Şampiy10
Magazin
Gündem

Önemli olan suça engel olmaktır

SORU: Hüseyin Atay’ın, “Dinde Reform ve Atatürk’ten Kesitler” adlı eserini okudum. Kur’ân’daki “kat” kelimesi olan “el kesmek” üzerinde duruyordu. Söyledikleri ilgimi çekti. Aynen şöyle diyor: “Bu ‘kat’ kelimesinin bir anlamı ‘elleri engelleyin, hırsızlığı önleyin’ anlamındadır. Ayetin ne dediğine değil, ne demek istediğine bakmak gerekiyor. Bu ayetin amacı hırsızlığı önlemektir.

Fakat maalesef birçok fakihler fiziki olarak anlamışlar, sözlük anlamına bakmışlar ve diğer anlamını kabul etmemişlerdir. Oysa bundan sonraki ayette tövbe ettiğinde Allah’ın tövbesini kabul edeceğini söylemekte. Kısacası ayette el kesmek yoktur.” Sizin bununla ilgili yorumunuz nedir? Bu görüşe katılıyor musunuz? (Emrah Gedik)

Ayette cezadan söz ediliyor

CEVAP:
Kesmek anlamındaki “kat” kelimesi “önleme” anlamına da gelebilir ama “kat”dan sonra “eydiyehuma” tümleci geliyor. “Faktau eydiyehuma: Hırsız erkek ve kadının ellerini kesin” demektir. “Ellerini engelleyin” olamaz. El engellenmez, engellenecek olan hırsızların kendisidir. Eğer onun dediği gibi olsaydı ayetin, “Vassariku vassarikatu Faktauhuma” şeklinde olması gerekirdi. Bu bir, ikincisi de “Cezaen bima keseba nekalen minallah: Yaptıklarına karşılık Allah’tan bir ceza olarak böyle yapın” buyuruluyor. Burada “nekal”, ağır bir cezadır. Peki, önlemede ceza var mı? Onların hırsızlığına engel olun. Nasıl engel olunacak? Bir ceza yok. Oysa ayette ağır cezadan söz ediliyor.

İslâm’dan önce de vardı

Yalnız sayın Atay, herhalde Kur’ân’ın amacının, el kesme gibi ağır cezayı uygulamak değil, hırsızlık gibi suçları önlemek olduğunu belirtmek istemiştir. Bu anlayış doğrudur. Çünkü Kur’ân’ın temel amacı suçu önlemektir. Nitekim bu ayetin ardından şayet hırsızlar uslanır, bu eylemden tövbe edip dönerlerse artık onların üstüne varılmaması, onların bağışlanması öğütlenmektedir. Kur’ân’daki cezalar, Kur’ân’ın ilk defa ortaya koyduğu hükümler değil, daha önce uygulanan cezaların aynen veya kısmen tadil edilmiş biçimidir. İslâm’dan önce de hırsızlara bu ceza uygulanırdı. Kur’ân da suçta ısrar edenlere bu cezanın uygulanmasını emretmekle beraber bir seçenek de getirmiş, uslananların bağışlanmasını emretmiştir. Demek ki önemli olan suça engel olmaktır. Eğer hırsızlık suçu, daha hafif bir cezayla mesela hapisle önlenebilecekse pekâlâ o ceza uygulanabilir. Hafif cezayla suçun önlenmesi, Kur’ân düşüncesine daha uygundur. Nitekim kısasta, diyet yanında tamamen bağışlama da tavsiye edilmiştir. Önemli olan suça engel olmak, kamunun hukukunu korumaktır.

Yazının devamı...

Allah, tövbe edenleri sever

SORU: 27 yaşında bir bayanım. Yakın zamana kadar dini inançlarım oldukça zayıftı. Hareketlerimin günah olup olmadığını sorgulamamış, günah olduğunu bildiklerimi de yapmaktan vazgeçmemiştim. Sonradan öğrendiğime göre farkında olmadan küfre bile düşmüşüm. Birkaç ay önce namaz kılmaya başladım. İşlediğim günahlardan hemen kurtulamadım ama her günaha girdiğimde pişmanlığım arttı. Şükür ki en sonunda Allah bana tövbe etmeyi nasip etti. Bilerek işlediğim günahları terk edip bilmeden de günaha girmekten korktuğum için hareketlerime çok dikkat ediyorum. Daha önce gerçekleştirmediğim farz ibadetlerimin de kazalarını yapmaya çalışıyorum. Samimi bir şekilde tövbe edildiğinde tövbenin kabul olup, günahların bağışlanacağına dair çeşitli ayet ve hadisler okudum. Ama yapılanların vebali çok büyük olunca içteki sıkıntı, üzüntü, pişmanlık ve korku da o ölçüde büyük oluyor. Tövbe edildiği zaman küfre düşmenin de, büyük günahların da, yalan söylemenin de affı mümkün mü?

CEVAP: Kul samimi olarak (ihlas ile yani içtenlikle) günahtan tövbe eder, Allah’tan af dilerse Allah’ın, dilediği takdirde affetmeyeceği bir günah yoktur. Bütün günahları bağışlayacağını bildiren Yüce Allah, kullarına şöyle umut vermektedir: “Ey canlarına yazık eden kullarım, Allah’ın rahmetinden umut kesmeyiniz. Zira Allah bütün günahları bağışlar.” Allah öyle şefkatli, merhametlidir ki, O’nun acıması, bağışlaması insanların affıyla, acımasıyla mukayese edilemez. Nisa Suresi‘nde şöyle buyurulmaktadır: “Allah’a göre, şu kimselerin tövbesi makbuldür ki, cahillikle bir kötülük yapıp hemen ardından dönerler. İşte Allah onların tövbesini kabul eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Yoksa kötülükler yapıp da nihayet kendilerine ölüm gelip çatınca: ‘Ben şimdi tövbe ettim’ diyenlere ve kâfir olarak ölenlere tövbe (af) yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır” (Nisa: 17-18).

Hadis-i şerifte de can boğaza dayanıncaya kadar yüce Allah, içtenlikle tövbe eden kulunun tövbesini kabul edeceği belirtilir. Burada Cüneyd-i Bağdadi ile dayısı Seri Sakati arasında tövbe üzerinde geçen bir anekdotu hatırlatayım:

Cüneyd: “Bir gün Seri’nin yanına geldim, canı sıkılmış gördüm. ‘Neyin var?’ dedim.”

Seri Sakati: “Bir genç geldi, bana tövbeyi sordu. Ona, ‘Tövbe, günahını unutmamandır’ dedim. Bana itiraz etti. ‘Hayır, tersine, tövbe günahını unutmandır’ dedi.”
Cüneyd: “Bana göre gencin sözü doğrudur.”

Seri Sakati: “Niçin?”

Cüneyd: Çünkü ben, ‘cefa halinde bulunurken (Allah) beni sefa haline geçirirse, sefa halinde cefayı hatırlamam cefadır’ dedim, sustu.”

İslâm’a göre yaşayınız. Siz Allah’ı severseniz Allah da sizi sever. Siz Allah’a gitmek isterseniz Allah da size gelir. Yani rahmetiyle sizi kucaklar. “Allah tövbe edenleri sever.” Ne mutlu tövbe edenlere, ne mutlu Allah’a gidenlere.

Yazının devamı...

‘Her çocuk tevhit inancıyla doğar’

* DÜNDEN DEVAM

Bazı tefsirlerde bütün Ademoğullarının, Adem’in belinden çıkarılıp Allah’ın o zerreciklere tanıklık yaptırdığına dair rivayetler yer almıştır ki, bu rivayetler güvenilir değildir. Çünkü ayette Adem’den değil Ademoğullarından söz edilmektedir. Eğer söz konusu Adem’in kendisi olsaydı, “Ademoğullarının zürriyetlerini Adem’in belinden aldık” denilirdi. Ayrıca ayette bel de çoğul olarak “Zuhur: beller” şeklinde geçer. “Ademoğullarının bellerinden” kasıt, her insanın zürriyetinin kendi belindeki meniden (sperm) alındığıdır. Ayetin işaretine göre daha sperm halindeyken insanda Allah’ı tanıma yeteneği vardır. Allah, bu yeteneği insanın çekirdeğine yerleştirmiştir. Düşünsel kanıtlara göre ayette anlatılan şudur: Yüce Allah, insanların zürriyetlerini kendi bellerinden almıştır.
Bu, insan tohumu olan nutfenin (sperm), her baba-ananın kendi belinden alınması demektir. Allah, baba-anadan aldığı nutfeleri, anaların rahimlerinde emriyo, mudga (çiğnem et biçimi) aşamalarından geçirerek birer insan yapmıştır. Her insanın içine de kendisinin varlığının ve birliğinin kanıtlarını koymuştur. İnsan, içindeki bu eğilimle Allah’ın harika yaratıklarını ve kudretini görüp anlamıştır. İşte onların içine koyduğu bu işhad (gerçekleri görüp tanıma ve itiraf etme kabiliyeti) ve bu düşünce, “Evet, sen bizim Rabbimizsin” ikrarı gibidir. İnsanlar, Allah’ın, kendilerinin Rabbi olduğu düşüncesini içlerinden geçirmek ve bunu sezmekle böyle ikrar etmiş olurlar.

Bu tanıklığın sözle söylenmiş olması şart değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de hal ikrarının da söz ikrarı gibi ifade edildiği yerler vardır: “Sonra duman (gaz) halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve arza ‘gönüllü ya da gönülsüz olarak buyruğuma gelin’ dedi. ‘Gönüllü olarak buyruğuna geldik’ dediler.” (Fussilet: 11), “Onun işi, bir şeyi istedi mi ona sadece ‘Ol’ demektir, hemen oluverir” (Yasin: 82, Nahl: 40) hal diliyle kabul etmeyi belirten ayetlerdendir. İbn Kesir de tefsirinde bu konudaki başlıca rivayetleri kaydettikten sonra bunların mevkuf (Peygamber’in sözü değil, sadece bazı sahabi sözleri) olduğunu belirtiyor ve şöyle diyor: “Bundan ötürü selef ve halef sözcüleri (önce ve sonra gelen din bilginleri), bu işhadın (insanları kendi aleyhlerine tanık yapmanın), onları tevhit kabiliyeti üzere yarattığı anlamına geldiğini söylemişlerdir.

Hasan-ı Basri de ayeti böyle tefsir etmiştir” (Tefsir: 2/265). Nitekim Peygamber, “Her çocuk tevhit inancı üzere doğar” buyurmuştur. Özetle: Araf: 172-173’üncü ayetlerde Allah’ın, Ademoğullarının bellerinden zürriyetlerini aldığı, yani insanları babalarının bellerindeki tohumlardan yarattığı, onların içlerine Allah’ı bilip tanıma yeteneği, duygusu koyduğu bildirilmektedir. İnsanlara Allah’ı bilme duygusu vermiştir ki kıyamet gününde, dünyadaki inkârları için Allah’a karşı bir bahaneleri kalmasın. “Biz bilmiyorduk, haberimiz yoktu” demesinler.

Yazının devamı...

İnsandaki Allah’ı tanıma duygusu

SORU: Kâinatın yaratılışı, kalu bela ve Allah’a verilen kulluk sözleşmesi hakkında bilgi almak istiyorum. Bu konularla ilgili, güvenilir referans kaynaklar var mıdır? (Özgür Özer)

CEVAP: “Rabbin, Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve ‘Ben sizin Rabiniz değil miyim?’ diye onları kendilerine şahit tutmuştu. ‘Evet, (buna) şahidiz’ dediler” (Araf: 172). Bu ayette Allah’ın, Ademoğullarının zürriyetlerini, kendi bellerinden aldığı ve onları kendisinin, onların Rabbi olduğu hakkında kendi canlarına tanık yaptığı belirtilmektedir. Tefsirciler, ayetin ruhuyla hiç ilgisi olmayan açıklamalar yapmışlardır. Bir kısmına göre bu ayet, dünyaya gelmeden önce insanların, ruhlar âleminde Allah’ın kendilerinin Rabbi olduğuna şahitlik ettiklerini bildirmektedir. İşte bu tefsirden Elest Bezmi veya Kalu Bela denen bir terim doğmuştur. Buna göre Allah, bedenlerden önce ruhları yaratmıştır. Ruhlar, bu bedenlere girmeden önce bulundukları âlemde (âlem-i ervah’ta) Allah onlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demiş. Onlar da “Evet, sen bizim Rabbimizsin” diye cevap vermişler. Ayet, ruhlar âlemindeki bu tanıklık durumunu anlatmaktadır.

Gerçekte ayette bedenlerden önce ruhlar âleminin bulunduğunu ve Allah’ın, oradaki insan ruhlarına, kendisinin, onların Rabbi olduğuna tanıklık ettirdiğini belirten en ufak bir işaret yoktur. Ayet, insan nesillerinin, atalarının bellerinden alındığını, daha tohum halindeyken içine Allah’ı tanıma duygusu verilen insanın yaratılışından gelen bu duygu ve sezgiyle Allah’ın varlığını ve birliğini kabul ve itiraf ettiğini anlatmaktadır. Her insanın doğasında Allah inancı vardır.

Bu inanç, sonradan kazanılmış değil, yaratılışından kaynaklanan bir duygudur. “Her çocuk İslâm (yani Allah’ı tanıma ve O’na teslim olma) yaratılışı üzerinde doğar” (Müslim, Kader: 25; İbn Hanbel, Müsned: 4/24) hadisi de bu inancın, insanda yaratılıştan var olduğunu gösterir.

Zemahşeri şöyle diyor: “Bu söylem temsil ve tahyil (düşündürme, canlandırma) türündendir. Ayetin anlamı şudur:

Allah, insanlara, rablığına ve birliğine dair kanıtlar verdi. İnsanlara verdiği akılları ve basiretleri (sezgileri) de Allah’ın varlığına ve birliğine tanıklık etti. Ve bu itirafı, sapıklıkla doğru yolda gitmeyi birbirinden ayıran ölçüt yaptı. Bu suretle Allah, sanki onları kendilerine tanıklık ettirmiş: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demiş, onlar da ‘Evet, sen bizim Rabbimizsin, senin birliğini doğruladığımız hususunda kendi nefislerimize tanıklık ettik’ demiş oldu.” Böyle canlandırma üslubu, Allah ve Elçisi’nin sözlerinde çoktur.

Bunun benzeri, ”Biz bir şeyi yapmak istersek, ona sadece ol deriz, derhal oluverir” (Nahl: 70/40) ayetidir. Buradaki söz, bir temsil, mananın (düşüncenin) canlandırılmasıdır. Zemahşeri’nin bu yorumu, ayetin ruhuna uygundur. İbn Kesir de bu tanıklığın, insanın içindeki Allah’ı tanıma sezgisi olduğunu söylüyor (Tefsir: 2/265).

DEVAM EDECEK...

Yazının devamı...

Yeryüzünün en alçak yeri

SORU: “Elif, Lam, Mim. Rum (orduları) yenilgiye uğradı. Dünyanın en alçak yerinde. Ama onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. 3 ile 9 yıl içinde. Bundan önce de sonra da emir Allah’ındır. Ve o gün müminler sevineceklerdir “ (Rum Suresi : 1-4) . Arapça‘sı “Edn a el-ard” olan bu ifade, bazı meallerde “yakın bir yer” olarak da tercüme edilir. Ancak bu tercüme, orijinal ifadenin tam karşılığı değil, mecazi bir yorumudur. “Edna” kelimesi Arapça ‘da “alçak” demek olan “deni” kelimesinden türemiştir ve “en alçak” anlamına gelir. “Ard” ise yeryüzü demektir. Dolayısıyla “Edn a el-ard” ifadesi de “Yeryüzünün en alçak yeri” manasına gelmektedir. Hocam, bu görüş doğru mu? Yakın mı, alçak mı daha doğru bir tercüme olur? Eğer alçak ise bu çok önemli. Çünkü savaş gerçekten de dünyanın en alçak yeri olan Lut Gölü civarında olmuştur.

CEVAP: Edna kelimesi, “dünüv” kökünden tafdil ismidir. “Yakın” anlamına da, “alçak” anlamına da gelebilir. Ama müfessirler edna’yı “en yakın” manasında almışlardır. “Ednal-ard” en yakın yer anlamına geldiği gibi en alçak anlamına da gelir. Her ikisi de doğrudur. Çünkü Perslerle Rumlar arasında geçen savaşın yapıldığı yer Arap Yarımadası’nda Hicaz’a yakın sayılır.

Bu nasıl bir düşünce?

SORU: Annem bankadan emekli oldu. Allah gecinden versin o öldüğünde kazandığı maaştan bana kalan miras haram mıdır?

CEVAP : Hayret doğrusu! Annenin sütüyle büyüdün, onun yemeklerini yedin. Şimdi mirasının helal olup olmadığını soruyorsun. Annen hırsızlık mı etti? Başkasının hakkını mı aldı? Kadıncağız çalıştı, emeğinin karşılığını aldı. Nereden çıkarıyorsunuz bu kadar karanlık düşünceleri bilemiyorum. Ben bu tür şeylerden rahatsız oluyorum.

Kur’ân’ı anlayabilmek

SORU: Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça ayetlerini bilmiyorum. Türkçe okumam sakıncalı mı?

CEVAP: Kur’ân’ı Türkçe okumanın ne sakıncası olabilir? Kastınız, Türkçe mealini okumaksa bu daha sevaptır. Çünkü anlamak önemlidir. Ama kastınız Türk harfleriyle yazılmış Arapça metni okumaksa bu husus kuşkuludur. Çünkü hem Arapça kelimeler Türk harfleriyle tam olarak okunamaz hem de anlamadan, üstelik kelimeleri de çarpıtarak okumanın yararı olmaz.

Uygulamanız doğru

SORU: Kur’ân-ı Kerîm’i abdestsiz ve başı açık okumak günah mı? ( Melahat Duran)

CEVAP: Başı kapatma emri, mahrem olmayan erkeklere karşı uygulanması gereken bir hükümdür. Kur’ân okumak için abdest almak veya başı kapatmak şart değildir. Abdestli olsanız daha iyi ama abdestsiz de okuyabilirsiniz.

Yazının devamı...

Kur’ân-ı Kerîm yalnız Allah rızası için okunur

SORU: Bir okurunuzun sorusuna verdiğiniz cevapta şöyle diyorsunuz: “Kur’ân, Allah için okunur. Peygamberimiz birilerinin ruhuna bağışlamak için Kur’ân okumadı. Ama biz Kur’ân’ı ölü kitabı yaptık. Herkes ölmüş, gitmiş. Yaptığı iyilik ve günahlara göre hesabı görülmüş. Onlara dua ederseniz güzel. Fakat yaptığınız her duayı, okuduğunuz her Kur’ân’ı şunun bunun ruhuna bağışlamak bidattır. Artık bu milletin bu şirk kokusu gelen eylemlerden kurtulması gerekir. Dini Peygamberimizin yaşadığı gibi arı, duru ve sade yaşamaya çalışalım.” Kur’ân’ı her gün okumaya gayret ediyorum. Arapça’yı bilmediğim için okuma sırasında çok zorluk çekiyorum. Okumamı bitirdiğimde, “oluşacak sevabı (tabii bunu Allah bilir) tüm peygamberler ve aileleriyle tüm ölmüşlerle paylaşmayı nasip et” diye dua ediyorum. Bunu her okumamın ardından tekrarlıyorum. Bu saf paylaşma düşüncem bidat mı? Acaba bir hata mı yapıyorum? (Adnan Öztürkeri)

CEVAP: Sorunuzun cevabı alıntı yaptığınız yazımda var. Ben Peygamber dönemindeki uygulamayı söylüyorum. O dönemde birilerinin ruhuna bağışlamak için Kur’ân okumuyorlardı. Kendileri sevap almak için ve uygulamak için okuyorlardı. O zaman siz kıldığınız namazların, tuttuğunuz oruçların, verdiğiniz sadakaların ve zakâtların da sevabını ölülerinizle paylaşın. Zaten haccı bağışlıyorlar. İnsan birine bağışlamak için değil, Allah rızası için ibadet yapar.

Ruhunu olgunlaştırmak için namaz kılar. Ölmüşlere dua etmek istiyorsanız istediğiniz kadar edin. Ama yaptığınız ibadeti onlara bağışlamayın. Bu neye benzer biliyoruz musunuz? Vergi mükellefi olan insanın, devlete ödediği vergiyi fakirlere de vermeye, görevinin ödülünü onlarla paylaşmaya benzer. Siz ibadetinizle Allah’ın rızasını kazanın. Herkesin yaptığı kendisinedir. Kur’ân da yalnız Allah rızası için okunur. Size gelen mektubu okuyup sevabını birilerine bağışlamayı düşünüyor musunuz? Mektubun amacı gönderilen kişinin okuması ve uygulamasıdır. Yoksa okumasının ardından sevabını bağışlamak değildir. Kur’ân da Allah’tan insanlığa gönderilen mektuptur. Amaç bellidir.


İki takdir mektubu daha

* SAYIN hocam, birçok yazınızdan hurafecilerin size yönelik sözlerinden bahsediyorsunuz. Bununla ilgili olarak yazdıklarınız için, bize yardımcı olma çabalarınız için, bilip bilmediğim pek çok şey için size teşekkür ederim. Allah sizden razı olsun. Emekleriniz zayi olmasın inşallah. Tevhit ehline selam olsun. (Emre Ceylan)

* SAYIN hocam, emeklerinizin boşa gitmediğini siz iyi biliyorsunuz. Onbinlerce okuyucunuzun sizden yararlandığına eminim. Efendimize de hakaret etmediler mi? Bu da gösteriyor ki, siz doğruyu söylüyorsunuz. Sizden öğrendiklerimizle iyimseriz. (Targan Kuzucuoğlu)

CEVAP: Teşekkür ederim, sağ olun.

Yazının devamı...

İslâm’da temel Kur’ân-ı Kerîm’dir

SORU: Birkaç akrabamla Eyüp Sultan Camii’ne namaz kılmaya gittim. İmam namazı kıldırdı, dua okudu. Sonra da “Şimdi türbenin başına gidip orada da dua edeceğiz” dedi. Bütün cemaat türbenin çevresine toplandı. İmam duanın başında şöyle dedi: ‘’Hz. Muhammed Efendimiz’in yüzüsuyu hürmetine, Eyüp Sultan’da yatan zatın yüzüsuyu hürmetine bizim dualarımızı kabul et yarabbi.’’ Bunu duyunca cemaatten ayrıldım. Bu, şirk değil mi? Muhammed Efendimiz zamanında puta tapanların duaları böyle miydi? Aynı şekilde Sümbül Efendi Camii’nin avlusunda da bir türbe var. Her cuma oraya gidiyorum. Kadınlar türbenin etrafına toplanıp dua ediyor. Eğer bunlar şirk kokan olaylar ise Diyanet neden müdahalede bulunmuyor? Hadislerin dinimizdeki yeri nedir? Ben, “referansımız sadece Kur’ân’dır” dediğimde, “Kur’an her şeyi açıklamamıştır. Bu yüzden Peygamberin dediklerini de dikkate almalıyız” diyorlar. Bunların doğruluğuna ne kadar inanacağız? (Ömür Emre)

CEVAP: Maalesef cami imamlarının bazıları neredeyse Peygamberimiz dönemindeki putların bekçilerine döndüler. İşte bir tevhit ehli adına yapılmış caminin imamı ne hatalar yapıyor. Duası camide yetmiyormuş, orada geçerli değilmiş gibi türbenin başında dua ediyor. Aynen Peygamber dönemindeki müşriklerin duası gibi dua ediyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dikkatine arz ederim. Umulur ki bu işe el konulur ve tevhide aykırı uygulamaların önüne geçilir.

Hadis meselesine gelince: Hadisler tümden dışlanamaz. İslâm dini iki temel üzerine oturur. Esas temel Kur’ân’dır. Hadis de onun yönetmeliğidir. Yasaları yönetmelik açıklar. Kur’ân, olayları özetle anlatır. Emirleri ayrıntıdan uzaktır. Peygamberimiz uygulamalarıyla Kur’ân’ı açıklamıştır. Ancak Kur’ân’ı uygulama biçimini yansıtan, onun nasıl uygulanacağını gösteren hadis rivayetleri sağlam ve Kur’ân’ın ruhuyla örtüşür olmak, artı haramlar getirmemek kaydıyla İslâm’ın ikinci kaynağıdır. Ben buna “Kur’ân’ın yönetmeliği” diyorum. Yönetmelikler yasalara aykırı olamaz. Eğer yasaları daraltıyor, hatta onu geçersiz kılacak bir mahiyet taşıyorsa o yönetmelik geçersizdir yani o mahiyetteki hadis rivayetleri geçersizdir, kabul edilemez.

Bir örnek olarak şefaat meselesini verebiliriz. Kur’ân, ahirette şefaatin, kayırmanın olmadığını vurgularken çeşitli şefaat hadisleri Peygamber’in günahkârlara şefaat edeceğini belirtmektedir. Allah’ın huzurunda hiç kimse şefaat edemez. Sadece Allah’ın yetki verdikleri, ancak Allah’ın razı olduğuna şefaat edebilirler. Allah’ın razı oldukları da günahkârlar değil, Allah’ın buyruğu dışına çıkmayanlardır. “Ancak Allah’ın razı olduğuna şefaat edebilirler” (Necm Suresi). Burada anlatılan şefaat; iltimas, kayırma, günahkârı kurtarma değil, cennet vizesi almış olanlara arkadaş olma, onları yanına alma anlamındadır. Çünkü arkadaşsız cennet dahi sıkıcı olur. Ama Allah’ın sevdikleriyle birlikte cennet ne güzel nimettir.


Yazının devamı...

Sekizinci Şehir İz Bırakanlar (2)

DÜNDEN DEVAM

Damadının getirdiği paketi açan Abdurrahman Efendi, karşılaştığı sanat eserinin karşısında saygı duyarak ayağa kalktı. Üzeri sırla kaplanmış, yansımalı bir kakmaydı.

Üstüne sanki resim işlenmemişti de çerçevesinin arkasına, gülen haliyle Mahpeyker’in kendisi duruyordu. Tablo 30 derece ışığa tutulduğunda, dudakları ve gözleri hareket ediyor gibiydi. Kemal bu sanatı İran kökenli bir Acem’den öğrenmişti. Abdurrahman Efendi’nin ömründe aldığı en güzel hediyeydi bu. Maalesef 1915 sevkiyatının ardından düzeni bozulan Harputlular çeşitli yerlere hicret etmeye başlamış.

Mahpeyker, kocasının Yemen’e gidip bir daha dönnemesi üzerine kederinden vefat etmiş, Abdurrahman Efendi de İzmir Menemen’e göç ederken eskiciye verdiği eşya arasında bu eşsiz tabloyu da yanlışlıkla satılmış. Harput’taki Amerikan Koleji müdürünün satın aldığı eşya arasında bu tablo da bir antikacının dükkânına gelmiş.

Kolej Müdürü Mr. Barnum’un misafiri olarak Harput’a gelmiş olan Amerikalı Mrs. Katy de merak dürtüsüyle katıldığı Mahpeyker’in düğününde o eşşiz güzellikteki bir çift zümrüt yeşili göze hayran kalmıştı. İşte İstanbul’da antikacı dükkânında rastladığı, sahibinin düğününde bulunmuş olan Mrs. Katy, bu tepsiyi 100 hamidiye altınına satın almıştı.

O sırada gezi için İstanbul’a gelmiş olan Abdurrahman Efendi, antikacı dükkânında gördüğü kızının tablosunu satın almayı düşündü ise de ne o kadar parası vardı, ne de Amerikalı bayan onu satmak niyetindeydi. Katy, Mahpeyker’in öldüğünü öğrenince teselli için babasına dedi ki: “Siz yaşlı bir adamsınız. Daha uzun bir zaman bu tabloya sahip olamazsınız. Kimse de bu tablonun önemini anlayamaz. Bu tablo sizden sonra telef olur. Bırakın, götüreyim de bu tablo, çok önemli bir müzede ebedileşsin?”

Yazar, bu düğün hikâyesinden sonra Osmanlı döneminde Harput-Elazığ valiliği yapan Hacı Ahmet İzzet Paşa’nın İstiklal Savaşı’nda Mustafa Kemal Paşa’nın komutanlarından Yakup Şevki Paşa’nın özgeçmişini, İstiklal Savaşı‘ndaki rolünü anlatır. İstiklal Savaşı‘nın cereyanına da kısaca işaret eder. Ardından Beyzade Efendi’nin hikâyesi yer alır. 1876-1877’de geçen ve 93 harbi diye anılan savaşa temas eder. Harput’un ulema ve mutasavvıflarını anlatır. Daha sonra, Harput’un yetiştirdiği, 20. yüzyılda iz bırakan kimseleri kendi kalemleriyle anlatmaya çalışır. Okurlarıma bu eseri okumalarını tavsiye ederim.

İSTEME ADRESİ: Örnek Ofset
Matbaacılık Tic. Sn. Ltd. Şti. Gazi Caddesi
No: 45 / P: 6 Elazığ (Telefon: 0424-212 17 32)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.