Şampiy10
Magazin
Gündem

Sen gerçekte kimsin kurnaz arkadaş?..

Geçenlerde bu köşede, "kendini kurnazca kamufle ederek, ters manyel veren bir kurnaz etki personeli"nden söz ettim...

Kurnaz etki personeli, "hem suçlu hem güçlü" psikolojisiyle "ateşle oynamaya devam ediyor..."

Sosyal medyada takma isimlerle cinayete azmettirme suçu işlerken, attığı twitleri hızla sildi...

Sanki silince kurtarabilecekmiş gibi?..

Bu arada başkalarına tweet attırarak, işlediği suçlardan kaçabileceğini sanıyor...

***

Oysa insanların onun hakkında hangi bilgilere ulaştığının henüz farkında değil...

Türkiye'de yıllardır onun gibi gizli azmettiriciler "faili meçhul suçlar için" işbaşındaydılar...

İnsanları göz göre göre katlettirdiler...

***

Bugün; bu gibileri kamuoyunun tanıması için ona açıktan "önemli" sorular soracağım...

Bu soruları arşivinizde tutun...

İnşallah olmaz, ama ne olur ne olmaz, gün gelir lazım olur...

İŞTE SORULAR

1) Galatasaray Kulübü eski başkanı Ünal Aysal'la davalara konu olacak ölçüdeki yakın ilişkin ayyuka çıktı...

Bu ilişkin nereden kaynaklanıyor?..

***

2) Kurnaz arkadaş; iki lafından birinde "Yeni Türkiye"den bahsediyorsun...

"Yeni Türkiye"nin eskiye benzemediğini, "Yeni Türkiye'de" eski Türkiye'deki insanların hiçbir varlık gösteremeyeceğinden dem vuruyorsun...

Bunları söylemende bir sakınca yok...

Fakat sen; Kendini "Yeni Türkiye"nin en önemli mimarlarından biri olarak gösteriyorsun...

Ben böyle kategorizasyonlardan çekinirim...

Kimin eli kimin cebinde hiç belli olmaz çünkü... "Kurnaz arkadaş; madem Yeni Türkiye'nin mimarlarından birisin;

Güzel peki cansiperane savunduğun, Ünal Aysal'ın Brüksel'deki çok yakın ilişkilerini, önceki gün Tamer Korkmaz Yeni Şafak'ta yazdı...

***

3) Ünal Aysal'ın Brüksel'de devlet içinde görevli çok yakın olan arkadaşı kimdi?..

Ünal Aysal'ı destekleyen ve bugünlere gelmesinde en azından manevi desteği olduğu yazıdan açıkça belli olan yakın arkadaş "Eski Türkiye'nin! en önemli isimlerinden biri değil mi?..

O yakın arkadaş senin "eski Türkiye" dediğin o Türkiye'nin en etkin kurumlarından birinin başında değil miydi vakt-i zamanında?..

Sen "Yeni Türkiye'nin mimarı olarak" bunu bilmiyor muydun; yoksa "Galatasaray aşkına mı, diğer Galatasaray'lıları linç etmek pahasına; Aysal'ın yanında durdun?.."

***

4) Kurnaz arkadaş sen kendi deyiminle "Hangi Türkiye'yi savunuyorsun?.."

Yeni Türkiye'yi mi?..

Yoksa "Eski Türkiye'yi mi?.."

"Eski Türkiye"ye karşı en büyük savaşçı görünüp, onun en etkili unsurlarıyla aynı kişiyi lanse etmek ne demek acaba, anlamı nedir söyler misin?..

***

5) "Yeni Türkiye, Yeni Türkiye" diye ortalığı yıllardır inletiyorsun...

Peki "eski Türkiye" dediğin kesimin desteklediği Ünal Aysal'la neden davalara konu olacak kadar samimisin?..

***

6) Sana bir soru daha...

Türkiye'de etkinleşmeye başladığın günden beri; Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını yerin dibine batırarak itibarsızaştırmaya çalıştın...

Onları "askerlerin maşası, darbecilerin gizli misyoneri" damgasıyla karakter suikastine uğrattın...

Aynı günlerde; daha ortada barış süreci bile yokken, bu konuda hiçbir irade ortaya konmamışken; Apo için "Sayın Apo" demeye başladın...

Niye?..

Deniz Gezmiş'leri "darbeci paşaların maşası ve misyoneri" olarak itibarsızlaştırırken niye aynı anda Apo'ya "Sayın Apo" deme ihtiyacı duyuyordun?..

Geleceğiz cevaplara şimdilik soruyorum...

***

7) Aynı günlerde İlker Başbuğ'u da hedef yapıp, "Sen bir memursun haddini bil" diyerek hedef tahtasına oturttun...

Bir süre hiç beklenmedik bir şey oldu ve İlker Başbuğ içeri alındı...

Genelkurmay Başkanı terör örgütü temsilcisi suçuyla hapis yattı...

Birkaç ay önce sen Genelkurmay Başkanı'yken ona "haddini bil" diyordun...

***

8) Barış sürecinin daha adı bile ortada yokken; "Sayın Apo" diyerek, algı operasyonu yaptın...

***

9) Aziz Yıldırım'ın "içeri girmesi, içerde kalması için" her gün bas bas bağırdın...

***

10) Kimsede olmayacak bilgilerle, Ünal Aysal için başkalarına yönelik linç operasyonları düzenledin...

Bütün bunlar ne içindi?..

Bu operasyonların amacı neydi?..

***

Gelelim 11'inci ve en zor soruya kurnaz arkadaş...

Ünlü bir sanatçı yıllar önce baştan sona derin bir operasyonun içinde bırakıldı...

O operasyonun ne olduğu, sanatçının nasıl onun içinde bırakıldığının bilgilerini çocuklarıma bıraktım...

Başka yerlere de...

Devlete duyduğum saygıdan; bunu burada söylemiyorum...

Sen ise güya o sanatçıya sahip çıkıyor görünerek; yapılmış olan derin operasyonu sürekli gizledin...

Hiçbir suçu, günahı olmayan insanları yıllardır hedef tahtasına oturttun...

Amaç onları sürekli hedefte tutarak, "barış sürecini" gizlice dinamitlemekti...

***

Onu sürekli gündemde tutacaktın ki, Kürt vatandaşlar barışa sempatik bakmasın...

Uzak dursun, hatta olay çıkartsın...

Düşmanlık ve nifak saçılsın...

Hedef gösterdiğin insanlara yönelik bir saldırı gerçekleşsin diye, sahte isimlerle "tehditler ve hakaretler" yağdırdın...

Onları hedefte tuttun...

Olası her saldırı barış sürecini yok edecek; sen de misyonunu tamamlayacaktın...

Kobani olayları esnasında sosyal medyadaki sahte hesaplardan ve isimlerden "iftira ve hakaretlerini" artırdın...

Ben yazı yazınca; alelacele

twitleri sildin...

***

Aziz Yıldırım'ın içeri alınmasını meşrulaştırmak için kampanya...

İlker Başbuğ'u itibarsızlaştırıp, hapse girmesine zemin hazırlayacak psikolojik iklim için algı operasyonu...

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını "darbeci paşaların maşası ve piyonu" olarak göstererek onlar hakkında toplum nezdinde "darbeci" havası yaratıp itibarsızlaştırma...

Ünlü bir sanatçının yıllar önce içine sokulduğu operasyonunun gerçek müsebbiplerini gizleme...

Suçsuz günahsız insanları hedef göstererek ve sürekli gündemde

tutarak oluşmakta olan "barış

sürecini" engelleme...

Saldırıları azmettirme ve "oluşan havayı dinamitleme..."

Bunları yaparken yanında kimler

var biliniyor...

Bu bilgiler ulaşamayacağın bir yerdeler artık...

***

11. soruya geleyim mi?..

Yoksa "ateşle oynamaya devam eden yüreğin" daha fazla soruya yetmeyecek mi?..

Kısa sorayım öyleyse...

Suçsuz günahsız insanları hedef tahtasına oturttuğun ve müsebbiplerini kurnazca gizlediğin "ünlü sanatçı" operasyonu esnasında, devletin en 'derin' teşkilatının başında kim vardı acaba?..

Senin "sözcülüğüne soyunduğun Ünal Aysal'ın en yakın arkadaşlarından birisi" olmasın sakın?..

"Sen kimsin Kurnaz Arkadaş?.."

Hala söylemiyorum iş dünyasındaki ilişkilerini, medya dünyasındaki halini, yakın çevren ve bağlantılarındaki acayiplikleri...

***

Çift taraflı oynayan kurnazlar, derin operasyonlar, suçsuz insanları içeri sokan ihbarlar, cinayetlere ve saldırılara zemin hazırlayan sosyal medya linçleri...

Bu yazı, bunların her türlüsünün ve her tipinin cirit attığı bir ortamda, resmi çekebilmek ve herkese "dur" demek için yazıldı...

"Ölümler"den geçerek, çocuklarımız için yaşamaya ve hayatta kalmaya çalışıyoruz...

Çocuklar yaşamalı...

Türkiye yaşamalı...

Ne pahasına olursa olsun...

MUTLULUK NEDİR?..

"Mutluluk daha büyük bir net değerin peşine düşmek değil;

Kendi değerinizi daha yüksek bir hale getirmektir...

Daha fazla para kazanmak değil...

Daha fazla anlam kazandırmaktır...

Mutluluk sadece başarılı

olmak değil...

Aynı zamanda gerçekten önemli ve bu dünyada kalıcı bir değer yaratmış birisi olmaktır..."

Robin Sharma...

Yazının devamı...

Melekler ve şeytanlar...

O uçağa binerken, psikolojim hiç de iyi değildi...

Çekimlerini yaptığım televizyon belgeselinin yayınlanacağı tarihle ilgili TRT'de görüşmeler yapmış, İstanbul'a dönüyordum...

Yedi yıldır yaşadığım şehirden, on yıldır çalıştığım gazeteden ayrılmıştım...

Yanımda kız arkadaşım vardı...

Evimden, şehrimden ve işimden ayrıldığım için, onunla bir süre "baba evinde" birlikte kalmak durumundaydım...

***

Televizyon belgeseli yayınlanacak, ancak sonra ne olacağı meçhul günler başlayacaktı...

Yıllardır yurt dışındaydım...

İstanbul piyasasından uzaktaydım... Piyasada kimle ne konuşacağımı pek bilmiyordum...

Kafamda düşüncelerin ağırlığı, biraz dalgın ve yalnız uçağa doğru yürüyordum...

Kumral saçlı benden biraz kısa, benim yaşlarımda bir adam yaklaştı yanıma...

- "Reha ben Arda..." dedi;

- "Tanıdın mı?.."

***

Arda!..

İlkokul birinci ve ikinci sınıfda en sevdiğim sınıf arkadaşımdı...

Çocuk halimizle birbirimizi deli gibi severdik... Onu en son ikinci sınıfı bitirdiğimiz Haziran ayının ilk haftasında sınıfın son günü görmüştüm...

7 yaşındayken...

Bir daha da haber almamıştım...

6 yaşında başlayan arkadaşlığımız 7 yaşında bitmişti...

24 yıl sonra bir Temmuz akşamı, Ankara'da karşıma çıkıyordu Arda...

Ortaokulu ve liseyi başka okulda okumuş, sonra Amerika'ya gitmiş, şimdi de üst düzey bir bankacı olmuştu... Bir bankanın yönetiminde görev yapıyordu...

***

Temmuz'du...

Ankara-İstanbul uçağı boştu...

İnsanların çoğu tatildeydi...

Ankara'da yaz vakti işleri olan birkaç kişi dışında İstanbul'a giden yoktu...

Yan yana oturduk sınıf arkadaşımla, boş uçakta...

Sıcacık bir sohbete girdik 24 yıl sonra...

Gerçekte onunla hayatta ilk kez sohbet ediyorduk...

Arkadaş olduğumuz yaşlarda 6 yaşında çocuklardık; sohbet bile edememiştik...

***

O gün Arda bana; patronunun ünlü bir yayın grubunu satın aldığını...

İsmi çok saygın ve bilinir olan haftalık bir haber dergisinin yeni sahibi olduklarını anlattı...

- "Patron seni Atina muhabirliğinden bilir... Senin isminden çok memnun olacaktır... Ona senle karşılaştığımı söyleyeceğim... Ama bana bir şey söyle teklif gelirse orada çalışır mısın?.." dedi...

***

Her şeyin muğlak, her şeyin meçhul olduğu bir yaz akşamı Ankara'dan İstanbul'a giden bir uçakta, 24 yıl sonra en sevdiğim ilkokul arkadaşıma rastlıyordum...

O bir bankada yönetici oluyordu...

Yöneticisi olduğu yer, bir yayın grubunu satın alıyordu...

Patronu en prestijli dergilerinde benim yazı yazmamı isteyecek bir konumda oluyordu...

Bunların hepsi, mucizevi bir tesadüfle, hiçbir şey planlanmadan, hiçbir şey hesaplanmadan, hiçbir şey amaçlanmadan; 6 yaşındaki tertemiz bir çocukluk arkadaşlığının...

Kardeşliğinin...

Niyetinin...

Ve sevgisinin tezahürü olarak yıllar sonra gerçekleşiveriyordu...

***

Yurt dışından döndüğüm o yıl, o dergide yazmaya başladım...

Sonra televizyon programlarına başladım... Sonra gerisi geldi...

Evren ya da daha doğru bir deyimle "Yaradan" bana, en zor günlerimde, hiç beklemediğim bir anda "melek"lerini göndermişti...

Hayatımda "melekler" benim hep yanımda oldular...

Zor günlerimde, biçare hissettiğim anlarda hiç tahmin etmediğim dostlarım ortaya çıktılar...

Ne onlar geleceklerini biliyordu, ne ben onları bekliyordum...

Evren, ya da doğru bir deyimle "Yaradan" onları ihtiyaç olduğunda gönderiveriyordu...

Hiçbir zaman aynısını değil...

Her seferinde bir başkasını...

Hiç beklemediğim, hiç tahmin etmediğim bir başkasını...

***

Tayfun Topal onu tanıdığım 10 yıl önce gencecik bir muhabirdi Sabah gazetesinde...

10 yıl içinde, köşesi olan bir gazete yazarı, sahibi olduğu internet portalı, yapımcısı olduğu sinema filmleri ve işletmecisi olduğu mekanlarıyla ünlü bir işadamı oldu...

Ayaklı Gazete isimli internet portalının 5. Televizyon yıldızları ödül törenini dün gece Meridien otelde gerçekleştirdi...

Bütün televizyon yıldızları, sanatçılar, herkes oradaydı...

Bu satırların yazıldığı sırada gecenin muhteşem geçtiği haberleri geliyordu...

***

Benim için ise gecenin önemi; dostum Tayfun Topal'ın gecesi olmasıydı...

Tayfun;

Sıcaktı...

Samimiydi...

Sevecendi...

Her şeyden önemlisi dostuna karşı dosttu...

Başarılı olması, beni kendim başarıya ulaşmış gibi mutlu ediyordu...

Gece yazı yazdığım saatlere denk geldiği için gidemedim...

Bu satırları yazarken ise şu duygular geçiyordu içimden;

"Hayatta dostlar gördüm...

Hiç beklemediğim bir anda beni elimden tutup cennetin kapısına götüren...

Hayatta dost gibi görünen, çıkarcılar, rantçılar gördüm...

Hiç ummadığım anda, yüzlerindeki maskeyi çıkartıveren...

Küçücük kişisel rantları için bir hiç uğruna seni satabilen...

İçindeki kötülükleri törpüleyemeyen...

***

Ve hayatında, "kötü"ler gördüm, kötülüklerle beslenenler...

Dostluğa; içindeki habis kötülüklerle cevap verenler...

İçindeki kötülüğü yok edemeyenler...

Kötülüğün esiri; olup onun kör kuyusunda debelenmekten kurtulamayanları gördüm...

Kötüleri zavallılıklarını hissettim...

Sonra insanları bir bütün olarak gördüm...

İçlerindeki melekleri ve şeytanları...

Yaradan'ı gördüm...

Yarattıklarını...

Meleklerini...

Şeytanlarını...

Şükrettim...

*****

"SADECE ACI ÇEKEN İNSANLAR, ACI VERİCİ ŞEYLER YAPABİLİRLER..."

"Sadece acı çeken insanlar; acı verici şeyler yapabilirler...

Sadece incinmiş olan insanlar başkalarını incitebilirler...

Sadece kalpleri kapalı olan insanlar sevgiden yoksun davranabilirler..."

Robin Sharma

Yazının devamı...

Nadide bir çiçek gibiydi dün Cumhuriyet Bayramı...

Sabah 07'de uyanıyoruz...

Bugün (dün) Cumhuriyet Bayramı...

Okuldan çocukların kırmızı beyaz kıyafetlerle törene katılmalarını istiyorlar...

Hafta içinde onlara, kırmızı pantolon ve beyaz tişörtten oluşan kıyafetler alıyorum...

Sabahın erken saatinde beklemediğim bir heyecan var üzerlerinde...

Sair günlerde sabah erken zor uyanıyorlar...

Dün sabah büyük bir hevesle kırmızı beyaz kıyafetlerini giymek istiyorlar...

Giyer giymez ayaklanıyorlar...

Sohbet ediyorlar, gülüşüyorlar, hatta pek yapmadıkları bir şeyi yapıp kahvaltı ediyorlar ve "okula ne zaman gideceğiz?.." diye tepeme üşüşüyorlar...

***

Okula servisle değil, kendi aracımızla gidiyor, anneleriyle okulda buluşuyoruz...

Tören başlıyor...

Önce ilkokul, ortaokul ve lisenin birlikte yer aldığı tören yapılıyor...

Sonra büyük bir spor salonunun, tüm tribünlerinin velilerce hınca hınç doldurulduğu ilkokulun; Cumhuriyet Bayramı törenine geçiyoruz...

Önce dördüncü sınıflardan birkaç erkek öğrenci, Atatürk'ün Zeybek dansını yapıyor...

Danslarını seyrederken, üzerinde uzun uzun çalıştıklarını, her bir figürü Mustafa Kemal'in kendine özgü vücut diliyle oynayabilmek için, Zeybek'i hatmettiklerini görüyorum...

Müthiş bir alkış kopuyor salondan...

***

"Zeybek"ten sonra; bizim çocukların yani ilkokul birinci sınıfların "vals" gösterisi başlıyor...

5.5 yaşındaki kızımın, yanındaki erkek partneriyle benim ezberimde olmayan vals figürlerini ustaca yaptığını görüyorum...

Yanıbaşındaki oğlum da, kız partneriyle aynı koreografide vals yapıyor...

Kendi çocuklarımın vals gösterisinden mi duygulanıyorum?..

Yoksa Kolej'in "batılı standartlarda dünya vatandaşı" yetiştirmeye yönelik tarihi misyonu mu beni etkiliyor bilmiyorum...

Sanıyorum kendi okulumun "batılı standartlarda çağdaş insan" yetiştirmeyi amaçlayan; tarihi toplumsal misyonunun evrensel standartlarının "kendi çocuklarım üzerinde yansıması" duygulandırıyor beni... Zeybek; vals ve bayraklar havada şarkıyla ve coşkuyla kutlanan bir Cumhuriyet Bayramı...

***

Annelerine şöyle diyorum;

-"Kolej'de dokuz yıl 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nı kutladık... Bu dokuz yıl boyunca Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi'ni binlerce Kolej'liye hitaben okudum... Hiçbir yıl, böyle bir 29 Ekim kutlaması yaşamadım Kolej'de...

Sanırım Türkiye'de oluşan kültürel ayrışma, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'na bir başka kimlik ve nitelik kazandırıyor...

Bir coşku bir kültürel direniş var; bir "yıkılmadık ayaktayız" haykırışı var...

Eski Cumhuriyet Bayram'ları çokça yeknesak bir kutlamadan ibaretti..."

***

Mustafa Kemal'in Zeybek'i...

Viyana valsinin kültürel çeşitliliğinin evrensel damak tadının ardından;

Çocuklar ellerinde Türk bayraklarıyla, coşku dolu Cumhuriyet marşlarını söylemeye başlıyorlar...

Son yıllarda söylenmesi, dillendirilmesi, mırıldanması bile 'ayıp' sayılan, vebalı muamelesine tabi tutulan şarkılar ve marşlar coşkuyla söyleniyor...

Öğretmenlerin en şık kırmızı ve beyaz kıyafetlerini bir defileye çıkarmışcasına giydiklerini görüyorum...

Bir şölen şeklinde kutlanıyor Kolej'de Bayram...

Anne baba gelmeyen veli yok gibi...

Saat 9.30'da başlayan tören, 12 civarında bitiyor...

***

İki buçuk saatin sonunda Cumhuriyet'i yaşamış, Bayram'ı kutlamış, keyfi yerine gelmiş bir babanın huzuruyla ayrılıyorum okuldan...

Kendi öğrenciliğim boyunca hiçbir yıl bu kadar keyif ve mutlulukla yaşamadığımı fark ediyorum 29 Ekim'i... Öğlen o keyifle, çocukları Bebek'te Lucca'ya götürüyorum...

Günün ve çocukların şerefine, kendime bir salata ve bir kadeh kırmızı şarap ısmarlıyorum...

Çocuklara da hamburgerin yanında patates kızartmasını serbest bırakıyorum...

Poyraz ve Mina Atatürk'ün kalpaklı resminin üzerine işlendiği Türk Bayrağını görüp almamı istiyorlar...

Onlara "Bayrak"larını alıyorum...

Kafe-restoranda büyük bir keyifle bayraklarını sallıyorlar...

***

Anlıyorum ki;

Bayramları Bayram yapan...

Korunması ve yaşaması için verdiğin emektir...

Bayram; emek ve yaşatma arzusuyla kutlanabiliyorsa "esasen değerlidir..."

Az gibi görünen; aslında az değildir...

"Az" gibi görünen; esasen "değerli ve nadidedir..."

Tıpkı Cumhuriyet ve Bayramı gibi...

Nadide bir çiçek tadında, güzel ve değerli...

*****

DÜRÜST MÜSÜNÜZ; CESUR MU, FEDAKAR MI, DOST MU, BİLGE Mİ?..

Dürüstlük... Fedakarlık... Cesurluk... Dostluk... Bilgelik...

Yaşadığınız toplumun bu beş başlığı içeren gruplara ayrıldığını varsayın...

16 yaşınıza geldiğinizde, kişilik özelliklerinizi belirleyen bir teste tabi tutuluyorsunuz...

O test size kişilik özelliklerinizin hangi gruba ait olduğunu söylüyor...

***

Sonra aileniz ile diğer gençler ve ailelerinin önünde, hayatınız boyunca dahil olacağınız "grubunuzu" seçiyorsunuz...

O gruptan bir daha ayrılmanız mümkün değil... Size "grubunuzun soyunuzdan daha önemli olduğu" söyleniyor...

***

16 yaşındaki Beatrice Prior teste girdiğinde, "her gruptan özellikler aldığı halde, esasen hiçbir gruba ait olmadığı"nı öğreniyor......

Onun gibilere "uyumsuz" deniyor...

Hiçbir yere ait değiller...

Ancak hepsinin özelliklerini alan zeki ve yaratıcı insanlar "uyumsuz"lar...

Fakat bir sorunları var... "Bir gruba ait olmadıkları ve uyumsuz oldukları" ortaya çıkarsa, grup liderleri tarafından yaşatılmıyorlar...

Beatrice "korkusuz" grubu seçiyor...

Anne babasından ve abisinden ayrılıyor...

Sonrası 138 dakikalık filmin içinde...

"Uyumsuz" filminde George Clooney'nin 'Senden Bana Kalan' filminde ergen kızını oynayan Shailene Woodley var... Ve Kate Winslet...

Film 88 doğumlu genç yazar Veronica Roth'un kitabından uyarlama bir "young adult" (genç yetişkin) filmi gibi gözükse de... Beni izlemeye başladığımda hemen içine alıverdi...

Her gruptan özellikler alsa da, hiçbirine tek başına ait olmayan, "bağımsız, yaratıcı ve uyumsuz" karakteri canlandırdığından mı bilmem...

Shailen Woodley "Senden bana kalan" filminden beri hızla kalbimin derinliklerine sokulmaya başlıyor...

Hele hele Kate Winslet'le bu filmde oynadıktan sonra...

Yazının devamı...

Genç ve güzel kadın doktorun başına gelenler...

Anna Rusya’da yaşayan genç ve güzel bir kadın doktordur...

Kocası Vasili’ye aşıktır...

Vasili de ona...

Karı koca aşklarının ve beraberliklerinin düzeyini “dünyanın en güvenli evlilik ilişkisi“ olarak nitelerler...

Dönem Sovyetler Birliği’nde komünist lider Stalin dönemidir...

Stalin 25 yıldan fazla bir süredir ülkeyi yönetmektedir ve hastadır...

Başında ve sağ bacağında dayanamadığı ağrılar vardır...

Görevliler geniş bir tarama yaparlar...

Stalin’i tedavi etmek için “Şifalı ellere sahip olan doktor Anna’yı bulurlar...”

Stalin Anna’nın elleriyle vereceği enerjiyle tedavi edilecektir...

Ürolog olmasına rağmen, doktor kadının ellerinin şifa veren bir özelliği vardır...

***

Anna küloduna kadar soyularak arandıktan sonra “Yoldaş Stalin”in odasına alınır...

Gece Stalin’e şifalı elleriyle enerji verir...

Kadının verdiği enerjiyle önceleri göğsü yanmaya başladığında Stalin şüphelenir...

Sonra kadın doktorun işini yaptığını anlar ve derin bir uykuya dalar...

Anna sabaha kadar başında bekler...

Stalin “tedavi için Anna’yı yeniden arayacaklarını“ söyler...

***

Bir sonraki tedavide; genç kadına bu gizli tedavi görevinin kimse tarafından duyulmaması için kocasından boşanmasını talep eder...

Kocasının ağzından çıkacak tek bir sözcük Stalin’in rakiplerinin eline koz verecek ve işleri berbat edecektir...

Anna aşık olduğu kocasına “parti içinde güçlü olan bir adamın evinde kaldığını” söyleyerek, boşanacağını bildirir...

Bir bakanlıkta bilimadamı olan yakışıklı kocası Anna’nın bu sözlerinden yıkılmıştır...

Karısına deli gibi aşıktır ve karısının da iki gün öncesine kadar ona deli gibi aşık olduğunu bilmektedir...

Moskova’daki bir oda bir salondan oluşan minik evlerinde mutlu bir beraberlikleri vardır...

Ancak Anna ayrılma konusunda kararlıdır...

Aksi halde kocasının öldürüleceğini bilmektedir...

***

Kocasından ayrılmak zorunda kalır genç kadın...

Bu arada hastanenin baş hekimi Anna’yla “yatmak istemekte ve bunun için onu görevini aksatıyor diye partiye ihbar etmeyi aklından geçirmektedir....”

Genç kadını; kurallara riayet etmediği için “Parti”ye şikayet eden bir rapor yazar ve Anna’ya;

-“Bu raporun gitmemesi için ne yapman gerektiğini biliyorsun...” der...

***

Beri taraftan Anna kocasından ayrıldığı halde, “kocasının neyi ne kadar bildiğini” öğrenmek için gizli servis kocasını ‘sorgu’ya alacaktır...

Stalin kocasının “tek hayası olduğunun”, sorgu esnasında ortaya çıktığını, tedavi sırasında Anna’ya söyler...

Anna sorgunun nasıl geçtiğini anlamıştır...

Yıkılır...

Yine de “kendisini tedavi ettiren bu adamı” zorunlu olarak tedaviye devam eder...

Stalin Anna’nın annesini ve dayısını da içeri aldırır, sonra serbest bırakarak, kızı kendisine bağlamayı amaçlar...

***

Genç kadın ise; içeriye alınan annesi ve dayısı...

Ne kadar bilip bilmediğini öğrenmek için sorguya alınan ve sorguda tek hayalı olduğu ortaya çıkan kocasının trajik hali...

Kendisiyle “yatmak isteyen”, gerçekleşmeyince onu ihbar eden hastanedeki başhekimi...

Ve ölümcül ağrılarını geçirmek için kendisini ona tedavi ettiren, kocasını, annesini, dayısını sorguya aldıran Stalin’in arasında sıkışıp kalmıştır...

Çok güçlüdür buna rağmen intiharı düşünür...

Moskova ve Gürcistan’da geçen olaylar 1952 yılının kış ve ilkbahar başını gösterir...

***

Film aslında Stalin’i anlatan, yönetmenliğini ve senaristliğini Marc Dugain’in yaptığı Une Execution Ordinaire (SBir İnfaz) isimli bir Fransız filmi...

Ancak filmi Stalin gerçeğinin ötesinde;

Genç, güzel ve işini iyi yapan bir kadın doktorun...

Kocasının, annesinin, dayısının içeri alındığı, kendisinin başhekim tarafından cinsel ilişkiye girmediği için ‘üst’lere ihbar edildiği...

Herkesin birbirini ihbar ettiği,

ihbarın kişisel rant sağladığı bir toplumda;

Hayatın insanlar için nasıl cehenneme çevrildiğini gözlemleyerek izlerseniz...

Herkesin birbirinden korktuğu “korku toplumlarında”, nelerin yaşanabileceğini görürsünüz...

***

Herkesin herkesi ihbarını dolaylı teşvik eden...

Özel harp savaş yöntemlerini ‘bazı insanlar için’ yapılabilir kılan, sistemler bir süre sonra Anna ve kocası Vasili’nin trajedisini vatandaşlarına yaşatırlar...

Böyle toplumlarda gizli katiller cirit atarlar...

“Özel harp yöntemleri ve psikolojik savaşlarla,” insanları lince tabi tutan ve böylece kendilerine çıkar sağlayan bu katiller...

Giriştikleri “taamüden cinayetleri”;

basit, sıradan ve küçük kişisel çıkar ve saiklerle yapabilirler...

Çünkü ortam onların cirit atması için müsait bir zemini hazırlamıştır...

Genç kadın doktor Anna ile yakışıklı kocası Vasili’nin doğacak çocuklarıyla yaşadıkları trajik öyküyü görmek istiyorsanız “Stalin; (Sıradan Bir İnfaz) filmini mutlaka izleyin...”

İzlemek bilmek...

Bilmek ibret almak...

İbret almak insanlık için katacağınız değerlere karşılık vermektir...

Bilmek aydınlanmaktır...

ÜNAL AYSAL’A SON SÖZ; DOST BİRİKTİREREK GİDİN, DÜŞMAN BİRİKTİREREK DEĞİL!..

70 yılı aşan hayat yolculuğunda böylesine başarılı olmuş...

Uluslararası çapta işler yapmış...

Zengin, kariyerli ve “batılı enternasyonel çapta bir işadamı“nın, Galatasaray’ı terk ederek gitmesi...

Görev süresinin bitimini bile beklememesi...

Sezonun ortasında ayrılıp gitmesi...

Mantıklı ve rasyonel bir durum değil...

***

Ünal Aysal, hayata yeni başlayan bir çömez değil ki; “hayatın gerçeklerini bilemedi, tecrübesiz davrandı...” diyelim...

Kimse boşu boşuna bir yerlere gelmez...

Milyar dolarlık bunca işi yapan bir adam da; “hiçbir aseti olmadan, bunları sağlayamaz...”

***

O zaman problem neydi acaba?..

Bosfor turizmde turist rehberliğinden çıkıp; uluslararası ihalelerin altında imzası bulunan milyarlarca dolarlık bir işadamı haline gelen Aysal, niye Galatasaray mecrasını böyle tamamlamak zorunda kaldı?..

Bu kadar başarılı bir işadamına “yaşam koçluğu“ yapmak haddim değil...

Görevim de...

Ama bu soruya kendi kendine iyi bir cevap bulmak ve hayatını, ilişkilerini gözden geçirmek zorunda...

Hala “hata“ yapmaya devam etmek istemiyorsa...

Çünkü hayatta dost biriktirerek gitmek önemli...

Düşman biriktirerek değil...

Yazının devamı...

Çocukluğunuzla yüzleşmediğiniz hayat yarım kalmış bir hayattır...

Hank Palmer, kimin suçlu, kimin masum olduğuna bakmadan müvekkillerini ustaca savunan ve tuttuğunu koparan bir avukattır...

- "Savunduğun bütün müvekkillerin suçlu..." diyen meslektaşına şöyle cevap verir:

- "Masumların beni avukat olarak tutmaya paraları yetmiyor..."

Cüretkar, kural tanımaz ve snob'dur...

Ne ki "muhteşem bir karım var" diye övünmesine rağmen hayatı göstermek istediği kadar müthiş ve mükemmel değildir...

Karısı önemsenmediğini, dikkate alınmadığını ve yalnız kaldığını düşünerek lise aşkıyla ilişkiye girmiştir...

Hank Palmer boşanmak üzeredir ve küçük kızının kimde kalacağı karısıyla arasında önemli bir tartışma konusudur...

***

Bir duruşmanın karar anında cep telefonu çalar ve annesinin öldüğü haberi gelir...

Ünlü avukatın babası; sert, otoriter, dediğim dedik, hoşgörü eşiği eksik, inatçı; ancak 42 yıldır mesleğini başarıyla yapan dürüst bir hakimdir...

Hank Palmer'ın gözünde; küçük kızına söylediği gibi; "babası artık yoktur ve onun gözünde çoktan ölmüştür..."

Annesinin ölüm haberini alınca, apar topar doğduğu kente gidecektir...

Uzun zamandır kendi yolunu çizmiştir...

Doğduğu büyüdüğü yerleri ve ailesini hiç ziyaret etmemiş, annesi onun "evine hiç dönmeyişinin sorumlusu olarak otoriter babasını" görmüş, onu suçlamıştır...

***

Hakim olan babasıyla, avukat olan oğlu doğru düzgün konuşmazlar birbirleriyle...

Aralarındaki sorun bitmeyecekmiş gibi görünür...

O kadar ki babası; oğlunun evliliğinin bitmesini bile alaya alacaktır...

Palmer'ın iki erkek kardeşi babalarıyla kardeşleri arasında duygusal olarak sıkışıp kalmış durumdadır...

Hakim babayla avukat oğlunun yolunu kader bir kez daha, üstelik çok dramatik bir şekilde kesiştirir...

Hakim babanın; annesinin öldüğü gün yaptığı trafik kazasında bir adamı kasten öldürdüğü iddia edilir...

Bu çıkmaz davanın savunmasını oğlu yapacak ve babayla oğul yıllar sonra, avukat ve müvekkil olarak birbirlerine karşı biriktirdikleri bütün öfkeleriyle yüzleşeceklerdir...

***

İki saat yirmi dakika sürüyor The Judge (Hakim) filmi...

Teknoloji harikası Iron Man ile görsel efekt mucizesi Sherlock Holmes filmlerinin kahramanı Robert Downey Jr. nihayet ismine yakışır bir dramla karşımıza çıkıyor...

Hakim karakterini yılların ustalığıyla Robert Duvall oynuyor...

Film Oscar ödüllerinin ilk ayağı sayılan Toronto Festivali'nde dünya prömiyerini açılış filmi olarak çok iddialı yapıyor...

***

Filmin oyunculuk kadar iddialı olduğu yer senaryosu ve içeriği...

Şatafatlı ve gösterişli bireysel başarıların altında yatan baba-oğul, aile-çocuk dramını çok başarılı bir dokunuşla işliyor yönetmen David Dobkin ve senaryo yazarı Nick Schenk...

Filmlerle ilgili bir sürü kıymet-i kendinden menkul eleştiriyle karşılaşırsınız...

Oysa;

Gönül gözünüz ne kadar açıksa...

Hayatı anlamlandıracak bilgi birikimine ne ölçüde sahipseniz...

Filmi doğru okuyacak derinliği kavramakta ne kadar ustaysanız...

İzlediğiniz filmin muhteşemliği de o derece alımlı olur gözünüzde...

***

Çocukluğunuzla; anneniz ve babanızla, hayatınızın ilk yıllarının gerçek bir yüzleşmesini yapmadan hayatı bitirirseniz, eksik ve yarım yaşamış olursunuz yaşamınızı...

Duygu ve davranışlarınızın altında, çocukluk yıllarında anne ve babanızla yaşadığınız ilişkilerin kimyası yatar...

Bu kimyayı çözmeden, kendinizi ve hayatınızı çözemezsiniz...

Yaşamınızı belirleyen "kader" yıllarınızla yüzleşmek sizi ne kadar acıtırsa acıtsın, büyümeniz için gereklidir ve şarttır...

***

Eğer büyümek istiyorsanız, çocukluk yıllarınızla, aile ilişkilerinizle, anne ve babanızla yaşadıklarınızla yüzleşmelisiniz...

Acı çekeceksiniz...

Öfkeleneceksiniz...

Affedeceksiniz...

Af dileyeceksiniz...

Sonunda hafifleyeceksiniz...

Bilgeleşeceksiniz...

Ve nihayet büyüyeceksiniz...

Kendini çok başarılı bir avukat zanneden, kendi başına buyruk genç bir erkeğin büyümesinin öyküsüdür Judge (Hakim) filmi...

140 dakikaklık film böyle bir konu için ne uzun ne de kısa...

Hiç sıkılmadan, hiç bıkmadan izliyor ve dolu dolu çıkıyorsunuz salondan...

Büyümüş olarak...

*****

GALATASARAY'A HİKMET KAHRAMAN'I GETİRİN...

Eğer Prandelli kibar kibar gitmek istiyorsa...

Eğer sözleşmesinin sonuna kadar "yasal hakkı görünen tazminatı" almanın gerçekten hakkı olmadığını biliyorsa...

Eğer Galatasaray'ın yeni yönetimi Mayıs 2015'te kongre yapıp, kulübü yönetecek yeni bir kadroya Galatasaray'ı teslim etmeyi aklından geçiriyorsa...

Eğer Galatasaray, bu kriz günlerinden usul usul sıyrılmayı düşünüyorsa...

Eğer Galatasaray dibe vurduğu görülen kadronun ve performansın yeni bir heyecanla, başarıya aç, genç ve dinamik bir sinerjiyle ayağa kalkacağına inanıyorsa...

Futbol takımının teknik direktörlüğüne bu sezon sonuna kadar geçerli olmak üzere Hikmet Kahraman'ı getirmeli...

***

Hikmet Kahraman hırsıyla, kazanma arzusu ve kişisel çabasıyla hak ettiği yere gelen bir teknik direktör...

Galatasaray'a yakınlığı biliniyor...

Futbolu enerjik, taktiği rakibe ve şartlara göre esnek...

Türkiye'de oynanan futbolu dibine kadar biliyor, rakipleri tanıyor, heyecanı azami noktaya çıkartabiliyor...

Motivasyon eksikliği çeken...

Paraya ve başarıya doymuş görünen...

Kadrosu çok kalabalık...

Oynayacak futbolcusu çok az olan böyle bir takımın bu sezon için şifası Hikmet Kahraman'dır...

Hikmet Kahraman bu sezon Galatasaray'da kendini gösterirse gelecek sezon da devam eder...

Başarı gelmese de bir şey fark etmez...

Her halükarda gelecek sezona genç ve dinamik futbolculardan oluşan bir Galatasaray bırakacaktır...

Yeni gelecek Hoca'ya miras...

Yazının devamı...

Beşiktaş sana 3 konuda teşekkür borçlu Ünal başkan...

Sevgili Ünal Aysal;

Ben bir Beşiktaş'lıyım...

Ne ki;

Futbolun içindeyim ve futbolu seviyorum...

Adalet duygum sadece Beşiktaş için değil, Galatasaray, Fenerbahçe ve diğer takımlar için de gelişmiş...

Fatih Terim'i Milli Takım'ı çalıştıracağı için 'göndermeyin' diye diye dilimde tüy bitti...

Fakat size anlatamadım...

Sonunda Terim gidince, siz de iki İtalyan'ın başarısızlığının altında Başkan'lıktan ayrılma noktasına geldiniz...

***

O gün Galatasaray için iyi ve doğru olduğuna emin olduğum "Fatih Terim kalsın" önerisini, ben takımınızı bozmak için değil, Galatasaray'ı ve dolayısıyla Türk futbolunu kalkındırmak için önermiştim...

Sanıyorum siz;

Benim önerimin altında;

Zaman zaman benimsediğiniz gibi;

"Rakibi bozmak, kendini kurtarmaktır..." felsefesinin yattığını düşündünüz...

Oysa ben futbolu seviyorum...

Beşiktaş'ı seviyorum...

Futbolu ve Beşiktaş'ı sevdiğim için Galatasaray'ı seviyorum...

Fenerbahçe'yi, Trabzonspor'u, en önemlisi adaleti ve adil olmayı seviyorum...

Gayet nahif duygularla Terim'in kalmasının Galatasaray'ın menfaatleri için doğru olduğunu düşünmüştüm...

***

Neyse...

Yine de futbola ve Galatasaray'a kattığınız değerler çerçevesinde size bir futbolsever olarak teşekkür ediyorum...

Bir Beşiktaş'lı olarak ise; çok önemli saydığım üç konuda size büyük bir teşekkür borçluyum...

1) İyi ki, bütün bir sezon Beşiktaş'ın Portekizli yıldızı Quaresma'nın, alttan alta Galatasaray'a transfer olması için kafasını çelmeye çalıştınız...

Sayenizde Quaresma Galatasaray'a gelmese bile, Beşiktaş'tan alacaklarını alıp gitti...

Beşiktaş'a bu yolla en azından maddi zarar verdiğinizi düşündünüz ama;

Sayenizde, Quaresma'nın yerine Gökhan Töre gibi bir muhteşem yıldız Beşiktaş'ın sağaçık'ı oldu...

Gökhan Töre belki fark edemediniz ama; siz futbola ve Galatasaray'a veda ederken; Sırbistan'dan size selam göndermekteydi o muhteşem oyunuyla...

Birinci teşekkür Beşiktaş'a Quaresma'nın yerine Gökhan Töre'nin katılmasına dolaylı muhteşem katkınıza...

***

2) İyi ki, Quaresma gibi, geçen sezonun ikinci yarısı el altından Almeida'ya haber gönderip, görüşmelere girdiniz...

Sayenizde Almeida da, Beşiktaş'tan bonservis bedeli aldırtmadan gitti...

Almeida gitti de, bu sayede Beşiktaş; Demba Ba gibi dünya çapında bir forvete sahip oldu...

İkinci teşekkürüm Demba Ba transferine yaptığınız unutulmaz katkılar için...

Gerçekten müteşekkirim...

Siz olmasaydınız hala Almeida "ne atacak diye spor toto oynayacaktık..."

***

3) Ve nihayet üçüncü teşekkürüm...

Beşiktaş'a stadı yokken; Arena stadını vermemenize...

Yine muhteşem katkınız sayesinde, Beşiktaş kendi sahası olmadığından, deplasmanları "ev"i belledi...

Her deplasmanı ev sahibi gibi oynamaya başladı...

Her maçını deplasmanda oynmasa mümkün olur muydu Tottenham ve Arsenal maçlarında İngiltere'yi, Londra'yı kasıp kavurmak...

Mümkün olabilir miydi; Sırbistan'da lig lideri Partizan'a 4 gol birden atıp, rakibini yıkıp geçmek?..

***

Ne acı ki;

Bir gün önce başında olduğunuz Galatasaray Beşiktaş'a vermediğiniz statta dört gol yiyordu...

Her maçını deplasmana mahkum ettiğiniz Beşiktaş ise Sırp deplasmanında dört gol birden atıyor ve "evren" size hayatınız boyunca unutamayacağınız bir mesaj gönderiyordu...

Beşiktaş'a katkılarınız...

Beşiktaş'a yaptıklarınız...

Galatasaray'a yaşattıklarınız...

Türk futbolundaki varlığınızla...

Futbol endüstrisi için bir case-study konumundasınız sevgili Başkan...

Bu kötü bir şey değil...

"Herkesin üzerinde çalışacağı, etüd edeceği ve dersler çıkartacağı bir örnek olay demek" malumaliniz case-study...

Her halükarda Beşiktaş sana müteşşekirdir sevgili Ünal Başkan...

Yolun açık olsun...

Başarıların daim...

Yazının devamı...

Her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsan Kolej!..

-“Biraz önce bir Türk olarak Newyork’ta yaşadığım gururu seninle paylaşmak istedim...” diyor ilkokul arkadaşım ünlü diş hekimi Galip Gürel...

Amerika’dan gece attığı maili dün sabah 07 sularında görüyorum...

İki yanımda iki çocuğum Kolej kıyafetlerini giymiş, yatakta uyukluyorlar...

Servisin gelmesini bekliyorlar...

-“Dün akşam Newyork Üniversitesi tarafından yılın dünyadaki en iyi estetik diş hekimine verilen ‘The Smigel Award’u almaya layık görüldüm...

Bu ödülü bir Türk olarak almanın gururunu yaşıyorum...” diyor Galip...

***

İlkokulda Kolej’de benden bir sınıf üstteydi Galip...

Beraber ilkokul bahçesinde oynadığımız futbol geliyor şimdi gözlerimin önüne...

Lacivert-kırmızı Kolej renklerinin, gri ve beyazla bütünleşmesinden oluşan Kolej kıyafetlerimizle, ilkokul bahçesinde “çocuklar gibi şendik...”

Gözümün önünde enstantaneler olarak o anlar...

Aynı Galip; şimdi dünyanın en iyi estetik diş hekimi ödülünü Newyork Üniversitesi’nde alıyor...

-“Dünyadaki tüm bireyler, yaptıkları işin en iyisini yapmaya çabalamalı ve bunu evrenselleştirmeli... Ben bu konuda çok sevdiğim ülkem Türkiye adına kendi konum olan diş hekimliğinde böylesi bir misyonu gerçekleştirdiğime inanıyorum...” diyor...

***

Sabahın 07’sinde Galip’le benim gibi lacivert-beyaz-gri-kırmızı Kolej kıyafeti giyip, okula gitmeye hazırlanan ilkokul birinci sınıftaki çocuklarıma bakıyorum...

Melekler gibi uyuyorlar...

Bir gün onlar da büyüyecek ve yaptıkları işlerde, dünyanın en iyisi olmaya çalışacaklar...

Böylesi bir kültürel genetikten yetiştiklerinin farkındayım...

Biliyorum ki Kolej;

Sadece Türkiye’de değil...

Amerika’da, Avrupa’da en başarılılar listesine girecek bir Türkiye’li olmanın kültürel kodlarını şırıngalıyor...

Geçen yıl Los Angeles Dolby Theater’da; çocuklara “Bu tiyatroda Akademi Oscar’larının verildiğini” söylüyordum...

Onları evde, Newyork School of Performing Arts’ın (Uygulamalı Sanatlar Okulu) Manhatten 46. caddedeki merkezinin önünde Fame filminin unutulmaz müziği eşliğinde lise öğrencilerinin dans gösterisini izleterek büyütüyordum...

Beşbuçuk yaşındaki oğlumu Los Angeles Lakers’ın maçlarını yaptığı Staples Center’ın önünden geçiriyor; “basketbolun dünya standartlarında bu salonlarda oynandığını” belirtiyordum...

İlerde belki kendisinin de buralarda oynayacağını anlatıyordum...

***

Galip’in ne demek istediğini biliyordum...

O da biliyordu;

Onun için Newyork’ta ödülü aldığı dakikalarda bana oralardan mail atıyordu...

Aramızda birbirimizi anlayan aynı kültürel kodların verdiği gizli bir iletişim vardı sanki...

Saat sabahın 07’siydi...

Bizim elli yıl önce Galip’le yaptığımız gibi, kırmızı lacivert beyaz gri kıyafetleriyle Kolej’e gitmeye hazırlanan çocuklarıma baktım...

İstikbalde bir gün sabahın 07’sinde kim bilir onlar kime mesaj atacaktılar?..

Newyork’tan veya Los Angeles’tan; veya Boston’dan veya Silikon Vadisi’nden...

Nereden izleyecektim acaba o muhtemel mesajlarını?..

Bulutların altından mı; üstünden mi?..

Ne fark eder ki?..

Nasılsa ve her halükarda içimden şu ses gelecekti:

-“Mutlu günler Türkiye... Her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsam...”

10 YIL ÖNCEKİ LUCCA YAZISI...

Önceki gece İstanbul’un son on yılına kesin damgasını vuran Lucca’nın 10. yıldönümüydü...

O markayı yaratan işletmecisi Cem Mirap;

-“Abi özel partiye mutlaka gel...” diye davetiye gönderdi...

İşlerden ve yazılardan gidemedim önceki geceki davete...

Onun yerine 10 yıl önce Lucca’ya gidip, orayı o günkü haliyle anlattığım yazıyı çıkardım...

10 yıl önce daha Lucca Lucca olmamışken acaba ne yazmıştım?..

İstanbul’un en trendi mekanı olmadan önce, ne öngörmüştüm Lucca’yla ilgili?..

Eski bir şarabı tadar gibi okursunuz belki 10 yıl önceki Lucca yazısını...

LUCCA

“Kaya Bey’in Feraye’yle aşkını, Ferrari’yle karıştırdığı mekan olarak tanındı Lucca. Sonra etrafta akşamları kıpırdayanların mutlaka Lucca’ladığına şahit oldum. Bu yazıyı yazmak için üç gün Lucca’ya takıldım.

***

Şirin Sever’le bu yazıları Sabah Günaydın’a yazmayı konuşurken, aklıma geldi Lucca...

İlginçtir; önce Lucca geldi aklıma, sonra Hayatlar ve Mekanlar köşesini yazmaya karar verdim...

Gece vakti evime giderken, hep önünden geçtiğim, içini tıklım tıklım, dışını öbek öbek insanlarla gördüğüm bir mekan burası...

Bir gece bir yemek çıkışı, bir arkadaşımla yarım saat sohbet etmişliğim vardı Lucca’da...

Açıkçası, o gün orayı hiç sevmemiştim... Alkolün ve hayatın yorgunu, orta yaşlı sorunlu tiplerin mekanı gibi görmüştüm... Hayatın rahle-i tedrisinden fazlaca geçmiş, çok kazık yemiş, çok nasırlaşmış, artık her gördüğü yenide, yediği kazıkların hıncını çıkartacak, hayatla hesaplaşması büyük insanların mekanı gibi gelmişti bana... Öyle mekanların esprilerini, tartışmalarını, kadınlara ya da erkeklere alkollü sarkıntılıklarını kaldıramıyordum...

Sigaranın ve alkolün çatallaştırdığı ses tonlarının, sanal dünyasından verdiği sesler, taşıması mümkün olmayan yükler bindiriyordu üstüme...

O yüklerin ancak çok iyi olmuş bir kafayla çekilebileceğini bildiğimden Lucca’yı defterimden sildim uzun bir süre...

Önce Kaya Bey’in Feraye’yle aşkını, Ferrari’yle karıştırdığı mekan olarak gündeme geldi Lucca...

Ferrari, Feraye ve Lucca hafızalara silinmemecesine kazınıverdi birden... Sonra, etrafta akşamları kıpırdayanların, mutlaka Lucca’ladığına şahit oldum... İstanbul’da havalı gecelerin havalı kadın ve erkekleri; arada ya da haftada bir mutlaka Lucca’ya uğruyorlardı...

Lucca İstanbul sosyetesinin yeni kıpırtı merkeziydi...

Paper Moon’un havalı müşterilerinin yeni mekanıydı...

Ben mi o gece yanlış bir izlenim edinmiştim?..

***

Hayat yorgunu, sinir tutkunu insanların mekanı değil miydi yoksa Lucca?..

Kıpır kıpır kıpırdayan, cıvıl cıvıl cıvıldayan, etrafa fresh fresh bir koku salan yerin adı mıydı Lucca?..

Bu yazıyı yazmak için, 3 gün Lucca’ya takıldım...

Bazen bir yemek, bazen ayaküstü bir içecek niyetine...

Kadeh kırmızı şarap dışında bir şey içmediğimden sarhoş olamadım ama Sarhoş Bonfile’sinden tattım... Çok lezzetliydi... 4 parça limon, nane yaprağı ve nar taneleriyle bezenmiş, balon bardaktaki buzlu suyumun adına Reha’s dediler Lucca’dakiler...

Lucca’nın sahibi Cem’in benim gibi bir Ankara Kolej’li olduğunu öğrendim... Kolej’den sonra uzun yıllar New York’ta kaldığını...

***

New Yorker tipi bir yer açmaya oradayken karar verdiğini... Sonraki gidişlerimde, Lucca’nın ağır, hayat yorgunu bir yer olmadığına karar verdim... Bazen cıvıl cıvıl, bazen yorgun ama her halükârda fazlaca in bir yerdi... Etraf ünlüden geçilmiyordu... Bu kadar ünlünün cirit attığı yere elbette, bu kadar ünlüyü görmek isteyen ünlü düşkünleri de düşecekti!

Benim Lucca’nın sahibi Kolej’li kardeşim, Michelin’in 3 yıldızlı aşçısının tavsiyeleriyle hazırlanan yemekleri anlatıyordu bana...

Doğru... Haklıydı... Yemekler güzeldi... Duvarlarda, sürekli yenilenen sergiler de harikulade bir düşünceydi...

Ama benim aklımda Mehmet Akif’in hafızamdan hiç silinmeyecek bir mısrası vardı o konuşurken:

Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır... Mekanları mekan yapan da oradaki insanlar...

Orası artık Feraye’nin Ferrari’yle karıştırılarak bir aşkın ortaya çıktığı, çok ünlü bir sanatçıyla çok ünlü kocasının evliliğinin bittiği bir mekandır...

Orası Lucca’dır! In olarak başlamıştır... In olarak devam edecektir... In insanlar gelecektir...

Bunu değiştirmeye kalkarsa zaten out olup gidecektir...

Mekânları mekan yapan oraya gelen insanlardır... Aslında o insanların hayatları, mekanları yapmaktadır...”

Yazının devamı...

Sosyal medyada linç edilen kadın; İstanbul'u terk ediyor... İşini tasfiye ediyor...

Dün sosyal medyada, hiçbir suçu ve günahı olmadan hayasızca linç edilen bir iş kadınını yazdım...

O genç kadını yine bir süredir görmüyordum...

En son linç ettikleri günlerde görüşmüş, aklıma gelen önerileri sıralamıştım...

Yazıyı yayınlandıktan sonra, içimden bir ses "bir ara onu" dedi;

merak ediyordum;

- "Acaba daha sonra başına kötü bir şey geldi mi?.. Sağlığı yerinde mi?.. Yine ağır sorunlar ve travmalar yaşıyor mu?.."

***

Öğle saatlerinde buluştuk...

- "Ne yapıyorsun?.." dedim...

- "Çözdün mü her şeyi rahatladın mı?.."

- "Sosyal medyadaki linç kampanyasının sonunda müşterilerimin önemli bir kısmını kaybettim..." dedi...

- "İşimi tasfiye ediyorum... Başka bir yere taşınacağım... Buralarda kalmak istemiyorum artık... Sıfırdan başlayacağım her şeye artık..."

***

Bunları; "Bu hafta sonu sinemaya gideceğim" modunda söylüyordu...

Söylediklerinin gerçekleşmesi ne kadar zor olduğunu biliyordum...

Defalarca Türkiye'de birçok yere seyahat etmiş ve yeni işi için sıfırdan bağlantılar kurmaya çabalamıştı...

Henüz neyi ne kadar kurduğu da belli değildi...

Yepyeni bir hayata başlıyordu...

Yer değiştiriyor...

Şehir değiştiriyor...

Evini terk ediyor...

Mesleğini bırakıyordu...

Niye?..

Sosyal medya trolleri suçsuz yere onu hedefe koyup, linç ettiler diye...

40 yaş civarındaydı...

- "Her şeye yeniden başlarım... Sıfırdan başlarım... Ben yaparım..." diyordu...

***

Yaşadığı olayla ilgili hiçbir suçu ve günahı yoktu...

Ne yasal olarak...

Ne etik ya da ahlaki olarak...

İşinin gerektiği yerde bulunmak zorunda kalması, o esnada hedefe koydukları kişiyi linç etmeye karar veren trollerin hedefine onu oturtmuş ve bir anda onu karakter suikastine tabi tutup, ismini lime lime edip bir kenara fırlatmışlardı...

***

Son aylarda yaşadıkları bir kabus gibiydi...

Çocuğunu yaşadığı şehirde bırakıp, bugüne kadar hiç yaşamadığı bir yere gidiyordu...

Başka bir iş kurmak; bambaşka bir hayat mecrasında ekmek parası için mücadele etmek için...

- "Hayat ne garip..." diyordu...

- "Hiç beklemediğin zamanda bütün hayatın bir anda değişiveriyor..."

***

Evet değişiyordu...

Türkiye böyle böyle; göz göre göre sosyal medyada suç işleyenlerin barındığı bir cennet haline gelmişti...

Herkes korktuğundan; "başıma bir bela gelir..." diye ürktüğünden sesini çıkarmadan bekliyordu...

Sonunda hayatlar karartılıyor, insanların onurları, şerefleri, haysiyetleri diri diri mezara gömülüyor;

Kimselerin gıkı bile çıkamıyordu...

***

Hala kanaat önderiyiz diye geçinenler; "Bu yapılanlar günahtır" bile demeden;

"Eleştiriye karşı hoşgörülü olmamız gerektiğinden" söz ediyordu...

Bir kadının yirmi yılda yaptığı tüm mesleki kariyer bir anda hiçbir yasal ve etik suç işlemeden yok edilebiliyordu ve bunun adı "eleştiriye tahammülsüzlük" olarak gösteriliyordu...

***

Türkiye; insan yaşamının sosyal medyadaki çetelerce en adi, en pespaye yöntemlerle yok edilmeye çalışıldığı bir ülke haline geliyordu...

Genç kadına;

Daha birkaç gün önce;

Bana "Öldün mü Reha Muhtar" diye kampanya açtıklarını bile söylemedim...

Ona sosyal medyada etki ajanlarının yönetiminde ve etkisindeki çetelerin; insanları nasıl linç ettiklerini anlatmadım...

Moralini daha fazla bozmak istemedim...

***

Yeni hayatında başarılar diledim ona...

Mutlulukların onunla olmasını içimden ve tüm kalbimle dilediğimi anlattım ona...

Yepyeni bir hayatın, ona yeni umutlar, heyecanlar, sevgiler ve başarılar getireceğini söyledim ona...

Bir saat konuştuk...

Ayrılırken yüzünde buruk bir gülümseme vardı...

Endişe doluydu...

"NİCE ELBİSELER GÖRDÜM İÇİNDE İNSAN YOK..."

"Aynalar türlü türlüdür...

Yüzünü görmek isteyenler cam'a bakar...

Özünü görmek isteyen can'a bakar..."

***

"İnsan sevinçliyse, birini sevindirmiştir...

Üzüntülüyse birini üzmüştür..."

***

"Doğruyu söylemek değil; anlatmak güçtür..."

***

"Hayatta komşunun haber almasından korkacağın bir şey yapma..."

***

"Asla geçmişte yaşama...

Ama daima geçmişten ders al..."

***

"Ne kadar zengin olsan;

Ancak yiyebileceğin kadar yersin...

Denize testiyi daldırsan...

Alabileceği kadar su alır, gerisi kalır..."

***

"Dert daima insana yol gösterir..."

***

"Ateş"i daima "su" ile korkuturlar...

Fakat "su"yu hiç "ateş"le korkutabilirler mi?.."

***

"Sabır önceleri zehirdir...

Huy edersen; bal olur..."

***

"Nice insanlar gördüm; üzerinde elbisesi yok...

Nice elbiseler gördüm; içinde insan yok..."

***

"İsyanlardayım dedi...

Hayır imtihanlardaydı...

Fark etseydi; kurtulacaktı..."

***

"Düşüncen konuşmana;

Konuşman hareketine;

Hareketin kaderine yansır...

Güzel düşün, güzel yaşa..."

***

"Her insan yağmur damlası gibidir...

Kimisi çamura, kimisi gül

yaprağına düşer..."

***

"Eden kendisine eder...

Yapan bulur ve çeker...

Unutma;

Kazanmak koca bir

ömür ister...

Kaybetmeyle ise anlık gaflet yeter!.."

***

"Sanmasınlar yıkıldık...

Sanmasınlar çöktük...

Bir Başka Bahar için...

Sadece yaprak döktük..."

***

"İncitme...

İncittiğin yerde incinirsin..."

***

"Rabbine dönüp; "benim büyük bir derdim var" deme...

Derdine dönüp; "Benim büyük bir Rabbim var..." de..."

Hz. Mevlana

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.