. Benim attığım bir oy, Türkiye’yi, hatta neredeyse dünyayı değiştirecek hissine kapılırım. Oyumu kullanmadan kılı kırk yararım. En doğrusunu yaptığım inancı ile sandığa giderim.Şöyle bir mantık yürütürüm. Oy verdiğim partinin bir tek oyla ilave bir milletvekili kazandığını ve o sayede mecliste bir milletvekili ile çoğunluğu elde ettiğini düşünürüm. Kendimi sorarım. Ben bu sorumluluğu taşımaya razı mıyım?Öyle olmaz diyeceksiniz. Doğru, olmaz. Ama ya olursa? Olmayacağını hiç kimse garanti edemeyeceğine göre, bu sorumluluğu baştan yüklenmek gerekiyor. O nedenle, okuyucularımı mutlaka oy kullanmaya davet ediyorum.Velhasıl seçimin kendi sonuçlarından çok daha önemlidir. Sonuçlar canınızı sıkabilir. Sizin istediğiniz gibi olmayabilir. Bunlar geçicidir. Bir sonraki seçimde her şey değişebilir. Yeter ki seçimler olsun.Not: Yazı eski okuyucularıma tanıdık gelebilir. 1999, 2002 ve 2007’de seçim günü aynen yayınlandı.

Devamını Oku

Siyaset yazısı

8 Haziran 2011

İlk kez 1965 seçimlerinde oy kullandım. Şimdi hesapladım. Pazar günü genel seçim için on ikinci defa sandığa gideceğim. Yerel seçimleri ve referandumlara ekleyince sayı yirmiyi geçiyor.1965 sosyalistlerin de ilk seçimi idi. Yasaklar kalkmış, TİP’in başına Aybar geçmişti. Çetin Altan, Sadun Aren, Behice Boran vs. solun mümtaz isimleri adaydı. Artık çalışanların ve ezilenlerin kendi öz partileri vardı. Seçime çok umutlu girdik.Birinci Levent ilkokulunda kendi sandığımın açılışını izledim. TİP yüzde 20’ye yaklaşıyordu. Coşkumu TİP gözlemcisi fark etti. “Burası seçkin mahallesi, varoşlar böyle olmaz” diye uyardı. Doğru Gültepe’ye koştum. TİP ya sıfır çekiyor ya da bir-iki oy çıkıyor. Nitekim TİP’in oy oranı yüzde 3’te kaldı. Unutmadığım bir derstir. Seçim akşamı mutlaka sandığımda oy sayımını gözlerim. Bir önceki seçimle karşılaştırırım. Sonra diğer mahalleleri dolaşırım. İşin nereye gittiği hemen görülür.Kısa özgeçmiş1969’da tekrar TİP’e oy verdim. Araya 12 Mart darbesi girdi. Ecevit’in darbe karşıtı tavrından etkilendim. 1973 ve 1977’de kerhen de olsa CHP’yi destekledim. Beni sonradan mutsuz kılan tek siyasi tercihim budur. 1982’de anayasaya “hayır” ve 1983’te “boş” oy kullanan radikal azınlık içinde yer aldım. 1987’de İnönü SHP’sine açık destek verdim. Beşiktaş İlçesi’ne üye kaydımı yaptırdım. Ama yürümedi. 1991’de gene küçük sol partilere döndüm.1995’te Yeni Demokrasi Hareketi İstanbul 1.inci bölge adayı oldum. Yüzde 0,5’te kaldık. 1999 ve 2002’de gene marjinal partilere yöneldim. 2007 kolaydı; gönül rahatlığı ile oyumu Baskın Oran’a attım. Seçtiremedik. 12 Eylül referandumuna ise “evet” dedim.Bunları neden anlatıyorum? Oy vermeyi önemserim. Ama “yararlı oy” diye bir derdim hiç yoktur. Oyumu bir tavrın açıklanması ya da yarın karşısında bir duruş olarak görürüm. Tercihimi yaparken kılı kırk yararım. Bu kez üç alternatif arasında zorlandım.Zor bir seçimİstanbul 2. Bölge bağımsız adayı Sırrı Süreyya Önder özgeçmişime çok uyuyor. Türkiye’nin gündeminde Kürt sorunu birinci önceliğe sahiptir. En büyük metropolden Önder’e çıkan oyların simgesel değerini önemsiyorum.AKP’ye askeri vesayetin bitmesine katkısı nedeni ile kendimi borçlu hissediyorum. Darbecilerin mahkemeye çıkartılmasının kalıcı demokrasinin önkoşulu olduğunu yıllardır savunuyorum. Bugünü görmekten çok mutluyum.Yeni CHP yönetiminin çağdaş sosyal demokrasiye yönelme ihtimali beni sevindiriyor. 20 yıl öncesini, Sosyal Demokrasi Gündemi’ni yazdığım günleri anımsatıyor. Demokratikleşme önündeki son kilidin kırılmasına omuz vermek gereğini duyuyorum.“Hoca, bu iş döviz kuru tahminlerine benzedi, çıkar baklayı ağzından” demeyin. Lafı uzatmaya zaten yerim kalmadı. Sonunda CHP’de karar kıldım. Malum, The Economist’i çok beğenirim. Etkilenmiş olabilirim.Anketlerde CHP birinci parti çıksa gene oy verir miydim? Kesinlikle hayır. Bu riski almazdım. Yani oyum borçtur, böyle biline...

Devamını Oku

Düzeltmenin anatomisi

6 Haziran 2011

Türkiye ekonomisinde oluşan makro dengesizliği inceliyoruz. Canlı iç talep sayesinde ekonomi hızlı büyüyor. Ama aşırı değerli TL iç talebi ithalata yöneltiyor. Neticede dış açık patlıyor. Sürdürülebilirliği konusunda tereddütler beliriyor. Kendi haline bırakıldığı takdirde mali piyasaların eninde sonunda bu dengesizliği düzelteceği biliniyor. “Sert iniş” dedik. Ancak içerdiği mali çalkantının reel ekonomiye maliyeti yüksek oluyor.O nedenle düzeltmeyi iktisat politikasının yapması tercih ediliyor. “İntizamlı düzeltme” dedik. Dengesizliğe doğru teşhis önem kazanıyor. Mekanizmalarını anladığımız ölçüde politika opsiyonlarına açıklık getirebiliriz. Bu bağlamda iç talep, döviz kuru ve enflasyon arasındaki üçlü ödünleşmeyi vurguladık. Ne demek? Düzeltme iç talebin kısılması ile gerçekleşir. Ama büyüme durur. Ya da TL’nin değer kaybı desteklenir. O takdirde enflasyon yükselir.Zor tercihlerYazı dizisinin ana temalarından birine geldik. Özdeyişi hatırlayın: Dün yediğin hurmalar bugün mideni tırmalar. Aile, şirket ya da ülke fark etmez. Uzun süre gelirinin üzerinde yaşamanın bedeli mutlaka ödenir. Yani dengesizliğe bedava çözüm yoktur. İntizamlı düzeltme hedefleyen iktisat politikası birbirini destekleyen iki amaca yönelir. İlki düzeltmeyi zamana yayabilmektir. Diğeri reel kesime faturayı asgari düzeyde tutmaktır. Böylece ödenecek bedelin toplum tarafından hazmı kolaylaşır.Ödünleşme süreç boyunca geçerliliğini korur. Ekonomi yönetimi düzeltmenin her aşamasında iç talebi kısmak ya da TL’nin değer kaybına izin vermek arasında bir tercih yapmak zorundadır. Üstelik hata marjı dardır. İki uç senaryo ile somutlaştıralım.Politika sadece iç talebin kısılmasına odaklanır. Ne olur? Büyüme düşer, ithalat yavaşlar, enflasyonist baskı ortadan kalkar. Ya döviz kuru? Olsa olsa TL değer kazanır. “Kayıp-kayıp” durumudur. Makro dengesizlik dış açıktan yavaş büyümeye kaymıştır. Politika sadece TL’nin değer kaybına odaklanır. Ne olur? Enflasyon tırmanır. Mali piyasalar tepki verir. Mali çalkantı tetiklenir. Düzeltme “sert inişe” dönüşür. Büyüme durur. “Kayıp-kayıp” durumudur. Düzeltme maliyeti çok yükselmiştir.Sırat köprüsüArası yoktur ya da imkânsızdır demiyorum. Mümkündür; ama yönetmesi ciddi zorluklar taşır. İngilizce “bıçak sırtı” denir. Ekonominin uzunca bir süre durgunlukla mali çalkantı arasındaki ince çizgide tutulmasını gerektirir. “Sırat köprüsüne” benziyor. Doğrusu, geçmiş deneyimler bu açıdan umut vermiyor. Ekonomi yönetiminin son dönem uygulamaları açmaza duyarlılık işaretleri taşıyor. Ancak, aksi yönde başka açıklamalara da rastlanıyor. Yukarıdaki iki senaryodan hangisi daha muhtemel duruyor? İlki derim. Mali piyasanın tercihidir. Klasik reçete uygulanır. Maliye ve para politikası iç talebi kısacak şekilde sıkılır. Ekonomi duraklarken TL değer kazanır. Dış açık biraz küçülür. Yani makro dengesizliğe kalıcı çözüm bir başka bahara ertelenir. Düzeltme dizisine şimdilik ara veriyorum. Seçim sonuçları ekonomi yönetiminin tercihlerini etkileyecektir. Onları görmek gerekiyor. Durum netleşince geri döneceğim.

Devamını Oku