Şampiy10
Magazin
Gündem

Cumhurbaşkanı ve Başbakan'a... Lince uğrayan bir kadının öyküsü...

Yakından tanıdığım bir dostumdu...

Zaman zaman, öğlenleri buluşur, birbirine tanjant geçen mesleklerimizdeki ortak noktalardan koyu bir sohbete dalardık...

Güzel, bakımlı hoş bir kadındı...

Bakmak zorunda olduğu bir kızı, beraber olduğu bir erkek arkadaşı, iyi ve kaliteli bir kariyeri vardı...

İhtirasları sınırsız olan açgözlü insanlardan değildi...

Hırslarının ve arzularının gerçekleşmesi uğruna, başkalarına işkence eden, başka hayatları zindan etmeye gayret eden duygusuz, sevgisiz, psikopat tiplerden değildi...

Profesyonel bir yöneticiydi...

İşini iyi yapmaya çalışıyor, para kazanmaya uğraşıyordu...

***

Aralıklarla görüşürdük kendisiyle...

Sohbet etmek ve bir şeyler paylaşmaya ihtiyaç duyduğumuz anlarda...

Uzun bir aradan sonra bir gün telefonlaştık, öğlen yemeği için randevulaştık...

Dostum her zamanki gibi şık ve bakımlı geldi...

İçinde yaşadığı fırtınaları ilk bakışta çevreye yansıtmamasını öğrenmişti...

Önceleri anlamadım...

Bir süre sonra; son bir ay içinde, sosyal medyada hakkında yürütülen korkunç linç kampanyasının ortasında kalmış olduğunu fark ettim...

Hiç haberim olmamıştı...

Oysa karşımdaki kadının hayatı mahvolmuştu...

***

İşinin profesyonel gereklerini yerine getirmek isterken, akla hayale gelmeyecek korkunç bir lincin ortasında bırakılıvermişti...

Sosyal medyadaki siyasi cenahlardan herhangi birinin psikolojik harekat trolleri, genç kadını en ağır travmalara gark edecek bir katliama girişmiş, hunharca yok etmeye çalışmıştı...

Ona planlı ve taammüden suikast yapılırken, aynı trollerin "iyi polisi oynayan gediklileri" genç kadına yardım eli uzatmak için sıraya girmişti...

Plan açıktı...

-"Bu küfürlerden ve sosyal linçten kurtulmak istiyorsan bizim dediğimizi yapacak, bizimle birlikte hareket edeceksin... O zaman seni kurtarırız..."

***

Bana alttan alta ne yapması gerektiğini sorduğunu fark ettim...

Katil trollerin "iyi polisleri"yle anlaşmak istemiyor;

Beri taraftan da ne yapacağını da bilmiyordu...

Yapılan taammüden cinayetti...

Linçti...

Suikastti...

En şerefsiz ve onursuzca işlenmiş suçlardan birisiydi...

Anonim olarak ve "insanın içinde varolan kötülüğün habis bir tezahürü" olarak işleniyordu...

***

Tayyip Erdoğan ve Ahmed Davutoğlu önceki gün arka arkaya "sosyal medya linç ve suikast suçlarını projeksiyon altına alan ve doktorun elindeki neşterle, katilin elindeki bıçağın arasındaki farkı" anlatan açıklamalar yaptılar...

Dün onlara açık ve kısa bir mektup yazdım...

Sosyal medyada açıktan cinayet anlamına gelecek kadar fütursuzlaşan suikastler ve linçler, kullanıcıların bazen kendi isimleri üzerinden bazen da aldıkları sahte isimler üzerinden yapılıyor...

***

Bazı suikastçiler; Cumhurbaşkanı'na ya da Başbakan'a "yakın görünen isimler olarak kendilerini lanse ediyor" ve "açık suç"u, "Nasıl olsa bana kimse bir şey yapmaz... Derin güçler beni korur..." mantığıyla sürdürüyorlar...

Karşıtlar aynı cinayet teşebbüslerini aynı yöntemlerle "muhalefet hakkı" kutsalına sığınarak yapmaktan geri durmuyorlar...

Muhalif veya yandaş, kullanılan yöntem toplumsal bir lincin, kalleş bir suikastin, açık suç oluşturan pusu kültürüdür...

***

Sokakta giderken birileri koro halinde size küfür etse;

Ana avrat düz gitse...

En galiz küfürleri iftira atarak savursa...

Soyunuza sopunuza ağır küfürlerle hakaret etse...

"Ölün geberin köpekler..." diye naralar atsa... Bunları herkesin ortasında herkesin duyacağı şekilde yapsa ve yayınlasa...

Şöyle mi denecek?..

- "Önemi yok eleştiriye saygı duymalıyız... Çok sinirleniyorsak, bakmayız söylenenleri dinlemeyiz olur biter..."

***

Bir insanın eğer;

Aklı...

İzanı...

Mantığı...

Kalbi...

İnsanlığı...

Haysiyeti...

Şerefi...

İnsan onuru...

İnsana duyduğu saygısı...

Kalbinde bir parça sevgisi varsa...

Bu insanlık lincine...

Bu katle...

Bu suikast bilincine...

Taammüden işlenen bu cinayetlere...

Bilerek, istenerek, planlanarak yapılan sosyal medya katliamına...

Açık ve taammüden yapılan bu kıyıma dur der...

Yeni Türkiye adına da yapılıyor bunlar...

Laik ve modernizmi savunan

Türkiye adına da...

***

Bir ufak not;

Bu cinayetlere; 'fikir özgürlüğü' kulbunu takanlara dikkat!..

Hepsinin teker teker fıtratına dikkatlice göz atarsak...

"Fikir özgürlüğü"nden ne anladıklarını daha iyi anlayıveririz...

Dikkat!..

*****

İLAHİ ADALETİN TECELLİSİ...

"İnsanın tenini öğrendim...

Sonra tenin altında bir ruh olduğunu...

Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim..."

Hz. Mevlana

***

"ABD'deki Harvard Tıp Fakültesi'nden bilim adamları 2011 yılında bir maymunun beyin dalgalarını kullanarak, uyutulmuş başka bir maymunun vücudunu kontrol etmeyi başardılar...

İşte bu olayın sırrı enformasyon rezonans fenomeninde saklıdır...

***

Rezonans bir sistemin doğal frekanslarının...

Dışarıdan aynı frekansta gelen bir etken tarafından uyarıldığında... Meydana gelen şiddetli frekans sonucunda...

Ortaya çıkan mekanik veya biyolojik oluşumlarla meydana gelen bilgi transferidir...

***

İlahi Adaletin tecellisi de bir rezonans fenomenidir...

İlahi Adalet, birine ya da bir şeye karşı yapılan kötülüğün, haksızlığın bir gün o kişiye geri gelmesi anlamını taşır..."

(Özer Çiller'in Yaşam düşüncedir kitabından...)

Yazının devamı...

Ankara Beşiktaş’tır... Beşiktaş Ankara’dır...

Koskoca bir sezon Beşiktaş’ı canlı seyretmek için beklerdim...

O sezon lig ya da kupayı; birinci veya ikinci bitirip “Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık kupasını oynaması için” dua ederdim... Gençlerbirliği’nin Süper Lig’de olmadığı yıllardı... Topu topu bir Ankaragücü maçı vardı, canlı olarak Beşiktaş’ı Ankara’daki statta izleyebildiğim...

Sonra da Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda oynanacak Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı kupası maçlarını beklemeye geçirdim...

Geri kalan ömrüm, ya televizyon ya radyo başında Beşiktaş maçlarında stadı hayal edip yaşayarak geçerdi...

Sömestr ve Bayram tatillerinde, ‘İstanbul’da hangi maçları seyredebilirim’ hesabı yapar...

Yazın spor yazarları kupasında seyredeceğim gece derbilerini hayal ederdim...

***

İstanbul’luydum...

Ama yaz ve sömestr hariç Ankara’da yaşayan bir Beşiktaş’lıydım...

Bütün Ankara’lı Beşiktaş’lılar gibi, “çok Beşiktaş’lıydım...”

Ankara’lı Beşiktaş’lılar “Çok Beşiktaş’lı” olurlar...

Ankara’lı Beşiktaş’lılar; takımlarını canlı izlemeye aç olmanın verdiği “özlem”le, hayallerinde, beyinlerinde ve fantezilerinde büyütürler Beşiktaş’ı ve Beşiktaş maçlarını...

Tuttuğun takımı canlı izleyememek, taraftar gözünde stadın önemini azaltmaz, artırır...

***

Üniversite için İstanbul’a geldiğim yıl; hafta sonları 39 derece ateşe ve havanın ayazına bakmaz, usulca stadın yolunu tutardım...

Yakası kürklü deri kabanıma sıkı sıkıya sarınır, cebimdeki antibiyotiği susuz, sek ağzıma atar, kapalı tribünün c veya d kapısının önündeki kuyrukta ağzımdan buharlar saçarak sıraya girerdim...

***

Ankara’lı bir Beşiktaş’lı için Beşiktaş’ın maçları;

İstanbul’lu Beşiktaş’lıdan fazla anlam ifade eder...

İstanbul’lu Beşiktaş’ın kendi sahasındaki maçların hepsini çıplak izler...

Ankara’lı Beşiktaş’lı ise televizyon ya da radyodan izlediği, maçı hayalinde yaşar...

Ankara’da Beşiktaş’lı olmayı, Türkiye dışında yaşayan Türkiye’li olmaya benzetirim...

Türkiye’ye yönelik en yoğun duyguları dışardaki Türkiye hisseder...

Ruhu burada, kendi burada olmadığı için...

***

Televizyonda haber bültenini ve Ateş Hattı’nı bitirirken o ünlü sözü onun için söylerdim;

- “İyi geceler Türkiye...

Her nerede yaşanıyor ve yaşatıyorsan...”

O söz aslında; Türkiye’nin dışında yaşayan ve yaşatılan Türkiye’ye yönelik bir gönderme, bir jestti...

Tıpkı Beşiktaş maçlarını İstanbul’dakinden fazla hisseden gurbetteki Ankara’lı Beşiktaş’lı gibi...

Statta olamadığı, statta bizzat yaşayamadığı, kalbinde ve fantezisinde yaşatabildiği için...

***

Önceki gün Alen Markaryan‘la konuşurken;

- “Gördün mü Ankara’nın Beşiktaş’lılarını...” dedim,

- “İnletiyorlardı stadı...”

Bir hareketiyle bütün bir İnönü’yü ayağa kaldıran Alen’e söylüyordum bunu...

Sanki Ankara’daki Beşiktaş tribünlerinin sorumlusu benmişim gibi...

- “Maçın sonlarında, Beşiktaş takımı her zamanki kronik son dakika gol yeme türbülansına girdiğinde tribünler Meksika yapmaya başladılar...” dedim...

***

Kimse fark edip üzerinde durmadı...

Ankara’daki taraftar, maçın sonlarında Beşiktaş’ı motive etmek için sihirli bir formül buldu...

Meksika Dalgası tezahüratıyla dört bir yanı inletti...

Meksika Dalgası tezahüratı maçın başlarında, ortalarında, takımı motive etmek ve daha çok şov yapmak için yapılır...

Ankara Beşiktaş’lıları, maçın sonlarında Meksika Dalgası yaparak, Beşiktaş takımının son dakikalardaki kronik gol yeme hastalığına şifa bulmayı amaçladılar...

Başarılı oldular...

Doksan dakikanın sonunda, Beşiktaş takımı, Ankara’daki seyircisiyle bütünleşti...

Alışık olmadığı sahayı “ev”i belledi...

Lig başından beri ilk kez üç gol atarak taraflı tarafsız herkese futbolunu beğendirdi...

***

Şampiyonluk bir sinerji meselesidir...

Aynı zamanda bir inanç, bir sevgi, bir kararlılık, bir motivasyon becerisidir...

Beşiktaş bu sezon kendi şehrinin stadlarında maç yapamaz hale geldi, getirildi...

İstanbul’da Beşiktaş’a reva görülen bu “mahrumiyet”;

İlham olmalıdır Ankara’da alınacak onlarca “galibiyet”e...

Beşiktaş bu sezon Ankara’da oynamalı...

Tarihin altın sayfalarına muhtemel bir şampiyonlukla taçlanacak sezonu Ankara’da kendi şehrinden uzakta “gurbet görünen evinde” yaşamalı...

Böylesi çok daha anlamlı...

Takımları büyük yapan;

Aldıkları şampiyonlukları abideleştiren...

Hayatı anlamlı ve değerli kılan şey “derinliktir...”

İstanbul “mahrumiyet”ine inat...

Beşiktaş Ankara’da “gurbette, görünen evinde” almalı arka arkaya galibiyet...

Ankara Beşiktaş’tır...

Beşiktaş da Ankara...

*****

TAYYİP ERDOĞAN’A VE AHMET DAVUTOĞLU’NA AÇIK MEKTUP...

Dün öğle saatlerinde, önce Cumhurbaşkanı, hemen arkasından Başbakan grup toplantısında çok önemli bir konudan bahsediyorsunuz...

Sosyal medyada, twitter’da orda burda, insanlara yönelik linç kampanyalarından söz ediyorlar...

Hatta Cumhurbaşkanı “katilin elindeki bıçakla, doktorun elindeki neşter aynı değil...” ifadesini kullanarak bu cinayeti işleyenlere karşı tolerans göstermeyeceklerini söylüyorlar...

***

Hem Cumhurbaşkanı’na;

Hem de Başbakan’a söylemeliyim ki;

Uzun zamandır kendilerine “yakın görünüp”, el altından sahte isimlerle, insanları linç eden “karakter suikastçisi sosyal medya zorbaları” maalesef çok yakınlarında cirit atıyorlar...

Etkili, yetkili şahsiyetlere yönelik itibarsızlaştırmalar, suça yönelik çağrılar örnek verilirken, Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Başbakan; acaba “yakınlarında gözüken nice twitter ve sosyal medya suikastçisinin”; kurnaz etki ajanının “bize bir şey yapmazlar nasılsa” mantığıyla, suçu açık teşvik eden twitleri sahte hesaplarla attıklarını, başkalarına attırdıklarını, ağır suç işleyerek, insanları yok etmeye çalıştıklarını da biliyorlar mı?..

Ben biliyorum ve bekliyorum...

Acaba onlara bir şey yapılacak mı diye..

Bu memleketi yaşanmaz bir cehennem haline sokanlar;

“Bizden ve sizden” diye ikiye ayrılmıyor...

Suç ve masumiyet diye ikiye ayrılıyor...

Yazının devamı...

Hiçbir kumarhanede pencere yoktur...

Her Gün 1 Yeni Bilgi isimli twitter hesabını bir süre önce izlemeye alıyorum...

Twitter’da pek dolaşan biri değilim... Bilgi kirliliğini sevmiyorum...

Çatışma, kavga, beldan aşağı küfürleşme, psikolojik linç ve karakter suikastlerinden heyecanlanmıyorum ... Bunların hayata, evrene ve insanlığa hiçbir katkısı olmadığını biliyorum...

Bunları yapanlar bir süre sonra, kendi elleriyle meydana getirdikleri bataklıkta boğuluyorlar...

***

Oysa Her Gün 1 Yeni Bilgi isimli twitter hesabında, çok ilginç ve insanın ilgisini çekecek bilgiler var...

Dün “Kumar Hakkında Pek İlginç 21 Bilgi” başlıklı yazı ilgimi çekiyor... “Oyun kartlarındaki şekiller 4 farklı sınıfı anlatıyor” diye başlıyor “Kumar” bölümü...

Maça... Asilleri...

Kupa... Din adamlarını...

Karo... Tüccarları...

Sinek... Köylüleri...

Temsil ediyor...” diyor...

Bazı uzmanlar, Kupa’nın asilleri temsil ettiğini söylese de, oyunların şahı olan briçteki sıralamaya göre, en yüksek koz olan maça yani pik’in asilleri temsil etmesi, kupanın (kör) ikinci koz olması bunu doğruluyor...

***

Kumar hakkında esas ilginç bilgiler ise şöyle... “Pokerde en büyük el olan Royal Flush (Flaş Royal)’in gelme ihtimali 649.740’da birdir...

***

Kumar bağımlılarının 3’te 2’si bağımlılıklarını karşılamak için suça ve dolandırıcılığa yönelir...

***

Eğer herhangi büyük bir kumarhanenin iç planını Google’da aratırsanız, labirent olduğunu görürsünüz...

Bu bilerek sizi içerde tutmak ve kumara yönlendirmek için yapılır...

***

Büyük kumarhanelerde bedava içki verilir... Amaç kumarbazları sarhoş edip, duygusal kararlar vermelerini sağlamaktır...

***

Diğer bir taktik, bedava konserler, şovlar düzenlemektir...

Ne olursa olsun insanları orada tutmaktır amaç...

***

Slot makineleri ve Blackjack gibi oyunları kumarhaneler çok sever...

Çünkü ufak kazançlarla insanları içerde tutar; ama uzun vadede her zaman casino kazanır...

***

Las Vegas’ta yerleşik yaşayanların yüzde 87’si hayatını kumardan kazanır...

***

Kumarhane ışıkları sizi evinizde hissettirmek için özel tasarlanır...

***

Kumar çok eski çağlardan beri hayatımızdadır... Kumarın ilk vergilendirilmesi ve düzenlenmesi milattan önce 4. yy’a denk gelir...

***

Tombala’nın gelişmiş versiyonu olan Keno, Milattan Önce 200’lü yıllarda Çin’de bulunmuştur...

***

Çin Seddi’nin büyük kısmı, Keno’dan gelen vergi gelirleri ile tamamlanmıştır...

***

İslam dışındaki dinler; geçmiş zamanlarda kumara tolerans göstermişler hatta desteklemişlerdir...

***

Kumarhanelerde saat ya da pencere göremezsiniz...

***

İtalyanlar ve Fransızlar hala Blackjack’i kim buldu? diye tartışırlar...

***

İlk slot makinesi 1899 yılında bir araba tamircisi tarafından yapılmıştır...

***

Slot makinelerinde tek seferde kazanılan en büyük ikramiye 39 milyon dolardır... 1999 yılında Las Vegas’ta şanslı bir kadına çıkmıştır...

***

Rulet en eski kumarhane oyunudur...

***

Fransız İmparatoru Napolyon’un favori kumar oyunu Blackjack’di...

O zamanlar 21 denilen oyuna, Blackjack ismi 19. yüzyılda verildi...

***

Bir maç için oynanan en büyük kumar bir Amerikan takımı için yatırılan 2.4 milyon dolardır... Yatıran kişi 400 bin dolar kazandı...

***

Amerika’da internet kullanıcılarının yüzde 11’i şu ana kadar kumar oynadılar... En çok poker oynadılar...”

***

Poker, okey gibi masa oyunlarını çok genç yaşlarımda oynamaya başladım...

Haliyle paralı oynuyor ve bir süre sonra ortadaki paranın giderek katlanması ihtimalini görüyordum...

Ben büyüdükçe, ortadaki paranın büyüyeceği ihtimali kesindi...

Adrenalin ve heyecan yapan şeylere olan zaafımı biliyordum...

Kendimi hemen “briç”e yönlendirdim... Briç hem bir kağıt oyunu, hem bir zeka oyunu hem de inanılmaz komplike bir beyin sporuydu...

***

Adrenalin, heyecan, kazanma, kaybetme, takım, rakip, zeka, hatta bir miktar blöf; aradığım her şey vardı briç’te...

Briç’i de paralı oynayanlar vardı ve ben de arada bir paralı oynamayı seviyordum...

Bu sefer kendimi ‘kahve briç’inden uzaklaştırıp, ‘turnuva briç’ine yönlendirdim...

Briç turnuvalarında aldığım heyecandan sonra, paralı okey oynamak bana leblebi çekirdek yemek gibi geliyordu...

Kumarhaneler de, zekanın kullanılmadığı bir şans oyunu portresinin dışına taşamıyordu...

Ne kumarhaneler, ne okey, poker gibi heyecanlar, briç’in yanında bana fasa fiso gelmeye başladı...

Böylece bir daha, “kumar gibi kumar” oynamadım...

Briç’i şampiyon olduktan sonra yarıda bırakmış olmak ise, içimde kalan bir yara olarak kanamaya devam etti...

BOYUN FITIĞI ‘DEDİĞİM DEDİK’ KİŞİLERDE MEYDANA GELİYOR...

“Her Gün 1 Yeni Bilgi” isimli Twitter hesabında, dün duygularla organları arasındaki, o ilginç bağlantıyı görüyorum...

Yıllar önce; Kuantum ve İyileşme kitabında R. Şanal, biyoenerji çalışmasında Ünal Uluer da, organlarla duygular arasındaki aynı frekansların çekimine dikkat çekiyorlar...

***

Kızgınlık ve öfke...... Karaciğeri...

Üzüntü ve melankoli... Akciğerleri

Korku................. Böbrekleri

Aşırı düşünce;

Zihinsel çalışma;

Endişe................ Dalağı

Nefret ve kırgınlık... Kalbi yoruyor...

***

R. Şanal’a göre bel fıtığı; kaldırılamayacak ölçüde manevi yük ve sorumluluğu üstünüze aldığınızda ortaya çıkıyor...

Boyun fıtığı ise; dediğim dedik ve inatçı kişiliklerde ortaya çıkıyor...

Klasik tıp; hastalık meydana geldikten sonra, tedavi ve ameliyatla bunu gidermeye çalışıyor...

Oysa mesele; organları bire bir etkileyen bu duyguların üstesinden gelebilmek...

***

Çok uzun bir aradan sonra, bir ay önce, Ünal Uluer, vücudumun biyo-enerjik ritmini düzenlemek ve doğru işlemeyen taraflara uygun enerji vermek için bilgisayar programına sokuyor beni...

Bazı duyguların, belirli organları etkilediğini görüyorum...

-”Çakraların hepsi mükemmel çalışıyor...” diyerek beni teselli ediyor Ünal Bey’le; Sezin Hanım...

***

Bu bilgilere önem veriyorum...

Çünkü hayatımda bel fıtığı ameliyatı olduğum onbeş yıl önce, hangi manevi yüklerin ve sorumluluk duygularının altında ezildiğimi biliyorum...

Bel fıtığıyla, yaşadığım duygular arasındaki apaçık bağın o kadar farkındayım ki, bana klasik eğitimden gelen bir doktor hangi tıbbi! açıklamayı yaparsa yapsın, esas nedeninin o duygusal birikim olduğunun farkındayım...

***

Otuz yıl önce duygusal dünyamın stresinden meydana gelen mide yanması ve gastridin 30 yıl içinde, sadece duygusal şartlarım iyi olmadığında ortaya çıkıp, diğer zamanlarda tümüyle yok olmasının başka bir izahı yok çünkü...

Bazı sabahlar kızımın okul öncesi meydana gelen öksürük krizinin, gerginlikten kaynaklandığını kendi tecrübelerimden biliyorum...

Doktorun, analize gönderip tetkik etmek istediği bir sürü ölçümün, gerginlikten kaynaklanan öksürükle hiçbir alakasının olmadığının da farkındayım...

Bunların farkındayım çünkü midemdeki yanmayı da; önerdikleri çay kahve içmeme türü şeyler değil, duygusal durumumdaki düzelme yok etti...

Yazının devamı...

Polis gözaltısında; ateşli havaleden sakat kalan bir bebeğin hikayesi...

28 Mart 1982'de polis bir evi basıyor...

Bayrampaşa'daki evde üç kişi bulunuyor...

Karı-koca ve dört gün önce doğan yavruları...

Polis babanın erkek kardeşinin, 12 Eylül'den önce işlenen Nihat Erim suikastinin azmettiricisi olduğu gerekçesiyle arandığını söylüyor...

Kardeşinden dolayı "şüpheli" sıfatıyla babayı içeri alıyorlar...

O sırada daha kötü

bir şey oluyor...

***

Anne polis baskınının olduğu geceden dört gün önce bebeğini doğuruyor...

Yeni doğum yapan annelerde sıkça görülen lohusa sendromu geçiriyor o sırada...

Bebek dört günlük ve evde ona annesinden babasından başka bakacak kimsecikler yok...

Bugün 32 yaşında olan genç adamın hayatının kaderi o gün orada dört günlük bir bebekken, ve olanlardan habersizken belirleniyor...

***

Polis anneyi de "şüpheli" sıfatıyla "merkez"e

alacaklarını söylüyor...

Tarihler 28 Mart 1982 gecesini gösteriyor...

Anne baba polis nezaretinde merkeze götürülürken; dört günlük bebeklerini komşuya bırakmak zorunda kalıyorlar...

-"Ne olur siz bakın... Bizim şu anda elimizden hiçbir şey gelmiyor..." diyerek...

***

Anne baba polis gözetiminde iken daha da kötü bir şey oluyor;

Bebek ateşleniyor...

Ateşli havale geçiriyor...

Ateşli havale durumlarında; doktorlar

bebeğin üstünün hemen açılmasını, ılık su ile vücudunun silinmesini, yine ılık suyla duş aldırılmasını, alın ve kasıklara ıslatılmış havlu konmasını ve ateş düşmüyorsa, doktora gidilmesini öneriyorlar...

Doğal olarak bebeğe bunlardan hiçbiri yapılamıyor...

Bir haftalık bebeğin beyni, geçirdiği ateşli havale ve arkasından meydana gelen komplikasyonlar sonucu hasar görüyor ve kaslarına komut veremez hale geliyor...

***

Anne 12 gün sonra, baba ise 90 günlük sürenin sonunda dışarı çıkıyor...

Baba daha sonra çocuğunu ameliyat ettirse de fayda etmiyor ve beyindeki hasarın bir bölümünü

yok edemiyor...

O günden beri; 32 yıldır baba Fikret Şahin, hiçbir Pazar günü normal bir tatil yapmıyor...

Yataktan çıkamayan çocuğunun, temizliğini ve bakımını kendi elleriyle her Pazar günü beş saat süreyle yapıyor...

O bebek bugün 32 yaşında genç bir adam...

***

Baba ise ünlü bir ressam şimdi...

Adı Fikret Şahin...

Dün onu Beşiktaş Kültür Merkezi'ndeki sergisi esnasında görüyorum...

Çocukları tiyatroya götürüyorum...

Antraktta; resim sergisini görüyorum...

Yanıma geliyor ve uzun bir sohbetin sonunda laf lafı açarken hayatının bu dramatik öyküsünü anlatıyor...

Çocuğunun beynindeki hasardan mütevellit yatalak durumu ona çok koyuyor...

Hayatını değiştiriyor...

Dönemin siyasi ve mülki sorumlularıyla birlikte, belki de "kendisini niye daha fazla bir şey yapamadım" diye yiyor...

Onun için; resim sergilerinin gelirini "omurilik zedelenmesinden dolayı, yürüyemeyen, tekerlekli sandalyeye mahkum" hastalara aktarmaya karar veriyor...

***

Dün hiç beklemediğim bir ortamda, beklenmedik bir zamanda trajik bir 12 Eylül hikayesi dinliyorum...

O gün o bebek; orada kaderine terkedilmek zorunda mıydı acaba?..

O bebeği koruyacak hiçbir önlem

alınamaz mıydı?..

Ona ateşli havale geçireceği günlerde, yardım eli uzatacak, beyninde hasar meydana gelmesini önleyecek "insan hayatına değer veren" bir zemin oluşturulamaz mıydı?..

İnsan hayatına karşı hoyratlık, bu ülkede darbelerden mi kaynaklanır?..

Yoksa bu coğrafyanın her daim yaşayan bir fıtratıdır da, darbelerle mi meşrulaşır?..

Tavuk mu yumurtadan;

Yumurta mı tavuktan?..

Çok fark etmiyor...

***

Bu coğrafyada insanların sakat kalması ya da ölmesi "politik bir rant sağlanmayacaksa" üzerinde fazla konuşulmayı gerektiren bir zaruriyet değil...

Omurilikten yatalak insanlara, yardım etmek isteyenler olursa, 29 Ekim'e kadar Beşiktaş Kültür Merkezi'nde Fikret Şahin'in resim sergisi devam ediyor...

Belki aramızdan bir tablo alan ve insanlığa katkı yapmayı düşünenler çıkabilir...

SARI KIRMIZI FORMALAR ARASINDA SARI LACİVERT KIYAFETLİ BEŞİKTAŞLI...

Dün sabah apar topar evden çıkıyorum...

Gardroptan seçtiğim lacivert kadife pantolonumla, içinde lacivert barındıran pötikareli gömleğimin üzerine; kırmızı kazağımı atıyorum...

Ancak kırmızının, gömleğin koyuya çalan rengini iyice kapattığını fark ediyorum...

Orada bulunan sıra kazağı üzerime geçirip, alelacele evden çocukları tiyatroya götürmek üzere çıkıyorum...

Tiyatroda birşey olmuyor...

Öğleden sonra; geç bir öğle yemeği için Ayşe Nazlı'yla

buluşup, birlikte çocukları D&R'a götürmeye karar veriyorum...

***

Kanyon'daki AVM'de buluşmaya karar veriyoruz...

Kanyon'dan içeri girdiğimiz an; durumun absürdlüğünü fark edip gülümsemeye başlıyorum...

Kanyon'da o saatte bulunup, kafelerde oturan, yemek yiyen, vitrinleri gezen her dört kişiden üçü sarı kırmızı forma giyiyor...

Üç saate kadar Galatasaray Arena stadında Galatasaray-Fenerbahçe derbisi başlayacak ve sarı kırmızılı taraftarlar Kanyon'un altındaki metro istasyonundan iki durakta Arena stadına ulaşacaklar...

***

Galatasaray'ın Arena'da maçı olduğu günlerde Kanyon'daki AVM Galatasaray taraftarıyla dolup taşıyor...

Yemeğini yiyen, arkadaşıyla gelen, maç öncesi sohbet geyik için buluşan tüm taraftarlar, oradan Arena'ya gidiyorlar...

Hepsi sarı kırmızı forma ve kaşkollarla Kanyon'u dolduruyor...

Bütün bunların arasında dün, lacivert kadife ve sarı kazaktan oluşan, pötikare gömlekli kıyafetimle tam bir tezat oluşturuyorum...

Beşiktaş için Fenerbahçe'nin galip gelmesinin oluşturacağı bir avantaj olmadığından durum iyice "garip" bir hal alıyor...

***

Yüzlerce Galatasaray'lı taraftar beni o halde görüp, ilginç ilginç bana bakıyorlar...

Ayşe Nazlı Galatasaray'lı...

O da durum karşısında hayretini gizleyemiyor...

Bütün bu hengamenin arasında, bir ara Aziz Yıldırım'ın eşiyle karşılaşıp, kısa bir sohbet yapıyorum...

Galatasaray'lı taraftarlar Aziz Yıldırım'ın eşini o haliyle tanımıyorlar... Onun için benim sarı lacivert kıyafetli konumumun, Aziz Yıldırım'ın eşiyle maç öncesi yaptığım sohbetle soslandığını bilmiyorlar...

Fakat Ayşe Nazlı'ya durumu açıklamak zorunda kalıyorum:

-"Kızım bugünkü maçta Fenerbahçe'yi tutmuyorum... Senin takımın Galatasaray'ı da tutmuyorum... Sarı lacivert giymem tamamen bir tesadüf...

Ya da şöyle söyleyeyim... Bilinçaltım, Galatasaray formalı yerlerde gezeceğimi hissedip, tersini yapmış olabilir...

Kadıköy'e gitseydik, bu kez de muhtemelen sarı kırmızı ağırlıklı bir kıyafet giyerdim...

Ben o an için azınlıkta kalan fikirlerin ayakta kalarak yaşayabilmesinden, bilinçaltı bir zevk alıyorum...

Babanın meselesinin esası azınlıkta kalanların yaşam hakkının savunulması..."

Yazının devamı...

Kiracı mıyız biz bu memlekette?

100 YIL ÖNCE BUGÜNLERDE DEDEM SARIKAMIŞ’TA DONMUŞTU...

Dedem; bugünden tam yüz yıl önce Ekim-Aralık 1914’te Ruslarla Sarıkamış’ta savaşmak için Doğu sınırına; İstanbul ve Irak’tan gönderilen iki tümenin içindeydi...

Dedemlerle birlikte 90 bin kişilik Osmanlı ordusunun 120 bin kişi olması hedeflenmişti...

Enver Paşa’nın girişeceği Sarıkamış Savaşı;

Kars, Ardahan ve Batum’u Ruslardan geri almak amacıyla yapıldı...

***

“Askerin cesaretinin, yürüyüşe ve yoksulluğa katlanma kudretinin ve yaptığı savaşın ulusal nitelik taşıdığı yolundaki kanı“sının; Ruslara karşı psikolojik sağladığını yazıyor tarihi belgeler...

Ne ki aynı belgeler;

“Askerin çoğu, büyük bir savaş planını gerçekleştirmek için manevralarla yetiştirilmiş değildi...” diyorlar ve ekliyorlar:

“Yollar karla örtülüydü...

Kimi yerlerde karın kalınlığı birbuçuk metreyi bulmaktaydı...

Isı eksi 20 ila eksi 25 derece arasında oynamaktaydı...

Çatışmalar esnasında asker saatte ancak bir kilometre yürüyebiliyordu... 25 kilometrelik Allahuekber yaylasında kar kalınlığı bir metreyi aşıyordu...

Gece gündüz yürünen yolda; soğuk, açlık ve yorgunluktan 10 bin kişi kırıldı...

Üç bin kişi ancak Sarıkamış’a ulaşabildi...

Savaş sonunda Osmanlı ordusunun kaybı 80 bin kişiydi...”

***

Dedem Sarıkamış cephesinde; bu koşullarda donan beş ayak parmağını kaybetti...

Bir daha doğru düzgün yürüyemedi...

Genç bir Osmanlı’ydı...

Babamın doğmasına henüz 15-16 yıl vardı...

Osmanlı çöküp; yeni Türkiye kurulmaya çalışırken aynı tehlikeler altında yine savaştı...

Bu kez kendi ata toprakları Osmanlı’dan alınıp, Irak denilen devlete verilmişti...

Türkiye’den ayrı kalmış, anavatandan kopartılmışlardı...

Bu kez de Kerkük ve Musul’un Türkiye’ye bağlanması için gizli komitaların içinde görev aldı...

Babamın doğduğu; yıllar sonra benim küçük bir çocuk olarak ziyaret ettiğim ev; “Türkiye için mücadele eden gizli komita toplantılarına ev sahipliği yapan evdi...”

*****

KAN VERDİĞİMİZ TOPRAKLARDA KİRACI MI OLACAĞIZ?..

Yüz yıl sonra bunları;

“Ne kadar muhteşem;

Ne ulvi ve kahraman...

Bir aileden geldiğimi“...

Ecdadımın bu topraklar için neler yaptığını anlatmak için yazmıyorum... Hayatım boyunca, dedemin ve babamın ülke uğruna yaptıklarıyla hiç övünmedim...

Ben mesleğinde iyi, doğru, dürüst ve namuslu olduğun zaman... Bağımsız ve özgür gazetecilik yaptığın zaman...

“Vatanperver olunacağına“ inanan bir kuşaktanım...

***

Oysa bu ülkede, sivil olan, bağımsız olan, özgür olan, vatanperverliği işini iyi, namuslu ve dürüst yapmaktan ibaret gören kişiler; geçmişten bu yana suçsuz yere “devletin adı ve kurumlarını istismar ederek,“ kurumların gücünü kendi kişisel rantları için kullanan, birtakım “kurnaz etki ajanlarının,” operasyon hedefi durumunda kaldılar...

35 yıllık gazetecilik hayatım, kişisel çıkarı, hesabı ve rantı için atalarımın uğruna savaştı; “devletin en önemli kurumlarını istismar eden“ onlardan güç aldığını sanarak kirli, bel altı operasyonlar yürüten, kişisel çıkarlarına devleti alet eden kurnaz etki ajanlarıyla mücadele etmekle geçti...

***

Dedemin kanını, babamım 55 yıllık meslek hayatını verdiği ata yadigarı topraklarda;

“Her an operasyona tabi tutulan... Bir ‘kiracı’ durumuna düşürüldük...”

İsyanım;

Dedemin ve babamın anısına...

Çocuklarımın adınadır...

Toprakları için kanlarını ve canlarını verenleri;

Kişisel rant peşinde koşan kurnaz etki ajanlarının ellerinde oyuncak ve kiracı yapılmasına müsaade eden vatan; “vatandaş“ sahibi olamaz...

Vatan için vatandaş gerekir...

Vatandaş için de “vatan“...

KİM BU ETKİ AJANLARI ADNAN BERK OKAN?..

Dün Gazeteciler com’da hergün gazetecileri, yazarları ve televizyoncuları madalya kürsüsüne ya da yergi sütununa layık gören, Adnan Berk Okan beni “Günün keşe Yazarı“ ilan ediyor...

“Bir Etki Ajanı” başlıklı yazımdan dolayı... Adnan Berk Okan; “yazıyı dikkatlice okuyun” diyor; “sonra bulmacayı çözmeye başlayın“ ifadesini kullanıyor... Önce yazıyı vereyim...

Sonra bir şeyler söyleyeceğim Adnan Berk Okan’a...

***

“Bilmece sever misiniz?..

Ya da bulmaca çözmekten hoşlanır mısınız?.. Veya...

Sherlock Holmes gibi “Akıl Yürütme Oyunları” oynamaktan keyif mi alıyorsunuz?..

O halde... Reha Muhtar’ın dünkü Vatan’da “Bir etki ajanı...” başlığı altında yayımlanan makalesini okuyun...

Hem de mutlaka okuyun...

Okuyun... Göreceksiniz ki sadece Reha’nın tanımladığı kişiyi bulmaya odaklanacaksınız...

Beyin jimnastiği yapacak, kafanızı güncel kirliliklerden temizleyeceksiniz...

Google’e girin araştırın...

Kişisel arşivinize dönüp bakın...

Hafızanızda gezinti yapın...

Reha Muhtar’ın kimi anlattığını bulmaya çalışın...

***

Tahminim o ki Reha’nın tarifini ettiği kişi halen yaşıyor...

Bir yerde çok bilindik bir özel ismi çift tırnak (“ Ö”) içine alıyor...

Ama dikkat...

Reha bunu “kasten” yapıyor olabilir... Yani... “Şaşırtmaca”...

Çünkü... Özel ismi küçük harfle başlayarak yazıyor...

Uzatmayayım...

Reha Muhtar Günün Köşe Yazarı...”

ADNAN BERK OKAN’A CEVABIM...

Yazısını okuduktan sonra; “Bir Etki Ajanı” yazısında küçük harfle, tırnak içine aldığım kelimelerin bütününü tarıyorum... Şu sıfatları ve tanımlamaları almışım tırnak içine yazıda...

***

“kurumları ve insanları kullanarak, derin ve istihbari olaylardan kişisel rantlar sağlayarak, devletin kuruluşlarını kişisel amaçları için kullanarak”

***

“kurnaz etki ajanları”

***

“hesap sorulma günlerinde herkesi birbirine sokacak kurnaz planlar yapmak, ‘sonra da kendi çözüm buluyormuşcasına’ iyi niyet elçisini oynamak, çok büyük kişisel rantlar sağlardı...”

***

“herkesi herkese vurdurtmakta, kırdırtmakta sakınca görmüyordu...”

***

“cadı avını”

***

“kişisel rant sağlayacağı durum yaratacağını”

***

“evren”

***

“rant sağlayacağı kavgaları körüklemekten”

***

“devleti savunuyoruz”

***

“bu kez de karşı cephenin en çığırtkan rolleri”

***

Adnan Berk Okan’ın söylediği tırnak içine aldığım küçük harfli özel isim, bunların hangisi acaba?..

Adnan Berk Okan “evren” ismini kastediyor sanırım...

Bir ipucu vereyim;

“Evren” değil; o isim...

Şimdi ismi vermeyeceğim...

Kişisel rantı için, kurnazlık eden o küçük etki ajanı değil sadece...

Bu memlekette “vatanı için kan akıtmış, ailesinde şehit ve gazi vermiş suçsuz, günahsız sivil insanlara operasyon yapmaya ve uğruna savaştığımız memleketi; yaşanmaz kılmaya kalkan kim olursa, hepsini birer birer ortaya koyacağım... Kiracı da sayılsam, dedemden bana kalan miras bu...

Çocuklarıma yadigar...

Yazının devamı...

'Freud; 'aşk yoktur libido vardır...'

“Annesinin gözdesi olan erkek hayatı boyunca kendisini bir kahraman gibi hisseder...

***

Aşk yoktur, libido vardır...

***

Bilinç, hayatın zalim gerçeklerine karşı iki temel savunma geliştirir: "kaygılı gerçek" ve "inkar"...

***

Bir insan bir yere bakıyorsa orada ilgilendiği bir şey vardır...

Bir insan bir yere hiç bakmıyorsa orada ilgilendiği bir şey kesinlikle vardır...

***

Bir insana vazgeçilmez olduğunu hissettirdiğinizde ilk vazgeçeceği kişi siz

olursunuz...

***

Cinsel dürtünün çocuklukta bulunmadığı ve ancak ergenlik döneminde uyandığı genel olarak kabul edilmiştir. Bu, sonuçları bakımından ağır bir yanılgıdır. Çünkü cinsel yaşamın temel koşulları karşısında içine düştüğümüz bilgisizlik bundan ileri gelmektedir. Çocuğun cinsel gösterilerinin derinliğine inersek, cinsel dürtünün ana çizgilerini açığa çıkarırız; bu dürtünün evrimini anlarız ve nasıl çeşitli kaynaklardan çıktığını görürüz...

***

Gittiğim her yerde, benden önce oraya gitmiş bir şair buldum...

***

Güç ve güveni hep dışımda aradım... Ama bunlar insanın içinden gelir... Ve her zaman oradadırlar...

***

Henüz yanıtlanamamış ve kadın ruhuyla ilgili otuz yıl süren araştırmalarıma karşın benim de yanıtlamayı başaramadığım çok önemli bir soru var:

'Kadın ne ister..?'

sorusudur bu...

***

Hiçbir erkek birlikte olmak istemeyeceği bir kızla yakın arkadaş olmak istemez...

***

İnsan saldırılara karşı kendini savunabilir, ama iltifatlara karşı savunmasızdır...

***

İsmini unuttuğunuz kişi hakkında muhakkak olumsuz bir düşünceniz vardır...

***

Kendini öldürme arzusu, daha derinde; başkalarını

öldürme arzusunun

projeksiyonudur...

***

Medeniyetin ilk şartı adalettir.

***

Özür dilemek, senin haksız olduğun, karşı tarafın haklı olduğu anlamına gelmez... Verdiğin değerin egondan yüksek olduğunu ifade eder...”

-Sigmund Freud

FREUD'UN LONDRA'DA ÖTENAZİ İSTEYEN ÖLÜMÜ...

Faşizmin Freud’un ailesini yıktığı günler başlamıştı... Freud babasını ve en sevdiği torununu kaybetti arka arkaya...

Torunu öldüğünde hayatında ilk kez ağladı... Çene kanseri olmuştu...

Arka arkaya ameliyatlar oluyor ancak fayda etmiyordu... Aile Londra’ya gitmeye karar verdi... Minna önceden gitti...

Arkasından Freud ve Martha geldiler...

82 yaşındaydı ve Londra onları

hayatlarındaki bütün felaketlere karşın güzel karşıladı...

***

Biliyordu ki Londra’da ölecekti Freud...

Faşizm Avusturya’yı ve tüm Avrupa’yı kasıp kavuruyordu...

Zor bela vize alarak ailesiyle birlikte Londra’ya kaçabilmişti...

Torununu kaybetmiş ve bu olay onu çok etkilemişti... Kendisi kanserdi ve

ağrıları dayanılmazdı...

Bir tür ötenazi istedi doktorundan...

Fazla miktarda morfin vermesini istedi doktorundan... Doktor Martha’nın onayını alarak, Freud’a morfin yükledi... Freud ertesi sabah uyanmadı... Ölmüştü...

Tarihler 23 Eylül 1939’u gösteriyordu...

***

Viyana’daki evde “Freud’un son görüntülerini siyah beyaz karanlık karelerden izledim...”

Babasına aşık olan Anna’yı gördüm...

Karısı Martha’yı, kızkardeşini Minna’yı... Sonra merdivenlerden aşağı indim, kendimi Berggasse sokağının ıssızlığına attım... Sessiz ve dingin bir sokaktı Berggasse sokağı... İlerde Tuna nehri bütün haşmetiyle akmaktaydı... Yürürken belli belirsiz Freud’un silüetini gördüm...

Bana el sallıyordu...

KÜÇÜK KIZIYLA BABA KIZ AŞKI...

Dünyada eserlerinden en fazla alıntı yapılan adamdır Freud...

En önemli bulgularından biri bebeklik yıllarındaki baba-kız aşkını anlattığı metinlerdir...

Küçük kızı Anna 1895 yılında doğdu Freud’un...

Babasının gözdesiydi...

Babasına karşı “aşırı bir duygusal bağı vardı Anna’nın...”

Freud kızının bu duygusal bağından endişelendi...

Kızı 22 yaşındayken haftada altı kez babaya duyduğu aşırı duygusal bağı çözmek için seanslar yaptı...

Yazının devamı...

Bir etki ajanı...

Genç bir adamdı...

Mütevazı bir memur aileden geliyordu...

Kişisel amaçları ve ihtirasları çok büyüktü...

Büyük paralar kazanmak; büyük bir şöhret sahibi olmak istiyordu...

Böyle istemesinde aslında bir sakınca yoktu...

Fakat bunu “kurumları ve insanları kullanarak, derin ve istihbari olaylardan kişisel rantlar sağlayarak, devletin kuruluşlarını kişisel amaçları için kullanarak” gerçekleştirebileceğini düşünüyordu...

Türkiye’nin hızla değiştiği yıllardaydık...

Bir dönüşüm yaşıyordu Türkiye...

***

Piyasaya yeni giren “kurnaz etki ajanları” için bulunmaz bir fırsatlar ülkesiydi Türkiye...

Hükümet, cemaat, laikler, ulusalcılar, sosyalistler, milliyetçiler, Kürtçüler; herkesin herkesle bir derdi vardı bu ülkede...

O hale getirilmişti bir kere bu ülke...

Uyanık bir etki ajanı için, “hesap sorulma günlerinde herkesi birbirine sokacak kurnaz planlar yapmak, ‘sonra da kendi çözüm buluyormuşcasına’ iyi niyet elçisini oynamak, çok büyük kişisel rantlar sağlardı...”

Uyanık etki ajanı, kısa zamanda bu karlı yolu benimsedi...

***

Başdöndürücü bir hızla yükselişe geçti...

Yükselişi esnasında; “herkesi herkese vurdurtmakta, kırdırtmakta sakınca görmüyordu...”

“Kavgadan besleniyor, kavgadan rant sağlıyor, sonra da barışmayı kendisi sağlamış görünerek kişisel prim yapıyordu...”

Türkiye’de “cadı avını” teşvik ederek, insanların hayatını mahvederken kurnaz planlarını yürürlüğe sokuyordu...

Ne kadar çok adamın başını belaya sokarsa; o kadar çok “kişisel rant sağlayacağı durum yaratacağını” düşünüyordu...

***

Bir gün hiç tahmin etmediği yerden başına bir olay geldi...

Hiç ummadığı bir yerde berbat bir şekilde tökezledi...

Kendini ‘çevreye’ olduğundan farklı göstermişti...

Kendini en güçlü sandığı anda; en hassas yerinden vuruldu...

Aslında “evren” ona bir mesaj veriyordu...

“Gittiğin yol yol değil;” diyordu...

“Ne yapıyorsan iyisiyle kötüsüyle kendine yapıyorsun... Bir süre sonra yaptığın şeylerin aynen başına geldiğinde göreceksin...”

***

Kurnaz etki ajanı bu mesajları almadı...

Devam etti, psikolojik harp yöntemleriyle insanların üzerine gitmeye...

Geçmiş dönemin ünlü bir sanatçısının, içinde yer aldığı derin istihbari ve karanlık bir operasyonu, yıllar sonra kendi kişisel çıkarlarına rant sağlamak için kullanmakta beis görmedi...

İnsanları cezaevine tıktırtmaktan;

Cezaevinde bulunanları cezaevinde süründürtmekten...

Karşı görünür gibi durduğu çevreler dahil; hemen her çevreyle kendini veya bir yakınını bir türlü bağlantıda tutup, “rant sağlayacağı kavgaları körüklemekten” geri durmadı...

Bir süre sonra; işin ehil eski profesyonelleri onunla irtibata geçtiler...

Onların verdiği rolleri uygularken, kendini güven altına almak için “bu kez de karşı cephenin en çığırtkan rolleri”ni haykırmaktan geri durmadı...

“Ali’nin külahını Veli’ye; Veli’nin külahını Ali’ye takarken”, girift ilişkilere girdi...

***

Karakter suikastlerinin gırla gittiği...

İnsanların ve grupların sürekli bir hesaplaşmadan geçtiği...

Herkesin birbirini kör kuyularda ve zindanlarda gırtlaklamak istediği bu ortamda...

Durumdan kendileri için rant sağlamayı düşünen etki ajanları ortalıkta cirit atarlardı...

Bunlar “devleti savunuyoruz” kisvesi altında, insanların haysiyetlerine hayasızca saldırır; cellatlık yaparlardı...

Aynı kurnaz etki ajanları dönem bitince, piyasadan ustaca ve usulca kaybolurlardı...

İsimleri ve kimlikleri bir süre sonra kimse tarafından hatırlanmazdı...

***

Ancak;

Dönemin sorumluları;

Kendi kişisel çıkarları için ortalığı karıştıran...

Haysiyet cellatlığı yaparak, insanlara karakter suikasti yapan; bundan rant sağlamayı amaçlayan...

İnsanları hayasızca aşağılayan ve arkalarında toz duman bırakan etki ajanlarının yarattığı hasarın sorumlusu durumunda kalırlardı...

Onların neler yaptıklarını, yapmış olduklarını belki de bilmedikleri halde...

Fark ettikleri gün; çoktan iş işten geçmiş olacaktı...

*****

GÜL VE KENAN’LA; MUHTEŞEM MEKANLARIN GECESİ...

Gecce Com’un; Mekan Oscar’ları ödül töreni yapılıyor önceki gece...

Kenan Erçetingöz telefonla arıyor törenin yapılmasına saatler kala, bir aksilik çıkmasın diye...

-“Katılıyorsun değil mi?..” diyor...

-“Evet...” diyorum “katılıyorum...”

Farkındayım ki, Türkiye’nin Letonya’yla kader maçının olduğu gece, “ya söz veren konuklar katılmazlarsa geceye?..” diye ikircikleniyor Kenan...

***

Oysa ben, öncesinden söz verdiğim dostlarımın emek vererek hazırladıkları bir organizasyona son anda katılmamazlık ederek, onları zor durumda bırakamam...

Sözünü bile etmiyorum...

Sadece;

-“Nerede bu törenlerin yapılacağı Bomonti Hilton oteli?..” diye soruyorum...

-“Şişli Camii’nin oradan; sağdan aşağı in göreceksin...” diye tarif ediyor...

Ne olur ne olmaz arabayı almıyor taksiyle gidiyorum...

***

Karanlıklar arasından İstanbul gecesinin ıssızlığında giderken karşıma bir anda dev gibi bir Hilton oteli çıkıyor...

Orada dev bir Hilton olacağını, kırk yıl düşünsem tahmin etmezdim...

Ancak İstanbul böyle...

Her yerden otel fışkırıyor...

Tören için ayırdıkları salonda dev bir sahne var...

Yuvarlak yemek masaları tören için organize edilmiş...

Gül Erçetingöz Mutfak Şef’inin Yunanlı olduğunu yemekleri mutlaka denememi istiyor...

Yazıyı geç yazdığımdan geceye ancak 21.45’de tören için katılıyorum...

Yemek yiyecek durumda değilim...

650 kişilik seçkin bir konuk topluluğu, Türkiye-Letonya milli maçını izlememe pahasına salondaki yerini alıyor...

***

Orhan Gencebay’ın, Özcan Deniz’in, Ferhat Göçer’in, ünlü futbolcu ve gazetecilerin; Türkiye’nin en şık mekanlarının sahiplerine ödül verdiği bir gece bu gece...

Gül ve Kenan Erçetingöz; mekanları teşvik etmek için, Türkiye’nin en ünlü simalarına yılın mekan ödüllerini verdiriyor...

Bir ara babadan çocuklara geçen mekanların sahipleri iki kuşak sahneye davet ediliyorlar...

Duygu seli yaşanıyor salonda...

Ben 10 yıl önce ilk açıldığı günlerde, henüz pek kimseler gitmezken, bir mahalle barı kıvamındayken gidip, uzun bir yazı yazdığım Lucca’ya son on yılın mekanı ödülünü veriyorum...

***

-“Mekanları yazanlar, veya oraya giden ünlüler o mekanı yarattıklarını” zannederler...

“Oysa oraları yaratanlar mekanlara alın terini veren işletmeciler ile çalışanlarıdır...” diyorum...

Sonra da;

“Türkiye’yi bir bölgesel savaşın parçası haline getirmeye çalışan güçlere inat; bu albenili mekanları, yeme içme kültürünü, estetiği, güzelliği ve yaşamı Türkiye’ye sunmaya devam eden tüm mekanlara gönül dolusu teşekkürlerimi” iletiyorum...

***

İnsanların kendi alanlarında hayata kattıkları değere, teşekkür etmem; gece eve giderken beni hafifletiyor...

Bir kez daha kadir ve değer bilmenin ve vermenin almaktan daha büyük bir mutluluk sağladığını görüyorum...

Gece bitiyor;

Çocuklarımın yanına huzur içinde gidiyorum...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.