Şampiy10
Magazin
Gündem

Bir kültür kentini tanıtan önemli bir kitap

Sekizinci Şehir İz Bırakanlar

Ünlü Yazıcızade Ahmed-i Bican’ın torunlarından Zekeriyya Bican’ın, Harput-Elazığ bölgesinde yetişmiş olan bilginleri, şairleri, devlet adamlarını ve öteki ünlü kişileri tanıttığı bu eser, büyük boy 724 sayfadan oluşuyor. Yazar, Elazığ’ın yetiştirdiği ünlü kişilerin özgeçmişlerini kendi kalemlerinden anlatıyor. Kitap, Elazığ Valisi Muammer Erol’un, Elazığ hakkında kısaca düşüncelerini anlatan takdim yazısıyla başlıyor. Önsözde belirtildiği üzere aslında kitap 2 ciltten oluşuyor. “Sekizinci Şehir Elazığ’a Harput’tan İnciler” adını taşıyan birinci cildi daha önce yayınlanmıştı. Yazar, daha ayrıntılı kaleme aldığı “Sekizinci Şehir İz Bırakanlar”ı yazarken büyük zevk aldığını, hiç yorgunluk hissetmediğini belirtiyor ve şöyle diyor:
“Bu kitaptaki kısa hayat hikâyelerinin satırları arasına sinmiş bir yücelik, bir incelik, tarifsiz bir asalet ve zarafet vardı. Yaşı 80’i aşmış olanların hatıralarına baktığınızda bir şehri yeniden kuran bu güzel insanların, sadece kendilerinin değil, bir ilin sorunlarını sırtlarına yük edinmişliklerini görüyordunuz. Onarın gösterdiği azim, sebat ve şehirlerine olan vefaları, insana onların önünde saygıyla eğilmek hissini veriyordu. Elazığlı olmak ve Elazığlıları anlatmak güzeldi. Her ferdiyle büyük onur duydum. Ve ülkemin en uç noktalarına kadar bu insanları, bu duyguları duyurmak istedim.”

Yazar kitabında önce Kale Mahallesi‘nde bir düğün hikâyesini anlatarak Elazığ’ın düğün geleneğine ışık tutuyor. O mahallede oturan kalaycı Abdurrahman Efendi‘nin dillere destan güzellikteki kızı Mahpeyker’in hikâyesini lirik bir dille anlatıyor. Düğünde klarnetçi Mustafa Çavuş, mahfazasından çıkardığı klarnetine bir iki akort üfledikten sonra notayı tutturmuş ve çalmaya başlamıştı. Verilen ayak üzerine Kalalı Mustafa, elini kulağa attı. Önce bir divan tutturdu, müstezadın ardından da hoyrata geçti:

Güne düştüm, güne düştüm
Gölgeden güne düştüm
Felek evin yıkılsın
Dediğin güne düştüm.

Hüseyni ve beyati makamların ardından Bağrıyanık hoyratına geçti. Türküler türküleri, şarkılar şarkıları takip edip gidiyordu. Abdurrahman Efendi, henüz kızının gelin gitmesinden önce çok kabiliyetli bakır oymacısı olan damadı Kemal’e, kızının resmini bir tepsiye işleyip kendisine hediye etmesini rica etmişti. El öpmeye biraz geciken damat bey, tepsiye işlediği hanımının resmini kayınpederine uzatıp, tabloyu bitirmeden gelmek istemediğini belirtti. Abdurrahman Efendi, çocuksu bir hevesle aldığı paketi açtı.

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

Genç doktorlara umut vermek gerekir

Girdikleri “Tıpta Uzmanlık Sınavı”nda düş kırıklığına uğradıklarını belirten onlarca genç doktordan biri, Dr. Irmak Polat, gönderdiği e-postada diyor ki:

“Ben geçtiğimiz temmuz ayında tıp fakültesinden mezun olmuş “idealist” düşünce taşıyan genç bir doktorum. Kopya olayları nedeniyle 12 Aralık tarihine ertelenen, uzmanlık eğitimine başlamayı sağlayan Tıpta Uzmanlık Sınavı (TUS)’na giren 10 000’den fazla doktordan biriyim. Sınav soruları belli bir standardizasyondan çok uzak, özensizce hazırlanmış. Kimi çok kolay, kimi de doçentlik düzeyi bilgileri gerektirecek, dipte köşede kalmış çok zor, pratisyen hekimlerin bilmesi gerekli olan konuların üstünde sorulardı.

Sınavdan sonra sorular incelendiğinde
9 sorunun kesinlikle yanlış olduğu ortaya çıkmasına ve durum ÖSYM’ye iletilmesine rağmen soruların yalnızca 4’ü yanlış kabul edildi. Diğerleri konusunda işlem yapılmadı. 24 Aralık Cuma günü puanlar ve netler açıklandığında bir başka şok daha yaşadık. Ben de dahil birçok kişinin puan ve netleri kendi hesapladıklarımızdan çok düşük geldi. Öte yandan bir kısım arkadaşlarımızın da netleri beklenilenden fazla hesaplanmış. Boş bıraktıkları sorular olan arkadaşların sonuç kağıdında hiç boş görülmüyor.
Kısacası ortada hem kalan diğer yanlış soruların yanlış kabul edilmemesi hem de sonuçların yanlış hesaplanması konusunda ciddi bir hata görülmekte. Bir tek sorunun ya da bir tek yanlışın bile sıralamada onlarca, belki de yüzlerce kişi oynatabileceği bir durumda bizlere çok büyük haksızlık yapıldı. Son olarak şunu belirtmek istiyorum, 1.5 yıldan beri hazırlandığımız bu sınavda uğradığımız haksızlıktan ve hatadan ötürü maddi manevi o kadar etkilendik ki, kendi adıma ailemden, arkadaş çevremden koptum, bedensel rahatsızlıklarım baş gösterdi, psikolojik olarak yaşadıklarımı anlatmama dahi gerek yok. İnanın bunu sadece ben yaşamadım, o kadar zorlu bir yarışta o kadar kısıtlı bir kontenjana girebilmek için o kadar efor sarf ediyoruz ki, en azından hak ettiğimiz puanı, hak ettiğimiz sonucu elde edebilmenin peşindeyiz.”

CEVAP: Büyük ümitler ve özverilerle uzun süre bu sınava hazırlanıp da umduklarını bulamayan, sınav değerlendirmesinde hatalar yapıldığına inanan Irmak Polat ve daha onlarca genç doktor, bizden seslerini duyurmamızı istiyor. Biz de şayet varsa yetkililerden hatanın düzeltilmesini, gerekirse sınavın yeniden yapılmasını diliyoruz. Yanlışların ve haksızlıkların önlenmesini umuyoruz. Ne demişler: “Yanlış hesap Bağdat’tan döner.” Dönmelidir de...

Yazının devamı...

Her ilahi dinde namaz vardır

SORU: Bir yazınızda Peygamberimiz’in, yeni gömülen bir ölünün kabri başında “o şimdi sual görmektedir” dediğini belirtmişsiniz. Bu, bana pek doğru gelmedi. Öldüğümüzde din gününe kadar uyutulup, o gün diriltildikten sonra sual görmeyecek miyiz? İkinci sorum: Allah, Hz. İsa ve Hz. Musa’ya da namaz kılmayı öğütlemiş ise Hıristiyanların ve Yahudilerin ibadet şekli niye bizim namaz gibi değil? Son soru: Erkeklerin sünnet olmasının dinimizde dayanağı nedir? Bu konu Kur’an da var mı? (Mehmet Can Yeniley)

CEVAP: Ölümden sonra uyumak ne Kur’ân düşüncesine, ne de sünnete uyar. Peygamberimiz, “İnsanlar uykudadırlar, öldüklerinde uyanırlar” buyurmuştur. Uyku; yorulan, yıpranan fizik bedene özgüdür. Ruh yorulmaz, yıpranmaz, yaşlanmaz, ölümsüzdür, uyumaz. Bu dünya bedeninden ayrılan ruh, Tanrı huzurunda hesap verir yani Yüce Divan duruşmasına çıkar. İşte ayakta durmak, duruşma anlamındaki kıyamet odur. Her ruh, bedenden ayrılınca Tanrı huzurunda kıyam eder. Bireysel kıyamet her an devam etmektedir. Ama genel büyük kıyametin mahiyetini bilemeyiz. Bize anlatılan senaryolar da gerçeği yansıtmaz. Sadece Kur’ân’ın açıkladığı kadarını bilebiliriz.

Meryem Suresi‘nde Hz. İsa, “Ve evsani bissalati vezzekati madumtu hayya: Rabbim bana, sağ olduğum sürece namaz kılmayı, zekât vermeyi emretti” (Meryem: 31) buyurmaktadır. Her ilahi dinde namaz vardır, oruç vardır ama onların namazının, İslâm’daki son namaz şeklinin aynı olması gerekmez. Galiba siz Hıristiyanlığın bütün fraksiyonlarını, ekollerini bilmiyorsunuz. Gidin Mardin’e bakın. Oradaki Süryani (yani Suriye kökenli) Hıristiyanlar günde 7 kez aynen bizim namazımız gibi kıyamlı, rukûlu ve secdeli namaz kılarlar. Sünnet operasyonu Hz. İbrahim‘den kalmadır. Araplarda İslâm’dan önce de sünnet vardı. Yahudilerde de vardır. Ama Pavlos, Hıristiyanlığa karşı direnci kırmak için sünnet operasyonunu dinden kaldırmıştır. Böylece sünnetten arındırılan Hıristiyanlık, Anadolu ve Avrupa’da süratle yayılmaya başlamıştır. Sünnet Kur’an’da geçmez. Çünkü dinin temeli veya olmazsa olmazı değildir. Zaten İslam’ın getirdiği bir şey de değildir. Peygamberimiz de tıpkı ataları gibi sünnet ettirilmiştir. Çünkü yetiştiği ortamda sünnet köklü bir gelenekti.


Helallik ve tövbe

SORU: Helallik almam gereken insanlardan helallik alamadım ama tövbe ettim. “Helallik alamazsan tövben geçersiz olur. Allah, kul hakkını affetmez” dediler. Ne yapmalıyım? (O.D.)

CEVAP: Helallik alabilirsen alman gerekir. Ama alamazsan Allah’a yönelir, tövbe eder, af dilersin. Allah dilerse affeder. Allah’ın dilemesine, affına kimse karşı gelemez, engel olamaz. Allah’ın affedip etmediğini de kimse bilemez.

Yazının devamı...

Kur’ân-ı Kerim’in kuralları evrenseldir

* DÜNDEN DEVAM

Fıkıh denilen hukuk kuralları içinde gerçekten kazuistik olan, zamanı geçmiş hükümler olduğu gibi evrensel olan kurallar da vardır. Kur’ân’ın hükümleri evrenseldir. Biz öyle biliriz. Kur’ân insanların elini kolunu bağlamış, düşüncelerine kilit vurmuş değildir. Getirdiği genel prensipler her dönemde uygulanacak esnekliktedir. “Akrabanızın, hatta kendi canlarınızın aleyhinde de olsa tanıklık yaparken gerçekten ayrılmayın” (Nisa: 135, Maide: 8), “İyilik ve takvada birbirinize yardım edin fakat günahta, düşmanlıkta yardım etmeyin” (Maide: 2) gibi hükümlerin modası geçer mi? Ama ayrıntı konularda Kur’an, içtihat yöntemini devreye sokmuş, “Ey akıl sahipleri ibret alın” demiş ve getirdiği kuralların motamot naslarının değil fakat zamanın şartlarına en uygun olanının uygulanmasını emretmiştir: “Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar sağduyu sahipleridir” (Zümer: 18), “Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun” (Zümer: 55) buyurmuştur. İşte bu gerçeği gayet iyi kavrayan büyük yönetici Hz. Ömer, müellefe-i kulûb hakkında olduğu gibi görünürde Kur’ân’ın hükmüne aykırı kararlar da vermiş ve asıl önemli olanın, Kur’ân emirlerinin amaç ve gayesi olduğunu belirtmiştir. Büyük İslâm hukukçusu İmam Tufi de dinin asıl amacının maslahat-i nas (kamu yararı) olduğunu söylemiş ve “İslâm’da ne zarar vermek ne de zarar görmek vardır” hadisini dini hükümlerin ana temeli saymıştır.

‘Allahım, günahlarımı bağışlamanı dilerim’

SORU: Yazılarınızın birinde, “Peygamberimizin, namaz kılarken salli-barik dualarını okuduğunu zannetmiyorum” demiştiniz. Aynı yazı içinde sahabilerden birinin “Allahumme inni esluke ya Allah” diye başlayan bir dua okuduğunu, bunu da Peygamberimizin takdir ettiğini belirtmiştiniz. Bu duayı Arapça ve Türkçe çevirisiyle bir daha yazar mısınız? (Hakan Gündemir)

CEVAP: Hz. Peygamber’in, tahiyyattan sonra şu duayı okuduğu İbn Hanbel’in Müsnedi’nde vardır: “Allahumme inni es’eluke ya Allahu’s-samedullezi lem yelid ve lemy yuled ve lem yekun lehu kufuven ehad, en tağfire li zunubi bi-fadlike ve cudike ve keremike ya ekreme’l-ekremin veya erhamerrahimin.” Manası: “Ey eksiği olmayan, doğurmamış, doğurulmamış olan, dengi bulunmayan Allahım; lütfun, ikramın ve cömertliğinle günahlarımı bağışlamanı dilerim. Ey merhametlilerin merhametlisi, ey cömertlerin cömerti Allahım, duamı kabul buyur.”

Yazının devamı...

Reenkarnasyon var mı yok mu?

SORU: Brian L. Weiss adlı psikiyatristin, “Same Soul Many Bodies” adlı kitabını okudum. Weiss bu kitabında insanların geçmiş hayatları olduğunu iddia ediyor. Tabii ki bu iddia, bilimsel çevrenin çoğunluğu tarafından reddediliyor. Kur’ân’ın İsra Suresi’nin 85’inci ayetinde, “Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir” diye yazıyor. Ruh hakkında az şey bildiğimize göre acaba reenkarnasyon olup olmadığı konusunda net bir şey söyleyemeyeceğimiz düşünülebilir mi? Reenkarnasyonu reddedenler çoğunlukla Mümin Suresi’nin 99-100’üncü ayetlerinde, “Nihayet onlardan birine ölüm geldiği zaman, ‘Rabbim, beni geri döndürünüz ki terk ettiğim dünyada yararlı bir iş yapayım.’ Hayır, bu onun söylediği bir sözdür. Önlerinde ta diriltilecekleri güne kadar bir berzah (ara zaman, engel) vardır” ifadelerini delil olarak gösteriyorlar. Bu ayetlerde anlatılan başka bir şey de olabilir? (Uğur Alkan)

Kanıtlar sağlam değil

CEVAP: Reenkarnasyonu reddedenlerin kanıtları sağlam olmadığı gibi iddia edenlerin kanıtları da sağlam değildir. Bazı ayetlerden böyle bir şey olduğu anlaşılıyor ama bazılarından da tersi anlaşılıyor. Mümin Suresi’nin 11’inci ayetinde günahkâr ruhların, “Bizi iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin” dedikleri anlatılmaktadır. Bakara Suresi’nin 28’inci ayetinde ise yine insanın üzerinden iki ölüm hali geçtiği anlaşılır. Vakıa Suresi’nde de ölenlerin, bilmedikleri biçimler içinde yeniden inşa edilecekleri belirtilmektedir. İnşa tabiri de çok önemlidir.

Fakat reenkarnasyon iddiasında bulunanların kimi de ölen bir insanın birkaç saat sonra yeniden doğduğunu ileri sürerler. Bu nasıl olur? Ana rahminde döllenen ceninin daha ilk andan itibaren ruhu vardır. Ama belli zaman sonra hücrelerarası iletişim sağlanınca ona bilinç verilir ki işte bu durumu Peygamberimiz ruhun üflenmesi olarak anlatmıştır. Bu durumda da çocuğun, ana rahminde fiziksel organları tamamlanınca ona ruh üflenir, yani bilinç verilir. Hadiste bilinç verilme süresi ortalama üç ay olarak belirtilir. Doğumuna sekiz saat kala ona bir ruhun üflenmesi yani ölen kişinin sekiz saat sonra doğacak bebeğin ruhu olarak doğması söz konusu olamaz. * DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

Sezar’ın hakkı!

SORU: Hikâyeyi bilirsiniz: Hz. İsa’yı denemek için O’na, “Romalılara vergi vermek caiz midir?” diye sorarlar (Matt: 22.17). Hz. İsa kendisine sorulan sorunun amacını bildiği için onlara “Vergi ödediğiniz parayı bana gösterin” der. Kendisine gösterilen dinarın üzerindeki resme bakarak, “Bu resim kimin?” diye sorar. “Resim Sezar’ındır” cevabını alınca, İsa “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını da Tanrı’ya verin” diye cevap verir. Hz. İsa, bu sözleriyle daha sonraki yıllarda Hıristiyan dünyasının temel prensiplerinden olmuş bir kuralı da ortaya koymuştur: Tanrı’yı ve devleti birbirinden ayırmıştır. Bu iki otorite yani Tanrı ve Sezar (devlet), farklı konularla ve farklı kanunlarla çalışırlar. Dinin ve devletin birbirinden ayrı olduğu ve 2 bin yıl önce konulmuş olan bu kural maalesef Müslüman dünyasında mevcut değildir. Kutsal ve sürekli olanla (Tanrı) geçici olanın (insan) kurallarının, bizzat insanın gelişmesi için birbirinden ayrı olması gerekir. Çünkü insanoğlu geçicidir. Bu sebeple insanoğlunun tabi olduğu kuralların da zamana göre değişip gelişmesi, bizzat insanın gelişmesi için gereklidir. Dolayısıyla toplum düzenini korumak için 1400 yıl önce, o zamanın şartlarına göre yapılmış olan kuralların dünya durdukça geçerli olacağını düşünmek insan yapısına ve Tanrı anlayışına da aykırıdır. Çünkü Tanrı’ya bilgiyle ulaşılır. Bu konudaki görüşlerinizi açıklamanız bizler için çok faydalı olacaktır. (İbrahim T. Tüzün/New York)

Bedeni ruhtan ayıramazssınız

CEVAP: Evet, Hıristiyanlık için dediğiniz doğrudur. Hıristiyanlığın dünyaya ilişkin düzenleyici hukuk kuralları pek yoktur. Ama İsa zamanında Hıristiyanlar hukuk düzeni olarak Tevrat yasalarını kabul etmişlerdir. Çünkü bizzat İsa kendisinin, kitabı kaldırmak üzere değil uygulamak üzere geldiğini vurgulamıştır. Yani Hz. İsa, yeni bir din koyucu değil, önceki dinin kurallarını, dinin ruhuna uygun olarak uygulayıcı bir din bilgini rolünde görünmektedir. Hz. İsa’nın o sözünden de din ve dünya ayrılığı anlamı çıkmaz. Zira aleyhtarları İsa’yı devlet aleyhinde bir terörist gibi göstermeye ve onu yakalatıp mahkûm etmeye çalışıyorlardı. Soru da öyle masum bir soru değildi. Hz. İsa, o soruyu soranın amacını bildiği için devlet aleyhinde olmadığını kaydetmek üzere kendisinin insanları Hakk’a çağırmaya çalıştığını belirtmek istemiştir. Ama İslâm; ruh-madde, fizik-metafizik, dünya-ahiret bütünlüğü içinde dini sunmaktadır. Bedeni ruhtan veya ruhu bedenden ayıramazsınız. Kur’ân’da Allah’a yönelmeye, ibadete, namaza, oruca ilişkin hükümler yanında pekâlâ zina edene, hırsızlık edene, düzeni bozana, katile, caniye cezalar da belirlenmiştir. Hz. Peygamber, Tanrı elçiliği yanında kurduğu devletin de başkanı, yöneticisidir. Bu gerçeği nasıl göz ardı edeceksiniz? 1400 yıllık bir zaman aralığında kocaman bir İslâm hukuku oluşturulmuştur.

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

Ahde vefa

* DÜNDEN DEVAM

Ebu Hüreyre’nin rivayetine göre Peygamber, “Biz son gelen ve kıyamet gününde öne geçecek olan bir ümmetiz. Onlara kitap bizden önce, bize de onlardan sonra verildi. Onlara farz kılınan bu cuma günü üzerinde de onlar ihtilaf ettiler. Allah bu hususta bizi doğruya iletti. Onlar bugün hususunda bize tabidirler. Yahudiler yarın, Hıristiyanlar öbür gün” buyurmuştur (Buhari, Cuma 12; Müslim, Cuma 19-21). Başka bir rivayette “Allah bizi getirdi, cuma gününe ulaştırdı. Cumayı kaybetmiş olan Yahudilere cumartesi, Hıristiyanlara pazar günü (toplantı günü) oldu. Bize cuma gününü verince onlar bize tabi oldular: Cuma, cumartesi, pazar” buyurulmuştur. Bu hadis cumanın eskiden beri var olduğunu göstermektedir. “Kim üç cumayı (ardı ardına) küçümseyerek terk ederse Allah onun kalbini mühürler” (Tirmizi, Cuma 7; Müslim, Mesacid 254). “Her ihtilam olana (ergenlik çağına erene) cumaya gitmek gerekir. Cumaya giden herkese de yıkanmak gerekir” (Ebu Davud, Taharet: 127). “Her yedi günde bir defa yıkanmak, başını ve bedenini yıkamak her Müslüman’ın üzerine bir borçtur” (Buhari, Cuma 12). “Kim cuma günü yıkanır, güzel elbisesini giyer, varsa güzel koku sürünür, cumaya gelir, Allah’ın kendisine farz kıldığı namazı kılar, hutbeye çıkan imamı susarak dinler, namazın sonuna kadar böyle edep ve huşuyla durursa o ibadeti, o cuma ile ertesi cuma arasındaki günahlarına kefaret olur” (Buhari, Cuma, 18). “Cuma günü öyle bir saat vardır ki Müslüman kul, o saatte namaz kılar, Allah’tan bir şey dilerse Allah ona dilediğini verir. Biri sordu: ‘Hangi saattir?’ Peygamber, ‘Namazın başlamasından bitmesine kadar olan zaman’ dedi” (Buhari, Cuma, 37).

Allah’ın ahdini bozmak, O’na verilen sözde durmamak, gerek Allah’a gerek insanlara verilen söze aykırı davranmaktır. Allah’ın ahdi ile birkaç mana kastedilmiş olabilir: Evvela ahit, Allah’ın yaratırken insanın içine koyduğu Allah’ı tanıma kabiliyetidir. Buna fıtrat ahdi (doğal ahit) denir ki, “Rabbin, Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti). ‘Evet, buna şahidiz’ dediler” (Araf: 172) ayetinde bu fıtrat ahdine işaret edilmiştir. Kâinatta Allah’ın birliğinin kanıtlarını düşünüp de şu engin evrenin yaratıcısına kulluk etme kanısına varmak da Allah’ın ahdi sayılır. Zaten yaratılışta insanın içine konulan yetenek, insanı bu kanıya götürür. Yahut Allah’ın ahdi, daha sonra gelecek peygambere inanacakları hakkında gerek peygamberlerden, gerek onlara inananlardan alınan sözdür. “Allah, peygamberlerden şöyle söz almıştı: ‘Bakın, size kitap ve hikmet verdim; sonra yanınızda bulunan kitabı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz. Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?’ demişti. ‘Kabul ettik’ dediler” (Al-i İmran: 81) ayetinde bu ahde işaret edilmiştir.

Yazının devamı...

Zuhr-i ahar diye bir namaz yok

* DÜNDEN DEVAM

Cuma günü namaza çağırıldığı zaman Allah’ın zikrine koşmayı emretmektedir. Buna göre, her nerede cuma namazı için ezan okunursa orada camiye koşmak Allah’ın emridir. 1-2 kişinin haberiyle bu ayetin genel hükmü bozulamaz. Bu tür davranış, gerçeğe aykırıdır. Esad ibn Zürare, Peygamber’in emriyle değil, kendiliğinden ve henüz Medine’de İslâm egemen olmadan, İslâm hükümleri uygulanmazken 40 kişiyle, başka bir rivayete göre
12 kişiyle (Darekutni, Cuma: 2; İbn Sad, Tabakat: 3/609; Ruhul-Meani:28/100), Medine dışında bir mahalle veya köyde cuma namazını kıldırmıştır. Demek ki Müslümanlar nerede cemaat bulurlarsa orada cumayı kılarlar. Esad, bu ilk cumayı kıldırırken Medine’de İslâm hükümleri uygulanmıyordu, Müslümanlar 12 veya 40 kişi kadar azınlık bir gruptu. Ebu Davud’un rivayet ettiği bir hadise göre: “Cumayı cemaatle kılmak, her Müslüman’a farzdır. Yalnız köleye, kadına, çocuğa ve hastaya farz değildir.”
Bu hadise göre kadınlara cuma namazı farz değildir. Ancak Medine’ye ticaret kervanı gelince cemaatin dağılıp yalnız 12 erkekle 1 kadının Hz. Peygamber’le beraber cuma kıldığını anlatan rivayetten (Buhari, Tefsir, sure: 62), Peygamber döneminde kadınların da cuma namazı kıldıkları anlaşılmaktadır. Ayrıca cuma namazına gitmeyi emreden ayetin hükmü geneldir, erkekleri de kadınları da kapsar. Ayetler, din hükümlerinde erkekle kadın arasında bir ayırım yapmadığına göre cuma namazının kadınlara da farz olması gerekir ve kişi haberinden ibaret bir rivayet, ayetin açık ve genel hükmünü değiştirmez.

Fakat fıkıh kitaplarında kadınlara cuma namazının farz olmadığı görüşü benimsenmiştir. Bizce kesin bir delilden yoksun olan bu görüş kabul edilse bile yine kadınların cuma namazı kılmalarına engel değildir. Farz olmasa da kadınların gelip kendilerine özgü yerde cuma kılmaları daha iyidir. Çünkü o gün vaaz ve hutbeyi dinler, bilgili, bilinçli olurlar. Hele bayram namazlarında Peygamber, âdet halinde bulunan kadınların dahi mescide gelmelerini emretmiş, erkeklere öğütlerini tamamladıktan sonra kadınlar tarafına gidip onlara da nasihat etmiştir. Cuma namazı, öğle namazı yerine geçer. Cuma namazı kılana öğle namazı yoktur. Özellikle Türkiye’de cuma namazı kılındıktan sonra bir de “zuhr-i ahar” diye bir namaza niyet edip aynen öğle namazı kılar gibi namaz kılınmaktadır. Daha önce söylediğimiz gibi cumanın farzından önce 2 veya 4, farzından sonra da 2 rekât sünneti vardır. Cumanın, bundan başka bir sünneti olmadığı gibi zuhr-i ahar diye bir namaz da yoktur. Tamamen uydurma olan bu bidat, maalesef Türkiye’de yerleştirilmiştir. Dileyen, istediği kadar nafile kılabilir ama zuhr-i ahar niyetiyle bir namaz kılmak doğru değildir. Çünkü bidatlardan kaçınmak gerekir. Hiçbir kaynak kitapta böyle bir namazdan söz edilmemiştir.

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.