Dün öğleden sonraya kadar hemen her şey yolundaydı piyasalarda. İMKB 100 Endeksi 59.065 ile 15 Nisan’daki 59.771’deki tarihi zirvesine oldukça yaklaştı. Gösterge bono bileşik faizleri yeniden bu haftanın en düşüğü olan 8.34 bileşik seviyesi ne kadar gerilemişti. Piyasalardaki coşkulu hava Ankara’dan gelen; Mali Kural’ın yasalaşmasının sonbahara ertelenmesi haberiyle bir anda bozuldu. Piyasalardaki beklenti, hükümetin kendi insiyatifiyle gündeme aldığı Mali Kural’ın yasalaşmasından sonra Moody’s başta olmak üzere derecelendirme şirketlerinin not arttırmasıydı . Mali kural yasalaşacak, not artacaktı. Piyasalar bu “reçeteyi” pek bir beğenmiş, borsayı zirvelerine yeniden getirmişti. Hükümetin bu kadar iddialı olduğu kuralı yasalaştırma meselesinin bir başka “bahara” kalmasının sebeplerinin arasında seçim harcamalarını daha rahat yapabilme endişesi mi yatıyor? Önümüzde hem referandum, hem de seçim var. Acaba parti içinden hükümete “neden kendi kendimizi seçim öncesi cendereye sokuyoruz?” baskısı mı ertelemeye sebep oldu? Yoksa Hükümet tıpkı IMF anlaşmasını 8-9 kez piyasalara “sattığı” gibi bu kez de Mali Kural’ı mı satacak? Sebep her ne olursa olsun hükümetin bu tutumu, tutunacak bir dal arayan, kaybolan “IMF/faiz dışı fazla çıpasının” yerine bir “dayanak” arayan piyasaların moralini bozdu. İMKB 100 Endeksi günü onca kazançtan sonra yüzde 1.05’lik bir kayıpla 57.689’dan kapattı. Bono bileşikleri de 8.45’e yükseldi. Borsadaki düşüşlerde Mali Kural’ın ertelenmesinin yanı sıra küresel piyasalarda ekonomik toparlanma konusundaki endişelerin de payı vardı. Avrupa borsaları da günü yüzde 1-1.5 arasında kayıplarla kapattılar. Mali Kural’ın ertelenmesi, bir süredir diğer piyasalardan “pozitif olarak ayrışmayı başaran” Türkiye piyasalarının da yeniden küresel gemiye geri dönmesine neden oldu.İşin kötüsü, meclis tatilden döndüğünde gündemde referandum olacak. Ardından da 2011 bütçe görüşmeleri başlayacak. Tüm bunların arasında, hükümetin mali Kural meselesine geri dönmesini ve bu konuya öncelik vermesini beklemek bence safdillik olur. Anlayacağınız mali Kural meselesi bir başka “bahara” kaldı.Piyasalar; kısa vadede bu haberi “yok saymaya” çalışacaklardır. Tıpkı IMF anlaşmasında olduğu gibi ha bugün, ha yarın yasalaşacak diyerek yoluna devam edebilirler. Ancak iş çok uzayacak olursa, işin ucunda IMF anlaşmasındaki gibi “para” olmadığı için , piyasalar bundan çabuk bıkabilir. Pozitif ayrışma “masal” olabilir.Euro 1.3150’ye mi gidiyor?Avrupa bankalarına uygulanan stres testinin sonuçlarının açıklanmasına bir hafta kala halka açık 46 bankanın 11’inde sorun çıkabileceğine dair yatırım bankaları rapor yayınlamışlar. Ancak “endişeye mahal yokmuş”. Piyasalar sorun çıkmayacağı fikrini çoktan satın aldılar bile. Euro/dolar paritesi dün 1.29’un bile üzerine çıktı. 1.2785 seviyesi kritik idi. Bu seviyenin; “zarar durdurma stop loss” emirlerinin devreye girmesiyle kararlı bir şekilde yukarı kırılması euronun yükselişini daha da hızlandırdı. Şimdi sırada 1.30 ve 1.3115-50 seviyeleri var. Özellikle 1.3115-50 seviyesi önemli. Bu seviyelere gelinmesi durumunda, düzeltmesini “tamamlamış” olan euronun yeniden makus talihi konuşulmaya başlayacaktır. Paritedeki bu hareket Mali Kural endişelerine rağmen dolar/TL kurlarında da kritik olan 1.5450 seviyesinin aşağı yönde kırılmasına sebep oldu. Euro/dolarda yukarıda bahsettiğim hareketin hayata geçmesi durumunda dolar/TL kurlarında 1.5150 seviyelerini göreme ihtimalimiz hayli yüksek.
Finansal “kürede” bir tartışmadır gidiyor... “İkinci dip mi geliyor” diyor bir taraf. Goldman Sachs’ın önderliğini yaptığı bir kesim de “Ne dibi, buralarda güç toplayan finansal piyasalar yeni bir ralliye hazırlanıyor” diyorlar.İkinci dip diyenler “1929’daki ‘Büyük Depresyon’ yerine 2008’de başlayan ve halen daha devam eden ‘Büyük Resesyon’un henüz sonuna gelmedik” diyorlar. Dow’da yeniden 6.500’lere gidileceğini iddia ediyorlar demektir. Haklı olabilirler mi? ABD’de son açıklanan işsizlik, üretim ve son olarak da ev fiyatlarında bir türlü istenen seviyelere gelinememesi ve hatta zirvelerden iniliyor olması ralli olacağını iddia edenlerin elini zayıflatıyor. Ben oyumu ne “rallicilerden”, ne de “ikinci dipçilerden” yana kullanıyorum. Yine de benim oyum ikinci dipçilerin “kampına” daha yakın. Fed Başkanı “Helikopter Ben” ve onun işbirlikçilerinin sağladığı “bedeva para” ile sağlanan yükselişin sona erdiğine, önemli bir düşüş/düzeltme döneminin içinde olduğumuza inanıyorum. Bu sürecin sonunda Dow Jones’ta 7.500 ya da 8.200’den birinin görüleceğini, öncesinde yaşanacak yükselişlerin kalıcı olamayacağına inananlardanım.Yine de bu hafta ABD’de kârların açıklanmaya başlayacağı bir hafta olacak. JP Morgan Chase, Bank of America ve General Electric hisse senetlerinin kârları bu hafta açıklanacakların arasında.Ekonominin büyümeyi başardığı, tüketicinin güveninin yükseldiği, iş bulma umudunun da buna paralel arttığı bir dönemin kârları açıklanacak. Ancak ikinci çeyreğin ortalarından itibaren tüketici güven endeksi, siparişler ve istihdam tarafından gelen haberler ikinci dibi çağrıştırırken, henüz daha kârlara yansımış olamaz. Asıl etkiler üçüncü çeyrekte ortaya çıkacaktır. Hele ki piyasalarda ikinci dibi çağrıştıracak denli sert düşüşlere şahit olursak, önümüzdeki dönemde piyasalardaki volatilitenin daha da artması söz konusu. Dow Jones Endeksi’nde geçtiğimiz Cuma günkü kapanış; 10.194’ten geçen 50 haftalık hareketli ortalamanın çok az üzerinde olan 10.198’den gerçekleşti. Bu hareketin hafta başında 10.260-310 seviyelerine doğru bir yükselişe tanık olabileceğiz. Ancak sonrası için çok da umutvar değilim. Yeniden 10.000’in altına inilmesi ihtimali oldukça kuvvetli. Unutmayalım bu hafta Avrupa’da stres testinin “ağırlığı” hissedilecek. Her ne kadar piyasalar sonuçların önümüzdeki hafta sonuna doğru açıklanmasını bekliyor olsa da “tahminler” yapılmıyor değil.Credit Suisse ihtiyaç duyulabilecek sermayenin 90 milyar euroya (114 milyar dolar) ulaşabileceğini hesaplamış! Büyük rakam değil! ABD’nin sadece AIG’ye 180 milyar dolar harcamasının yanında para mı?Ola ki bankalar bu testten yarasız beresiz geçecek olur ise piyasalarda Goldman’ın belirttiği gibi bir ralli olur mu? Onu da beklemiyorum. Zira özellikle son bir haftadaki yükselişlerin ardında bu “olumlu” beklenti yok muydu? Madem bankalar bu sınavı da 4.5’tan 5’le geçecekler o zaman “strese ne gerek vardı?” diyenler borsaları yükseltmediler mi? Sonuç olarak “rallinin” bir kısmı yaşandı bitti kaygısızca...Bu haftanın “göstergesi” euro/dolar paritesi olacak!Geçtiğimiz hafta içinde 50 günlük hareketli ortlamanın üzerine çıkmayı başaran parite, 1.5142’den bu yanda gelen düşüş trendine 1.2723 ile ulaştı, ancak trendi aşamadı. Bu trendin (hafta başında 1.27 ile başlıyor ve her gün 15 pips düşüyor) kararlı bir şekilde yukarı kırılması durumunda bambaşka debgelerden söz ediyor olacağız. Hatırlatmakta fayda var: Euronun güçlenmesi, sadece Euro Bölgesi’nin “stresini atmasından” olmayacak, ABD’deki özellikle kredi ve eyalet borçlanma piyasalarındaki tatsızlıkların da payı olacak. Yani euronun güçlenmesi değil, doların zaafiyetinden olacaktır.Yine de benim beklentim euronun 1.27 seviyesini; özellikle de haftalık kapanış bazında; aşmaması yönünde. Aşması sert hareketleri de beraberinde getirecektir. Paritenin 1.26’ların üzerinde kalması, dolar/TL kurlarında 1.5450’nin daha sık işlem görür hale gelmesine yardımcı olacaktır. Arızi olarak 1.5350’lere gelinse de 1.5450 seviyelerinin önemli bir “destek” görevi görecektir. Altına inilmesi durumunda ise ilk hedef 1.5150 olacaktır.
Amerika’dan sonra Avrupa Birliği de (AB) bankalarını stres testine tabii tutuyor. Ekonomik ve finansal krizlere ne kadar dayanıklı olduklarını ölçecekler...Hisse senedi piyasalarına bakarsak, bankalar bu testi “başarıyla” geçecek, herhangi bir sorun çıkmayacak. Hatta bu beklenti euroyu, dolar karsısında son bir ayın en yükseği olan 1.2702 seviyesine kadar yükseltti. Amerikan piyasaları hatta bu işi daha da abartarak, “Ortada bir sorun olsaydı Avrupa piyasaları bunu bizden önce fiyatlardı” görüşleriyle daha da yükseldi. Avrupa borsaları yukarıya gittiğine göre, demek ki ortada bir sorun yok” diyen Dow Jones endeksi önceki gün 10.000 psikolojik eşiğini geçti. Bu seyir dün de devam etti. Bugün ya da önümüzdeki haftanın ilk günlerinde 10.270 seviyelerine kadar bu yükseliş devam edebilir.Yanlız benim aklıma takılan bazı sorular var... Başta Yunanistan olmak üzere bazı ülkelerin kamu borçlarının yeniden yapılandırılması (ya borçlarının bir kısmının “silinmesi” ya da uzun yıllar boyunca faiz ödemeyecek şekilde uzatılması) konuşuluyor. Peki bu ülkelere borç verenlerin çoğunluğu Avrupalı bankalarsa, yeniden yapılandırma gündeme gelirse nasıl olacak da bu testten geçecekler?91 bankanın tabii tutulacağı test için kötümser senaryoda AB Bölgesi’nin yüzde 3 küçülmesi, olası bir “yeniden yapılandırmada” Yunanistan’ın borcunun yüzde 17’sinin ödenmemesi varmış. İş oraya giderse yüzde 17 değil yüzde 25-30’dan aşağısının kurtarması hayli zor!Peki nasıl olacak da hiç sorun çıkmadan bankalar bu stres testini geçecekler? Varsayalım ki göstermelik birkaç kurban dışında hepsi bu testi geçer ise, bu bankacılık sektörü açısından başarılı bir sınav mıdır? Bence değil. Kimsenin strese girmeyeceği bir test olabilmesi ancak, “AB’nin resmi para birimi nedir? (Cevap: Euro)” benzeri herkesin bilebileceği sorular sorulursa mümkün. Peki bu test, gerçek bir test midir? Böylesi bir sınavda kimse kalmazsa, bankacılık sektöründe kaybolan güven nasıl yeniden tesis edilebilecek? Önemli bazı isimler sınavdan kalmalı ki, bunun gerçek bir sınav olduğu anlaşılsın, hissedilsin. Testi “gerçekten” geçenlerin değeri anlaşılabilsin. Aksi takdirde kimse sonuçlara ve de ileriye güvenmez ki!23 Temmuz’da sonuçlar açıklanacakmış. O güne kadar piyasalar, herkesin testi geçeceği, “oyunun aynen devam edeceğini” satın alıyor! Reel ekonominin öncü göstergelerinden kuru yük navlunlarından yola çıkılarak hesaplanan “Baltic Dry endeksi” 27 Mayıs’taki 4.209 seviyesinden dün itibarıyla neredeyse yarı seviyesinin bile altı olan 2.018 seviyesine geriledi!Yine finansal piyasalar reel ekonominin önünde mi gidiyor diye sorulabilir. İyi de borsalar böylesi bir düşüşü hiç fiyatlamadılar ki!
Kısaca “menkul kıymetleştirilmiş opsiyon” denebilir onlara... Varantlar; Türk sermaye piyasasının yeni araçlarından biri olmaya aday. Umarım akibetleri Varlığa Dayalı Menkul Kıymetlere (biz onlara kısaca VIDIMIK demiştik), Köprü senedi, müteahhit bonosu ya da finansman bonosu gibi olmaz. Belli vadede, belli bir finansal enstrümanı, belli miktarda; “alma hakkını almak ” ya da “satma hakkını almak ” şeklinde tanımlanabilir. Varantlar “ömürlü” enstrümanlar. Varantların vadeleri sonsuz değildir, önceden belirlenmiş vade sonları vardır. Vadeleri geldikçe yenileri ihraç edilir.Bizim piyasalarımızda ihraç edilecek varantlar İMKB’de hisse senetleri gibi “tahtada” işlem görecekler. Yine fiyat adımları olacak. Yine arz ya da talep yazılacak. Yanlız hisse senetlerinden farklı olarak ihraçcı kuruluşun “piyasa yapıcı fiyatları” ekranda belirlenecek. İlgili varantın alt ve üst fiyat bantları aynı zamanda piyasa yapıcısı olan ihraçcı için alt ve üst işlem bantları olacak. İhraçcı, ilgili varantı üst fiyat bandından ya da daha üstünden (teorik olarak mümkün olamayacak) almak isteyenlere (dayanak varlığın fiyatında ciddi bir değişiklik olmamışsa) istedikleri kadar satacak. Tıpkı Borsada İşlem Gören Fonlar’da (BigF’ler) olduğu gibi.Varantlarda her zaman bir ihraçcı olacak. O olmadan herhangi bir varant hayata geçemiyor. Zira opsiyonu “yazan” taraf ihraççı (issuer) olacak. Aynı vade ve aynı dayanak varlık için birden fazla ihraççı olabilecek . Varantlar bir anlamda ihraçcının borç senedi niteliğinde. Bu nedenle ihraçcının kredibilitesi ndeki düşüş, varantların değerinde azalmayla sonuçlanabilir. Yatırımcılar beklentileri doğrultusunda varlığın yukarı ya da aşağı yöndeki hareketine, sadece primi (tahtadaki fiyat) riske ederek yatırım yapabilecekler.Varantın değeri vadesine, piyasadaki oynaklığa, faiz oranlarına, temettüye ve tabii ki dayanak varlığın fiyatına bağlı olarak değişiklik gösterir.Başlangıçta ister tek hisseye, ister sepete, isterse de endekse dayalı olsun IMKB’de işlem görecek tüm varantlarda; fiziksel teslim yerine; nakit uzlaşı geçerli olacak.İhraççı kuruluşlar, temettü ve sermaye arttırımlarının varant fiyatlarına yansımasının yaratacağı etkiyi sınırlama çabası içinde olacaklar. Tıpkı, İMKB’nin endekste yaptığına benzer diyebileceğimiz bir tarzda; ayarlamalar yapacaklar.Bir varantın geçmiş performansı, gelecekteki performansının göstergesi olamayacak. Bu varantların sağlıklı bir teknik analiz yapılamayacağı anlamına geliyor. Varantlarda; ihraççının hedge miktarını karıştıracağından açığa satış mümkün ol(a)mayacak ! İlgili sektörlerde “A hissesini al/B hissesini sat” tarzı “ikili işlemleri (pair trade)” hayata geçirmek daha kolay olabilecek. Daha önceleri bireyler için oldukça zor olan ‘borç bulma sorunundan’ dolayı yapılamayanlar da artık hayata geçebilecek. Yeterki ilgili “çiftin” aynı vadelerde varantları olsun .Bu enstrümanı iyi tanımayan bireylerin önce bu konuda bilgi birikimlerini arttırmaları, piyasadaki işlemleri bir süre izlemeleri ve sonrasında yatırımlarının sınırlı bir kısmını bu kouya ayırmalarında fayda olacaktır. Bireyler varantları iyi tanıdıkça, kendi anapara garantili yatırım alternatifini yaratabiliecek . Faiz oranlarına ve vadeye bağlı olarak, anaparalarının yüzde 90-95’lik kısmını hazine bonolarına yatırıp ve kalanıyla varant alınarak kişisel “anapara garantili fonlar” yaratılabilecek. Yeni “enstrümanımız” varantlar umarım VOB’daki gibi “tek kontrata” dayalı bir piyasa haline gelmez ve Türk sermaye piyasalarına hayırlı olur.
ABD verileri, ekonomik toparlanmanın hız kestiğine hatta gerilemeye başladığına işaret ediyor. Üstüne üstlük, başta California, New York ve Illinois olmak üzere 43 ABD eyaletinin mali durumlarındaki bozulmanın devam etmesi piyasalarda keyifleri kaçıracak. Borsalarda gelinen seviyeler, teknik olarak piyasaların orta vadede daha da kötüleşeceğinin sinyalini veriyorKuzey yarıkürenin yaz tatili bu hafta itibarıyla başladı. Eylül başına kadar da sürecek. Haftanın ilk günü ABD piyasaları 4 Temmuz resmi tatili nedeniyle kapalı. Piyasalar pek de rahat bir tatil sezonu geçirebilecek gibi görünmüyor. Her ne kadar “zımni” bir anlaşmayla piyasalardaki tansiyon azaltılmaya çalışılsa, güneşi balçıkla sıvama konusunda “imece usulü” çalışılsa da gerçekler pek tatil yapacağa benzemiyor. Geçtiğimiz hafta Avrupa Merkez Bankası’nın açtığı fonlama ihalelerine gelen talebin, itfadan az olması piyasaları az da olsa rahatlattı, euroyu güçlendirdi. Talebin azalmasında, özellikle büyük bankaların 200 milyar euro civarındaki “serbest depolarını” kullanmalarının payı büyüktü. Bu tercih en çok İspanya’ya yarayacak. Temmuz ayı boyunca 30 milyar euro itfasını yenilemek zorunda olan İspanya, bu gelişmelerden sonra belki daha rahat borçlanabilir. Her ne kadar derecelendirme şirketleri İspanya’nın notunu düşürmek için negatif izlemeye almış olsalar da bu kararı ihaleler öncesinde açıklamadıkları sürece şimdilik (!) mesele yok. Cuma günü ABD’den gelen istihdam verileri piyasaları mutlu etmedi. Özellikle özel sektörün yarattığı istihdamın 110 bin kişi beklenirken 83 bin ile sınırlı kalması keyifleri kaçırdı. Beklenti anketleri, konut verileri derken son açıklanan ABD verileri; ekonomik toparlanmanın hız kaybettiğini , hatta gerilemeye başladığını gösteriyor.Üstüne üstlük, başta California, New York ve Illinois olmak üzere 43 ABD eyaletinin mali durumlarındaki bozulmanın devam etmesi ve bu konunun özellikle ABD’de daha sık dile getiriliyor olması keyifleri kaçıracak. ABD hazine bonoları ile eyalet bonoları arasındaki swap farkları 2008’in son çeğreğinde 270 baz puanın üzerine çıkmış. Kasım 2009’da 50 baz puana kadar daralan fark son gülerde yeniden 225’lere kadar yükselmiş. Bu yükselişte; “kaliteye kaçış” sebebiyle ABD hazine bonolarına kayışın (2 yıllık getirileri 26 Haziranda yüzde 0.51’e kadar geriledi) rolü olduğu kadar eyalet/belediye bonolarının artan riskleriyle beraber yükselen getirilerinin de payı var! Yükselen getiriler ile ABD’li yatırımcıların bu bonolarda tuttukları portföylerin toplamı ilk kez 1 trilyon doları geçerken, yabancılar da son bir yıl içinde portföylerini yüzde 80 artırarak 72 milyar dolara yükseltmişler. Bu durum pek hayra alamet değil. Haziran başında ABD Başkanı Obama’nın durup dururken, sorunlu eyaletler için Senato’dan 50 milyar dolarlık yeni bir paket istemesi boşuna değilmiş. AB’nin borç krizinin üzerine bir de ABD eyaletlerinin borç krizleri eklenirse, seyreyleyin gümbürtüyü...Tüm bunların ışığında piyasaların “gönül rahatlığıyla” tatile çıkabilmeleri mümkün olur mu sizce? Varlık piyasalarının yükseleceğine yönelik pozisyon almış olanlar başta olmak üzere hemen hemen herkes diken üstünde tatil yapacak. Gelelim bu hafta piyasalara...Bugün bizde enflasyon verileri açıklanacak. TÜFE beklentisi fiyatların yüzde 0.1 gerilemesi. ÜFE’de ise 0.3’lük bir artış bekleniyor. Genel olarak enflasyon beklentileri olumlu ve bu da bonolara alım olarak yansımış durumda .Gösterge bono bileşik getirileri Ocak ayından bu yana ilk kez 8.50’li seviyelere kadar geriledi. Teknik olarak 14 Ocak’ta görülen 8.32 seviyesinin yeniden ziyaret edilmesi büyük olasılık . Daha aşağı iner miyiz? Mayıs başında yüzde 9.81-9.61 arasında bırakılan boşluğu çoktan unutmuşa benzeyen piyasaların 6 Ekim 2009’da görülen 7.59 bileşik seviyesinin yeniden görülmesi için radikal bazı haberlerin gelmesi gerekecek! Borsalarda işler karışık.ABD borsa endekslerinde, haftalık bazda 50 haftalık HO’ların altında “kararlı” kapanışlar oldu. Günlük bazda ise, teknik analiz açısından önemli bir gelişmenin arifesindeyiz. 50 günlük HO’nın, 200 günlük olanını düşüş yönlü kesmesi, piyasaların orta vadede daha da kötüleşeceğinin bir ipucu . Ancak kısa vadede piyasaların “aşırı satış” bölgesinde olması ve S&P 500 bazında 1.010 seviyesinin direnç görevi görmesiyle, ABD’de tatili dönüşünde kısa vadeli toparlanmalar , 1.065-1.070 seviyelerine kadar cılız yükselişler görülebilir.Ancak bunların uzun soluklu olma ihtimali çok düşük. Değil bir sonraki haftaya bu hafta sonuna kadar ulaşması bile zor. 1.010 seviyesinin altına inilmesi, 945-950 seviyesinin önünü açacaktır.Cuma günü bana göre “hakettiğinin çok fevkinde” bir performans gösteren İMKB’de bu hareketin 55.900 ya da 56.650 seviyelerinden birine kadar devam etmesi ihtimali var. Sonrasında yeniden 53 binli seviyelere inilecektir .
Bu yazıyı yazmazsam aklım kalacaktı. Geçtiğimiz sezon; adı uyuşturu ile anılmış bir teknik direktörün takımın başına getirilmesi nedeniyle; Fenerbahçe futbol takımını desteklemeyeceğimi sezonun en başında eşe dosta ilan etmiştim. Altı yaşında bir kızım var. Yarın öbürgün uyuşturucuya dair bir konuda tavır koymam gerektiğinde kızımın “Ne yani, senin tuttuğun takımın başına da bir zamanlar böyle bir teknik direktör getirmişlerdi” dese ne yaparım diye düşündüm. Verebileceğim net cevaplarım yoktu. Ben de en azından “ama ben de tepkimi o sene takımımı desteklemeyerek” göstermiştim diyebilme adına böyle bir karar almıştım. Ola ki Daum bu sene de takımın başında kalsaydı, bu sene de Fenerbahçe futbol takımını desteklemeyecektim. Haa yine geçen sene olduğu gibi Fenerbahçe’nin; basketbol, atletizm ve Avrupa’da üstün bir başarıya imza atan bayan voleybol takımı gibi diğer branşlarını bir taraftar olarak desteklemeyi sürdürecektim. Derdim Daum’un orada olmasındaydı. Neyse ki Daum gönderildi de yerine benim gönül rahatlığıyla destekleyeceğim Aykut Kocaman göreve geldiAslında bu yazının başlığı “Söz kültürü, sözleşme kültürü” olacaktı.Neden mi? Tüm bu olayda tepkim aslında sadece Daum’a da değildi. Onu tercih eden yönetime de tepkiliydim. Dünya üzerinde onbinlerce teknik direktör varken, Fenerbahçe gibi büyük bir kulübün futbol takımının başına “rol model” olacak kişi olarak bula bula daha önceden gönderdikleri Daum’u mu buldular diye kızgındım. Geçen senenin faturasını teknik patrona kesmeye karar veren yönetimin bir başka hatası daha ortaya çıktı. Fenerbahçe yönetimi; Beşiktaş’ın Ertuğrul Sağlam’ı gönderdiği kadar kolay kurtulamadı bu işten. Daum sözleşmesine istinaden, görevine son verilmesi durumunda ortaya çıkacak tazminatta ısrarcı oldu. Bursaspor’u bu sezon şampiyon yapan Sağlam öyle miydi? Kendisinden memnun olunmadığı söylendiğinde, herhangi bir tazminat talebi olmaksızın ve tek kötü söz söylemeden görevini bıraktı. Aradaki fark da burada zaten. Ertuğrul Sağlam bir Türk olarak “söz“ ile hareket etti. Daum ise tam bir Alman gibi, “sözleşmeye” göre davrandı. Fenerbahçe’nin izlediği yıpratma politikaları ne kadar işe yaradı bilemem ama Daum sözleşmeden aldığı güçle hareket etti ve kendisini memnun edecek bir tazminatı koparmayı da başardı. Anlamadığım bir başka konu da bu sözleşme meselesi. Sözleşme yapılırken, neden başarı kriterleri net olarak belirtilmez ve bunlar tutturulamadığı takdirde de hangi koşullarla “ayrılığın” gerçekleşeceği net olarak sözleşmeye konmaz? Yok eğer kriterler belirtildi ve sözleşmeye konulduysa, neden sözleşme dışı çözümler arandı? Aslında Fenerbahçe bu tutumu ile bir yandan kendi diğer yandan da Türkiye’nin itibarına zarar veriyor. Daum’a reva görülen bu muameleyi öğrenen kaliteli yabancı teknik direktörler ve futbolcular Fenerbahçe’ye gelirken kılı kırk yaracaklar veya normalde razı olabileceklerinin çok daha üzerinde bir para isteyemecekler mi?Sadece Fenerbahçe’ye mi, diğer takımlara, hatta diğer spor branşlarına gelecekler için de geçerli olacak bu. Ya da her sözleşme, Beşiktaş’ın Del Bosque’si gibi FIFA’ya gidecek ve bizim aleyhimize sonuçlanacak.Mesele sadece futbol ile de sınırlı kalmayacak. Daum gibi medya önünde olan birisine yapılan bu muamele Türkiye ile iş yapan ya da yapmak isteyen bir çok işadamının kafasında soru işaretleri yaratacaktır. Ne zaman öğreneceğiz ödemeyi düşünmediğimiz ya da ödeyemeyeceğimiz senedin altına imza atmamayı, attıysak da bunun gereklerini yerine getirmeyi?Korkarım ancak, bizde neredeyse “kutsal” olan söz kültüründen, anglo-sakson dünyadaki gibi sözleşme kültürüne geçebildiğimiz zaman öğreneceğiz..!
2009 yılı Fortune Türkiye dergisinin her sene hazırladığı Türkiye’nin en büyük 500 şirketinin sıralandığı Fortune 500 listesi yayınlandı. Gönüllülük esasına göre, Finar A.Ş. tarafından bağımsız olarak hazırlanan bu liste, ilginç sonuçlar içeriyor.Listeye giren şirketlerin geçen yılki toplam satışları 2008’deki 392.2 milyardan, yaklaşık yüzde 10 gerileyerek 353.5 milyar TL’ye inmiş. Tüpraş 20.4 milyar TL ile yine ilk sırayı alırken geçen yıla göre, satışlarının ciddi şekilde gerilediği görülüyor. Ancak bu gerilemenin ardında talepten çok, petrol fiyatlarındaki gerilemenin önemli bir payı var. Benzer bir durum demir çelik sektörü şirketlerinde de gözleniyor. Bu alt sektörde ciddi talep daralmasının üzerine bir de demir-çelik fiyatları gerileyince bu şirketler listede hayli gerilemişler. Krizin etkiler asıl ihracat cephesinde görülü-yor. 2008’deki 94.7 milyar TL’lik (Fortune 500 şirketlerinin) ihracatı yüzde 18.5’lik düşüşle 77.1’e gerilemiş. Bu düşüşte euronun değer kaybının etkisi yok. Zira euro bu yıl içinde değer kaybetmişti. Buradaki esas sorun, Euro Bölgesi’ndeki talep gerilemesi ve halen daha da devam eden sorunların bize yansımaları. Görünen o ki bu sene ihracatçı Türk şirketleri bir taraftan talep eksikliği ile uğraşırken, diğer taraftan da euronun değer kaybı ile uğraşıyor olacak.Fortune 500 listesinin belki de en çarpıcı sonuçlarından birisi de satışların yüzde 10 gibi düştüğü bir dönemde şirtketlerin kârlarını yüzde 62 gibi yüksek bir oranda artırmış olmaları. Botaş 3.2 milyar TL ile liderliği ele geçirmiş. Şirketler bir yandan stok yönetimlerini iyileştirirken, diğer yandan da verimliliklerini artırmış görünüyorlar. Peki bu verimlilik nasıl artmış derseniz, iş yine dönüp dolaşıp işgücü meselesine geliyor. Önemli kısmı listenin üst sıralarındaki şirketlerden olmak üzere 43 bin 333 kişi işini kaybetmiş ya da atılmış. Fortune 500’ün toplam çalışan sayısı 726 bin 591’e gerilemiş. İstihdam açısından dikkati çeken bir başka nokta da listenin özellikle son 100’ünü oluşturan şirketlerin eleman azaltmak yerine arttırdıkları görülüyor. Diğer bir deyişle KOBİ’ler yine istihdamda yükü sırtlamışlar.Bankacılık sektörünün ve holdinglerin yer almadığı bu listede yer alan 500 şirketin toplam kârı 21 milyar liraya yaklaşırken, bu rakamın 2009 yılında toplam 20 milyar lira kâr eden bankacılık sektörüne neredeyse denk olması dikkat çekici. Bir diğer kıyaslama da 500 büyük şirketin satışlarının toplamının ABD sıralamasının en üstünde yer alan Wal-Mart Stores Inc. adlı şirketin satışlarının yarısının çok az üzerinde olması. Türk şirketlerinin global sıralamada yer alabilmeleri için daha çok yol katetmeleri gerekecek.Kısaca piyasalar... G20’den her zamanki gibi yine net bir karar çıkmadı, çıkamadı. Bakmayın siz bütçe açıkları “yarı yarıya indirilecek” kararına. Kim, nasıl, ne zaman ve hangi politik irade ile sorularının cevapları belirsiz. Bu belirsizlik de Pazartesi gününden beri gelişmiş ülke borsalarını vuruyor. Bugün kritik bir gün. Amerikan S&P 500 Endeksi için 1.010 seviyesi kritik. Haftalık kapanış olarak bu seviye önemli. Bugün direnmeye çalışsa da önümüzdeki günlerde bu seviyenin de aşağı kırılma ihtimali hayli yüksek. İMKB yurtdışındaki düşüşlere var gücüyle direniyor. Hatta yurtdışı az da olsa toparlasa, İMKB adeta kopup gidecek gibi davranıyor. Böylesi kısa vadede olsa bile önümüzdeki haftalarda İMKB ile yurtdışı piyasalar arasındaki fark kapanacak, İMKB diğerlerine yakınsayacaktır. Yok eğer aradaki fark daha kısa zamanda kapanacak olur ise İMKB’de 52.750 ya da 51.600 seviyelerinden birinin test edilme ihtimali artacaktır.
Geçtiğimiz 5 gün Cape Town’daydım. Hayır, Dünya Kupası’na gitmedim. Time, CNN ve Fortune tarafından iki yılda bir dünyanın önemli merkezlerinde düzenlenen “Global Forum 2010” toplantılarına katıldım. (Ne yazık ki ben oradayken Cape Town’da hiç maç yoktu!) Bu foruma dünyanın en büyük şirketlerinin en üst yöneticileri, politikacılar ve ünlü kişileri katılıyor. Bu toplantıda dünyaya ve Afrika’ya dair neler konuşulduğuna yarınki yazımda değineceğim.Bugün; toplantının en ünlü konuğu William Jeferson Clinton’ın konuşmasından bahsetmek istiyorum. Biz onu ABD’nin 42. Başkanı Bill Clinton olarak biliyoruz. Şimdi o “emekli”. Konuşması boyunca “Biz” dediği kendi adına kurulmuş olan vakıf aracılığıyla hayır işleri yapıyormuş. Çeyrek dönümde yılda 80 dolarlık geliri 400 dolara çıkarma başarısı ya da Kolombiyalı kadınların ürettiği organik baharatların pazarlanmasına yaptıkları katkılar alkış aldı! (Toplantıya katılanlar arasında eski Başkan Clinton’un, “İki başkanlık döneminde çözemediklerini şimdi bir vakıf aracılığıyla mı çözecek” diye soran, hatta bunu düşünen bile olduğunu sanmam. Herkes hayranlıkla dinliyordu.) Clinton’un yaptığı konuşmasının belki de en çarpıcı kısmı; Afrika’daki hızlı gelişimi de vurgulayarak kıtanın “Kablosuz İletişen (mobil) kıta Wireless Continent” olması önerisiydi. (Afrika, bizim buradan gördüğümüzden farklı olarak beş yıla kadar bunu yaparsa şaşırmayacağım!) Clinton kısa vadedeki önceliğin ekonominin “tamir” edilmesi, orta vadedekinin, terör ve uzun vadedekinin ise enerji üretim ve tüketim yöntemlerimizin değiştirilmesi olduğunu söyledi. Konuşması sonrasında aslında sorulmamış olmasına rağmen söz döndü dolaştı Irak’a ve Türkiye’ye geldi. Irak konusunda hayli endişeli olduğunu, askeri açıdan yapılabileceklerin hepsinin yapıldığını, gerisinin Irak halkına kaldığını belirtti. Şartların böyle devam etmesi durumunda Irak’ta “tek” kazananın İran olabileceğinden endişe ediyor. İran’ın nükleer meselesinin şu anda dünyanın en zor ve güç problemi oarak gören söyleyen Clinton, İran’ın ola ki nükleer bomba sahibi olması ve hele hele bunu kullanması durumunda ‘işlerinin biteceğinin onlara söylenmesi’ gerektiğini düşünüyor. Eski başkan; İran konusundaki opsiyonların hiçbirinin “iyi (ehven)” olmadığına, Türkiye ve Brezilya’nın attıkları adımın da çok fazla işe yaramayacağına inanıyor. Başbakan Erdoğan’ın dini duyguları kuvvetli olan bir ulusu demokratik platforma taşımakta başarılı olduğunu, AB’nin Türkiye’yi alması için kulis yaptığını ancak karar alma sürecindeki sorunlardan dolayı bunun mümkün olamadığını söyledi. Erdoğan’ın İsrail ile daha önceleri iyi ilişkiler kurduğunu ancak çoğunluğu Rusya’dan göç etmiş, tarihe “takılmayan” ve askeri çözümleri benimseyen İsrailli yöneticilerin ; Gazze’ye yaptıkları müdahaleyi Türkiye’ye bildirmeyi “unutmalarının” Türkiye’yi “kızdırdığını” söyledi. Clinton; sonrasında gelişen olaylar ve Erdoğan’ın son çıkışının büyük bir problem yarattığını söyledi. İran ile imzalanan protokol sonrasında Brezilya’nın sorun olmadığını, ABD ile varolan ilişkileri çerçevesinde sıkıntının aşılacağını ancak bunu Türkiye için bu aşamada söyleminin zor olduğunu belirtti. Türkiye meselesinin artık çok ciddi bir problem haline geldiğine inanıyor Clinton. İsrail’in izlediği politikalarda ısrar etmesinin de İsrail için sorun yaratacağını belirten Clinton, kendisinden talep edildiği takdirde İsrail ile Filistinliler arasında arabuluculuk görevini de üstlenebileceğini söylüyor.