Biliyorum, benim enflasyon muhabbeti uzadı. Ayrıca yeni veriler geldi. Mayıs’ta hem sanayi üretimi hem ödemeler dengesi ilginç çıktı. Daha önemlisi, futbol dünyası kelimenin tam anlamı ile bir deprem yaşadı.Futbolda şike ilk bakışta polisiye bir olaydır. Ekonomi ile ilişkisiz durur. Emniyet güçleri şike yapanları ve delilleri yargı önüne çıkartır. Suçun kanıtlanması halinde suçlu kanunun öngördüğü cezayı alır. Soru: Takımlar arası rekabetin futbol sahası dışında yürütülmesi neden suçtur? Örneğin teşvik primini her takım verebileceğine göre, sorun yaratmaması gerekir. Ona rağmen yeni kanun sert yasaklar getirmiştir. İktisadi kavramlar bu noktada devreye girer. Biri “şeffaflıktır.” Örneğin teşvik priminden piyasanın haberdar olması gerekir. Yoksa “haksız rekabet” oluşur. Bu da maçlara ilgiyi azaltır. Uzun dönemde sektör gelirlerini olumsuz etkiler. Neyse, uzatmayalım.Neden İstanbul?Son dönemin “ekonomi ısınıyor mu?” tartışmasını çok yararlı buluyorum. Enflasyonla ilgili daha önce gözden kaçan çok sayıda nüansın anlaşılmasını sağladı. Önemli ölçme sorunlarını kamuoyunun gündemine taşıdı. Hatta iktisatçıların bile konuyu daha iyi görmelerine neden oldu. Amacımızı hatırlayalım. Fiyat artışlarından maliyet etkisini temizlemeye çalışıyoruz. Uzun süre kira artışı kullandık. Son olarak İstanbul’da erkek ve kadın berber fiyatlarını örnek verdik. Berber fiyatları yazım üzerine Turkey Data Monitor’den Murat Üçer üşenmemiş, verileri indirip grafiğe dökmüş. Ancak İstanbul yerine Türkiye geneline bakmış. Son aylarda berber fiyatları artış hızında yükselme eğilimi çıkıyor. Beni uyardı.Enflasyon ve kiraları Türkiye genelinde izlerken berber fiyatları için neden sadece İstanbul’u alıyorum? Ona da Türkiye genelinde bakmak gerekmez mi? Meşru sorudur. Ayrıntıda gizlenen şeytanı açığa çıkartma fırsatıdır.Cevap “yapısal değişim” kavramında yatıyor. Kadınların berbere gitmesini önemli bir ekonomik gelişmişlik göstergesi sayabiliriz. Anadolu’nun pek çok yerinde yeni bir olaydır. Dolayısı ile yapısal nedenlerle nispi fiyatının yükselmesi söz konusudur. İstanbul farklıdır.Bölgesel dinamiklerYeni bir grafik hazırladım. Bu kez yüzde değişim yerine doğrudan TÜİK’in saptadığı kadın berberi fiyatlarını TL olarak aldım. İstanbul fiyatlarına (üstteki çizgi) Türkiye ortalamasını (çubuk) ve Kars, Ardahan, Ağrı bölgesi fiyatlarını (alt çizgi) ekledim. Bekleneceği gibi, kadın berberleri İstanbul’da Türkiye ortalamasından daha pahalı. Kars, Ardahan, Ağrı bölgesinde ise genellikle ortalamanın altında seyrediyor. Bazı dönemlerde ortalamayı yakalıyor. Bazen İstanbul’da fiyatlar düşerken Kars bölgesinde artıyor: örneğin 2006 sonu ve 2007 başı gibi. Bazen tersine, İstanbul’da fiyat artışı Kars bölgesinde fiyat düşüşüne denk geliyor: örneğin 2005 ortası-2006 sonu arası. Diğerlerini grafikten izleyebilirsiniz. Yukarıda da söyledim. Bu tartışmanın enflasyon ölçerken karşı karşıya olduğumuz nesnel sorunların daha iyi anlaşılmasına katkı yaptığını düşünüyorum. Sanırım yeterince enflasyon konuştuk, başka konulara geçme zamanı geldi.
Bu hafta enflasyona odaklandık. Geçen hafta yayınlanan rekor ilk çeyrek büyümesinden sonra Haziran’da tüketici fiyatlarında sert düşüş konuyu ilginç kıldı. Geri planda para politikası ve faiz artışı çekişmesi yatıyor.Piyasa ekonomisinin etkin işleyişinde fiyat istikrarının önemi her fırsatta vurgulanır. Kesinlikle katılıyorum. Ancak fiyat istikrarı aslında nitel bir kavramdır. Niceliğe yani somut bir sayıya dönüştürmek tahmin edildiğinden çok daha zordur.İktisatçılar sık sık Alan Greenspan’ın tanımını kullanır. Mealen, “ekonomik aktörler kararlarında enflasyonu hesaba katmıyorsa fiyat istikrarı vardır” der. Yüzde kaç enflasyonun bunu sağladığına cevap vermez. Sanırım sorunu anladınız. Hangi fiili enflasyon düzeyinde fiyat istikrarından söz edebiliriz? Her yerde ve daima tek bir sayı mıdır? Yoksa diğer ekonomik koşullardan, özellikle büyüme hızından etkilenir mi? Pratik bir tanımBenim bu sorunla ilk karşılaşmam 1970’lerin başına gidiyor. Internet yok; Türkiye’de veri bulamıyoruz. Londra’ya gittim. LSE’nin harika kütüphanesinde büyüme-ihracat ilişkisi üzerine veri topluyorum. Japon mucizesinin bir özelliği dikkatimi çekti. Tüketici enflasyonu ABD’den yüksekti. Buna karşılık ihraç malları fiyatları düşüyordu. Ortalama büyüme hızı ile tüketici enflasyonu arasında güçlü bir ilişki olabileceğini kavradım. Sizi teorik argümanlarla sıkmak istemiyorum. Literatürde yeri vardır. Verimlilik artış farkı, nisbi fiyat değişimi, iç talebin bileşimi, vs. bir dizi mekanizma devreye girer. Özetle, büyüme hızı ve tüketici enflasyonu ele ele gider. Ama fiyat istikrarı bozulmaz. Ölçüye dönüşmesi için 1980’leri beklemem gerekti. Türkiye’yi 10 yıllık dönemler itibariyle değerlendirmeye çalışıyordum. Ortalama büyüme ve enflasyonu hesapladım. 1960-70 arası hemen diğerlerinden ayrıştı.Fark neydi? Ortalama büyümenin ortalama enflasyondan yüksek olduğu tek dönemdi. Eureka! Fiyat istikrarını ölçmek için pratik bir tanım bulmuştum: enflasyon büyümeden küçük olacak. 1990’ların “Sıfır Enflasyon İstiyorum” yazılarında bunu kullandım.Türkiye’ye uyguluyoruzABD, AB, vs. gelişmiş ülkelerde milli gelir ortalama yüzde 2-3 büyür. Enflasyon hedefi yüzde 2 alınır. Küresel krize rağmen, Türkiye’nin 2003-11 arası büyüme hızı yüzde 5’dir. Dış dengeyi düzeltebilirse. yüzde 6’nın üzerine çıkabilir. Enflasyon hedefi bu durumu yansıtmalıdır. Yöntemi yakın geçmişe uygulayalım. Büyüme (çubuk), ortalama büyüme (üçgen) ve TÜFE artışı grafiktedir (hepsi yıllık). Büyümenin enflasyondan yüksek olduğu iki çeyrek vardır: 2010 sonbaharı ve 2011 kışı. 2005’in ilk ve son çeyreğinde ikisi eşittir. Gerisinde enflasyon yukarıdadır. TÜFE yerine çekirdek enflasyon kullanınca sonuç daha da belirginleşiyor. Özetle: gıda-enerji fiyat artışlarına, rekor büyümeye ve son dönem TL’de değer kaybına rağmen 2011’de Türkiye fiyat istikrarını yakalamıştır. Böyle biline...
Salı yazımın sonu: “Enflasyondaki tırmanış korkutucu mu? Yerim bitti; bu ilginç konuya devam edeceğim.” Servet Yıldırım NTV’de bu bölümü okuyunca Mahfi Eğilmez “Asaf her zaman sözünü tutamıyor” dedi. Elimi bağladı. Konjonktürün bu noktasında enflasyonun seyri iktisat politikası opsiyonları açısından kritik önem kazandı. Son dönemde çok vurguladık. İki farklı “tarz-ı iktisat” çekişiyor. “Sıcak paracılar” faiz artışı istiyor. “Kurcular” karşı çıkıyor. Tartışma “ısınma” kavramı üzerinden yürütülüyor. İlkine göre ekonomi fazla ısındı. Enflasyon riskli düzeylere gidiyor. Bir an önce faiz artmalı, bütçe sıkılmalı ve büyüme hızı düşmelidir. Yoksa TL’ye saldırı olur, kur kopar gider. İkincisine göre ekonomide ısınma yok. Dış açığın nedeni kredi artışı ve döviz kurudur. Enflasyon riski azdır. Faiz düşük kalmalı, bütçe sıkılmamalı, düzeltme döviz kuruna bırakılmalıdır. Parantez açalım: The Economist ilk görüşü destekliyor. Maliyetsiz fiyatDolayısı ile olay dönüp dolaşıp enflasyonu belirleyen dinamiklerin doğru ölçülmesine geliyor. Çünkü para politikası enflasyondaki gidişata göre saptanıyor. Yükselme eğilimi varsa para politikası sıkılıyor. Aksi halde gevşetiliyor.Örnek: Merkez Bankası enflasyonun yükseldiğini zannetti. Para politikasını sıktı. Sonradan enflasyon tehlikesi olmadığı anlaşıldı. Ama o arada ekonomi yavaşladı ve işsizlik arttı. Yani ölçme hatasının bedelini reel ekonomi ödedi.Sorunu yaratan tüketici fiyatları endeksinin TÜFE aslında bir geçinme ölçüsü (yaşam maliyeti) olmasıdır. Baştan o amaçla tasarlanmıştır. Fiyat artışına bakar. Maliyet ve talep kökenleri arasında ayırım yapmaz. Halbuki para politikası açısından bu ayrım kritiktir. Bir: Maliyetin önemli bölümü (petrol fiyatı, döviz kuru vs.) iç talep koşullarından etkilenmez. İki: Talep enflasyonu maliyet artışı olmadan da üreticinin fiyatını yükseltmesi demektir. Literatürde “fiyatlama davranışları” deniyor. Bir çözüm girdi maliyeti düşük (hatta sıfır) sektörlere bakmaktır. Kira kalemi kritere tam uyuyor. Genellikle hizmet sektöründe girdi maliyeti düşük olur. Ben bu amaçla her ay berber fiyatlarını izliyorum. Berberden al haberiNeden berber fiyatları? Ücretli istihdamı azdır. Çoğunda mal sahibi çalışır. Maliyet elektrik, su, şampuan vs. ile dükkân kirasından ibarettir. Fiyatını saptarken berber sadece arz-talep dengesini gözetir. O nedenle talep baskısının iyi bir göstergesidir. 2005’ten bu yana erkek ve kadın berber fiyatlarını TÜİK yayınlıyor. İstanbul’un ağırlıklı ortalamasını alıyorum (yüzde 70 kadın). Grafikte yıllık değişimi TÜFE ile (sütunlar) karşılaştırılıyor. Dikey ekseni enflasyon hedefini temsilen yüzde 6’da kestim.Berber fiyatları iki dönemde TÜFE’den hızlı artıyor. 2006’nın ilk yarısında TÜFE’nin iki-üç katı daha hızlı artıyor. 2007-09 döneminde aşağıda kalıyor. 2010’da tekrar tırmanıyor. Fakat 2011’de yüzde 6’nın altına (haziranda yüzde 4,2) geriliyor. Lafı uzatmayalım. Berber fiyatları kiralarla uyumlu çıkıyor. İkisi de hâlen fiyatlama davranışlarının enflasyon hedefi ile tutarlı seyrettiğine işaret ediyor. Velhasıl “aşırı ısınma” tezi havada kalıyor. Devam edeceğim.
Piyasaları heyecanlandıran Haziran enflasyonu dün sabah TÜİK tarafından açıklandı. Tüketici fiyatlarının (TÜFE) yüzde 0.8 düşmesi bekleniyordu. Yüzde 1 diyen iyimserler de vardı. Ben TÜFE’de yüzde 1.3 düşüş öngörmüştüm.Herkes karamsar kaldı. Mayısta yüzde 2,4 artan tüketici haziranda yüzde 1.4 düştü. Böylece yıllık enflasyon yüzde 7.2’den yüzde 6.2’ye (1 puan) indi. Yani ikinci çeyrek enflasyonu hedefle uyumlu çıktı.Bu sayıların mali piyasaların canını sıktığını söyleyebiliriz. Geri planda Merkez Bankası ile faiz çekişmesi yatıyor. Mayıs’ta taze sebze-meyve fiyatlarının ani tırmanışı piyasaları umutlandırmıştı. Haziran’da sert düşüş o nedenle hayal kırıklığı yarattı.Ekonomi ısınıyor mu?Faiz tartışması kamuoyunun yeni bir kavramla tanışmasını sağladı: Isınma. Kızışma da denebilir. Toplam talebin üretim kapasitesinden hızlı artması sonucu fiyatlar üzerinde yukarı yönlü baskı oluşması halini tasvir eder.Hangi fiyatlar? Karşımıza gene ölçme sorunları çıkar. TÜFE hesabı gıda, enerji vs. arz koşullarından çok etkilenen malları da kapsar. Ayrıca ithal mal fiyatları döviz kuruna hassastır. Tüketim sepetinde altın da yer alır.Dolayısıyla TÜFE ekonominin ne ölçüde ısındığını ölçmekte yetersizdir. Başka ölçüler gerekir. Ben kira artışını severim. Merkez Bankası TÜİK’in bu amaçla geliştirdiği ÖKTG-I göstergesini tercih ediyor. “Çekirdek enflasyon” diyebiliriz.Kira artışı 2007 yazına kadar TÜFE’nin iki katı idi. 2010 sonunda yüzde 4’le dibe vurdu. Bu yıl yükselişe geçti. Haziran’da yıllık artışı yüzde 4.4 oldu. ÖKTG-I yıllık artışı sonbaharda yüzde 2.5’e inmişti. Sonra başını kaldırdı. Haziranda yüzde 5.3’e yükseldi.Ekonomide ısınma var mı? Güçlü iç talep ve hızlı büyümenin fiyat davranışlarını etkilemeye başladığı açıktır. Ancak, iki gösterge de hâlâ enflasyon hedefi ile uyumludur. En azından şimdilik hedefi ıskalama işareti taşımadığını söyleyebiliriz.Büyüme ve enflasyonBüyüme ile enflasyon arasında mekanik bir ilişki kuran ezberlere her fırsatta karşı çıkıyorum. Enflasyon son derece karmaşık bir sürecin sonucudur. Talebin canlılığı bu sürecin hiç şüphesiz önemli bir unsurudur. Ama tek belirleyicisi değildir.Mart enflasyonu yayınlandıktan sonra 2010 sonrasında büyüme ve enflasyonu bir grafikte özetlemiştim. İlk çeyrek büyümesi boş kalmıştı. Grafiği ikinci çeyreğe taşıdım. TÜFE yerine ÖKTG-I artışını (çekirdek enflasyon) kullandım.2010’un son çeyreğinde büyüme hızlanırken çekirdek enflasyon geriliyor. Ama 2011’in ilk çeyreğinde büyüme rekor kırınca çekirdek enflasyon da kıpırdıyor. Ve bu eğilim ikinci çeyrekte de sürüyor.Enflasyondaki tırmanış korkutucu mu? Yerim bitti, bu ilginç konuya devam edeceğim.
Perşembe günü dış ticaret açığı ve büyümenin çift haneli çıkacağını öngörmüştüm. Neyse, bu kez tuttu. Mayıs dış açığı 10 milyar doların az da olsa üstünde, ilk çeyrek büyümesi ise yüzde 11 geldi.Verilerin ayrıntıları iki gündür gazetelerde yayınlanıyor. Eminim yorumları da okudunuz. Siyasi kutuplaşma tefsirleri de etkiliyor. Muhalefet dış açığın ulaştığı tehlikeli boyutu vurguluyor. İktidar ise yüksek büyüme hızını sahipleniyor.Dış açığın analizi için ödemeler dengesini bekleyeceğim. Bugün büyümeye bakmak istiyorum. Türkiye ekonomisinin ilk çeyrekte fevkalade parlak bir performans gösterdiği çok açıktır. Dünya büyüme liginde Çin’i de geçerek zirveye oturması yeterli kanıttır. Milli gelir verilerini çok önemsediğim biliniyor. Diğer göstergelerin taşıdığı bilgi tanım icabı kısmi kalır. Resmin tümüne ancak milli gelirle birlikte ulaşırız. Konjonktürü in iyi onlar yansıtır.Verilerİlk çeyrek milli gelir verilerinde yeni ve ilginç bilgi var mı? İlk bakışta yok gibi duruyor. Özel tüketim harcamalarının çok canlı seyrettiği yılbaşından itibaren belirginleşti. Diğer göstergeler de bunu destekledi. Kısaca özetleyelim.Özel tüketim artışı ilk çeyrekte hızlanıyor. 2010’un son çeyreğinde yüzde 9 olan artış hızı yüzde 12.1’e yükseliyor. Tek başına büyümeye katsısı yüzde 8.7’dir. Benzer sayıları 2001 krizi sonrası normalleşme döneminde (2003-04) görmüştük.Özel yatırım harcamaları yüksek seyrediyor (yüzde 38.3) fakat bir önceki çeyreğe kıyasla (yüzde 49.5) artış hızı düşüyor. Büyümeye katkısı yüzde 7.2’dir. 2001 krizi sonrasında özel yatırımlarda toparlanma çok daha güçlü olmuştu.Kamu tüketimi seçimden etkileniyor. Toplam tüketimde yüzde 6.7, mal-hizmet alımında yüzde 10.2 artış var. Buna karşılık kamu yatırımları sadece yüzde 4.9 artıyor. Neticede kamu harcamaları büyüye yüzde 1 katkı yapıyor.Mal-hizmet ihracatı yüzde 7.7 buna karşılık ithalatı yüzde 27 artıyor. İhracatın büyümeye katkısı yüzde 1.8 iken ithalatın katkısı yüzde - 7.4 çıkıyor. Dolayısı ile dış açık büyümeyi yüzde 5.5 düşürüyor. Bir önceki çeyreğin rekoruna (yüzde - 5.6) çok yakındır.Zirveyi gördük mü?Buraya kadar tamam. Bizi asıl ilgilendiren soruya gelelim. Bundan sonra büyüme ne olur? Bu tempoda, hatta hızlanarak devam eder mi? Yoksa yavaşlamaya başlar mı? Özellikle iktisat politikası açısından kritik soru budur.İkinci çeyrek geçen hafta sona erdi. Bazı göstergeleri açıklandı. Tedrici bir yavaşlama işaretleri var. Para polikasındaki sıkılaştırmanın ve kurdaki yukarı yönlü hareketin iç talebi kısıcı etkileri de önümüzdeki günlerde daha çok hissedilecektir.Velhasıl büyümenin ilk çeyrekte zirveyi gördüğünü, yani yılın geri kalanında büyüme hızının gerileyeceğini düşünüyorum. Doğal olarak konjonktürün bundan sonra seyri büyük ölçüde yeni hükümetin iktisat politikası tercihlerine bağlıdır.
Bugün TÜİK iki önemli veri açıklıyor: İlk çeyrek milli geliri ve mayıs dış ticareti. İkisinin de çift haneli çıkması ihtimali yüksektir. Her milli gelir verisinden sonra ölçme sorunları gündemi işgal eder. Bu kez de hükümetin dolarla gelir şu kadar arttı diye şişineceğine eminim. Buna karşı iktisatçılar doğru hesabın sabit TL fiyatları ile yapılması gerektiğini söyleyecektir.Refahın ölçülmesinde karşılaşılan sorunlarından birine bu sütunda yeni değindim. Seçim-ekonomi ilişkisi açısından TL ile milli gelir artışı yeterli bilgi taşımıyordu. Döviz sepetini de kullanarak özel tüketimi ölçtük. Daha gerçekçi bir sonuca ulaştık. Bugün milli gelir hesabının en ciddi yöntem sorunlarından birine girmek istiyorum. Sıkıcı bir iktisat dersine benzeyebilir. Kusura bakmayın. Maalesef üniversitede de okutulmaz. Halbuki dış açık bağlamında bizi çok yakından ilgilendiriyor.İhracat fiyatları artıncaSon dönemde hammadde fiyatlarında yaşanan büyük artışlar milli gelir hesabının önemli bir zafiyetini de ortaya çıkardı. Çünkü reel milli gelir aslında bir tür miktar endeksidir. Nispi fiyatlarda ciddi bir değişim olmadığı varsayımını içerir. Basit bir model üzerinden gidelim. İki sektörlü bir ekonomi düşünelim: Petrol ve hizmetler. Adı Arabiya, parası dinar (D) olsun. Petrol yerine soya fasulyesini koyup Brezilya (Arjantin vs.) diyebiliriz. Kolaylık olsun diye milli geliri 100 D alalım.İki sektörün üretimi şöyle: Petrol 67 D; hizmetler 33 D. Arabiya petrolün yarısını ihraç edip geliri ile sanayi malları ithal ediyor. Ertesi yıl iki sektörün de üretimi aynı kalsın. Bu durumda sabit Dinar fiyatları ile büyüme sıfırdır.Ama aynı dönemde petrolün dünya fiyatı iki katına çıksın. Nominal milli gelir yüzde 66 daha yüksektir: 167 D (petrol 134 D + hizmet 33 D). Kur sabit kalırsa dolar cinsinden milli gelir artışı yüzde 67’dir. Sorun açıktır. Üretim ve reel milli gelir sabittir. Ancak aynı miktar petrol iki katı mal-hizmet satın almaktadır. Dolayısı ile üretim artmadığı halde ülkenin refahı yüzde 33 yükselmiştir. Farkı ithalatla tüketir. Ya da dış varlık satın alır. Zenginin parası...İthalat fiyatları artıncaŞimdi petrol ithalatçısı ülkeye (Türkiye) bakalım. İlk yıl verileri: Milli gelir 100 TL; sanayi 66.6 TL; hizmetler 33.3 TL. Ülke sanayi üretiminin yarısını ihraç edip geliri ile petrol ithal ediyor. Ertesi yıl üretim gene aynı fakat petrol fiyatı iki katına çıkıyor.Sabit TL fiyatları ile büyüme sıfırdır. Sabit kurda dolarla milli gelir yüzde 33 artmıştır. Ancak satın alabildiği petrol miktarı yarı yarıya azalmış, yani refahı yüzde 17 düşmüştür. İthalatı azaltabilir. Ya da varlık satıp ithalatı sürdürür. Mirasyedi misali...Milli gelirle refah arasındaki bağın kopmasının nedeni nispi fiyatların değişimidir. Dış ticaret hadleri deniyor. Lehte olunca refahtaki değişim düşük, aleyhte olunca fazla ölçülüyor. Yani sabit yerli fiyatla milli gelir hesabı gerçek durumu yansıtmıyor. Basit modelde enflasyon ve kur dinamiklerini ihmal ettik. Eklenmesi sonucu değiştirmez. Dış ticaret hadlerinin seyri iktisat politikası opsiyonları açısından kritik öneme sahiptir. Aklımda Brezilya-Türkiye mukayeseleri var. Aman, dikkat...
Yeni hükümeti beklerken iktisat politikası opsiyonlarını netleştirmeye çalışıyoruz. Son yazımda dış açık karşısında iki temel tavrı tanımladım. Birine “sıcak paracılar” ve diğerine “kurcular” adını verdim. Tartışmaları izlemeyi kolaylaştırdığını düşünüyorum.Ege Cansen usta yazıyı beğenmiş, iltifatları bana moral verdi. Sevgili Murat Üçer ise üçüncü yol öneren çalışmasını yolladı. Makul düzeyde dış açık için yapılması gerekenleri sıralıyor. Bence “sıcak paracı” cenahta kalıyor. Bir yerde yayınlanırsa haber vereceğim. Para Politikası Kurulu (PPK) perşembe günü toplandı. Faizi değiştirmedi. Ek miktar sıkılaştırması da getirmedi. Kararın metninden PPK’nın uyguladığı politikadan memnun olduğu anlaşılıyor. Yeni dönem için önemli bir işarettir.Dolayısı ile mali piyasaların faiz artışı umutları bir darbe daha yedi. Yaz başında diyenler şimdi sonbahara, hatta önümüzdeki yıla attılar. Yavaş yavaş mali piyasaların ayakları yere basmaya başlıyor. Sevindiricidir.Yeni politika ve döviz kuruMerkez Bankası yeni para politikası bileşiminin ilk işaretlerini geçen yılın sonbaharında vermeye başladı. Ama fiili uygulamaya aralıkta geçildi. Bir yandan faiz indirildi. Aynı anda kredi artışına karşı idari önlemler devreye sokuldu. Yeni politika bileşimi geçmişle ciddi bir kopuşa tekabül ediyordu. İlk günden itibaren yoğun tartışma konusu oldu. Çok sayıda eleştiri geldi. Örneğin “post-modern” dendi. Kredi hacminin bu şekilde denetlenemeyeceği söylendi ve söyleniyor.Ayrıntılar biliniyor, girmeye gerek görmüyorum. Eleştirilere katılmadığımı birkaç defa yazdım. İki neden öne çıkıyor. Bir: Karşılık artışı ve diğer tedbirlerin etkisi için beklemek gerekiyor. İki: Esas bakılması gereken kredi hacmi değil döviz kurudur. Son hususu özellikle vurgulamak istiyorum. Dış açıkta somutlaşan makro dengesizliğin düzeltilmesinde TL’nin değer kaybetmesinin kritik rolü üzerine son dönemde çok duruyorum. Çünkü intizamlı düzeltmenin ön koşulunu oluşturuyor. Dolayısı ile yeni politikanın başarı kriteri kredi artış hızı değildir. TL’nin değer kaybıdır. İhracatı teşvik ederken ithalatı cezalandırır. Ancak, daha önemlisi iç talebi daraltmasıdır. Yani kur hareketi kredi talebini kısmanın da etkili bir yöntemidir. Yeni politikanın başarısıKüresel kriz sonrasında dolar-euro paritesinde dalgalanma çok arttı. O nedenle dolar ya da euro kuruna bakmak anlamsızlaştı. Yerine yarım dolar artı yarım euro’dan oluşan döviz sepeti kullanılıyor. Son bir yıl için günlük bazda döviz sepetinin TL karşılığı aşağıdaki grafikte yer alıyor. Haziran sonunda sepet 1.75 TL civarında iken 11 Kasım 2010’da 1.68 TL ile dibe vuruyor. Sonra yükseliş eğilimi başlıyor. Dün sepet 1.99 TL’ye ulaştı. Dip noktası ile karşılaştıralım. Yedi buçuk ayda TL’nin döviz sepetine karşı yüzde 18,3 değer kaybettiği görülüyor. Yetersiz; ama iyi bir başlangıçtır. Üstelik yumuşak şekilde gerçekleşmiştir. Yeni para politikasının büyük başarısıdır. Devamını bekliyorum.
Yusuf Akçura’nın 1904’de yayınlanan “Üç Tarz-ı Siyaset” risalesi çok ünlüdür. Sadece 34 sayfadır. Buna karşılık siyaseti çok etkiledi. Üç muhtemel devlet politikasını karşılaştırır: Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük. Üçüncüsünü savunur.Türkiye’nin iktisat politikasında benzer bir tercih anına ulaştığı biliniyor. Son on yılda Türkiye ekonomisi ciddi bir dönüşüm geçirdi. Kamu maliyesi toparlandı. Yapısal reformlar gerçekleştirildi. Ekonominin kırılganlığı azaldı. Ortalama büyüme hızlandı. Ancak, ilginç şekilde, bu dönüşüm dış açıkta somutlaşan yeni bir makro dengesizliği engelleyemedi. Hatta, tersine, dengesizliği besledi. Dış açığın düzeyi ve riskleri büyüdükçe çözüm arayışları da yoğunlaştı. Akçura, bu bağlamda aklıma geldi. İktisat politikası tartışmalarına temel oluşturan iki farklı anlayışı özetlemek istedim. Bir sayfaya sığdırınca biraz karikatür gibi oldu. Taraflardan özür dilerim. Ana fikri doğru yansıttığımı düşünüyorum. “Sıcak paracılar”Bir yanda Türkiye’nin büyümesi için gerekli iç kaynaklara sahip olmadığını savunanlar yer alıyor. Argümanları ezberinizdedir. Türkiye insanı tutumlu değildir. İç tasarruflar yetersizdir. Ayrıca teknoloji üretmez. Petrolü yoktur. Vs. vs. Bu kabulün mantıki sonuçları açıktır. Dış açık büyümenin kaçınılmaz bedelidir. Dolayısı ile iktisat politikasının amacı dış kaynağın düzgün şekilde gelmesini sağlamaktır. Bu da mali piyasalarla iyi geçinmeyi ve onlara yüksek getiri sağlamayı gerektirir. Önerilen politikalar bu çerçeve ile tutarlıdır. Maliye politikası sıkılarak yabancılara güven verilir. Aynı anda faiz arttırımı TL’nin getirisini cazip kılar. Böylece ekonomi yavaşlar. Daha önemlisi TL değerini korur. “Sık bütçeyi, arttır faizi, yeter ki sıcak para korkmasın, kur oynamasın” şeklinde özetleyebiliriz. Doğrusu bu “tarz-ı iktisada” isim bulmakta zorlanmadım. “Sıcak paracılar” bence işin özünü çok iyi özetliyor. “Kurcular”Diğer yanda tüm sorunların gerisinde aşırı değerli TL’nin yattığını savunanlar yer alır. Argümanlara aşinasınız. Dış dengesizlik özünde bir kur sorunudur. İç tasarruf oranı, ihracatın yapısı, vs. görünen semptomları ancak rekabetçi kur tedavi edebilir.Mantıki sonuçları aynı derecede açıktır. İktisat politikasının öncelikli hedefi döviz kurunu rekabetçi düzeye çekmektir. Dolayısı ile TL’ye değer kazandıracak tüm politikalar tanım gereği yanlıştır. Asla uygulanmamalıdır. Önerilen politikalar da bu çerçeve ile tutarlıdır. En büyük düşman yüksek faizdir. Nominal ve reel faiz düşük tutulur. Nokta. Dolayısı ile yumuşak karnı enflasyondur. Yükselirse maliye politikası sıkılabilir. Ama kuru etkilememelidir. “Düşür faizi, boşver sıcak parayı, yeter ki kur oynasın” şeklinde özetleyebiliriz. Bu “tarz-ı iktisada” daha zor isim buldum. Sonunda rekabetçi kur takıntısını öne çıkartan “kurcular” makul geldi. Esas soru ile bitirelim. Ekonomi yönetimi bu iki akımdan hangisine daha yakın? Cevabı bir başka yazıda...