Şampiy10
Magazin
Gündem

Avrupa’da hortlayan bağnazlık

İsviçreliler, camilere minare yapılmasına karşı oy kullandılar. Böylece İslâm’ın simgesi haline gelmiş olan minareleri yani İslâm’ın işaretini görmeye tahammülleri olmadığını göstererek hoşgörüsüzlüklerini ve bağnazlıklarını sergilediler. Tabii bütün Avrupalıların böyle düşündüğünü sanmak yanlıştır. Nitekim bu oylamaya karşı olan Avrupalıların sayısı az değildir. Bir bu uygulamaya bakın, bir de Saadet Asrı’nda Hicret’in 9’uncu yılında Necran’dan gelen Hıristiyan heyetini mescidinde ağırlayan ve Hıristiyan usulüne göre mescitte ibadet yapmalarına müsaade eden, zulümden kaçarak ülkesine sığınan Müslümanlara özgürlük tanıyan Habeş Kralı Eshame’nin ölümü üzerine gıyabında cenaze namazı kılıp dua eden Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın hoşgörüsünü, din özgürlüğü hakkındaki davranışını düşünün.

Artık bu ayıptan dönün

Dinler kardeşliği, hoşgörüyü emreder ama yanlış yorumlarla halka egemen kılınan bağnazlık, kavgalara yol açar. Bu yol, yol değildir. Artık Avrupa’nın bu ayıptan dönmesi, Müslümanların inancına saygı göstermesi gerekir. Dünya küçüldü. Müslümanların elinde de çok imkân var. Petrol var, yer altı yer üstü zenginlikleri var, madenler var... Avrupa teknolojide ileri olsa da Müslümanlara muhtaçtır. Üretilen otomobiller, araçlar satılmasa Avrupa’nın fabrikaları durur.

Rotterdam’daki cami

Müslümanlar İsviçre bankalarından paralarını çekerse Avrupa ekonomisi çöker. Barış ve huzur içinde yaşayabilmek için inançlara saygı göstermek gerekir. Peygamber zamanında olmayan minare, aslında bidattır ama İslâm’ın simgesi haline gelmiş olan güzel bir bidattır. Bir Hollandalının yaptığı Rotterdam Çifte Minareli Camii, bulunduğu semte güzellik ve estetik katmıştır. Kim bilir belki bu ters hareket, İslâm’ın daha çok tanınıp yayılmasına, Avrupa kentlerini minarelerin süslemesine yol açacaktır. Kur’ân’ın buyurduğu üzere: “Hoşunuza gitmeyen bazı şeyler sizin için hayırlı olabilir” (Bakara Suresi 216’ncı ayet).

Yazının devamı...

Veliler hiyerarşisi (2)

* DÜNDEN DEVAM

“Bu ümmet içerisinde kırk kişi İbrahim meşrebi üzerinde, yedi kişi Musa meşrebi üzerinde, üç kişi İsa meşrebi üzerinde, bir kişi de Muhammed meşrebi üzerinde bulunur. Bunlar meşreplerine göre insanların efendileridir.”

Hz. Peygamber’in, hadisin devamında belirttiğine göre bunlarla yağmur yağdırılır, Allah bunlar vasıtasıyla belayı defeder ve bunlar yüzü hürmetine insanları rızıklandırır. İmam Ahmed ibn Hanbel’in Kitabuz-Zühd’ünde bu hadisin sahih, hatta mütevatir olduğu söylenmektedir. Serdedilen çeşitli görüşlerden, bu hadisin sahih olduğu kanaati uyanıyor (Bkz. Muhammed Ali Şevkani, Fevaid, s. 245-2490).

Ebu Osman diyor ki...

Bu hadisin sıhhati tartışmalıdır. Sahih kabul edilse dahi Hakim-i Tirmizi, aynı anda bütün velilerin bu hiyerarşide bulunacağı manasında olmayıp, kırk kişinin git gide inkıraz bularak bire ineceğini, kıyamete yakın gelecek son velinin (Hatemul-evliyanın) en büyük veli olacağını söylüyor (Hakim-i Tirmizi, Hatmul-Evliya: 345-346). Fakat ondan sora gelenler şu hiyerarşiyi yerleştiriyorlar: Ebu Osman diyor ki:

Kırklardan biri ölürse...

“Budela (ebdal) kırk kişidir umena yedi kişidir. Hulefa üç kişidir. Kutup bir kişidir. Kutup bunların hepsini bilir ve idare eder. Ama kendisini kimse bilmez ve idare etmez. O, velilerin imamıdır. Hulefa olan üç kişi de yedileri bilir ve idare eder. Yediler de kırkları bilirler. Fakat kırklar yedileri, üçleri ve kutbu bilmezler, ümmet arasında bulunan diğer velileri bilirler. Diğer veliler de kırkları bilmezler.

Şayet kırklardan biri ölürse ümmet arasında bulunan velilerden biri onun yerine getirilir. Yedilerden biri ölürse kırklardan biri onun yerine getirilir. Üçlerden biri ölürse yedilerden biri onun yerine getirilir. Sayıda tek fakat bütün yaratıkların sayısına denk olan kutup ölürse yerine üçlerden biri getirilir. Bu, Allah’ın izniyle kıyamete kadar böyle sürüp gider” (Hakaik, varak 67a, No. 77).

Yazının devamı...

Veliler hiyerarşisi (1)

SORU: 1- Halik, kâinatı yardımcısız yaratmıştır. Ancak sonra bunun idaresine neden Cebrail, Azrail, Mikail ve İsrafil gibi yardımcılara ihtiyaç duymuştur? 2- Bazı velilere kutupluk izafe edilir. Böyle bir hiyerarşik düzen var mı? Varsa yeryüzünde mi yoksa bunlar cismani olmayan soyut kavramlar mıdır? (Ali Oktay Cevher)

CEVAP: 1- Kur’ân’ın neresinde Allah’ın Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail’i kendisine yardımcı tuttuğu belirtilir? Bu inanç, Kur’ân’a dayalı değildir. Ama Kur’ân’da meleklerin Allah’ın emrinde olduğu, O’nun emriyle kendilerinden isteneni tereddütsüz yaptıkları vurgulanır: Göklerde ve yerde bulunan canlıların, meleklerin hepsi Allah’a secde ederler, onlar asla büyük taslamazlar. Üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve emredildikleri şeyi yaparlar” (Nahl: 49-50), “Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki, onun yakıtı insanlar ve taşlardır. Onun başında gayet katı, şiddetli, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildikleri şeyi yapan melekler vardır” (Tahrim: 6). Allah, evrenin yaratıcısı ve mutlak yöneticisidir. Nasıl padişah yönetimi bizzat değil, emrindeki görevlilerle yürütürse evrenin padişahı da yaratıklarını emrindeki memurlarla, kanunlarla yönetmektedir. Ama bu yönetimin mahiyetini bizim kavramamız mümkün değildir.

Kutup, velilerin üstündedir

2- Bazı velilere kutupluk, kutbul-aktablık gibi hiyerarşik lakaplar verilmesi hususunda Kur’ân’a dayalı açık bir kanıt yok ise de bu husus bir hadise dayandırılır. Size bu konuda İslâm Tasavvufu adlı eserimden bir bölüm aktarıyorum. Velilerin çeşitleri: “Yeri döşedik ve oraya sabit dağlar yerleştirdik” (Kaf Suresi: 7). Bazı mutasavvıflara göre Allah arzı serdi, onu zahiren yüksek dağlarla tuttu. Hakikatta arz, yaratıklar; dağlar da velilerdir. Allah, velilerle yaratıklarını tutar, onlarla insanlardan belayı savar. Velilerin üstünde evtad, evtadın üstünde revasi vardır. Bir felaket zamanında kulların mercii (başvuru makamı) evtad, evtadın mercii de revasidir. Revasi, seçkin velilerdir.

Revasiyi kutup idare eder. Kutup, bütün velilerin üstündedir. Bu görüş Hz. Peygamber’den nakledilen hadise dayandırılır.

NOT: Sıhhati tartışmalı olan bu hadisi yarınki yazımda bulabilirsiniz.

Yazının devamı...

Gönülden tövbe edeni Yüce Allah affeder

SORU: Yıllar önce oturduğum sitede bir komşumuz köpek aldı. Sabahlara kadar havlayan köpek, bütün huzurumuzu kaçırdı. Sahibini yüzlerce kez ikaz etmemize rağmen hiçbir şey yapmayınca ben de köpeği alarak bir daha dönemeyecek kadar uzağa bıraktım. Aradan yıllar geçti. Şimdi yaptığım şeyin ne kadar kötü olduğunu fark ettim. Vicdan azabından uyuyamaz haldeyim. Sırf sahiplerinin anlayışsızlıkları yüzünden bir canlının yaşamını altüst ettim. Ben ki hayvanları seven biriyim, yardıma muhtaç bir sokak köpeği gördüğüm zaman veterinere götürüp bakımını yaptırırım. Ancak bu yaşadığım olay beni vicdanen çok yıpratıyor. Bana ne tavsiye edersiniz? (Ali Özcan/Aydın)

CEVAP: Köpeğin havlaması doğası gereğidir. Kabahat havlayan köpekte değil, onu insanları rahatsız edecek bir yerde besleyenlerde. Sizin köpeği gizlice alıp uzak yere götürmeniz hatadır ama olan olmuş. Yapacağınız şey Allah’tan af dilemek ve bakımsız köpeklere, hayvanlara yardımınızı sürdürmektir. Gönülden tövbe ettikten sonra Allah’ın bağışlamayacağı bir hata ve günah yoktur. Daha önce yazdığım güzel bir anekdotu burada yinelemekte yarar görüyorum: İmam Ahmed’in Menakıb’ında belirttiğine göre Maveraünnehir’de üçlü hadis bilen bir adam bulunduğunu işiten Ahmed ibn Hanbel, oraya gitmiş.

“Bu söz bana yeter”

Vardığında ihtiyar adam, bir köpeğe yemek yedirmekle meşgulmüş. Ahmed’in selamını alan ihtiyar, yine köpeği yedirmeye devam etmiş. Ahmed’in bu duruma canı sıkılmış. İhtiyar, köpeği doyurduktan sonra Ahmed’e, “Herhalde köpekle meşgul olup seninle ilgilenmediğim için bana gücendin” demiş. Ahmed, “Evet” diye cevap vermiş. İhtiyar demiş ki: “Peygamber, ‘Her kim kendisinden bir şey isteyenin isteğini yarıda keserse Allah da kıyamet gününde onun isteğini yarıda keser ve o kimse cennete giremez’ buyurmuştur. Bizim burası köpeklerin yeri değildir. Bu köpek (başka bir yerden) bana geldi. Onun isteğini yarıda kesersem Allah’ın da kıyamet gününde benim umudumu keseceğinden korktuğum için önce onu doyurdum.” Ahmed, “Bu söz bana yeter” demiş (Hayatul-Hayavan: 2/257).

Yazının devamı...

Allah’ın isimlerini zikretmek ruhu olgunlaştırır

Takdirlerini ileten Ayşe Nerima Hanım, “Ben Kur’ân’ın hükümlerini aklımla ve gönlümle okuyup amel etmeye çalışırken aynı sizin dediğiniz gibi anlıyorum. Nefsi kolaylıkları terk etmek, Kur’ân’la amel etmek bana da nasipse sizin yardımlarınızın azımsanmayacak faydası var. Hakkınızı helal edin” diyor ve zikir hakkında bilgi istiyor. Cevabım şudur: Sorunuzun yanıtını Hacı Muharrem Hilmi Efendi’nin “Hak Yolcularının Seyir Defteri” adlı kitabında bulabilirsiniz. Allah’ın isimlerinin belli sayıda özellikle gece yarılarında zikretmenin insanın ruhaniyetinde büyük olgunluklara yol açacağında kuşku yoktur. Tarihte yetişmiş büyük İslâm mutasavvıfları hep bu yolla yetişmişlerdir. Ama bu öyle beş on kereyle değil mesela “Allah” lafza-i celalinin yüzlerce, binlerce duyarak gönülden, huzurla anılması gerek. Amaç bu yolla Allah aşkını artırmaktır. Allah aşkı ruha hakim olur, insanın egosunu bastırırsa işte o zaman erginlik başlar.

Tercih tamamen sizin

SORU: Okumak ve öğrenmek çabası içindeyim. Yanlış kaynaklara da yönelmek istemiyorum. Bir kitap alıyorum, ilk sayfasında sıkılıp bırakıyorum. Çünkü Arapça kelimelerle doldurmuşlar. Anlamam mümkün değil. Diyanet İşleri Başkanlığı’nca yayınlanmış olan “Kur’ân Yolu” adlı eseri defalarca okudum. Fakat aklımdaki birçok soruya cevap bulamadım. Türkçe’si güzelse sizin “Kur’ânı Kerîm ve Yüce Meali” adlı eserinizi alacağım. (Ali Zengin)

CEVAP: Siz benden kendi eserimi değerlendirmemi istiyorsunuz. Türkçe’si güzel mi diye soruyorsunuz. Kim “yoğurdum ekşi” der ki? Her yazar, kendi yazdıklarının en iyi olduğuna inanır. Alıp almamanız kendi tercihinizdir. Eğer bu köşede yayınlanan yazılarım sizi tatmin ediyorsa eserlerim de öyledir.

Araştırmacı olmalıyız

BİR hocamız, “ibadetlerimizin sonunda geçmiş rahmetli olmuş kişilere ve hatta ölmemiş kişilere de dualarınızı gönderebilirsiniz” dedi. Kulaktan duyma sözlere çok inanan bir toplumuz. Önce hocalar kendilerini yetiştirilmeli ki, bizlere ve bizlerden sonrakilere doğru, akla, dine uygun vaazlar versinler. Vatandaşın bu işte pek fazla suçu yok. Bunları bize öğretenlere sorulmalı. Yenilik ve araştırma olmazsa, vatandaşa da yanlış bilgiler verilirse böyle ölüler için okur dururuz. (Hidayet Koçak)

Yazının devamı...

Namaz kılan sevabını alır

SORU: Kur’ânda emredilen namazın, sabah ve akşam namazları olduğunu yazmıştınız. Ben, sabah namazını kılarak evden çıkıyorum. İş dolayısıyla öğlen, ikindi, akşam kazaya kalıyor. Yatsının ardından da kazalarını kılıyorum. Kur’ân madem sabah ve akşamı emrediyor diğerlerini kılıp kılmamak bizim serbest irademize mi kalıyor? (Yasemin Güntekin)

CEVAP: Ben Kur’ân’da üç vaktin açıkça anıldığını söyledim. “Namaz üçtür” demedim. Kur’ân’da açıkça emredilen sabah, akşam ve gece ortası namazlarıdır. Peygamberimiz öğle, ikindi ve yatsı vakti de her zaman cemaatle namaz kıldırmıştır. Bunlar Kur’ân’da anılmaz ama Peygamberimizin bu namazları kıldırdığı bütün sahabiler tarafından sonraki kuşaklara anlatılmıştır. İslâm’ın başından beri uygulama da 5 vakittir. Ama zaman zaman öğleyle ikindi ve akşamla yatsı birlikte kılınabilir. Namaz kılmak temel ibadettir. Kılan sevabını alır. Bir namaza bir namaz daha katan Allah’a bağlılığının karşılığını alır. Kur’ân’da emredilen sabah, akşam ve gece ortası namazlarında cem olmaz. Her biri kendi vaktinde kılınır. Ama öğle, ikindi Peygamberimizin ictihadıyla sabittir. Peygamberimiz bu namazları zaman zaman cem etmiştir. Yatsı namazı da akşam namazına ektir. Bu da akşamla cem edilebilir. Peygamberimiz bunu da uygulamıştır. İslâm kolaylıktır. Zorlaştırmanın hiçbir yararı yoktur.

Bir teşekkür mektubu

SAYIN hocam, yazılarınızdan sadece dinimizi öğrenmekle kalmıyorum korkular üzerine oluşmuş, hiçbir dayanağı olmayan bir inançtan hızla sıyrılıyorum. Beni yaratana kendimi daha yakın hissettiğim, korkudan çok hayranlık ve sevgi duygularına dayanan bir inanca doğru yol alıyorum. Her söylenene inanan olmaktan da kurtuluyorum. Artık doğruyla yanlışı ayırt etmekte gayretli ve seçiciyim. Yani yavaş yavaş düşünmeyi öğreniyorum. Yazılarınızda lafı dolandırmadan doğrudan açık ve net olarak söylüyorsunuz. Geçen günkü yazınız beni aylardır süren tedirginliğimden kurtardı. Ben memurum. Bu nedenle ikindi ve akşamı dairede kılamıyordum. Akşam namazı vaktini de kaçırıyordum. Bu nedenle yatsı, ikindi ve akşamı bir arada kılmak zorunda kalıyordum. Arkadaşlarım bu durumu doğru bulmuyordu. Onların söyledikleri beni hep kaygı içinde bırakıyordu. Ama mesai saatinde, tüm işleri bırakıp, vatandaşları bekleterek namaz kılmayı da ben doğru bulmuyordum. Artık içim rahatladı. Teşekkür ederim. (Ali Zengin)

Yazının devamı...

Yüce Allah zaman üstüdür

SORU: Tanrı insanları yaratırken ileride yani yaşamlarının yetişkinlik döneminde onlara bir eş de belirliyor mu? Bu durum tamamen kader çerçevesine mi dahil? Yoksa insanın eşini seçip onun gönlünü kazanması ve kendisine böylece bir aile düzeni kurabilmesi onun becerisine mi bırakılmıştır? (E. F.)

CEVAP: Kader dediğimiz Allah’ın olayları planlaması, Allah’ın bilgisiyle ilgilidir. Allah için zaman yoktur. Olayları bütün olarak görür ve bilir. Olmuş, olacak, geçmiş gelecek O’nun için birdir. O’nun bilgisine sonradan bir şey eklenmez veya o bilgiden bir şey eksilmez. Bu bakımdan Allah’ın, insanın yaşam aşamalarını bilmemesi düşünülemez. Çünkü bu takdirde Tanrı’nın bilmediği, sonradan öğrendiği bir şeyler var demektir. Oysa Allah için önce, sonra söz konusu değildir. O zaman üstüdür. Her şey O’nun için bir andan ibarettir. O, her insanın neler yaşayacağını yani bütün hayat aşamalarını bilir. Böyle olduğuna göre insanın kiminle evlenip nasıl bir yuva kuracağını da bilir.

İnsanın irade yeteneği

Bilir ama bu, insanın tamamen zorunlu olduğunu göstermez. Çünkü insana sınırlı bir alanda seçim özgürlüğü tanınmıştır. İnsan, irade dediğimiz bu yeteneğiyle birini kendisine eş olarak düşünür. Sonra karar verip onu eş olarak seçer. Ancak onun düşüncesini, evlenmek için ne gibi çaba harcadığını ve harcayacağını bilir. Bize göre bu evreler gelecek gibidir ama Allah için gelecek ve geçmiş diye bir şey yoktur. Biz zamanlı olduğumuz ve olayları seçimimizle yaptığımız için sorumluyuz. Hırsızlık eden kendisini sorumluluktan kurtaramaz. Yaptığı eylem azaba dönüşür. İbadet edenin eylemi de manevi ödül haline gelir. Sebep sonuç düzeni böyle gerektirir. Kaderin inceliklerini bizim tam olarak kavramamız mümkün değildir. Çünkü aklımız, yeteneğimiz sınırlıdır. Biz henüz evrendeki sırların, kanunların kaçta kaçını biliyoruz? Bilgi sınırımız ne kadardır? Eğer öyle olmasaydı zaman geçtikçe yeni keşiflere, icatlara imza atılmaz, önce bilmediğimiz şeylere sonradan ulaşmazdık. Ama ne kadar ilerlesek de yine eksiğiz, yine Tanrı’nın bütün kanunlarını, gizemlerini bilme imkanına sahip değiliz.

İdrak-i meali bu küçük akla gerekmez

Zira bu terazu bu kadar sikleti çekmez.

Siz kadere inanın, Allah’ın her şeyi bildiğine inanın ama kendi düşüncenizle kendinize bir eş seçin. Seçip evlenirseniz demek ki Allah’ın takdiri öyledir. Kısaca insan mecbur-muhtar (yani zorunlu-seçimli) bir varlıktır.

Yazının devamı...

“Ateşle ancak Yüce Allah yakar” hadisi doğru mu?

SORU: Peygamberimizin kızı Zeynep’i hamileyken yaralayıp çocuğunun düşmesine sebep olan Hebbar isimli kişi hakkında diri diri yakılmasını emredip sonra da “ateşle ancak Allah yakar” diyerek boynunun vurulmasını emrettiği doğru mu? Bu rivayet, Muhammed Hamidullah’ın “İslâm Peygamberi” adlı eserinde İbni Hişam ve Belazuri’den nakledilmiştir. (Ahmet Uzunoğlu/ Ankara)

CEVAP: Evet bu rivayet, “İbn Haşam: Siret: 2/302’nci sayfada” geçtiği gibi “Ebu Davud, Edeb: 164, Cihad: 113” ve “Darimi, Siyer: 23”te de mevcuttur. İbn Hişam’daki rivayet şöyledir: Peygamber’in kızı Zeynep’i kayınpederi Kinane ibn Rebi, Medine’ye babasının yanına göndermek üzere hazırlayıp bir deve üzerindeki hevdece bindirdi. Haberi duyan Kureyşliler buna engel olmak üzere yola çıktı. İlk yetişen Hebbar ibn Esved, mızrağıyla hevdec içinde hamile durumdaki Zeynep’i korkutup çocuğunu düşürmesine neden oldu. Kayınpederi gelinini indirdi. Gelenlere de yaklaşana oku saplayacağını söyledi.

Ebusüfyan’ın karısı Hind bint Utbe, Zeynep’e gündüz vakti herkesin içinde çıkıp gitmesinin kendileri açısından zillet olacağını ancak gece vakti çıkıp gitmesine yardımcı olacağını söyledi. Nihayet Zeynep gece vakti, Peygamber’in gönderdiği Zeyd ibn Harise ve Ensarlı bir kişiyle birlikte yola çıkıp Medine’ye geldi.

Ebu Hüreyre’nin anlattığına göre daha sonra Allah’ın Elçisi, Ebu Hüreyre’nin de dahil olduğu bir müfreze gönderdi. “Eğer Zeynep’e saldırıp onu korkutan Hebbar ibn Esved’i ve arkadaşını yakalarsanız onları ateşte yakın” dedi. Ancak ertesi günü arkalarından şu emri gönderdi: “Ben size o iki adamı yakaladığınız takdirde yakmanızı emretmiştim. Sonra düşündüm ki Allah’tan başka hiç kimsenin yakarak işkence etmesi doğru değildir. Yakalarsanız onları öldürünüz” (İbn Hişam: Siret; 2/297-302). Haber Ebu Hüreyre’nin anlatımıdır. Gerçekten böyle bir olay olmuş mudur, onu Allah bilir. Yalnız haberde yaralama ifadesi yok, tervi (korkutma) ifadesi vardır. Yani Hebbar, Zeynep’i yaralamamış ancak doğrulttuğu mızrağıyla onu korkutmuştur. İşte bu korku nedeniyle Zeynep, karnındaki çocuğunu kaybetmiştir. Tabii bir kadına, üstelik Peygamber kızı olan bir kadına karşı bu vahşice saldırı hazmedilecek ve cezasız bırakılacak bir olay değildir. Çünkü bu, eşkıyalığın ve terörün en kabasıdır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.