Şampiy10
Magazin
Gündem

Resmi nikâh bütün unsurlarıyla dini nikâh da sayılır

SORU: Eşimle 4 yıl önce kaçarak evlendik. Dini nikâh kıydırdık. Şahit olarak bir erkek bir de hocanın eşi olan bayan vardı. Resmi nikâhımız
3 ay sonra kıyıldı. Annem, “Resmi nikâh olmadan dini nikâh sayılmaz” demişti. 4 yıldan beri acaba nikâhımız geçerli mi geçersiz mi diye kendime sorup duruyorum. (Betül Yardım)

CEVAP: Peygamber döneminde çeşitli bölgelerden insanlar kitleler halinde gelip aileleriyle birlikte Müslüman oldular. Bunların nikâhları düşmedi. Şirk döneminde kıydıkları nikâh geçerliydi. Dini nikâhları yok diye bunlara yeniden nikâh kıyılmadı. İmam nikâhı diye bir şey yoktur. Nikâh nikâhtır. İslâm’da iki tanık huzurunda erkekle kadının, birbirlerini karı kocalığa kabul ettiklerini belirtmelerinden ibarettir. Resmi nikâh kıyılırken onlarca tanık var. Erkek ve kız birbirleriyle evlendiklerini “Evet” diye onaylıyor ve imza atıyorlar. Bu nikâh, bütün unsurlarıyla dini nikâh da sayılır. Çünkü dinin isteği de budur.

Tarafların evlendiklerinin bilinmesi, toplum tarafından kınanmamaları ve birbirlerine karşı hak ve sorumlulukların kazanılması için nikâhın açık ve tanık huzurunda yapılması istenmektedir. Resmi nikâh yeterlidir ama isterseniz herhangi bir kimse, aile içinde bir nikâh duası okur. Bunun zararı yoktur aksine gönüllerin huzuru için yararı vardır. Dini nikâhın resmi nikâhtan önce veya sonra yapılmasında din açısından bir fark yok ama resmi nikâhın mutlaka yapılması için önce onun yapılması kanaati oluşmuştur. Bu, insanların seçimlerine bağlıdır. Özellikle Avrupa toplumlarında nikâhsız olarak birlikte yaşayanlar çoktur. Bu uygulama maalesef ülkemizde de yayılmaya başlamıştır. Din açısından, bu tür nikâhsız ilişki haramdır.


Cüppeli hurafeler

SORU: Cübbeli Ahmet Hoca’nın yaptığı bir konuşmada söylediklerine şaşırdım. Mustafa İslamoğlu’nun sahabe hakkındaki görüşleri için diyor ki: “Sahabe, peygamber tükürdüğü zaman yüzlerine sürerlerdi, abdest suyunu almak için harp ederlerdi.” Sizden öğrendiğimiz peygamberimizin insani özelliklerine göre bunlara inanmak imkansız. Cübbeli’nin söylediklerine inanan milyonlar var ülkemizde. Bu konudaki yorumunuzu rica ediyorum. (Orhan Erden)

CEVAP: Bu kişinin bilimsel düzeyi belli. Peygambere tapıldığını söylese kabul ederler. Böyle insanları binlerce kişi izler ama gerçekleri söyleyenlerin toplantısına 50-100 kişi gitmez. Herkes layığını bulur. Bu noktada Peygamberimizin meşhur sözünü anımsamak yararlı olur: “Nasıl olursanız başınıza sizin durumunuza uygun yöneticiler gelir.” Demek bu binlerce insanın kulak kesildiği vaizler de kendi düşünce düzeylerine uygun. Hani derlerle ya tencere yuvarlanır kapağını bulur.

Yazının devamı...

İlk vahiy şoku

SORU: Hz. Muhammed peygamber olacağını ilk vahiy gelmeden önce biliyor muydu? Meleklerin Efendimiz’in göğsünü yarması olayı nasıl olmuştur? (Cihat Yılmaz)
CEVAP: Kur’ân’a göre Hz. Muhammed, vahiy gelmeden önce peygamber olacağını bilmiyordu. Çünkü Kur’ân “Sen daha önce kitap nedir, iman nedir bilmiyordun” buyurmaktadır (Şura: 52). Hatta ilk vahiy olayında dahi kendisine ne olduğunu bilemediği için korkmuş, Hz. Hatice’ye başına gelen olayı anlatmış. Acaba kendisine kötü bir şeyler mi oluyor diye düşünmüş. Hatice onu amcası oğlu Varaka’ya götürmüş. Peygamber’in olayı anlatması üzerine Varaka ona Peygamber olacağını söylemiş. Cebrail’in gelip göğsünü yarması olayı ise sadece bir rivayettir. Kur’ân’da buna işaret yoktur. Anlatılan bu rivayet, aklın kabul edeceği türden bir şey değildir. Çünkü rivayette Cebrail’in, onun göğsünü yarıp içini boşalttığı, içini ilim ve hikmetle doldurduğu söylenmektedir. İlim ve hikmet fiziksel şeyler değildir. Bunun için göğsün yarılmasına gerek yoktur. Peygamber’in göğsünün açılması, içindeki bunalımların giderilmesi, huzura kavuşturulması demektir. Gerçeği Allah bilir.


Kur’ân’ın desteklemediği görüşler bir değer taşımaz

SORU: Bir yazınızda zekâtla ilgili olarak
1 yıllık süreden bahsetmiştiniz. İlgili ayetin tamamını okumak için Kur’ân mealinize baktım ama zekâtla ilgili 1 yıllık süreden veya yazınızda bahsettiğiniz tutarla ilgili bir ayet bulamadım. Bu ayetlerin hangileri olduğunu belirtir misiniz? Bir yazar, gazetedeki köşesinde okuruna verdiği cevapta demiş ki: “Kur’ân dinlemek farz-ı kifayedir. Okumak ise sünnettir.” Kur’ân okumak farz mıdır, sünnet midir? Kur’ân’nın inen ilk ayeti “oku” diye başlamaz mı? Sizin mealinizde okumayı hem de anlayarak düşünerek okumayı emreden birçok ayet var. Yanlış mı yorumluyorum acaba? Bu konuda sizin fikriniz nedir? (Mustafa Kallavi)
CEVAP: Kur’ân’da ayrıntı olmaz. Zekâtın süresi ve miktarıyla ilgili hususlar hadislerden gelmektedir. İslâm hukuku kitaplarına böyle geçmiştir. Zekâtın miktarlarında zaman zaman oynamalar olmuştur. Hz. Ömer çeşitli mallardan alınan zekât miktarında değişiklikler, artırımlar yapmıştır. Bu da yöneticilere zamanın koşullarına göre zekâtta düzenleme yetkisi vermektedir. Kur’ân, “Fakrau ma teyessere minel-Kur’ân: Kur’ân’dan kolayına geleni oku” buyurmaktadır. O halde Kur’ân okumak emirdir, emir ise farz bildirir. Dinlemek farzmış da okumak sünnetmiş. Kimin sözü bu? Kur’ân’ın mı hayır, Peygamber’in mi hayır. Kur’an’ın desteklemediği görüşler bir değer taşımaz.

Yazının devamı...

Kur’ân-ı Kerim’in harekelenmesi

SORU: Bir televizyon kanalında hatip şöyle bir ifade kullandı: “Hz. Ali zamanında onun emriyle falanca kişiye (programda bu kişinin ismi verildi ancak şu an o ismi hatırlayamıyorum) Kur’ân-ı Kerim’in anlaşılması biraz zordu, rahat anlaşılsın diye Kur’ân-ı Kerim içerisine 360 adet muhtelif yerlerine elif harfi serpiştirildi.” Bu konu ne derece doğru? Çünkü bizlere Kur’ân-ı Kerim’e hiç el değmeden bugünlere ulaştığı öğretildi. (Abdullah Yege)

CEVAP: Dinlediğiniz husus, Kur’ân’ın harekelenmesiyle ilgilidir. Hz. Ali zamanında bazı kişilerin Kur’ân’ı okurken gramer hataları yaptığı, bunun da anlamın bozulmasına yol açtığı görülünce Hz. Ali’nin emriyle Ebul-Esved ed-Dueli, Kur’ân’ı harekeleme işine başlamış, fetha kesre ve zamme (üstün, esre, ötüre) harekelerine karşılık bazı işaretler koymuş, kendisine öğrencileri de yardımcı olmuştur. Bu, Kur’ân’ın esasına müdahale değil, kolay okunması için işaretleme eylemidir.

Bunda bir sakınca yoktur. Zaten bilenler Kur’ân’ı bu seslerle okuyorlardı ama özellikle Arap olmayanların, işaret olmaksızın gramere göre düzgün okumaları mümkün değildi. Kur’ân’ın doğru okunmasını sağlamak için işaretler konulması gerekli görülmüş, Hz. Ali zamanında başlayan bu eylem, Haccac zamanına kadar geliştirilerek sürmüştür. İlk Kur’anlarda bu hareke işaretleri yoktu. Bu harekeler Kur’ân metnine ilave değil, metnin doğru okunmasına yardım türünden şeyler olduğu için Kur’ân metninden ayırdetmek üzere bu işaretler ayrı renk bir mürekkeple yazılırdı. Ayrıntı için “Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri” adlı eserimin önsözüne bakabilirsiniz.

Namazların cem’i

SORU: Çalışan biriyim. Sabah namazını vaktinde kılıyorum. Diğer vakitleri ise akşam işten geldikten sonra kılabiliyorum. Eve yorgun ve geç geliyorum. Yatsı öncesi vakitleri, sabah namazıyla birlikte vaktinden önce kılmak mümkün mü? Namaz surelerinde, ilk rekâtta okunan sureden sıra olarak daha önce yer alan bir sureyi sonraki rekâtta okuyabilir miyim? (Serkan Enisel)

CEVAP: Sabah namazıyla bütün namazları birlikte kılmak Kur’ân’ın, “Namazlar vakitlerle belirlenmiştir” ayetine aykırıdır. Kur’ân’da açık olarak üç vakit belirlidir. Sabah, akşam ve gece vakitleri. Peygamberimiz gündüzün öğle ve ikindi vakitlerinde de cemaate namaz kıldırdığı için öğle ve ikindi namazları da farzdır. Ancak Peygamber’in uygulamasıyla sabit olan bu namazlar yine onun yolculuklarda ve bazen ikamet halinde de uygulamasına dayanılarak birlikte kılınabilir. Öğleyle ikindi, akşamla yatsı cem edilebilir. Ama sabah namazıyla günün diğer namazları cem edilemez. Namazda Kur’ân surelerini, Mushaf’taki sırasıyla okumak güzeldir ama kasti olmadıkça ikinci rekâtta birincide okunandan daha önceki bir sureyi okumakta sakınca yoktur.

Yazının devamı...

Cenazeye telkin vermek

SORU: Mezarlıkta “cenazeye talkım verilmesi” ne demek? Dinen böyle birşey var mı? Ölüye bunun faydası nedir? (Cengiz Pehlivan)

CEVAP: Talkım değil, “telkin”dir. Telkin, kabre konan ölüye, sorgu meleklerine vereceği cevabı öğretmek veya anımsatmak yani bir çeşit kopya vermek demektir. Asıl telkin, din adamları arasında gelenekleşmiş olan uygulama değil, sünnet kitaplarında açıklanan telkindir. Defin işi bitince cemaat hemen dağılmaz. Kabrin başında oturup ölünün hatalarının affı için dua edilir. Kur’ân da okunabilir. Hz. Osman’dan aktarılan bir hadiste Peygamber, cenazeyi defnettikten sonra hemen dönmeyip orada bulunanlara, “Kardeşiniz için Allah’tan mağfiret isteyiniz, güzel temkin talep ediniz. O şimdi sual görmektedir” buyururlardı. Hz. Peygamber, vefat eden Ebu Seleme’ye şöyle dua etmiştir: “Allahım, Ebu Seleme’yi bağışla, doğru yolda olanlar arasındaki derecesini yükselt. Geride kalanlar arasında onun yerine, hayırlı birini geçir. Bizi de, onu da affeyle ey âlemlerin rabbi. Onun kabrini genişlet ve aydınlat” (Müslim, Cenaiz: b. 4, h. 7). İşte asıl telkin, böyle Kur’ân okumak, ölünün affı için dua etmektir.
Sonradan buna başka bir telkin katılmıştır ki bu, bidattır. Teamül haline gelen bu uygulama, gerçekte Kur’ân’ın ruhuna da aykırıdır. Zira Kur’ân, Hz. Muhammed’e hitaben, “Sen kabirlerde bulunanlara işittiremezsin” (Fatır: 22), “Sen ölülere işittiremezsin” (Neml: 80; Rum: 52) buyurmaktadır. Peygamber, ölülere söz işittiremezken sıradan insanların, kabrin başında durup, iradesi elinde bulunmayan, Allah’ın yönetimine geçmiş olan ölüye dışarıdan direktif veya kopya vermeleri mümkün değildir. Fakat buna rağmen Taberani, İbn Asakir ve Deylemi, Ebu Ümame’den şöyle bir hadis çıkarmışlardır: “Ölen kardeşinizi defnedip üstüne toprak attıktan sonra biriniz, başı ucunda durup şöyle desin: ‘Ey falan kadının oğlu falan.’ O işitir ama cevap veremez. Sonra devam etsin: ‘Ey falan kadının oğlu falan.’ Böyle deyince ölü oturur. Sonra ‘Ey falan kadının oğlu falan’ desin. Ölü ‘Bize yol göster, Allah sana rahmet etsin’ der ama siz fark etmezsiniz. Sonra şöyle desin: ‘Dünyadayken, Allah’tan başka tanrı yoktur, Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir şeklindeki tanıklığını, Allah’ın rab, Muhammed’in peygamber ve Kur’ân’ın da imam olduğuna razı olduğunu anımsa.’ Böyle yapınca Münker ve Nekir birbirinin elinden tutup ‘Haydi buradan çıkalım, yanıtı kendisine belletilen kişiye biz ne yapacağız?’ der. Allah ona, sorgu meleklerine karşı kanıtını öğretmiş olur. Bir adam ‘Ey Allah’ın Elçisi, ya anasının kim olduğunu bilmezsem?’ dedi. Allah’ın Elçisi ‘Adamı Havva’ya nispet edersin’ dedi” (Kenzul-Ummal: 15/605, h. no: 42406).

Sadece Ebu Ümame’ye bağlanan ve meşhur muhaddislerin, senedinde (rivayet zihcirinde) mechul ve zayıf kimselerin bulunduğunu söyledikleri bu rivayet, dinde kanıt olamaz. Nitekim cenaze defnedilince birinin, başında durup “Ey falan kadının oğlu falan” şeklindeki telkin uygulamasından sorulan Ahmed ibn Hanbel “Şamlılardan başka kimsenin böyle yaptığını görmedim” demiştir.

Yazının devamı...

Şiilerle Sünnilerin inanç farklılıkları

SORU: Aleviler hakkında kısa ve öz olarak bilgi verir misiniz? (Semih Oğuzhan)

CEVAP: Özetle: Hz. Ali ile Muaviye arasında çıkan ve bir yıl kadar süren savaşta Hz. Ali galip gelecekken işin hakeme havale edilmesi sonucunda buna razı olmayan bazı askerler ayrılıp bir grup kurdu. Bunlara Hariciler (Ali’den ayrılanlar), Ali’ye bağlı kalanlara da Şii yani Ali taraflısı dendi. Bunlar Ali yolunda İslâm'a son derece bağlı insanlardı. Ama Hz. Ali’nin ve ardından Hz. Hüseyin’in şehadetinden sonra Ali evladı siyasetle uğraşmayıp ilimle meşgul oldular. Hz. Ali’nin üçüncü göbekten torunu Cafer-i Sadık’ın dini ictihatları (görüşleri) Caferi mezhebini oluşturdu. Caferiliğin diğer Sünni mezheplerden uygulamada pek farkı yoktur.
Ancak Caferi mezhebi mensupları zamanla 12 imam inancını ortaya çıkardı. Peygamber’den sonra halifelik hakkının Ali’de ve Ali evladında olduğu inancını benimsediler. Bu bakımdan ilk üç halifeyi (Ebubekir, Ömer, Osman) Ali’nin hakkını gasbeden (gasıp) saydılar. Ali dahil 12 imamı masum yani günah işlemez, günahsız kabul ettiler. İşte Şiilerle Sünni mezhepler (inanç ekolleri) arasındaki başlıca inanç farkı budur. Fakat uygulama açısından Şiiler de Kur’ân-ı Kerim’e son derece bağlı, muhafazakâr insanlardır. Namaz kılar, Kur’ân-ı Kerim’in hükümlerini uygularlar.
Aleviliğe gelince, zamanla Şiiler arasında
"Sadece Ali’yi sevmenin" yeterli olduğuna, dinin pratiği olan namaz-oruç gibi eylemlere gerek olmadığına, dinin asıl amacı olan ahlakı düzeltmenin yeterli olacağına inanan bir grup ortaya çıktı. Bunların geliştirdiği Ali inancı, tarihi Ali’den çok farklıdır. Çünkü bunlara göre Ali yarı tanrı hüviyetini kazanmıştır. Özetle Alevilik budur ama bunlar da kendi aralarında bölünmüştür. Kimi var ki Kur’ân’ın hükümlerine inanır, namaz kılar, oruç tutar. Kimi de var ki namaza, oruca gerek görmez. Hatta kendilerini İslâm ile de sınırlı görmezler. Bir programda beraber bulunduğum bir zat, kendilerinin belli bir inançla sınırlı olmadıklarını, daha evrensel ve geniş bir inanca sahip olduklarını söylemişti. Ama bu düşünceye karşı çıkan, kendilerini İslâm ile sınırlı gören Aleviler de vardır. Bu konuda ayrıntı için Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi Alevi maddesine bakmanızı tavsiye ederim.


Vefkin çeşitleri var

SORU: Vefk büyüye girer mi girmez mi? Bu konuda bilgi verir misiniz? (Ali Can Seven)
CEVAP: Böyle şeylerin uzmanı olmadığımı defalarca yazdım. Bildiğim kadarıyla vefk çeşitlidir. Büyüye giren kısmı var, dua türünden olan kısmı var. Kur’ân’a saygısızlık, tevhide aykırı biçimler haramdır, büyüye girer. Ama iyi niyetle duaların kareler içine yazılması yapanın niyetine göre değerlendirilir.

Yazının devamı...

Surelerin hepsi Allah’ın vahyidir

SORU: Yaygın inanca göre Yasin, Kur’ân’ın en önemli, en kıymetli suresi. Mantıken bir şey en önemli, en kıymetli ise onun haricindekilerin daha az önemli, daha az kıymetli olması gerekir. Böyle bir şey Kur’ân için mevzubahis olamaz. Yasin Suresi'nin öne çıkma sebebi nedir? Bu konuyla ilgili hadisler gerçek mi? (Salah Ünsaler)

CEVAP: Yasin Suresi'nin, Kur’ân’ın kalbi olduğuna, onun ölmekte olanlara okunmasının salık verildiğine dair bir hadis rivayeti varsa da bu zayıftır. Doğrusunu isterseniz Peygamber’e iftiradır. Surelerin hepsi Allah’ın vahyidir, bunda kuşku yok. Ama bazı surelerdeki içerik zenginliği, icaz ve belaget bazılarından fazladır. Bu da gayet doğal değil mi? Herhalde Tebbet Yeda ile İhlas'ı yahut Fatiha’yı ya da İsra’yı bir tutamazsınız. O da vahiy, o da vahiy ama aralarında büyük içerik farkı var. Fakat sureleri birbirinden üstün gösteren, bazı surelerin üstünlüğünü belirten rivayetlerin pek azı hariç uydurmadır.

İslâm’da imamet diye birşey yok

SORU: Şii bir arkadaşım İslâm'da imamette de imanın şart olduğunu, imamların Hz. Muhammed hariç diğer peygamberlerden bile üstün olduğunu, her zamanın imamı olduğunu, bu zamanın imamının da 12'nci imam Hz. Mehdi olduğunu söyledi. Hatta hadislerden delil de getirdi. Bunların doğruluk payı var mı? (Barış Yılmaz)

CEVAP: İslâm’da imamet diye bir şey yoktur. 12'nci imamın zamanın imamı olduğu düşüncesi temelsiz, delilsiz bir düşüncedir. 12'nci imam nerede? Gizlendiğine, bir gün ortaya çıkacağına inanırlar. Bu saklanan imamın ortaya çıkmasını 1300 yıldan beri bekliyorlar. Akıl kabul eder mi bir insanın 1300 yıl yaşamasını? Bu düşünce Hıristiyanlıktan Şiiliğe adaptedir. Kur’ân ortada. Hiçbir insan peygamberlerden üstün olamaz. İnsanlar özgürdür, dilediklerine inanırlar. Kimsenin inancını aşağılama hakkımız yoktur. Ama ben böyle bir şeye inanmam. Kanaatime göre İslâm öncesi inançlardan motifler alınarak böyle bir inanç geliştirmiştir. Dileyen dilediğine inanır.

Bunlarla uğraşmayın

SORU: Namaz kılmadığım dönemlerde kulağımı deldirmiştim, küpe takıyordum. Hacca gittikten sonra takmamaya başladım. "Gusülde küpe deliklerinin içi de bedenden sayılır ve yıkanır" hükmüne göre mecburen yine küpe takıp deliğini ıslatıyorum. Buna dair bir hüküm var mı? Erkeklerin küpe takması sakıncalı mı? Delik kapanana kadar gusülde küpeyle deliği ıslatmasam olur mu? (Murat Hacıoğlu)

CEVAP: Böyle işlerle uğraşmayın kardeşim. Bunlardan ne çıkar? Eğer küpenin deliği yara oluyorsa onu yıkamak zorunda değilsiniz. Kim dedi delik kulağın içindenmiş diye. Ben böyle ayrıntıları din saymıyorum.

Yazının devamı...

Kur’ân, kadını mirasa ortak etti

SORU: Bir arkadaşım Kur’ân’da mirasla ilgili bir ayette verilen kesirlerin toplamının 1 değil de 1.25 olduğunu duymuş ve buna inanmış. Ben ona, böyle bir şeyin söz konusu olamayacağını, Kur’ân’ın mükemmel bir kitap olduğunu söyledim. Fakat ne ben onu ikna edebildim, ne de o beni inandırabildi. Maalesef kutsal kitabımız hakkında bildiklerimiz çok yetersiz. Diğer bir nokta ise boğazlardaki sıcak-soğuk su akıntıları. Kur’ân’da, boğazlardaki sıcak ve soğuk su akıntılarının birbirine karışmadan aktığına dair bir ayet var. Arkadaşım ise ise bu akıntıların birbirine karışıp aktığını iddia ediyor. Bu konularda bilgi verir misiniz? (Memoli Can)

CEVAP: Nisa Suresi’nin 11-12’nci ayetleri, İslâm’ın miras hukukunu düzenlemekte, ölen kişinin mirasında varislerine düşecek payı belirlemektedir. Mirastan söz eden Kur’ân ayetleri bunlardır. Bu ayetlerde paylar 1/2, 1/3, 2/3 şeklinde belirtilmiştir. Bu miras taksimleri, büyük ölçüde İslâm’dan önceki miras taksiminin kısmen düzeltilmiş halidir. Daha önce Arap hukukunda kadına miras verilmezken Kur’ân, onları mirasa ortak etmiştir. Bunda Kur’ân’ın mükemmelliğine aykırı olan nedir, anlayamadım? Bazı kişilerde itiraz hastalığı vardır. Bu tip insanlar hem kendileri saparlar hem de başkalarını saptırırlar. Sonunda kendi veballeriyle beraber saptırdıkları insanların veballerini de çekerler.

Kur’ân’da boğazlardan söz edilmez. Acı-tatlı suyun birbirine karışmadan, birbirinin özelliğini bozmadan varlıklarını sürdürdüğü noktalar boğazlar değil, okyanusların bazı kesimleridir. “O, iki denizi birbirine salmıştır. Bu tatlı, susuzluğu giderici; şu tuzlu ve acıdır. Her ikisinin arasına, birbirine kavuşmalarına engel olan bir perde koymuştur” (Furkan: 42/53), “İki denizi salıverdi, birbirine kavuşuyorlar; aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar” (Rahman: 89/19-20). Furkan Suresi’nin 53’üncü ve Rahman Suresi’nin 19-20’nci ayetlerinde Allah’ın, birbirine kavuşan iki deniz arasına koyduğu engelle bunların birbirine geçip karışmasını önlediği belirtiliyor. Birbirine kavuşan iki denizin iç içe geçmemesi, özelliklerini bozmaması, ilmi gerçeklerden biridir. Büyük denizlerin birleşim noktalarında oluşan doğal bir engel, bu denizlerin özelliklerinin birbirine geçmesini önlemektedir.

Mesela Akdeniz’in kendine özgü, Atlas Okyanusu’nun da kendine özgü bir ortamı vardır. Atlas Okyanusu’ndaki bazı hayvanlar Akdeniz’de yaşamadığı gibi Akdeniz’deki bazı hayvanlar da Atlas Okyanusu’nda yaşamaz. Eğer bu denizlerin suları birbirine karışmış olsaydı, hiçbirinin ortamı ötekinden farklı olmayacaktı. Ayrıca ayetlerde doğal döngüye de işaret vardır. Denizlerden yükselen su buharı tuzundan arınıp yağmur olur, yeryüzüne düşer, süzülüp toprağın içine geçer. Çeşitli noktalardan yol bularak kaynak suyu olarak akar. Bu sular birikerek ırmakları oluşturur. Deniz suyu tuzluyken ırmak suları tatlıdır. Göl suları da sodalı olmakla beraber tatlı sayılır. Denizden kalkan su tatlı suları acı yapmaz, denize karışan ırmaklar da denizlerin, okyanusların özelliğini bozmaz. Doğadaki bu denge Allah’ın iradesi ve yasaları gereğidir.

Yazının devamı...

Allah’ın dostu yok mu?

SORU: Merhaba pek değerli ve sevgili hocam, öncelikle üstün bilginiz, sabrınız ve gayretlerinize yönelik olarak size en derin sevgi ve saygılarımı sunmak istiyorum. Ben bir doktorum. Müsaade ederseniz bir görüşümü ifade etmek istiyorum;

İsra 111 : Şöyle de: “Hamd o Allah’a özgüdür ki; çocuk edinmemiştir; mülk ve yönetiminde ortağı yoktur; acizlik yüzünden dost edinmemiştir ve tekbir edip yücelt onu!”
Bu ayette Allah’ın dostu olamayacağı ve dostluk için acuzetin olması gerektiği, dolaylı olarak ifade edilmiş diye düşünüyorum. Dost olabilmek için (kavram itibariyle ) karşılıklı iki kişinin (veya varlığın) ortak boyut (zaman, mekân), ortak ve/veya karşılıklı menfaatlerde (soyut veya somut) birleşmesi söz konusudur. İki dostun birbirlerini anlamaları, kavramaları (aklen), durumlarını değerlendirebilmeleri ve karşılıklı alışverişte bulunmaları gerekir. Sizce Allah’ın dostu olamayacağı yorumu doğru mudur? Sonsuz hürmet ve muhabbetlerimle. (Ömer CANDAN)

CEVAP: Allah’ın dostu yoktur da ne demek? Peki, “Vettehazallahu İbrâhìm’e halìla: Allah İbrahim’i can sostu edindi!” âyeti nerede kaldı? “Ela inne evliyellahu la havfun aleyhim vela hum yehzenûn: Allah’ın velilerine (dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir)” âyeti nerede kaldı? Âyette Allah’ın dostu yoktur denilmiyor. Allah aczinden ötürü veli edinmedi. Yani âciz kalıp da acizliğini gidermek için yardımcı edinmedi, deniliyor. Elbette Allah’ın yardımcıya ihtiyacı yoktur. Çünkü O, Samed(eksiksiz)dir. Âciz değildir ki işlerine yardım için dost, yardımcı edinsin. Ama Allah sever. “Yuhibbuhum: Onları sever”, “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” âyetleri ve daha birçok benzeri âyetler, Allah’ın sevdiğini, ermine uyan kullarını dost edindiğini, dostlarının korku ve üzüntüye uğramayacaklarını vurgular.

Allah’ın velìleri (dostları) vardır. Velì iki anlama gelir: Allah’ın sevdiği, Allah’ı seven. Allah’ın sevdiği anlamda velìnin kim olduğunu yalnız Allah bilir. Ama Allah’ı seven anlamında bütün mü’minler velìdirler. Çünkü Allah’ı sevmeyen mü’min olamaz.

Ama insanlar bazı kişilerin Allah dostu olduğunu sanırlar. Hüsni zan beslerler. Hüsn-i zan da ibadet sayılır.
Fakat kendilerini Allah’ın velìsi tanıtıp insanları kendilerine taptıran hırka ve tekke şeyhleri hakkında söyledikleriniz kısmen doğrudur. Fakat bu halk bizi ve sizi dinlemez, onları dinler. Hele Tv.leri izle de bak, kimi izliyorlar. Hurafeci masalcıları. Değil mi?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.