Şampiy10
Magazin
Gündem

Evlatlık sorunu

SORU: Annesi belli, babası belli olmayan bir bebeği evimize aldık. Şu anda 13 aylık oldu. Mahkeme kanalıyla nüfusumuza geçireceğiz. Anne doğum yaptığının bilinmesini istemediği için “Bir an önce üzerinize alın. Benimle resmiyette bağı kalmasın” diyor. Bu durumda koruyucu aile olmamızın önünü kesiyor. Bu çocuğun nesebini nasıl koruyacağız? (M. Kodas)

CEVAP: Çocuğun menfaati neyi gerektiriyorsa öyle yapın. Anne doğum yaptığının bilinmesini istemiyor, baba da belli değil. Bu çocuğa büyüdüğü zaman babası belli olmayan gayrimeşru olduğunu söylerseniz üzerinde yıkım etkisi yapar. En iyisi ona anne ve babasını hatırlatmamanız, annesini de yakın bir ablası olarak tanıtmanızdır. Nüfusunuza geçirince çocuk büyüdüğünde sizi annesi babası bilsin. Böylece çocuğun kendine güveni eksilmez, huzurlu olur.



Bir konuyu tavzih

AYSUN Yılmaz adlı okurumun iki sorusunu kısaca cevaplamıştım. Sorulardan biri “Allah’ın 5 gizli ismi olduğu” hakkındaydı. Böyle bir şey olmadığını söylemiştim. İkinci sorusu da edebiyat hocalarından Prof. Muhammed Nur Doğan’ın, “Televizyonlarda kabir azabının tamamen uydurma olduğunu söylediği, bunun doğru olup olmadığı” idi. Bu soruyu uzun uzadıya cevaplamaya gerek görmemiştim. Bendeki orijinal yazı böyle ama yurt dışında olmam dolayısıyla internetten okuduğum yazıda “Hocamızın söyledikleri doğrudur” şeklinde bir cümle çıkmış. Zühul eseri olan bu cümle benim sözüm değildir. Çünkü kanaatime göre kabir azabını inkâr, Kur’ân’ın açık ayetini inkâr anlamına gelir. Elbette kabir azabı, kabrin içindeki cesede yapılacak değildir. Kabirdeki ceset artık taştan, tahtadan farksızdır. Ölümden sonra suçluya yapılacak azap, onun cesedine değil, ruhuna yapılır.



Hurafeler sürüyor

SORU: Hz. Muhammed’in, ölmüş iki çocuğu dirilttiğine dair bir rivayet dinledim. Acaba bu doğru olabilir mi? (İsmail Konyalı)

CEVAP: Hurafedir kardeşim. Ölmüş insanı kimse diriltemez. O mucize sadece Hz. İsa’ya verilmiştir. Hz. Peygamber’in ölüyü dirilttiğine dair rivayetlerin hepsi uydurmadır. Aslı yoktur. Zaten bu tür rivayetler Kur’ân’a da aykırıdır.



İslâm’da yeri yok

BİR okurum “Birinin öldükten sonra kılmadığı namazlar, tutmadığı oruçlar için ihtiyacı olanlara para verse borçları yerine sayılır mı?” diye soruyor. Cevabım şudur: O tür uygulamalar hayalden ibarettir. İslâm’da yeri yoktur.

Yazının devamı...

Günah, insanın düşüncesini ve içini kirletir

* DÜNDEN DEVAM

Peygamber’in recmettirdiği yolundaki rivayetlerin hepsi bir iki kişinin aktarımı olup çelişkilerle, akıl ve mantığa aykırı şeylerle dolu, Yahudilerden Araplara geçmiş olan geleneğin, Peygamber sözü (hadis) biçimine sokulmasından ibaret sözlerdir. Kişi haberleri, fıkıh usulüne göre kesinlik değil, zan ifade eder. Kur’ân, zannın kesin bilgi olmadığını vurgular (Necm: 28). Recm gibi ağır bir ceza böyle zan ifade eden rivayetlere dayanılarak uygulanamaz. Kaldı ki Kur’ân’ın belirlediği dövme cezasının uygulanması için de olayın dört tanıkla, açıkça saptanması gerekir (Nur: 4). Kur’ân’a aykırı olan bu ceza, İslâm için utanç sebebi olmakta, İslâm’ın imajını bozmaktadır. Merhametlilerin en merhametlisi Allah, suçu ne olursa olsun, bir kulunun işkenceyle öldürülmesine razı olmaz ve böyle bir emir vermez. İnsanlar, kendi acımasızlığını Tanrı hükmü haline getirmişlerdir.

Tevrat’ın hükmüne göre...

Günah, sadece dışta görünür eylemden mi ibarettir? Günah, insanın içini, düşüncesini kirleten şeydir. Hz. İsa’nın huzuruna zinayla suçlanan bir kadın getirmişler. Tevrat’ın hükmüne göre bunu recmettirmesini söylemişler. Hz. İsa, “Haydi, hiç günah işlememiş kimseler, bu kadına taş atsın” demiş. Kimse taş atamamış. Çünkü aslında ötekiler, o zavallı kadından daha günahkârdılar ama günahlarını gizleyebilmişlerdi. Kadın ise günahını gizleyememişti. Hz. İsa, asıl günahın düşünce kirliliği olduğunu belirtmiştir: “Zina etmeyeceksin denildiğini işittiniz. Ben size derim: Bir kadına şehvetle bakan her adam zaten yüreğinde onunla zina etmiştir” (Matta: 5/27-29). İnanan erkek ve kadınların kötü düşünceyle bakmamalarını, kötü bakışlarını yummalarını emreden (Nur: 30-31) Kur’ân da aynı şeyi vurgulamaktadır.

ÖZETLE: Recm Kur’ân’ın hükmü değildir. Yahudilikten İslâm hukuk kitaplarına geçirilmiştir. Yahudiler dahi kitaplarındaki bu hükmü uygulamazken Kur’ân’ın kaldırdığı bu hükmü Müslümanların uygulaması İslâm’a leke sürmektedir. Siyasilere ve tüm etkili kişi ve kuruluşlara, Somali’deki bu vahşi cezanın bir daha başka bir yerde uygulanmaması ve fıkıh kitaplarına girmiş olan bu hükmün Kur’ân’a aykırı olduğunun karar altına alınması için çaba harcamalarını umuyor ve diliyorum.

Yazının devamı...

Kur’ân’ın kaldırdığı recm vahşeti daha ne kadar sürdürülecek?

Somali’deki recm vahşetini internetten dehşetle izledim. Bu insanlar, insanları İslâm’dan nefret ettirmek için ellerinden geleni yapıyor. Allah bunların şerrinden korusun. Kur’ân, recm vahşetini kaldırdığı halde maalesef sözde Müslüman âlimler Tevrat’ın hükmünü hadisleştirerek İslâm hukukuna soktular. İslâm’da recm olmadığını kaç kez yazdım ama maalesef rivayetleri Kur’ân’a üstün tutanlar bunda ısrar ettiler ve ediyorlar. Diyanet’in bu konuda uluslararası bir konferans düzenleyip akıl ve izan sahibi İslâm âlimlerince bir karar almaya çalışması uygun olur. Daha önce İran ve Nijerya’da iki recm olayıyla ilgili olarak yazdığım yazıyı burada güncelleştirerek yayınlamayı uygun görüyorum: Recm, Kur’ân’ın hükmü değildir. Yahudilik’ten İslâm hukuk kitaplarına geçirilmiştir. Birkaç yıl önce İran ve Nijerya’daki şimdi de Somali’deki Şeriat Mahkemesi’nin verdiği recm kararı Kur’ân’a aykırıdır. Çünkü Kur’ân’da recm yoktur. Karşıt cinsler (erkek-kadın) arasındaki yasal olmayan cinsel ilişkinin adı zinadır. Zinanın cezası, Nur Suresi 2’nci ayetine göre 100 sopadır. Eylemi yapanların bekâr yahut evli olmaları fark etmez. Çünkü Kur’ân evli-bekâr ayırımı yapmamış, genel söylemiştir. Kur’ân’ın kayıtlamadığını insanların sınırlamaya hakları yoktur.

Kur’ân’da recmin olmadığı kesin kanıtlarla sabittir. Şöyle ki: Zina cezasını açıklayan Nur Suresi 2’nci ayetin ardından gelen ayetlerde, kocası tarafından zinayla suçlanıp, dört şahitle eylemi tespit edilemeyen kadına azap (işkence) uygulanamayacağı belirtilmektedir. Demek ki evli kadının zina cezası öldürme değil, işkencedir (yani yüz sopadır). Yoksa ayette, bu kadının dövülmeyeceği değil, recmedilmeyeceği, öldürülmeyeceği ifadesi kullanılırdı. Nisa Suresi’nin 25’inci ayetine göre zina eden evli cariyelere, hür kadınların yarısı kadar ceza verileceği belirtilmiştir. Hür kadının zina cezası 100 sopadır. Bunun yarısı 50 sopa eder. Eğer hür evli kadının zina cezası recm (taşla öldürme) olsaydı, yarısı olmazdı. Hz. Peygamber’in, Maiz isimli birini recmettirdiği rivayeti ise çelişkilerle doludur. Çünkü rivayete göre Peygamber onu götürüp recmedenlere olayın nasıl geçtiğini sormuş, onlar da taşlamaya başladıklarında Maiz’in kaçmaya çalıştığını ama bırakmadıklarını, taşlayıp öldürdüklerini söylemişler. Peygamber, “Keşke bıraksaydınız” demiş. Şayet rivayet doğru ise Peygamber’in, bu cezanın uygulanmasından memnun olmadığını gösterir. Peygamber, uygulanmasından hoşlanmadığı, Kur’ân’da dayanağı bulunmayan bir cezayı niçin uygulatsın?

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

Bağnaz yorumlar Kur’ân’ı çarpıtıyor

* DÜNDEN DEVAM

Bakara Suresi 214’üncü ayet, bunalım anında peygamber de dahil, bütün inananların “Allah’ın yardımı daha ne zaman gelecek?” diyecek duruma düştüklerini belirtmektedir. Hatta Yusuf Suresi’nde bu bunalım daha açık boyutuyla anlatılır: “... Ne zaman ki, elçiler umutlarını kestiler ve kendilerine söylenenin yalan olduğunu (kâfirlere karşı kendilerine yapılacağı vaadedilen yardımın yapılmayacağını) sandılar, işte o zaman onlara yardımımız geldi ve dilediğimiz kimseler kurtarıldı. Azabımız suçlular topluluğundan asla geri çevrilmez” (Yusuf: 110). Peygamberler, gönderilmiş bulundukları halkların inanacağından, yola geleceğinden umudu kesince Allah’ın kendilerine söz verdiği yardım ve zaferin gecikmesinden ötürü artık kendilerine yardım edilmeyeceğini, kavimlerini azapla tehdit etmelerinin yalana çıkacağını, bu yüzden de kavimleri tarafından yalancılıkla suçlanacaklarını sanmışlar. İşte tam böyle umutsuzluğa düşüp iyice bunaldıkları sırada Allah’ın yardımı gelmiş. Allah’ın dilediği kimseler kurtarılmış, suçlular cezalandırılmışlardır.

Bu ayetteki, “Ve zannû ennehum kad kuzibû câehum nasrunâ” cümlesinin tam Türkçe’si, “Kendilerine yalan söylendiğini sandılar” demektir. Yani öyle bir bunalım içine girdiler ki, kendilerine söz verilen zaferin gelmeyeceğini, kendilerine bu konuda yalan söylendiğini sandılar. Bu ayet, insanın bunalım anındaki kuşkularını, psikolojik durumunu yansıtmaktadır. Burada Allah’ın yardımını bekleyen peygamberlerin, yardım gecikince kavimlerinin sürekli sataşmaları, incitmeleri karşısında sarsılarak Allah’ın yardımının geleceğinden kuşkuya düştükleri, bunaldıkları bir sırada bu yardımın geldiği buyurulmaktadır. Daha nice örnekler verilebilir.

Bu insanlar peygamberleri bir elçi değil, tanrı derecesine çıkarma gafletine düşüyor, kendilerine göre sözüm ona bir takım felsefi yorumlar yapıyorlar. Yapılan bu yorumların Kur’ân ile ilgisi yoktur. İşte bu bağnaz yorumlardır ki, Kur’ân’ı çarpıtıyor ve peygamberlere Kur’ân’ın tanımadığı sıfatlar veriyor, böylece tevhit inancını bozuyorlar. Böylelerine ne denir ki? Yetmedi bu adamların, bu bağnazların saldırıları. Aleyhimde kitaplar yazdılar, iftiralar ettiler. Hâlâ öfkelerini dindiremediler. Ama Kur’ân’ın dediği gibi bir gün “Kubitû kema kubetellezine min kablihim: Kendilerinden öncekiler, Hakk’ın gazabıyla tepelendikleri gibi kendileri de tepeleneceklerdir.” Evet o aleyhimde kitaplar yazanlar şimdi Hakk’ın Divanı’nda.

Yazının devamı...

“Biz senin bunalan göğsünü açmadık mı?”

* DÜNDEN DEVAM

Zeynep olayında Peygamber’in içinde tuttuğu bir şeyi insanlara söylemekten çekindiği, oysa insanlardan değil Allah’tan çekinmesi gerektiği Peygamber’e sitem şeklinde anlatılır: “Eşini yanında tut, Allah’tan kork diyordun fakat Allah’ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun, insanlardan çekiniyordun. Oysa asıl çekinmene lâyık olan Allah idi” (Ahzab: 37). Ayette Peygamber’in düşündüğü bir şeyi insanlara söylemekten çekinmesinin doğru olmadığı anlatılmaktadır. Kur’ân, Peygamber’in bazı ayak sürçmelerinden söz etmektedir: “Allah seni affetsin, niçin onlara izin verdin?” Demek ki Peygamber’in izin vermesi hata idi ki, Allah ona sitem etmekte “Allah seni affetsin” demektedir. Fetih Suresi’nde Peygamber’e günah da nispet edilmektedir. Surenin baş tarafını okuyalım: “1- Biz sana apaçık bir fetih verdik. 2- Ki Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın (bütün tasalarını gidersin) ve sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru bir yola iletsin.”

“Allah’ın yardımı yakındır”

Demek ki Peygamber’in hatalı düşüncesi olmuş, bunalımları olmuş ki verilen fetihle bu hata ve günahı bağışlanmış gönlü huzura kavuşturulmuş. Bir de İnşirah Suresi’ni okuyalım: “1- Biz senin (bunalan) göğsünü açmadık mı (ondaki bunalımları, sıkıntıları giderip onu ilim, hikmet ve huzurla genişletmedik mi)? 2- Ve atmadık mı senin üzerinden yükünü? 3- Ki (o, ağırlığından) sırtını çatırdatmıştı.” Birçok ayette peygamberlerin de zaman zaman bunalımlara düşüp içlerinden yanlış düşünceler, kuşkular geçtiği bildirilmektedir: “Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki nihayet peygamber ve onunla birlikte inananlar: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek olmuşlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır” (Bakara: 214). Yani ey Allah’a ve Elçisi’ne inananlar, siz sizden önceki peygamberlere ve elçilere uyanların çektikleri sıkıntı, güçlük ve belalara uğrayıp onlar gibi çeşitli sınavlardan geçmeden, düşmanlardan korku çekerek sarsılmadan ve “Allah’ın yardımı nerede?” diyecek duruma gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

Peygamberler de hata yapabilir ama vahiy onu düzeltir

Bir dergide beni eleştiren bir yazı yayınlamış. Yazının sahibi mealimi tenkit ediyor: “Yeni Ufuklar Yayınevi’nin yayınladığı ‘Kur’ân-ı Kerîm ve Yüce Meali’ isimli kitap, Enbiya Suresi 87’nci ayetine şu şekilde anlam vermektedir: Zünnun’u (balık karnına girmiş olan Yunus ibn Matta’yı) da an, zira (o, kavmine) kızarak gitmişti, bizim kendisine güç yetiremeyeceğimizi, (kavminin arasından çıkmakla kendisini kurtaracağını) sanmıştı. Nihayet karanlıklar içinde (kalıp), ‘Senden başka tanrı yoktur. Senin şanın yücedir, ben zalimlerden oldum’ diye yalvardı.”

Şimdi biraz düşünelim: Bir peygamberin Allah’ın kendisine güç yetiremeyeceğini düşünmesi mümkün mü? Elbette değil. Soralım bu kişiye: Neden peygamberin böyle düşünmesi mümkün değilmiş? Ayet senin söyeldiğin anlamı taşımıyor. Ya Arapça bilmiyorsun yahut kasten çarpıtıyorsun. Az da olsa Arapça bilen, ayetin böyle olmadığını bilir. Ayeti çarpıtan, anlamayan ben değilim, bu yazının sahibidir. Kur’ân, vahiy dışında peygamberle diğer insanlar arasında fark görmez. Peygamber de hata yapabilir ama vahiy onu düzeltir. Peygamberlerin masumiyeti sadece vahiyle ilgilidir. Bunun dışında Peygamberin de diğer insanlar gibi olduğu vurgulanır.

“Üzerimde bir günah var”

“Ben de sizin gibi bir insanım. Sadece bana vahyolunuyor.” Peygamberler de hata yapabilir. Nitekim peygamberlerin ilki kabul edilen Hz. Adem, kendisine yasaklanan meyveden yemesi yüzünden cennetten kovulmuş. Yunus görevlendirildiği elçiliği bırakıp kaçmış, bu yüzden denize atılmakla cezalandırılmış. Musa bir Mısırlıyı öldürmüş ve bu yaptığının günah olduğunu da belirtmiştir: “Hem benim üzerimde onlara karşı işlediğim bir günah da var (onlardan bir adam öldürmüştüm). Onların beni öldürmelerinden korkuyorum” (Şuara: 14). Hâlâ “Peygamberin şöyle düşünmesi böyle düşünmesi mümkün mü?” demenin anlamı var mı? Hz. Peygamber’in de zaman zaman ayak sürçmeleri olmuş, vahiy onu düzeltmiş ve yüce Allah, belki Peygamberinin gönlünden geçmiş olan yanlış düşünceleri de affetmiş, silmiştir.

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

Tanrısal yasalara uymak gerekiyor

SORU: Dünyadaki Yahudi egemenliğini ele alan yazılarınızda onların eğitime verdikleri önemi vurguluyorsunuz. Ben de bunun neden böyle olduğunu açıklayan bir notu size iletmek istedim. Yıllar önce okuduğum Hayrullah Örs’ün “Musa ve Yahudilik” isimli kitabında Yahudilerin,Tevrat’taki “Her Yahudi’nin Tevrat’ı okuma zorunluluğu” ayeti nedeniyle 2500 yıldır 100’de 100’e yakın bir oranda okuma yazma bildiklerini ifade ettiğini hatırlıyorum. Okumaya yatkın beyinlerin çalışmasının okumayanlara nazaran daha işlek olacağını iddia etmek sanırım yanlış olmayacak. İslâmiyet’te de bilime büyük önem veriliyor ama Müslümanlar nedense kendiliğinden okumaya ve daha kültürlü olmaya değer vermemişler. Acaba Kur’ân’da bu konuda açık bir ayet olsaydı durum farklı olur muydu? Herhalde yine olmazdı. Açık ayet olan bir çok hususta ideal insan sayısının azlığına bakacak olursak bunu söylemek yanlış olmaz. Yahudiler’i daha akıllı ve uyanık yapan bir diğer husus da Romalılar tarafından yurtlarından sürülmüş olmaları ve bu nedenle daha sert ve maceralı bir toplumsal yaşama sahip olmaları olabilir mi? Sanırım bu ik özellik onları diğer toplumlara nazaran daha donanımlı hale getiriyor. (İsmail İbrahim Ünlü)

CEVAP: Kur’ân’da zaten Allah’ın, onları üstün kıldığını belirtmektedir: “Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetleri hatırlayın, bana verdiğiniz sözü tutun ki ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece benden korkun. Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimeti ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın” (Bakara: 40, 47). Ancak Kur’ân’a göre verilen bu üstünlük, Allah’ın mesajına yani Tanrısal yasalara uymaya bağlıdır.





Tercümeler yetersiz

SORU: Fahreddini-i Razi’nin “Tefsir-i Kebir” adlı eseri tavsiye eder misiniz? (Emrah)

CEVAP: Fahreddin-i Razi büyük bir âlim, müfessir ve kelamcıdır. Eserinin adı “Mefatihul-Guyub” dur. Ben tefsir yazarken ondan çok istifade ettim. Razi, Hicri 6. asırda yaşamış Rey kentinden bir bilgindir. Ona zamanında çok kişi muhalefet etmiştir. Eseri güzeldir ama Türkçe çevirisinin ne derece doğru olduğunu bilemem. Tercümelere hiç güvenmiyorum. 3-5 kelime Arapça bilen hemen kaleme sarılıp bu değerli eserleri güya çeviriyorlar. Anlamıyorlar, kültürleri ve dil bilgileri yetmiyor. Kaç çeviriye baktıysam aslıyla ilgilerinin bazen çok az olduğunu bazen de hiç olmadığını gördüm. Bunu Razi tefsiri için söylemiyorum. Çünkü onu görmedim. Eğer biliyorsanız Arapça’sından okuyun.

Yazının devamı...

“Sadaka olarak bağışlamak sizin için hayırlıdır”

SORU: Bir dostumun sorununu onun ağzından size nakledeyim: Birkaç sene önce bir yakınımın apartmanının zemin katındaki dükkanı kendisinden peşin para ödeyerek satın aldım. Ancak tapu idaresine gidip namıma tescil ettirmedim. Acele etmek istemiyordum. İhtiyaç duyulduğu anda bu işi yapabileceğiz diye düşünmüştüm. O zamandan beri dükkanın kirasını alıyordum. Ancak bu arada yakınımın işleri bozulmuş, birçok kişiye borçlanmış. Bunların ödeyebilmek için bana haber vermeden dükkanımı satmış. İş işten geçtikten sonra bu satıştan haberim oldu. Dükkanın değeri en az 150 bin dolar. Bunu ispatlayabilirim. Kendisi 100 bin dolara satmış. İleride durumu düzeldiğinde bana bu 100 bin doları vereceğini beyan ediyor. Bu teklifi kabul etmeyi ve benim kaybım olan 50 bin doları ona zekâtım olarak vermeyi düşündüm. Acaba bu niyetim gerçekten zekât yerine geçer mi? (B. S.)

Borcunu kabul etmesi lazım

CEVAP: Bu dolambaçlı bir iş. Şimdi dükkanı satan kişi, bu dükkanın 150 bin dolar olduğunu kabul ediyor ve size 150 bin dolar borcu olduğunu söylüyorsa o zaman siz bu alacağınızın bir miktarını ona sadaka olarak bağışlayabilirsiniz. Zekât veya sadaka demeye gerek yok. Ama önce o kişinin size 150 bin dolar borçlu olduğunu kabul etmesi gerekir. Yok eğer “Bunun fiyatı 100 bin dolardır, benim size borcum da o kadardır” derse o zaman siz neyi bağışlayacaksınız? Sadaka sayacaksınız. Diyebilirsiniz ki: “Bu dükkan benim, bu adamın benim dükkanımı satmaya hakkı yoktu.” O da doğru ama siz tedbirsizlik etmişsiniz. Zaten o adamın yaptığı da haram.

Aslında o para tabii sizin hakkınız ama sizin itimadınız suiistimal edilmiş. Fakat bu işe zekâtı karıştırmak doğru olmaz. Dediğim gibi kişi size “Tamam benim sana 150 bin dolar borcum var” der siz de bunun 50 bin dolarını zekât olarak ona bağışlarsanız bu olur. Çünkü Kur’ân’da buna cevaz vardır: “Eğer (borçlu) darlık içinde ise bir kolaylığa çıkıncaya kadar beklemek (lazımdır). Eğer bilirseniz (verdiğiniz borcu, eli darda olan borçluya) sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır” (Bakara: 280).

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.