Şampiy10
Magazin
Gündem

Mevlitteki abartılar

SORU: Ben, “Rabbim hatadan münezzehtir” diye inanırım. Bunun için mevlitteki miraç bölümünde bulunan ve zannımca Peygamberimizi yüceltmek adına yazılmış olan “ya habibim ben sana kıldım hata” bölümü beni çok rahatsız ediyor. Anlayamadığım, din eğitimi gören büyük hocaların bile bu bölümü hiç rahatsız olmadan okuması. Her duyduğumda ürperiyorum. Rabbime hakaret olarak algılıyorum ve benim gözümde Hristiyanların İsa’ya olan sevgisinden dolayı onun sadece peygamberliğiyle yetinmeyip ilahlaştırmasından bir farkı yok. Bu konuda beni aydınlatır mısınız? (Neslihan Dönmez)

CEVAP: Yazdığınız dizeyi yanlış anlıyorsunuz. “Ben sana kıldım hata” değil, “ben sana kıldım atâ”dır. Yani “senin her istediğini verdim, ümmetini sana bağışladım” demektir. Ama mevlitte tevhit inancıyla örtüşmeyen abartılar çoktur. Peygamberimiz, “Beni Hristiyanların övdüğü gibi övmeyin” demiş ama maalesef Müslümanlar, Hz. Peygamber’e nerdeyse Hristiyanların İsa’ya verdiği sıfatlardan da öte sıfatlar vermeye başlamışlar. Mevlidin doğru ve abartısız bahri şöyledir: “Allah adın zikredelim evvela, vacip oldur cümle işte her kula.” Bunun dışında Hz. Peygamber’in doğumu ve miraç bahirleri abartılı dizelerle doludur. Miraç bahrinde “Ben sana âşık olacak ey Habib” sözü tevhit inancıyla nasıl bağdaşabilir? Aşk bir ihtiyaç, sevdiğini elde edememeden doğan çok derin özlemdir. Allah için böyle bir şey söz konusu olabilir mi? Allah sever. Zaten sevdiği için evreni yaratmıştır. Sadece bir kişiyi değil, bütün yaratıkları sevdiğinden eksiksiz evreni yarattı. Sevgide denge vardır. Ama aşk öyle mi? Aşkta denge yok, yakalananları ileri derecede deli divane eder. Âşık olur ki, sevgilisinin sadece saçının teline takılarak ayakları yerden kesilir, sallanıp durur. Fuzuli’nin dediği gibi:
Eğerçi iğne-tek geçtim cihanın cümle varından
Henûz ardımcadır kay-i taalluk zülf-i tarından.

(Cihanın bütün varlıklarından tıpkı iğne gibi geçtim. Dikiş iğnesi, önündeki objeye batıp çıkar, her şeyden geçer ama arkasına takılı ipliğe bağlıdır, işte bir türlü o iplikten kurtulamaz.)

Şair Fuzuli de her şeyden geçen iğne gibi her varlıktan geçmiş de kalbine takılı olan sevgilinin siyah zülfünün telinden bir türlü kurtulamamış. O hep kalbine takılı kalmış.

Âşık Paşa’nın dediği gibi:

Gül yüzünde göreli Zülf-i semensay gönül
Kara sevdada yeler bi sêr-ü bi pay gönül
Demedim mi sana dolaşma ana hay gönül
Vay gönül vay bu gönül vay gönül eyvay gönül.
(Gül yüzüne salınan yasemin gölgeli zülfünü göreliden beri , Gönlüm kara sevdada başsız ayaksız olarak sallanıp durmaktadır, Ey gönül ben sana, o zülfün tellerine dolaşma, onlara çıkmaya çalışma demedim mi? Sen ona dolaşmakla bak, ne dertlere tutuldun, vay haline senin.)
Allah için böyle dengesiz bir sevgi düşünülebilir mi? Allah aciz mi? Hâşâ! Süleyman Çelebi bir peygamber âşığı. Şairlerde abartı olur. Onun açısından hoş görülebilir ama bu bahirlerin, tevhit mabetlerinde ibadet amacıyla okunması ve halkın böyle inandırılması nasıl hoş görülebilir?

Yazının devamı...

Sanat mı, Osmanlı’ya hakaret mi? (3)

Hizmetçi statüsündeki cariyeler saray hizmetçileridir.

Bunlar üzerinde efendilerinin istifraş (cinsel ilişki) hakkı yoktur. İslâm hukukunun hükümlerine göre bu cariyeler efendilerinin iznini alarak evlenebilirler. Bu durumdaki cariyelerin efendileriyle münasebeti sadece iş ilişkisidir.

Zaten ibriktar usta, kahveci usta, kilerci usta ve benzeri isimlerle anılmaları da bunu gösterir. Bazı tarihçilerin cariyelerin sayısı hakkındaki 60, 70, hatta 100 rakamından, hizmetçi statüsündeki cariyeleri anlamak gerekir. Arşiv belgeleri de bunu göstermektedir. Padişahların haremde ve harem bahçesinde çıplak olarak âlem yapmaları gibi gülünç savlar gerçeği yansıtmaz. Eş statüsündeki cariyelere gelince başka bir erkekle evli olmayan cariyeler iki şekilde efendileriyle karı-koca hayatı yaşayabilirler:

Bazılarıyla nikâh kıymışlar

1- Efendinin (burada padişahın), eli altındaki cariyesiyle nikâh kıyarak evlenmesi. Bunun için padişah cariyeyi önce özgürlüğe kavuşturur, sonra onunla nikâhla evlenir.

2- Cariye statüsünde kalmakla beraber padişah yine nikâh kıyarak onunla evlenir. Ama bu durumdaki cariyeyle nikâh kıymadan da ilişki hakkı vardır. Ancak bu cariye herkesle değil, sadece efendisiyle ilişkide bulunabilir.

Osmanlı padişahlarının bir kısmı cariye statüsünde kalmakla beraber bazı cariyeleriyle nikâh kıymışlardır. Ama her cariyeyle nikâh kıyma zorunluluğu yoktur. Özellikle kadın efendilerin çoğunluğunun nikâhlı oldukları da kimi tarihçiler tarafından belirtilmektedir. Mesela Kanuni Sultan Süleyman’ın meşhur kadın efendisi Hürrem Sultan, nikâhla kadın efendi olmuştur (Bkz. Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Osmanlı’da Harem. 176-293). Padişah her cariyeyle gece hayatı yaşamaz. Kontrol altındadır. Çevresini düşünür. İslâm hukukunun dışına çıkamaz. Çünkü kendisi onu uygulamak ve uygulatmakla görevlidir. Benim bildiğim kadarıyla devşirilen cariyeler sarayda yetiştirilir.

Amerikalı yazarın romanı

Bu sene, Kanuni’nin hayatını anlatan “Muhteşem Süleyman” adlı romanı okumuştum. Bir Amerikalının yazdığı bu roman bu diziden çok daha güzel ve saygılı olarak Kanuni’yi anlatıyordu. Kanuni kadınları değil, bütünleştiği devleti düşünüyor ve devletin daha güçlü daha muzaffer olması için planlar yapıyordu. Çoğu kez de haremine gitmez, gecelerini asker arasında kışlada geçirirdi. Böyle bir insanı sözüm ona sanat adı altında seks düşkünü bir insan gibi göstermek hem o büyük insana, hem de Türk milletine hakarettir.

Herkesin uygulayabildiği bir şey olan seksin sanatı neymiş?

Dizi eğer devam edecekse bundan sonraki sahnelerinin gerçeklere daha uygun yapılmasını temenni etmek millet olarak hakkımızdır.

Yazının devamı...

Sanat mı, Osmanlı’ya hakaret mi? (2)

İlim ve erdemiyle herkesin saygı ve takdirini toplayan Ebussuud Efendi, Kanuni ile münasebetlerinde yeri geldikçe nüktedan, yeri geldikçe de şahsiyetli davranmasını bilmiştir. Mesela Ayasofya Vakıfları kiracılarının, kira bedellerini ecr-i misle yükseltmekten kaçındıkları için vakıf dükkânların gelirlerinin, giderlere fazlasıyla yettiğini ileri sürerek kiraların ecr-i misle yükseltilmesine ihtiyaç bulunmadığını padişaha arz edip bu konuda padişahtan istekleri doğrultusunda ferman çıkartmaları üzerine Ebussuud Efendi, “Olmaz! Emr-i sultani ile na meşru olan nesne meşru olmaz, haram olan nesne helal olmak yoktur” fetvasını verme cesaretini göstermiştir (Süleymaniye Kütüphanesi Reşid Efendi, No. 1036, vrk 48-49).

En etkili örnek, Mersiye’dir

Ebussuud Efendi, Arapça’yı, Farsça’yı ve Türkçe’yi çok güzel yazar ve konuşurdu. Her üç dilde de şiirleri olmakla beraber onun en yüksek sanat ve ruh taşıyan şiirleri, Arapça yazdıklarıdır. Bunların en meşhuru, Kaside-i Mimiyye’si ile Kanuni’nin ölümü üzerine yazdığı Mersiye‘dir (ağıt) ki Arap edebiyatının en etkili örneklerindendir. Bu mersiye şöyle başlar:

E savtu saikatin em nefhatus-uri fel-ardu kad muliet min nakri nakuri Esabe minhal-vara dehyau dahiyetin Va zaka minhal-beraya sakatu-turi

“Yıldırım sesi mi, yoksa sura mı üflendi ki dünya bir düdük sesiyle çınlamaktadır. Bu ses ile halkın üstüne korkunç bir felâket ulaştı, bu sesi duyan halk tıpkı Tur’da Musa’nın bayılması gibi çarpılıp düştü” (Doç. Dr. Abdullah Aydemir, Ebussuud Efendi ve Tefsirdeki Metodu).

Cariyeler iki statüye tabiydi

Türk milletinin medar-i iftiharı (övünç vesilesi) olan böyle bir hükümdara saygı göstermek gerekir.

Maalesef “Muhteşem Yüzyıl” dizisinde bu saygıyı göremiyoruz. Sanki Kanuni, kadın düşkünü, kafası seks düşüncesiyle dolu bir insanmış gibi algılanıyor. Hele o Hürrem’le çırılçıplak yatak sahnesi, öpüşmesi hükümdarın harim-i ismetine tecavüzdür. Buna kimsenin hakkı yoktur.

Hem bu sahneler abartıdır. Kanuni’nin kendisine hakaret, ailesine hakarettir. Olamaz böyle şey. Bu senaryoyu yapanlar İslâm’da cariye statüsünü bilmiyorlar. Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün, belgelere ve Osmanlı arşivine dayanarak yazdığı “Osmanlı’da Harem” adlı eserini okusalardı iyi olurdu. Haremdeki cariyeler hep seks metası değillerdi. Bunlar iki satüye tabiydiler:

1- Hizmetçi statüsündeki cariyleler: Hazinedar Usta’nın başkanlığında Osmanlı hareminde hizmet gören cariyelerin durumu böyledir.

2- İstifraş hakkı bulunan eş statüsündeki cariyeler: Kadın efendilerin, şehzade haremlerinin, ikballerin ve gözdelerin durumu böyledir.

Yazının devamı...

Sanat mı Osmanlı’ya hakaret mi? (1)

Show TV’de gösterime giren “Muhteşem Yüzyıl” dizisi, Osmanlı tarihinin en şaşaalı, en güçlü padişahı Kanuni’nin hayatını konu alıyor. Kanuni Süleyman, yükselme döneminin zirvesindeki padişahtır. Onun zamanında Osmanlı Devleti en geniş sınırlarına ulaşmış, kıta Avrupası’nın neredeyse yarısı Osmanlı’nın egemenliği altına girmiştir. Genç yaşında Manisa Valisi’yken babası Yavuz Selim’in vefatı üzerine İstanbul’a çağrılıp tahta geçirildi.
Kanuni, padişahlar içinde en uzun hükümdarlık dönemi yaşamış, 46 yıl ülkeyi zaferden zafere kavuşturmuş ve vezir-i azamına hasta yatağında “Paşa Ziget’i isterüz” diye emrini verirken son demlerini yaşıyordu. O, cephede hayata gözlerini kaparken Zigetvar fethedilmişti.Kanuni, muhteşem bir hükümdar, büyük bir komutan olma özelliği yanında ince bir sanat zevkine de sahipti. “Muhibbi” mahlasıyla yazdığı şiirleri divanını oluşturur.

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.
Sağlık içinde bir nefes alıp verme gibi padişahlık olmadığını vurgulayan beytiyle sağlığın ne kadar büyük bir nimet olduğunu ince bir sanat zevkiyle anlatmıştır. Ülke yönetimine yetenekli insanları getirmiş, adaletsizlikleri ortadan kaldırmaya çalışmış, bilginlere din büyüklerine saygı göstermiş, şeyhülislâmlık makamına getirdiği büyük âlim Ebussuud Efendi’ye sonsuz saygısı vardı. Süleymaniye Camii’nin temelini teberrüken ona attırdığı bilinmektedir.
Padişah, hasta olan Ebussuud’un hatırını sormak üzere Budin cephesinden yazdığı mektupta (bugünkü Türkçe’yle) şöyle der: “Aynı hal ve düşüncede bulunduğumuz, yaşıtım, ahiret kardeşim, Hak yolunda yol arkadaşım Molla Ebussuud Efendi Hazretleri’ne sonsuz dualarımı ilettikten sonra (derim ki kardeşim), nasılsınız, daima sizinle beraber olması gereken sağlığınız nasıldır? Yüce Allah, gizli hazinesinden size tam güç ve en üstün esenlik versin. Allah’ın izin ve lütfuyla yüksek şahsınızdan mübarek vakitlerde (beş vakit namazda) bu samimi kardeşinizi şerefli kalbinizden çıkarmamanız rica olunur. Duanız bereketiyle devrilip toprağa düşmesi gereken kafir inşallah bozulup üzüntüler içine düşer ve İslâm askerleri tamamen zafere ulaşıp Allah’ın rızasına erer. Dua, yine dua. Tanrı’nın kulu riyasız Süleyman.”

Ebussuud Efendi de Kanuni’ye olan sevgisini şöyle dile getirmiştir:

Hakka nazar-i şah-i cihan hakbin-est
Reyeş sened-i şer-ü imad-i din-est
Nezd-i ukala in mesel dirin-est
Her kâr ki Husrev bikoned şirin-est
“Gerçekten cihan padişahının gözü hakkı görür. Onun görüşü, şeriatın dayanağı, dinin direğidir. Şu husus, akıllılarca eskiden beri bir mesel olarak söylenmektedir: Hünkarın yaptığı her iş tatlıdır” (Atai, Zeyl: 2/187).

Yazının devamı...

Ahkaf Suresi 15-17. ayetlerin tefsiri (3)

* DÜNDEN DEVAM

İbn Abbas’a göre normal gebelik 9 ay sürmüşse süt emzirme süresi 21 aydır. Çocuğu 21 ay emzirmek gerekir. Gebeliği 6 ay süren kadın, 30 ayı doldurmak için çocuğunu 24 ay emzirir. Gebeliği 6 aydan ne kadar fazla ise o kadarını 30 aydan düşerek çocuğunu emzirir. Mesela gebeliği 7 ay süren çocuğunu 23 ay, 8 ay süren çocuğunu 22 ay, 9 ay süren 21 ay emzirir. Bu farz değildir. Fakat böyle yapılması, çocuğun sağlığı için iyidir. Yoksa bu süreden az emzirmek haram değildir. Ama çocuk yeterli gıda alamadığı için bünyesi zayıf olabilir. Ana sütünün yerini hiçbir besin tutamaz. Ana sütü hem besleyici hem de koruyucudur.

İnsanın ruhsal olgunluğu

Çünkü daima taze olan ana sütüne dışarıdan mikrop karışma ihtimali yoktur. Oysa öteki sütler, zamanla tazeliğini kaybeder ve onlara mikrop karışabilir. Yüce Allah “Süt emzirmeyi tam yapmak isteyen baba için 2 yıl emzirirler” buyurmuştur. Demek ki bu kadar zaman emzirmekte çocuğun yararı vardır. Gebe kalmakla sütten kesilme arasının 30 ay olduğunu belirten bu ayetten, birçok hüküm çıkarılmıştır. Önce 6 aydan az zamanda normal doğumun olamayacağı kabul edilmiştir. 6 aydan az bir zamanda doğup yaşayan çocuğun anası zinayla suçlanabilir. Bu müddet geçtikten sonra süt emzirmeye, süt hükümleri geçerli olmaz. Yani 2 yaşından büyük çocuğun, bir kadını emmesiyle arada süt evlatlığı kurulmaz.

“Nihayet insan güçlü çağına erip 40 yaşına varınca, ‘ya Rabbi’ dedi ‘beni bana ve anama babama verdiğin nimete şükretmeye, razı olacağın yararlı işler yapmaya sevk eyle’...” ayetinden, insanın ruhsal olgunluğuna 40 yaşında erdiği anlaşılır. Bedensel olgunluk başka, ruhsal olgunluk başkadır. İnsan ergenlik çağına gelmekle mükellef olur ve bedensel gücüne erişir. Fakat 40 yaşı, olgunluk çağıdır. Bu yaşa gelince insan daha salim, daha sağlıklı, daha geniş düşünür. Fevri hareket etmez.

Kibir ve gurura kapılmayın

Ana babanın ve evladın kadrini daha iyi anlar. Ve gerek ebeveynine, gerek evladına karşı vazife ve yükümlülüklerini daha iyi kavrar. 40 yaşı, tam olgunluk yaşıdır. Peygamber de bu yaşta peygamber olmuştur. Ama “Evlenme çağına erişmelerine kadar yetimleri sınayın. Onlarda olgunluk görürseniz, mallarını kendilerine verin...” (Nisa Suresi:

6) ayetinden mükelleflik, yani sorumluluk çağının, ergenlikle başladığı anlaşılır. “Dünya hayatınızda bütün güzel şeylerinizi giderdiniz. Orada bunları harcayıp tükettiniz” ayetinin kastı, insanları dünyadan el etek çektirmek değil, dünya nimetlerine gönül bağlamamaya, dünyaya aldanıp kibir ve gurura kapılmamaya, güzel, salih amelleri bırakmamaya yöneltmektir.

Yazının devamı...

Ahkaf Suresi 15-17. ayetlerin tefsiri (2)

DÜNDEN DEVAM

Mervan hutbesinde halktan, Yezid’e beyat etmelerini isteyerek der ki: “Yüce Allah, Emirul-müminine, Yezid hakkında güzel bir düşünce göstermiş. Biliyorsunuz ki Ebubekir de Ömer’i kendi yerine bırakmıştı.” Cemaat içerisinde bulunan Ebubekir oğlu Abdurrahman şöyle der: “Yani Heraklitlik mi icat ediyorsunuz? Ebubekir
(Allah ondan razı olsun) ne evladından, ne de ailesinden hiç kimseyi yerine bırakmadı. Ama Muaviye, oğluna sevgi ve rahmetinden dolayı ikram olsun diye onu kendi yerine bırakmak istiyor. Çocuklarınıza beyat mı edeceksiniz? Vallahi biz böyle bir şey yapmayız.”

Buna çok kızan Mervan, “Sen şu ana babasına, ‘Öf size, benden önce nice nesiller gelip geçmiş (kimse geri gelmemiş) iken siz benim (diriltilip) çıkarılacağımı mı bana vaadediyor(beni bununla mı tehdit ediyor)sunuz?’ diyen değil misin?” der. Abdurrahman şöyle cevap verir: “Sen şu melun adamın oğlu değil misin? Allah Elçisi senin babana lanet etmişti. Sen de onun belinden gelmiş bir ayrılıkçısın. O ayet benim hakkımda inmemiştir. Ayetin, kimin hakkında indiğini gayet iyi bilirim, istesem adını açıklayabilirim.” Mervan, “Şunu yakalayın” deyince Abdurrahman, kızkardeşi Ayşe’nin evine girer, yakalayamazlar. Mervan’ın “İşte o, hakkında ‘Ana babasına öf, sizden bıktım’ ayetinin indiği kimsedir” sözünü perde arkasından reddederek “Allah, Nur Suresi’nde benim beraetim (masumluğum) hakkındaki ayetlerden başka bizim hakkımızda Kur’ân’dan hiçbir şey indirmemiştir” der (Buhari, Tefsir, Sure: 46; Kurtubi, Tefsir: 16/196 -198).

Bu rivayeti nakleden Hazin şöyle diyor: “Doğrusu, ayetin kastı belli bir kişi değil, bu sıfatı taşıyan herkestir. Ebeveyninin doğru dine çağırdığı fakat kendisinin reddettiği herkes, 17’nci ayetin kapsamına girer.” Kaldı ki 18. ayette ebeveynine karşı gelen bu kafirin azabı hak ettiği belirtilmektedir. Halbuki Abdurrahman, ayetin inişinden birkaç yıl sonra Müslüman olmuştur. Esasen o müşrikken de temiz bir insandı. Yezid’e beyat etmesi için Muaviye’nin, kendisine gönderdiği yüzbin dirhemi “Dünya için dinimi mi satacağım” deyip reddetmiştir (el-İstiab: 2/825-826). “Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu.

Taşınmasıyla sütten kesilmesi 30 ay sürdü” buyurulmaktadır. Bakara Suresi’nin “Anneler, çocuklarını tam iki yıl emzirirler” mealindeki 233. ayetiyle tam süt emzirme süresinin 2 yıl olduğu belirtilmiştir. Burada ise gebe kaldıktan itibaren çocuğun sütten kesilmesine kadar 30 ayın geçtiği bildirilmektedir. Bu 30 aydan, süt emzirme süresi olan 24 ay çıkınca 6 ay kalır. Buna göre en az gebelik süresinin 6 ay olduğu anlaşılır.

DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

Ahkaf Suresi 15-17. ayetlerin tefsiri (1)

SORU: Ahkaf Suresi 14-15. ayetlerini birçok mealden okudum. Sanki burada tüm insanlığa hitap ediliyor ve 40 yaş sınırlamasıyla yapılan doğru işlerin göz önüne alınacağı, fena işlerin de bağışlanacağı ifade ediliyor gibi geldi bana. Birkaç tefsirde ise bu ayetlerde hitap edilenin Hz. Ebubekir olduğu anlaşılıyor. Bu yorumum doğru mu? (Gökhan Polat)

CEVAP: Ahkaf Suresi 15-16’ncı ayetin Hz. Ebubekir, 17’nci ayetin de oğlu Abdurrahman hakkında indiği rivayet edilir. Çünkü Ebubekir 38 yaşındayken Peygamber’e inanmış, 40 yaşına gelince de “Ya Rabbi, beni bana ve anama babama verdiğin nimete şükretmeye, razı olacağın yararlı işler yapmaya sevk eyle. Benim zürriyetimi de iyi insanlar yap. Ben sana yüz tuttum ve ben sana teslim olanlardanım” diye dua etmiştir. Allah onun duasını kabul buyurmuş. Babası Ebu Kuhafe Osman ibn Amir, anası Ümmül-Hayr bint Sahr ibn Amra, oğlu Abdurrahman ve Abdurrahman’ın oğlu Muhammed, Müslüman olmuşlardır. Ebubekir’den başka hiçbir sahabinin ailesinde bu kadar Müslüman toplanmamıştır (Kurtubi, el-Cami: 16/194-195).

“Bizi nefsinle faydalandır”

Evvela ayetin, başka sahabiler hakkında indiği rivayeti de vardır. Saniyen Ebubekir’in oğlu Abdurrahman, Bedir ve Uhud savaşlarında müşriklerin safında Müslümanlara karşı savaşmıştır. Rivayete göre Uhud Savaşı’nda düello isteyen Abdurrahman’ın karşısına babası Ebubekir çıkmış ve Allah’ın Elçisi’nin onun için “Bizi nefsinle faydalandır” dediğini söyleyince Müslüman olmuştur. Bir rivayete göre de Mekke’nin fethinden önce içinde Muaviye ibn Ebi Süfyan’ın da bulunduğu bir Kureyş cemaatiyle birlikte Medine’ye hicret edip Müslüman olmuştur (el-İstiab: 2/824).

Ebubekir hakkında değil

İşte 17’nci ayetin, henüz Müslüman olmayan ve babasının iman teklifini reddeden Abdurrahman hakkında indiği rivayet edilir. Gerçekte 15-16’ncı ayetin sözgeliminden bunların Ebubekir hakkında değil, genel olduğu anlaşılır. Çünkü ayette Müslüman ana babasının sözlerine uyup Allah’a ve ana babasına itaat eden salih bir evlat nitelendirilmektedir. Oysa ayetin indiği Mekke devrinde Hz. Ebubekir’in babası Ebu Kuhafe Osman ibn Amir henüz Müslüman olmamıştı. O ancak Mekke’nin fethinde Müslüman olmuştur (el-İstiab: 3/1036). Bu yetlerde anlatılanlar Ebubekir ile ana babasının durumuna uymaz. 17’nci ayetin, Ebubekir’in oğlu Abdurrahman hakkında indiği rivayetini Hz. Ayşe reddetmiştir. Olay şudur: Muaviye, oğlu Yezid’i veliaht tayin eder. Hicaz’a vali yaptığı Mervan’a da halktan Yezid’e beyat almasını yazar.

(DEVAM EDECEK...)

Yazının devamı...

Sizin inancınız size benimki bana...

SORU: Bir yazınızda, dinimize göre kadının mirastan 1 hisse, erkeğin de 2 hisse alacağını belirtiyorsunuz. Kur’ân hükmü budur. Ancak bu, 1400 yıl önce Arap toplumuna indirilmiş bir hükümdür. Günümüzde geçerliliği yoktur. Bunu siz de biliyorsunuz. Kur’ân’ın bu emrinin, insan vicdanına sorulduğunda uygun olduğunu söylemek mümkün mü? Siz açıktan itiraf etmeseniz bile içinizden, “hayır insan vicdanına uygun değildir” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Çünkü doğrusu budur. Tanrının bize verdiği akla göre kadını ikinci sınıf bir yaratık olarak görmek günahtır. Verdiğiniz cevapta, çağın değiştiği ve günümüz medeni kanunları göz önüne alınarak kadın ve erkeğin mirastan ve her türlü hukuki haklardan eşit olarak yararlanmaları gerektiğini söyleseydiniz, Tanrı’nın sevgili kulu olarak insanlara çok daha güzel bir hizmet yapmış olurdunuz. Bunu yapamadığınız için sizi kınıyorum. Kur’ân-ı Kerim’in kelimeleriyle hareket edersek tecavüze uğrayan bir kadının kendini suçsuz göstermek için dört erkek şahit getirmesi gerektiğini de mi savunacağız? Kur’ân hükümlerinin toplum düzeniyle ilgili bölümlerinin 1400 yıl öncesine ait olduğunu, günümüz dünyasında asla uygulama imkânı bulunmadığını biliyoruz. Maalesef bu gerçeği cesurca söylemeye cesaret edemiyoruz. Eğer günümüzde yaşasaydı, Peygamberimizin bu gibi kuralları değiştireceği ihtimalinin çok yüksek olduğunu düşünmek, bir kul olarak Tanrı’ya çok daha yakın bir düşünce şekli olurdu. (İbrahim T. Tüzün/New York)

CEVAP: Siz ister inanırsınız ister inanmazsını, sizi zorlayan yok. Ancak vatandaş bana Kur’ân’ın hükmünü soruyor. Ben de bunu açıklıyorum. Bunu uygula demiyorum ki. O kendi seçimi. Nasıl isterse öyle yapar. İsterse hiç miras almaz başkalarına bırakır. Siz neden tedirgin oluyorsunuz? Bana sorulan soruya cevap vermeyeyim mi? Yoksa kendi kafamdakini yazıp Kur’ân ne söylüyor ona hiç değinmeyeyim mi? Ben bunu yapmam. Amerikalı da olsa, Fransız da olsa hiçbir bilim adamı yapmaz. Objektif olur. Onun görevi bilgi vermektir, ideoloji aşılamak değil. Bundan sonra bu yönde bir soru sorulursa isterseniz size yönlendireyim, siz cevap verin. Okurum benden zinanın hükmünü sorsa “Kur’ân’da böyledir ama artık bunun hükmü geçmiştir çünkü kanun zinayı suç saymıyor” diye mi cevap vereyim? Ben Kur’ân’a inanıyorum, hükmünün geçtiğine de inanmıyorum. Uygulayıp uygulamamak kişilerin takdirine bağlıdır. Sizin inancınız size, benimki bana. Tevfik Fikret’in şu güzel prensibi benim de düsturumdur:

Kendi cevvim kendi eflakimde kendim tairim,
Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim.
(Kendi atmosferimde, kendi uzayımda uçmaktayım, düşüncesi özgür, bilgisi özgür, vicdanı özgür bir şairim.)
İşte ben de böyle özgür bir yazarım.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.