Her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsan Kolej!..
.
-“Biraz önce bir Türk olarak Newyork’ta yaşadığım gururu seninle paylaşmak istedim...” diyor ilkokul arkadaşım ünlü diş hekimi Galip Gürel...
Amerika’dan gece attığı maili dün sabah 07 sularında görüyorum...
İki yanımda iki çocuğum Kolej kıyafetlerini giymiş, yatakta uyukluyorlar...
Servisin gelmesini bekliyorlar...
-“Dün akşam Newyork Üniversitesi tarafından yılın dünyadaki en iyi estetik diş hekimine verilen ‘The Smigel Award’u almaya layık görüldüm...
Bu ödülü bir Türk olarak almanın gururunu yaşıyorum...” diyor Galip...
***
İlkokulda Kolej’de benden bir sınıf üstteydi Galip...
Beraber ilkokul bahçesinde oynadığımız futbol geliyor şimdi gözlerimin önüne...
Lacivert-kırmızı Kolej renklerinin, gri ve beyazla bütünleşmesinden oluşan Kolej kıyafetlerimizle, ilkokul bahçesinde “çocuklar gibi şendik...”
Gözümün önünde enstantaneler olarak o anlar...
Aynı Galip; şimdi dünyanın en iyi estetik diş hekimi ödülünü Newyork Üniversitesi’nde alıyor...
-“Dünyadaki tüm bireyler, yaptıkları işin en iyisini yapmaya çabalamalı ve bunu evrenselleştirmeli... Ben bu konuda çok sevdiğim ülkem Türkiye adına kendi konum olan diş hekimliğinde böylesi bir misyonu gerçekleştirdiğime inanıyorum...” diyor...
***
Sabahın 07’sinde Galip’le benim gibi lacivert-beyaz-gri-kırmızı Kolej kıyafeti giyip, okula gitmeye hazırlanan ilkokul birinci sınıftaki çocuklarıma bakıyorum...
Melekler gibi uyuyorlar...
Bir gün onlar da büyüyecek ve yaptıkları işlerde, dünyanın en iyisi olmaya çalışacaklar...
Böylesi bir kültürel genetikten yetiştiklerinin farkındayım...
Biliyorum ki Kolej;
Sadece Türkiye’de değil...
Amerika’da, Avrupa’da en başarılılar listesine girecek bir Türkiye’li olmanın kültürel kodlarını şırıngalıyor...
Geçen yıl Los Angeles Dolby Theater’da; çocuklara “Bu tiyatroda Akademi Oscar’larının verildiğini” söylüyordum...
Onları evde, Newyork School of Performing Arts’ın (Uygulamalı Sanatlar Okulu) Manhatten 46. caddedeki merkezinin önünde Fame filminin unutulmaz müziği eşliğinde lise öğrencilerinin dans gösterisini izleterek büyütüyordum...
Beşbuçuk yaşındaki oğlumu Los Angeles Lakers’ın maçlarını yaptığı Staples Center’ın önünden geçiriyor; “basketbolun dünya standartlarında bu salonlarda oynandığını” belirtiyordum...
İlerde belki kendisinin de buralarda oynayacağını anlatıyordum...
***
Galip’in ne demek istediğini biliyordum...
O da biliyordu;
Onun için Newyork’ta ödülü aldığı dakikalarda bana oralardan mail atıyordu...
Aramızda birbirimizi anlayan aynı kültürel kodların verdiği gizli bir iletişim vardı sanki...
Saat sabahın 07’siydi...
Bizim elli yıl önce Galip’le yaptığımız gibi, kırmızı lacivert beyaz gri kıyafetleriyle Kolej’e gitmeye hazırlanan çocuklarıma baktım...
İstikbalde bir gün sabahın 07’sinde kim bilir onlar kime mesaj atacaktılar?..
Newyork’tan veya Los Angeles’tan; veya Boston’dan veya Silikon Vadisi’nden...
Nereden izleyecektim acaba o muhtemel mesajlarını?..
Bulutların altından mı; üstünden mi?..
Ne fark eder ki?..
Nasılsa ve her halükarda içimden şu ses gelecekti:
-“Mutlu günler Türkiye... Her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsam...”
10 YIL ÖNCEKİ LUCCA YAZISI...
Önceki gece İstanbul’un son on yılına kesin damgasını vuran Lucca’nın 10. yıldönümüydü...
O markayı yaratan işletmecisi Cem Mirap;
-“Abi özel partiye mutlaka gel...” diye davetiye gönderdi...
İşlerden ve yazılardan gidemedim önceki geceki davete...
Onun yerine 10 yıl önce Lucca’ya gidip, orayı o günkü haliyle anlattığım yazıyı çıkardım...
10 yıl önce daha Lucca Lucca olmamışken acaba ne yazmıştım?..
İstanbul’un en trendi mekanı olmadan önce, ne öngörmüştüm Lucca’yla ilgili?..
Eski bir şarabı tadar gibi okursunuz belki 10 yıl önceki Lucca yazısını...
LUCCA
“Kaya Bey’in Feraye’yle aşkını, Ferrari’yle karıştırdığı mekan olarak tanındı Lucca. Sonra etrafta akşamları kıpırdayanların mutlaka Lucca’ladığına şahit oldum. Bu yazıyı yazmak için üç gün Lucca’ya takıldım.
***
Şirin Sever’le bu yazıları Sabah Günaydın’a yazmayı konuşurken, aklıma geldi Lucca...
İlginçtir; önce Lucca geldi aklıma, sonra Hayatlar ve Mekanlar köşesini yazmaya karar verdim...
Gece vakti evime giderken, hep önünden geçtiğim, içini tıklım tıklım, dışını öbek öbek insanlarla gördüğüm bir mekan burası...
Bir gece bir yemek çıkışı, bir arkadaşımla yarım saat sohbet etmişliğim vardı Lucca’da...
Açıkçası, o gün orayı hiç sevmemiştim... Alkolün ve hayatın yorgunu, orta yaşlı sorunlu tiplerin mekanı gibi görmüştüm... Hayatın rahle-i tedrisinden fazlaca geçmiş, çok kazık yemiş, çok nasırlaşmış, artık her gördüğü yenide, yediği kazıkların hıncını çıkartacak, hayatla hesaplaşması büyük insanların mekanı gibi gelmişti bana... Öyle mekanların esprilerini, tartışmalarını, kadınlara ya da erkeklere alkollü sarkıntılıklarını kaldıramıyordum...
Sigaranın ve alkolün çatallaştırdığı ses tonlarının, sanal dünyasından verdiği sesler, taşıması mümkün olmayan yükler bindiriyordu üstüme...
O yüklerin ancak çok iyi olmuş bir kafayla çekilebileceğini bildiğimden Lucca’yı defterimden sildim uzun bir süre...
Önce Kaya Bey’in Feraye’yle aşkını, Ferrari’yle karıştırdığı mekan olarak gündeme geldi Lucca...
Ferrari, Feraye ve Lucca hafızalara silinmemecesine kazınıverdi birden... Sonra, etrafta akşamları kıpırdayanların, mutlaka Lucca’ladığına şahit oldum... İstanbul’da havalı gecelerin havalı kadın ve erkekleri; arada ya da haftada bir mutlaka Lucca’ya uğruyorlardı...
Lucca İstanbul sosyetesinin yeni kıpırtı merkeziydi...
Paper Moon’un havalı müşterilerinin yeni mekanıydı...
Ben mi o gece yanlış bir izlenim edinmiştim?..
***
Hayat yorgunu, sinir tutkunu insanların mekanı değil miydi yoksa Lucca?..
Kıpır kıpır kıpırdayan, cıvıl cıvıl cıvıldayan, etrafa fresh fresh bir koku salan yerin adı mıydı Lucca?..
Bu yazıyı yazmak için, 3 gün Lucca’ya takıldım...
Bazen bir yemek, bazen ayaküstü bir içecek niyetine...
Kadeh kırmızı şarap dışında bir şey içmediğimden sarhoş olamadım ama Sarhoş Bonfile’sinden tattım... Çok lezzetliydi... 4 parça limon, nane yaprağı ve nar taneleriyle bezenmiş, balon bardaktaki buzlu suyumun adına Reha’s dediler Lucca’dakiler...
Lucca’nın sahibi Cem’in benim gibi bir Ankara Kolej’li olduğunu öğrendim... Kolej’den sonra uzun yıllar New York’ta kaldığını...
***
New Yorker tipi bir yer açmaya oradayken karar verdiğini... Sonraki gidişlerimde, Lucca’nın ağır, hayat yorgunu bir yer olmadığına karar verdim... Bazen cıvıl cıvıl, bazen yorgun ama her halükârda fazlaca in bir yerdi... Etraf ünlüden geçilmiyordu... Bu kadar ünlünün cirit attığı yere elbette, bu kadar ünlüyü görmek isteyen ünlü düşkünleri de düşecekti!
Benim Lucca’nın sahibi Kolej’li kardeşim, Michelin’in 3 yıldızlı aşçısının tavsiyeleriyle hazırlanan yemekleri anlatıyordu bana...
Doğru... Haklıydı... Yemekler güzeldi... Duvarlarda, sürekli yenilenen sergiler de harikulade bir düşünceydi...
Ama benim aklımda Mehmet Akif’in hafızamdan hiç silinmeyecek bir mısrası vardı o konuşurken:
Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır... Mekanları mekan yapan da oradaki insanlar...
Orası artık Feraye’nin Ferrari’yle karıştırılarak bir aşkın ortaya çıktığı, çok ünlü bir sanatçıyla çok ünlü kocasının evliliğinin bittiği bir mekandır...
Orası Lucca’dır! In olarak başlamıştır... In olarak devam edecektir... In insanlar gelecektir...
Bunu değiştirmeye kalkarsa zaten out olup gidecektir...
Mekânları mekan yapan oraya gelen insanlardır... Aslında o insanların hayatları, mekanları yapmaktadır...”