Şampiy10
Magazin
Gündem

Gazeteci; 12 Eylül darbesi... 2 milyar dolarlık rüşvet haberi...

12 Eylül darbesinin siyasi ve ideolojik yönü konuşuluyor Türkiye’de...

Oysa dönemin Hava Kuvvetleri Komutanlığı üzerinde yoğunlaşan rüşvet söylentileri; Amerikalı uçak şirketinin temsilcisi tarafından seslendirilen, “Türkiye’de istediğimiz uçakları aldırabilmek için 2 milyar dolar rüşvet dağıttık” yolunda bir iddiası üzerinden yürüyordu...

***

Gazeteci; “12 Eylül darbesi günlerinde Hava Kuvvetleri’nde F-16 uçaklarının alımı esnasında 2 milyar dolar rüşvet verildiği sözlerini iki kez haber yapmaya çalışıyordu hayatında...

İkisinde de görünmeyen duvarlara tosluyor ikisinde de mesleğini kaybetme seçeneğiyle karşı karşıya kalıyordu...

***

Uçakların Türkiye’de alımı sırasında 2 milyar dolar rüşvet verildiği haberini Atina’dan ilk yazdığında meslekte kıdemli bir gazeteci kendisini arıyor; “Dikkat et... Başına bir bela gelecek” diyordu...

***

Gazeteci’nin; Çetin Emeç tarafından manşete çekilen “2 milyar doları kim aldı?” başlıklı haberi ortalığı kasıp kavuruyordu. Kenan Evren, Adapazarı’nda Cumhurbaşkanı olarak çıktığı mitingde konuşmaya başlıyor ve Gazeteci’yi halka şikayet ederek “12 Eylül’e çamur atmaya kalkanlar var” diye sesleniyordu milyonlara...

***

Olay, F-16 savaş uçaklarının alımında Amerikalı şirketin eski yöneticisinin verdiği bir demeçle başlıyordu...

***

Veliotis isimli şirket yöneticisi, şirketten istifa edip ayrıldıktan sonra; “dünyada F-16 isimli uçakları satmak için dağıttıklarını söylediği rüşvetleri” açıklamaya başlıyordu...

***

Yunan Amerikalısı olan Veliotis, rüşvet açıklamalarını, Atina’da yapıyordu...

Gazeteci o esnada Atina’da Milliyet’in büro şefi olarak görev yapan bir gazeteciydi...

***

Çetin Emeç Gazeteci’yle her Pazar gecesi saat 22.30 sularında bir haber toplantısı yapıyordu o günlerde...

“Gazeteci”den bütün bir hafta boyunca göndereceği özel haberleri alıyor, el yazısıyla not ediyor ve haftayı öyle kapatıyordu...

Gazeteci; Atina’da her Pazar gecesi saat 22.30 sularında Çetin Emeç’in telefonunu bekliyor; ona haftanın gündemini vermek üzere çalışıyordu...

***

Pazar gecesi toplantılarının birinde Emeç; Gazeteci’ye; “senin oradaki kaynakların iyidir... Türkiye’de rüşvet dağıtıldığı ifşaatını yapan şirket yöneticisi Yunan kökenli Amerikalıymış... Şirketten ayrılmış... Atina’daymış... Söylediklerini bulursan, müthiş bir haber olur... Manşet yaparız...” diyordu...

*****

WATERGATE SKANDALINI ORTAYA ÇIKARTAN GAZETECİLER GİBİ...

Ne Gazeteci, ne de genel yayın yönetmeni Çetin Emeç haberde kural tanımayan gazeteciler olarak biliniyorlardı...

***

Gazeteci; Emeç’ten bu sözleri duyunca, bir anda gözü kararıyor; Yunan başkentinde yakın tanıdığı “ne kadar üst düzey Amerikalı İngiliz gazeteci varsa, o andan itibaren aramaya başlıyordu...”

***

Haberin uluslararası kimliği, Gazeteci’yi inanılmaz heyecanlara sürüklüyordu...

Amerikalı, İngiliz gazetecilerle işbirliği yapacak, uluslararası bir yolsuzluk haberini 12 Eylül günlerinde haberleştirecekti...

***

-“Ailem Kolej’lerde beni bunun için okuttu... Uluslararası gazetecilik yapabilen birisi olmam için...” diyordu içinden...

***

Yardımcısı İstanbul’lu Rum Antonia’ya döndü;

-“Hadi” dedi; “Yürü gidiyoruz...”

-“Nereye?” diye sordu Antonia...

-“Ekali’ye” dedi Gazeteci... -“Yunan kökenli Amerikalı yöneticinin villası Ekali’de... Önce villanın resimlerini çekeceğiz...”

***

Gazeteci; aynı anda Atina’da UPI, AP gibi dünya çapındaki Amerikan ajanslarının en tepe gazetecileri ile sürekli temas haline geçiyor; bütün açıklamaları didik didik tarıyordu onların ofisinde...

***

Sonunda Veliotis’le uzun görüşmeyi gerçekleştiren gazeteciye ulaştı...

Tesadüf, konuşan gazeteci; Gazeteci’nin yakın bir arkadaşıydı...

***

UPI’ın Ortadoğu Büro Şefi’ydi o gazeteci ve uzun konuşmanın bütün ayrıntılarını Gazeteci’ye vermeye başladı...

Atina’nın merkezindeki ajansta, teleks haberlerinin arasında geçen saatler boyunca Gazeteci çalıştı, konuşmaları ve özel notları kaydetti...

***

Veliotis şirketten ayrılmıştı...

Artık konuşmak istiyordu; geçmişte yaptıklarıyla ilgili...

Gazeteci; Doğru muydu yanlış mıydı bilmiyordu Veliotis’in söylediklerini...

Ancak Türkiye’yle direkt ilgisi olmayan bir CEO’nun “Türkiye’de 2 milyar dolar dağıttık” demesi manidardı...

Bir gazetecinin kolay kolay es geçemeyeceği bir haberdi...

***

Filmlerde gibi hissediyordu kendini Gazeteci...

Yunan başkentinde bir Türk gazetecisi olarak arka arkaya Amerikalı, İngiliz gazetecilerle, gazetecilerin sık gittiği restoranlarda, uzeri isimli barlarda buluşuyor, gazeteciler arası haber alışverişleri gerçekleşiyordu...

***

Watergate skandalını ortaya çıkartan gazeteciler gibi hissediyordu kendisini o günlerde Gazeteci...

*****

VİLLANIN ÖNÜNDEN GAZETECİ’YE BAŞLAYAN TAKİP...

Habere, deşifresine ve kasetlere o günlerde ulaşmıştı Gazeteci...

Veliotis “Türkiye’de uçaklarını tercih etmeleri için Hava Kuvvetleri içinde tam 2 milyar dolar rüşvet verdik” diyordu...

***

Yardımcısı Antonia’yla Ekali’deki villanın resimlerini çekerken, korumalar arabanın yanına geldiler...

Sert bir şekilde bakıyorlardı Gazeteci’ye...

***

Yunan kökenli Amerikalı şirket yöneticisi “çok konuşmuştu ve vurulmaktan korkuyordu...”

***

Resimler çekildikten sonra; Gazeteci’nin külüstür Golf’ünü, havalı bir araba Atina’ya kadar 30 kilometre boyunca takip etmeye başladı...

***

Günler sonra haber ve resimler hazır olduğunda İstanbul’a geçti haberi Gazeteci...

Çetin Emeç böyle anlarda atılan pasları hiç kaçırmayan bir Genel Yayın Yönetmeni’ydi...

*****

“12 EYLÜL’Ü PİSLEMEK İSTEYEN HAİNLER VAR...”

9 sütuna attı sürmanşeti Milliyet’e...

“2 Milyarı kim yedi” diye soruyordu o gün Milliyet’in sürmanşeti...

***

Altında siyah içine beyaz dişi klişede Gazeteci’nin imzası vardı:

“Gazeteci Atina’dan bildiriyor...”

***

Haberin yayınlanmasıyla birlikte ortalık da birbirine giriyordu...

Cumhuriyet gazetesi, habere dayanarak manşet üstüne manşet atıyordu...

Bütün gazeteler olayın üzerine atlamışlardı...

***

Herkes Gazeteci’nin haberini dayanak yaparak; 12 Eylül’ü sorgulamaya başlamıştı...

***

Oysa dokunulmazlık vardı ve MGK üyesi dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya, bu dokunulmazlığın zırhına bürünmüştü...

***

12 Eylül’ün lideri Kenan Evren Adapazarı’nda halka sesleniyordu: -“12 Eylül’ü pislemek isteyen hainler var...”

***

Gazeteci hain falan değildi...

Gözü haberden başka bir şey görmeyen mesleğinde ilerlemeye çalışan genç bir gazeteciydi hepsi o...

***

Kendisinden önceki Atina temsilcisi Gazeteci’yi aradı...

Yokladı...

-“Nereden aldın bu haberi?..”

Gazeteci nereden aldığını söylemedi;

-“Aldım işte...” dedi... “Kaynaklarım çok sağlam ve elimde belgeleri var...”

Kim bilir kimler dinliyordu telefonları...

***

Eski Atina temsilcisi sert konuştu:

- “Dikkat et... İyi şeyler düşünmüyorlar bu haberlerle ilgili...”

***

Özal Başbakan olmuş, ancak 12 Eylül daha son bulmamıştı... Bankadaki bütün parası 1500 dolardı... Yüzüne ter bastığını hissetti Atina’daki evinde...

Ne yapabilirdi ki?..

1985 yılının yaz sonu Eylül başıydı...

Atina’daki ilk yazında boncuk boncuk terliyordu Gazeteci...

Yazının devamı...

Tüm parasını ve hayatını bir tiyatro oyununa yatıran adam...

Riggan bir zamanlar Amerika’da çok popüler olup; büyük gişe yapan Birdman fimleri serisinin “Uçan Adam” rolünü oynayan bir oyuncu...

***

Aradan geçen zaman ve değişen şartlar, Birdman serisini Amerikan sinemasında tedavülden kaldırıyor...

Riggan ve Birdman, eski bir “film endüstrisi celebrity”si sıfatıyla ölüme terk ediliyor...

***

Riggan bir oyuncu ve bir sanatçı...

Bir sanatçı olarak tek bir rol değil onu hayatta var edecek olan...

O oynayacağı her oyunun ve rolün hakkını verebilecek kapasitede bir sanatçı olduğunu düşünüyor...

***

Birdman bitebilir; ama onun sanatçılığı Birdman bittiğinde bitmez...

Öyle inanıyor...

***

Birdman yıllarında eşiyle doğru düzgün sürdüremediği ilişkisini ve evliliğini bitiriyor...

Tek kızı var...

Sanatçı karakteri ve hayatı, “oyunlardan, canlandırdığı karakterlerden ve filmlerden ibaret gören” yaşam biçimi, kızıyla iletişimini koparıyor...

Kızı büyürken kızının yanında olamıyor, onunla ilgilenemiyor...

***

Amerika’da herkes tarafından Uçan Adam Birdman olarak tanınıyor Riggan...

O ise, bu rolü de hakkıyla oynamış olan bir sanatçı ve oyuncu olduğuna inanıyor...

***

Geçmişte kalan bir sinema ikonu değil; bir sanatçı ve oyuncu olduğunu anlatabilmek için, bütün parasını; yönetmenliğini yapacağı başrolünü oynayacağı bir Broadway oyununa dökmeye karar veriyor...

***

Bir süre sonra bütün hayatı; yönettiği ve başrolünü oynadığı Broadway oyunun hazırlıklarından ibaret hale geliyor...

Hayatının oyunu dediği bu oyun için borçlanıyor, her şeyini satıyor...

Tek amacı “oyunun Broadway’da kabul görmesi ve böylece Riggan’ın gerçek bir sanatçı olduğunun tescil edilmesi...” oluyor...

*****

“SEN SANATÇI DEĞİL; SADECE ÜNLÜSÜN...”

Broadway oyunlarının tutup tutmayacağını, yazdığı yazılarla belirleyen “etkili kadın eleştirmen”, Hollywood’un popüler figürlerinin gerçekte birer sanatçı olmadığını, şişirilmiş balon olduklarına inanıyor...

***

Riggan ne yaparsa yapsın, oyunu nasıl sahnelerse sahnelesin; ne tip bir oyunculuk performansı gösterirse göstersin; “oyunu izleyici gözünde batıracak kötü bir eleştiri yazısı yazacağını” baştan ona söylüyor...

***

Riggan bunun nedenini sorduğunda;

-“Sen ve senin gibilerin oyuncu olduğuna inanmıyorum... Broadway’de işiniz yok sizin... Ait olduğun çöplüğe döneceksin... Bunu da oyunun hakkında yazacağım yazıyla ben yapacağım...” diyerek Riggan’ı altüst ediyor...

-“Bari oyunu görseydin; belki fikrini değiştirirdin...” diyor Riggan...

-“Hayır oyunu görmeme bile gerek yok...” diye cevap veriyor kadın eleştirmen...

*****

“GEL ESKİSİ GİBİ POPÜLER OLALIM” DİYEN İÇ SES...

Riggan’ın içinde kendisiyle konuşan bir iç ses var...

O ses onun içindeki “Birdman...”

Riggan’ın Broadway oyunu saçmalıklarını hemen bırakmasını söylüyor Birdman sesi...

***

-“Eski günlerdeki gibi yeniden Birdman karakteriyle izleyicinin karşısına çıkalım... Ortalığı birbirine katalım... Herkes bizi seyretsin... Uçalım, filme hareket verelim, izleyicinin istediğini karşılayalım...” diye sanatçının sürekli aklını çelmeye çalışıyor...

***

Riggan gelgitler yaşıyor gibi görünse de, eski Birdman’in sözlerinden etkilenmiyor...

Hayatını hazırladığı Broadway oyununa veriyor ve başarılı olması için herşeyi yapmaya kafasına koyuyor...

***

Gerçek bir sanatçı olduğuna, bunu da ancak bu oyunla kanıtlayabileceğine inanıyor...

*****

BABASINA ÖFKE DUYAN KIZI, KOCASINI SUÇLAYAN EŞİ...

İlişkisinin bozulduğu eşiyle hayatının oyunu sırasında, yeniden iletişime geçiyor Riggan ve birbirlerini daha fazla anlamaya başlıyorlar eşiyle yeniden...

***

Kızı, büyürken kendisiyle hiç ilgilenmiyor gözüken “babasıyla” birlikte çalışmaya başlıyor...

***

Aralarındaki iletişimsizlikten doğan sorunlarla dolu bir gençlik geçiren kızı, durumdan muzdarip babasına karşı öfke barındırdığını fark ediyor....

***

Tiyatrosunda beraber çalışırken kızı, sadece oyunculukla ilgilenip; kızıyla hiç ilgilenmiyor gözüken babasının, onu sevdiğini, düşündüğünü fark ediyor...

*****

SİLAHI KENDİSİNE DOĞRULTUP ATEŞ EDEN ADAM...

Olaylar bir gerçeği değiştirmiyor...

Broadway’in burnundan kıl aldırmayan oyun eleştirmenleri, Riggan’a gerçek bir sanatçının ve oyuncunun hak edeceği onayı vermiyorlar...

***

Geçmişteki rolü Birdman Uçan Adam çünkü Riggan’ın...

Onun Broadway’lik bir sanatçı olamayacağı önyargısı devam ediyor...

***

Tiyatro oyunun finalinde, hayatı boyunca her istediğini verdiğini düşündüğü sevgilisini başka bir adamla yakalayan Riggan’ın tabancayı şakağına dayayarak kendini vurması sahnesi bulunuyor...

***

Riggan oyunun ilk gecesinde, kuru sıkı tabancayı kuliste bir kenara atıyor ve gerçek bir silah alarak sahneye çıkıyor...

***

Oyunu sahici kılabilmek için, kuru sıkı tabancayı değil, gerçek tabancayla kendisini vurmaya karar veriyor...

***

Oynadığı rolün hakkını “ölmeyi düşünecek kadar vererek” ispat edeceğini düşünüyor...

Sanatçı adrenalini, onu “zulada sakladığı gerçek silaha” yönlendiriyor...

***

Riggan sahnede gerçek silahın tetiğini çektiğinde, kurşun burnuna isabet alıyor ve burnunu kopartıyor... Sahnede yığılıyor ve yerinden kalkamıyor Riggan...

***

Sahne kan içinde kalıyor... Seyirci Riggan’ın “rolünü sahici kılmak için yaptığı bu davranışı bir süre sonra fark ediyor ve salon alkıştan yıkılıyor...”

***

Oyunu son dakikada izlemeye karar veren kadın eleştirmen, hareketi gördükten sonra, seyircilerin arasında dışarı sıvışıyor...

***

İzleyen günlerdeki yazısında “Riggan’ın ölmekte olan tiyatro oyunlarına yeniden hayat verdiğini” söyleyerek ondan bir nevi özür diliyor...

***

Filmin sonunda hastane odasında; kızı ve eşinin odadan çıkmalarından istifade ederek, eski Birdman, yeni Broadway sanatçısı Riggan, pencereyi açıyor ve Birdman gibi Manhattan gökdelenlerinin arasında uçmaya başlıyor...

***

Hayallerine ve rüyalarına erişmenin mutluluğunda...

*****

NEWYORK’TA BİR BROADWAY SOKAĞINDA

Birdman filmi; en iyi film ve en iyi yönetmen dallarında 2015 Oscarlarını alıyor...

Gazeteci çocuklarına Broadway oyunlarını ve müzikallerini izlettirmek üzere gittiği New York’ta; Broadway tiyatrolarının arasındaki bir otelde kalıyor...

Arka sokaklara açılan kulis kapılarında, gözleriyle Birdman’ı ve Riggan’ı arıyor...

***

Broadway’de gerçek bir sanatçı olduğunu gösterebilmek ve oyununun hakkını verebilmek için “malını mülkünü satıp oyuna yatırıp, tabancayla burnunu kopartmaktan sakınmayan” Riggan’ı arıyor...

***

Sanki Riggan Broadway’de; kulislerin açıldığı arka sokaklarda, tiyatronun önündeki sarı ışıkla aydınlatılmış afişlerin yanı başında dolaşıyor...

Gazeteci; usulca Riggan’la konuşuyor...

Ondan sonsuz ilhamlar alıyor...

Yazının devamı...

“Adına “Mina” dediği bir kitap yazıyor gazeteci...”

Gazeteci; Sabah gazetesinde yazmaya başladığında, her Pazar günü Mina’ya Mektuplar isimli bir köşe yazısı yazıyor...

Gerçekte var mı; yok mu Mina diye birisi bilinmiyor bu köşe yazılarından...

***

Gerçek mi, sanal mı, yoksa birkaç kadının birer parçası mı mektup yazılan Mina o da anlaşılmıyor...

Adına Mina diyor Gazeteci...

Mektupları Mina için yazmaya başlıyor...

Hayatında Mina isminde bir sevgili bilinmiyor...

Mina’ya Mektuplar kitabının sonuncu yazısı Mina’yla Kahvaltı şöyle bir yazı;

***

“Seninle kahvaltı nasıl bir şeydi acaba Mina?..

Kahvaltı Kadınları yazısını yazdıktan sonra düşündüm...

İlk zamanlar sen de kahvaltı kadınlarından olacağını biliyor muydun?..

Her zaman benim için çok mücadele ettiğini söylerdin...

Acaba ilk günden mi başlamıştın mücadeleye?..

Her kahvaltı kadını gibi ilk günden doğal olarak mı planlamıştın Kahvaltı Kadını olmayı?..

***

İlk beraber olduğumuz gün kahvaltı edilecek bir zaman hiç değildi hatırlıyor musun?..

Kim derdi ki o gün ne kahvaltılara gebedir?..

Ben demezdim...

Eminim sen diyordun...

Sanırım sen de emin değildin...

***

Mutlu muydun kahvaltı kadını olmaktan?..

Mutlaka...

Ne ki mutlu olduğunu göstermek istemezdin...

Hep bir bilinmezliği yaşatmaya çalışırken; hiç çözemeyeceğin bir bilinmez karşısında kalacağını bilmezdin...

***

Kahvaltı kadınlığının ötesini istediğini bilirdim...

Ama kahvaltı kadınlığının ötesinin seni mutlu edeceğinden kuşkulu, sana onu verebileceğimden şüpheliydim...

***

Kahvaltı kadınıyken bile, kahvaltısız kadınlar gibi hareket edebilirdin: her kadın gibi...

Kahvaltılar hiç kahvaltı olmadı seninle zaten...

***

Hayat ilginç...

İnsan istediği şeye tam sahip olacakken, en çok istediği kaybediyor...

Tam kahvaltılık oluyorduk ki; mesaj geldi...

Kahvaltının da kahvaltıların da içine etti...

Bir daha uzun süre, bizi kahvaltıdan etti...

***

Umarım şimdi; güzel bir kahvaltı kadını olarak keyifle kahvaltı ediyorsun...

Umarım öyle bir erkekle berabersin...

Umarım kahvaltılar, huzursuz ve meçhul değil...

Bana gelince;

Seninle de çok etmezdim; ama artık pek kahvaltı etmiyorum...

***

Kahvaltı huzurlu olmak demek...

Güneşin ışıklarını teninde hissetmek demek...

Güneşin ve huzurun verdiği iştah demek...

Yanında olduğun kadına çok güvenmek demek...

Kahvaltı güven demek...

***

Kahvaltı kadını olmak için; kahvaltı kadını gibi olmak gerekiyor...

Kahvaltı erkeğini bulmak da gerek sanırım...

Umarım şimdi kahvaltı erkeğinle birlikte...

Kahvaltı kadınları gibisindir...

Sevgiyle kal...

Hoşça kal...

(Haziran 2006 İstanbul)

9 YIL SONRA... 14 ŞUBAT 2015... KIZIM MİNA’YA MEKTUP...

Sevgili Mina;

Dün öğlen bir erkek arkadaşım yeni tanıştığı kız arkadaşıyla bizimle yemek yemeğe gelmişti...

Onlar masaya geldiği andan itibaren huysuzlaştın...

En sevdiğin yemeği beğenmedin...

Ağladın...

Koltuğa yattın...

Misafirler ne yapacaklarını şaşırdılar...

Sana sempatik davranmak istediler...

Ama hiç oralı olmadın...

Ağlamaya, huysuzlaşmaya, yemekleri istememeye devam ettin...

***

Dostuma ve kız arkadaşına; “baba kız aşkından” söz ettim...

Göz kaş işaretiyle...

Sen duysan daha da huysuzlaşıyordun çünkü...

Onlara; 9 yıl önce Mina’ya yazdığım mektuptan ve kitaptan söz ettim...

***

Kadınlarla hayatımı, aşklarımı, duygusallıklarımı yazdığım Mina’ya Mektuplar’ı paylaştım onlarla...

Gerçekte hayatımda Mina isminde hiçbir kadın olmadığını; ilk Mina’nın sen olduğunu söyledim onlara...

***

Mina isminin bir “sembol” olduğunu; yaşadığım kadınları ve hayatları kitaplaştırdığımı

anlattım onlara...

***

“Çocuk”tan o kitapta hiç söz etmediğimi söyledim onlara...

Hayal kırıklıkları...

Duygusallıklar...

Bir parça sevda...

Bir miktar yaşanmış aşkların duygusal seraplarından ibaretti o “Mina’ya Mektuplar...” isimli kitap...

***

Adı senin adını taşısa da; o kitap yazılırken sen yoktun...

Senden bahsetmeyen...

Senin dünyaya geleceğinden bile haberi olmayan...

Babanın kadınlarla ilişkilerini ve hayatını anlatan...

Aşkları, hayal kırıklıkları ve edindiği tecrübeleri aktaran o kitap, seni çağırdı bana Mina...

Sen geldin babana...

Yanına erkek kardeşini alarak...

***

Dün; tanımadığın kadınları masamızda gördüğünde “huzursuzlaştığını” fark ettim...

6 yaşına geliyorsun; büyüyorsun...

Büyüdükçe; “babanın kızı” oluyorsun...

Serpildikçe; “babanın kızı olduğunu” fark ettiriyorsun...

Dün Sevgililer Günü’ydü kızım...

Dün ilk kez bir Sevgililer Günü’nü seninle ve kardeşinle yemek yiyerek geçirdim...

***

Hiçbir kahvaltıda ve hiçbir kahvaltı kadınında bulamadığım huzur vardı seninle ve kardeşinle yediğim yemekte...

Hayat böyle kalmayacak belli ki...

İstikbalde; nice Sevgililer Günü’nde; ben başka kadınlarla yemekler yiyeceğim...

İlerde, sen, kardeşin, ablan kendi sevgililerinizle 14 Şubat yemekleri yiyeceksiniz...

Emin ol ki Sevgili Mina’m...

Hiçbir 14 Şubat’ta...

Ömrümün hiçbir Sevgililer Günü’nde...

Kendimi sizinle yediğim bu yemekteki kadar huzurlu hissetmedim...

Sanırım bundan sonra da hissetmeyeceğim...

Babacığın...

(14 Şubat 2015)

“BEBEKKEN MÜKEMMEL OLURUZ...”

“Bebekken mükemmel oluruz...

Dünyayı yaratan güçle hala bağlantı halinde kalırız...

Ama büyüdükçe çevremizi saran dünyanın, korkularını almaya başlarız...

***

Anne babamızın bizi sevmesini ve bize hayran olmasını isteriz...

Bu nedenle onları örnek alır, onlara daha fazla benzemek için korkularını, sınırlı inançlarını ve yanlış varsayımlarını kendimize mal ederiz...

***

Bütün bunlar sırf sevgilerini arzu ettiğimiz için olur...

***

Şu an olduğumuz kişi biz değiliz...

Bu dünyada var olan her hangi

biriyiz...

***

Çevremizdeki dünyadan devraldığımız tüm korkulardan kurtulmak için, geriye dönüp korkularımızın kaynağını incelemeliyiz...

***

Ancak o zaman, korkuları ruhumuzdan söküp atana kadar, onların üzerinde çalışabiliriz...

***

Bir araştırmaya göre, dört yaşında sıradan bir çocuk, günde üç yüz kere gülüyor...

***

Sıradan bir yetişkin ise günde on beş kere gülebiliyor...

***

Zorunluluklarımız, korkularımız, stres ve gün boyu yapmak zorunda olduklarımız bize gülmeyi unutturuyorlar...

Robin Sharma...”

Yazının devamı...

Tesadüfler; hiçbir zaman tesadüf değiller...

18 Haziran 2015 Perşembe günü, öğle saatlerinde Bebek’te bir kafede oturuyor, Gazeteci...

***

Sabahki işlerini yapmış, öğleden sonra yapacağı işleri planlıyor...

Ertesi günü, 15 parça bagajı arabasıyla Bodrum’a yollamayı planlıyor...

***

Kendi de, ertesi sabah erkenden iki küçük çocuğu, 85-90 yaşlarında anne ve babası, bakıcılarıyla; toplam 7 kişiyi uçakla Bodrum’a götürecek organizasyonu yapıyor...

***

Yazıları, işleri, 2.5 aylık seyahatin hazırlıklarıyla; yoğun saatler geçiriyor...

Evde hummalı bir çalışma sürüyor...

Eşyalar toplanıyor, bavullar yapılıyor, ev temizleniyor ve gitmeye hazır hale getiriliyor...

BABALAR GÜNÜNDE GAZETECİ’NİN KENDİSİNE ALDIĞI HEDİYE...

Öğle saatlerinde kafenin dışında oturmuş yağan yağmuru izlerken; içinden bir ses “Pazar gününün Babalar Günü olduğunu” hatırlatıyor Gazeteci’ye...

***

“Babalar Günü” demek Gazeteci’nin günü demek... Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı dışında hayatında birkaç temel aidiyeti bulunuyor Gazeteci’nin......

***

Gazeteci-yazar-televizyoncu, evlat, baba; sevgili, Kolej’li; Beşiktaş’lı...

Hayatta hiçbir şeyi hak etmese de, “Babalar Günü”nü bir nebze hak ettiğini düşünüyor o gün...

***

Ona “baba” diyen üç çocuğunun varlığına, “kendi babasının hayatta olmasına” şükrediyor o sırada...

***

İçinden bir ses onu uyarıyor;

-“Babalar Günü’nde de, yılın 365 günü yaptığın gibi her şeyin organizasyonunu tek başına sen yapmak durumundasın... Baba 85 yaşında... Çocukların 6 yaşında... Babalar Günü’nde yine rahat oturamayacaksın...

İki kuşağın öyle bir orta noktasındasın ki; sana senden başka hediye alabilecek kimse olmayacak Babalar Günü’nde...” diye sesleniyor...

***

-“En iyisi, bu sene de mağduru oynamak yerine, git kendine bir hediye al; keyfini çıkart...” diye dürtüklüyor içindeki ses onu...

***

Kendi kendine alacağı hediyeyle, ‘Babalar Günü’nde bir kez olsun kendi kendini keyiflendireceğini, kızlarını, oğlunu yaşlı babasını ve annesini bu keyfe ortak edeceğini düşünüyor...

***

Üç kuşağın babalar gününü, tek bir ortak keyifle çıkartacağını hissediyor...

***

Telefona sarılıyor...

Bir arkadaştan aldığı telefonu çeviriyor... Şirketin CEO’su yöneticileriyle konuşuyor...

Utandığı için söyleyemiyor;

-“Pazar günü Babalar Günü... Babayı Bodrum’da o gün, yeni bir arabayla yemeğe götürmek istiyorum... 10 yıldır arabamı değiştirmedim... Bu babalar günü vesile olur diyorum... Üç gün içinde bana satışını yapıp vereceğiniz bir arabanız varsa; babama babalar günü hediyesi olarak kullanıp onu keyiflendirmeyi düşünüyorum...

Bu vesileyle kendimi de... Çünkü bana Babalar Günü’nde hediye alacak kimsecikler yok...” diye...

***

Şirketin yöneticileri sonuç almak için her yolu deneyebilecek potansiyelde profesyoneller...

Ancak perşembe öğlen pazardan alışveriş yapmaya kalksa, o erzakı üç gün sonra Bodrum’daki evinin mutfağına, sağ salim ulaştıramayacağını biliyor Gazeteci...

Modelini bile bilmediği arabayı nasıl alıp götürecek iki gün içinde?..

***

Aynı anda, bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağmaya başlıyor...

Yağmur eşliğinde, cep telefonuyla küçük masasından, sakin sakin konuşmaya başlıyor yetkililerle...

***

Mucizevi tesadüfler sonucu, istediği model bir arabayı buluyor... Hem dışının hem içinin istediği renkte olduğu görünce, “yine Tanrı’nın mucizelerinin gelmekte olduğunu” fark ediyor...

***

Perşembe günü konuşmaya başladığı modeli meçhul arabayı bulup, tüm evraklarını tamamlayıp, satış işlemlerini yapıp, yola koyup Babalar Günü olan Pazar Günü’ne Bodrum’a nasıl yetişecek?..

***

Bunun mümkünatı yok gibi görünüyor...

-“Satın alacağınız arabayı görmek için Hasköy’e gitmeniz lazım...” diyorlar Gazeteci’ye... -“Burada yağan yağmurda on metre yandaki bankaya bile zor giderim...” diyor Gazeteci... -“Yapacak tek şey görmeden almak arabayı...”

***

Karşısındaki genel müdür; hafiften dalga geçtiğini düşünüyor... Oysa, Gazeteci; böyle durumlarda “ilahi tesadüflerin arka arkaya geleceğini” ve olmaz denilen şeyi olur yapacağını biliyor...

***

-“Siz satış işlemine başlayın... Alıyorum arabayı...” diyor...

Görmeden...

TALİHSİZ KAZA...

Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda noterden iki çocuk gelip, nüfus cüzdanını alıyorlar Gazeteci’nin... Fotokopi çektirip ona bir kağıt imzalatarak gidiyorlar...

***

On senedir arabasını hiç değiştirmeyen Gazeteci karar verdiği gün yarım saatin içinde görmediği arabanın ödemesini yapıp; kendisine bir “Babalar Günü” hediyesi alıyor...

***

Babalar Günü’nde arabasının geleceğine dair hiçbir umut yok içinde...

Ama yaşadığı heyecanı seviyor...

***

Ertesi günü; Cuma... Akşam saatlerinde on yıllık eski arabasına 15 parça valizi koyuyor ve şoföre veriyor... Şoför eski arabayı Bodrum’a götürecek...

***

Şoför evden feribota gitmek üzere ayrıldıktan on dakika sonra, zır zır kendisini arıyor...

Telefonu açıyor...

Şoförün sesi ağlamaklı geliyor...

-“Ağır kaza geçirdim, Abi...” diyor;

-“Ehliyetsiz bir sürücü bana çarptı... Hastaneye gitmek zorundayım... Kolum kırıldı galiba...”

***

Gazeteci “çaresiz”, çocuklarını alarak kaza yerine gidiyor...

10 yıllık tank gibi gördüğü arabasının; akordeon haline geldiğini fark ediyor...

Şoför ambulansla hastaneye gidiyor...

Valizler ortadalar...

Araba çekilecek; Gazeteci iki çocukla valizleri nasıl eve taşıyacağını düşünüyor...

***

Valizleri o gece neyle nasıl gönderecek?..

Ertesi günü, 7 kişilik aileyi valizsiz, eşyasız nasıl uçakla Bodrum’a transfer edecek?..

***

Valizleri götürecek bir araba, arabayı götürecek şoför; akşamın o saatinden sonra nasıl bulunacak?.. Bu arada araba çekilecek, polis raporları alınacak...

***

Aklına; Bir gün önce tesadüfen araba almaya kalktığı firmayı aramak geliyor...

-“Şoför arabayla kaza yaptı... Bana test sürüşü için verdiğiniz arabalardan birini verebilir misiniz?.. Eşyaları Bodrum’a götürsün...” diyor...

***

Böylece bir iki saat içinde bir araba...

Ben birkaç saat içinde bir şoför buluyor...

Gece yarısı, bilinmedik bir arabayla 15 parça valizi son dakikada bulduğu bir şoföre verip Bodrum’a gönderiyor...

***

Ertesi sabah; iki yaşlı ebeveyn, iki çocuk iki bakıcıyı toplayıp Bodrum’a gidiyor...

Valizler gelecek mi bilmiyor?..

Araba kaza yapmadan varacak mı, onu da düşünemiyor?..

Sonra ne olacak;

Hiçbir şey bilmiyor...

Kendini kaderin akışına bırakıyor...

“NEDENSİZ TESADÜF OLUR MU?..”

İçimden “Babalar Günü’nde kendine hediye alayım” diye geçirdiği niyet; onu ertesi gün oluşan kazanın olumsuz etkilerinden koruyor... Kendine “Babalar Günü” hediyesi almayı düşünmese, ertesi günü kaza yapan ve perte çıkan arabasıyla ortada kalacaktı, büyük tatil öncesi...

***

-“Böyle anlar; sadece tesadüfle yorumlanabilir mi?.. Elbette yorumlanabilir... Ama dikkatli bir inceleme, bunları hayatlarımızın mucizevi kesitleri olduğunu kanıtlar... Ben şahsen nedensiz tesadüflere inanmam... Her tesadüfün bir çeşit mesaj taşıdığına ve yaşadığımız hayatta; üzerine parmak basılması gereken kesit ile ilgili bir ipucu taşıdığına inanırım...” diyor Deepak Chopra...

CUMARTESİ AKŞAMI GELEN MUCİZE...

Cumartesi günü; ma-aile Bodrum’a gidiyorlar... Yaşadığı bunca olaydan sonra, hayatı olduğu gibi kabul ediyor ve çocuklarla yaşlı ebeveynleri için otelin düzeneğine alışmaya çalışıyor Gazeteci...

***

Ertesi günü Pazar ve Babalar Günü... Akşam saatlerinde; otel resepsiyonundan Gazeteci’yi arıyorlar... Gazeteye yazısını yazıyor o sırada...

***

-“Aşağıya gelir misiniz...” diyorlar...

Aşağıya indiğinde, iki gün önce hiç görmeden almaya karar verdiği arabanın karşısında durduğunu görüyor... Hediyesi karşısına çıkıyor Gazeteci’nin...

***

Babalar Günü’nde babasını, çocuklarını, annesini akşam yemeğine götüreceği araba; İstanbul’da kalbinin sesini dinleyerek yaptığı bir konuşmadan iki gün sonra, 600 kilometre ötede, Bodrum’da karşısında duruyor... Ertesi akşam bütün aileyi yeni arabasıyla “Babalar Günü”nü kutlamaya yemeğe götürüyor Gazeteci...

ANNEYE SON YAZ TATİLİ...

Yeni arabalarıyla bütün bir yazı birlikte geçiriyorlar... Miniklerin ablaları geliyor...

Miniklerin anneleri bütün bir yaz otele gelip onlarla tatil yapıyor... Bütün bir aile mutlu bir tatili yaşamanın keyfine varıyorlar...

***

Gazeteci o sırada yeni arabayla yaşadıkları mucizenin diğer anlamını bilmiyor... Gazeteci’nin annesi, son kez birlikte bir tatili geçiriyor ailesiyle ve biricik oğluyla... Anne bir sonraki yazı göremiyor; Hakkın rahmetine kavuşuyor...

Oğlunun yüreğinin sesini dinleyerek aldığı “hediye” annenin hayatındaki son hediye ve keyif oluyor... Tanrı; Anneyi son yazında yeni arabayla mükafatlandırarak cennete gönderiyor...

Tesadüfler hiçbir zaman sadece tesadüf değiller... Gazeteci bu gerçeği anlıyor...

Yazının devamı...

Bir kadının iki erkek arasındaki tahteravallisi... Cafe Soviety...

Cafe Society filminin vizyona girdiğini 2016 yaz aylarının son günlerinde görüyor Gazeteci...

Yaz aylarında çocuklarının tatil programlarını yürütmek zorunda olduğundan; Woody Allen’ın yeni bir şaheseri olarak nitelenen Cafe Society filmini vizyona girdiği ilk haftalarda izleyemiyor...

***

Ağır bir yaz geçiriyor...

Yazın sonunda büyük kızıyla başbaşa geçirdikleri bir Pazar

öğleden sonrası Cafe Society’ye gidiyorlar; baba-kız...

***

Tipik bir Woody Allen filmi...

Filmin genç karakterinin; Woody Allen’ın kendi gençlik fantazyasının izdüşümü olduğunu fark ediyor...

Dayısının; karısından gizli aşk yaşadığı sekreterine “genç yeğenin” vurulması üzerine başlıyor film...

***

Genç çocuk; dayısının yanında çalışırken ilk görüşte aşık olduğu sekreterin “dayısının gizli aşkı” olduğunu bilmiyor...

***

Sekreter “bir gazeteciyle ilişkisinin olduğunu” söylüyor...

Dayısı ise, genç sekreteriyle evlenebilmek için karısını boşamak istiyor ancak karısına açılmaya bir türlü cesaret edemiyor...

***

Yeğeni genç, “sekreter genç kıza aşkını her fırsatta dile getiriyor...”

Onunla beraber olmayı, Newyork’a dönüp evlenmeyi hayal ediyor...

Bu isteğini genç kıza iletiyor...

GENÇ KADIN HANGİSİYLE EVLENİYOR?..

“Hollywood’da menajer olan patronunun karizmasına deliler gibi aşık olan genç sekreter”, bir gün “patronunun kocası olarak kendisine geleceğini” hayal ediyor...

***

Ne ki bir gün; gencin dayısı olan karizmatik patron; gizli aşk yaşadığı sekreterine, “bu işin olamayacağını” söylüyor...

***

Karısı ve çocukları olduğunu, bu kararı vermesinin imkansız olduğunu belirtiyor ve “bitti artık” diyor...

Genç kadın hıçkıra hıçkıra soluğu; ona hayran ve aşık olan yeğeninin evinde alıyor...

***

“Gazeteci” sevgilisinden ayrıldığını söylüyor...

Yeğen için mutlu günler başlıyor...

Genç kadının kalbine, giriyor...

Onunla mutlu bir beraberliğe yelken açıyorlar...

***

Olayın üzerinden aylar geçiyor;

“Gizli sevgilisi genç sekreterini bir türlü unutamayan” patron dayı, genç kıza “karısını artık terk edeceğini ve onunla evleneceğini” söylüyor...

***

Genç kadın ne yapacağını bilemiyor; büyük bir ikilem içerisine düşüyor...

Yeğenle mutlu giden ilişkisine devam edip onunla mı evlensin; yoksa bir zamanlar delicesine tutkun olduğu karizmatik patronunun yeni eşi mi olsun?..

***

1930’ların Hollywood dünyasının dekorunda Woody Allen dantelası gibi işlenen film; genç kadının “geçmiş tutkulu aşkı, karizmatik patron dayı”yı seçmesiyle, ‘peek’ yapıyor...

***

Yeğen; genç kadının sevgilisinin öz dayısı olduğunu öğreniyor...

Dayı da genç kadının sevgilisinin yeğeni olduğunu...

Woody Allen’ın sinemadaki ünü “olayları dramatize ettiği ölçüde, karakterlerini dramların altında ezilmeden yaşatmasından” geçiyor...

***

Karizmatik dayı, sevgilisinin yeğeniyle yaşadığı aşktan etkilenmiş gözükmüyor...

Genç kadınla yeniden evlenmek için can atıyor...

***

Yeğen de Los Angeles’tan New York’a dönüyor ve orada kendine yeni bir hayat ve aile kuruyor...

Ancak genç aşkını hiç unutmuyor...

***

Yıllar sonra dayısı ile yeni karısı, yeğenin işlettiği ünlü gece kulübüne geliyorlar...

Dayısı, yeğenini masalarına çağırıyor, onunla sohbet ediyor...

Yeğen; eski sevgilisini, dayısının eşi olarak gördüğünde, rahatsız oluyor ve oradan uzaklaşmak istiyor...

***

Film bu sahneyle yeni bir boyuta taşınırken; genç kadın ve yeğenin birbirlerine olan eski aşklarını unutmadıkları ortaya çıkıyor...

KADININ HANGİ AŞKI GERÇEK?..

Bir kadının hayatında çözemediği en büyük tahteravallinin dilemasını anlatıyor film...

Ne ki, Woody Allen bunu kadının üzerinden değil, erkeklerin öznesi olduğu bir dünyanın üzerinden işliyor...

***

Bir zamanlar delicesine tutkun olduğu karizmatik patronuyla, genç kızı ölesiye seven çulsuz yeğeni arasında kalan, kadının, biçare kararı ve sonraki belirsiz pişmanlıkları, filmi çözümsüz bir bulmaca haline sokuyor...

***

Kadının hangi aşkı gerçek?..

Eski sevgilisi ve yeni kocası mı?..

Araya giren genç yeğenle yaşadığı ilişki mi?..

***

Evlilik kararını “patronu olan eski sevgiliyle” verdiğine göre, genç kadının aşkının “evlendiği adam” olduğu söylenebilir...

***

Yıllar sonra karşılaştığı “yeğenle havada uçuşan aşk kıvılcımlarına” bakıldığında ise, “genç kadının gerçek aşkının”, yeğen olduğu ortaya çıkıyor...

***

Kadın gerçek aşkının kim olduğunu bilmez görünüyor... Woody Allen; yazdığı ve yönettiği filmleri, erkek karakterler üzerinden hayatı okuyarak işlediği için o da kadının gerçek aşkının kim olduğunu bilmiyor...

***

Oysa kadının aşkı her iki erkeği de kapsıyor...

Birinde ulaşmak istediği, gücün ve karizmanın kaçınılmaz albenisi mevcut...

***

Diğerinde, kendisini deli gibi seven bir erkeğin mevcudiyeti gözlerini kamaştırıyor...

***

Genç kadının ilk aşkında “ihtiras” duygusu doymaya çabalıyor...

***

İkinci aşkında ise “delicesine sevilme” tutkusu ağır basıyor...

Kadın her ikisine de ihtiyaç duyuyor...

Her ikisini yaşamak istiyor...

***

Tercih yapmak gerektiğinde, önce ilk tutkusu ağır basıyor...

***

Sonra; ihtiraslarını elde ettiğinde; “kadınının deli gibi sevilme” açlığı belirginleşiyor...

Kadın her ikisini de yaşamak istiyor...

***

Birini yaşarken diğerinin eksikliğini fark ediyor...

Woody Allen’ın temel özelliği filmlerini “erkeğin gözünden” işlemesi...

Erkek gözü; erkek natürünün kendisi gibi düz ve engebesiz bir çizgi...

***

İki erkek de, delicesine tek bir kadına tutuluyorlar...

Onu; evlendikleri kadınların önüne koyuyorlar...

“Cesaret” problemi yaşasalar da, “tercih problemi” yaşamıyorlar...

***

Oysa kadın;

Onun cesaret problemi yok...

Onun tercih problemi var...

Woody Allen çok iyi bir sinema yönetmeni...

Ne ki hayatı hep erkeklerin gözünden okumaya çalışması, görsel efektleri muhteşem zenginlikler taşıyan filmini, perspektifte nakıs hale getiriyor...

***

Gazeteci; sinemadan çıkarken genç kadını düşünüyor...

Biliyor ki; o da gerçekte hangisine aşık olduğunu hala bilmiyor?..

Yazının devamı...

“Baba” ve Marlon Brando...

Marlon Brando’nun belgeselinin yayınlanacağını duyunca, Brando üzerinden hayatın insanlara sunduğu inanılmaz çelişkiyi fark ediyor Gazeteci...

***

Alkolik bir anneyle, çocuğuna ve güven vermeyen bir babadan dünyaya gelen Marlon Brando; sinema tarihinin en unutulmaz “Baba” karakterini canlandırıyor Godfather filminde... Oscar alıyor bu filmdeki performansıyla...

***

Sinemayı iyi bilmeyenler; Marlon Brando’nun Godfather’daki “Baba” portresini, “vahşi bir suç örgütünü yöneten gaddar bir Mafya liderinin yasadışı olayları” olarak görebiliyorlar...

Oysa “Baba” filminde Marlon Brando’nun çizdiği “Baba” figürü, dışarıda bir Mafya lideri olsa da, ailesi içinde, çocuklarına ve eşine kol kanat geren...

Onları yaşatabilmek için inanılmaz savaşlara ve mücadelelere girmekten bir an olsun çekinmeyen...

Çocukları ve ailesi için her şeyi göze alabilen gözüpek Sicilyalı bir erkeğin portresi...

*****

ŞEYTAN ÜÇGENİ...

“Baba” (Godfather) filminin üç bölümünü de izleyenler, gerek Marlon Brando’nun; gerek onun gençliğini oynayan Robert De Niro’nun, gerekse Brando’nun oğlu Michael Corleone’yi oynayan Al Pacino’nun çizdiği “Baba” karakterlerinin, çocuklarına, aileye ve ailevi değerlere inanılmaz bir “bağlılık” taşıdığını biliyorlar...

***

“Ailelerine düşkünlükleri, kopmaz aile bağları ve aile kültürleriyle, ayakta kalıyor İtalyan’lar; Mafya düzenine rağmen tarihsel olarak...”

***

Baba filmi; İtalyan; özellikle Sicilya karakterinin bu olmazsa olmaz unsurunu tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor...

***

Filmin Oscar’lı unutulmaz aktörü Marlon Brando’nun gerçek hayatta, çocuklarının yaşadığı trajedi...

Kendi çocukluğunda baba korumasından yoksun kalarak yaşamış olduğu dram...

Ve sinema tarihinin en büyük Oscar’ına layık “Baba” karakterindeki performansı ile kazandığı zafer; bir şeytan üçgeninin sacayakları gibi oluyor...

***

Hayatın babasız başlayan dramasını, en büyük “Baba”yı oynayarak dünya çapında kazandığı zaferi ve sonunda gerçek hayatta çocuklarını kaybederek yaşayabileceği en büyük trajediyi yaşayan; Marlon Brando üzerinde deneyimlenen bir şeytan üçgeni bu...

*****

MARLON BRANDO’NUN KAYBETTİĞİ ÇOCUKLARI...

Dünyada milyarlarca insanın beynine, “Baba” figürünü kazıyan sanatçı Marlon Brando; kendi özel hayatında şefkat yoksunu bir babanın ve alkolik annenin, garip büyüyen bir çocuğu olmanın trajedisini yaşıyor...

Hayatın paradoksu; “doğru düzgün baba figürü olmayan çocuğu” dünyanın en meşhur “baba”sı haline getiriyor...

O çocuk dünyaya “baba” imajını anlatan kişi haline geliyor...

***

Sanatçılar oynadıkları rollerle özdeşleşseler de, gerçek hayatta, oynadıkları unutulmaz rolün insanı olamıyorlar...

Tıpkı Marlon Brando gibi...

Baba şefkatinden yoksun büyüyen çocuğun; iki çocuğundan Christian, kız kardeşi Cheyenne’in sevgilisini vurarak hapse giriyor...

***

Cheyenne bu olay üzerine intihar ediyor...

Dünyanın en büyük ve karizmatik “baba”sı iki çocuğunun trajedisiyle son yıllarını geçirmek zorunda kalıyor...

*****

BİR AİLE OLMANIN ZORLUĞU...

Şeytan üçgeninin ortasında yaşamak zorunda kalan Marlon Brando, hayatında yaşadığı yüzlerce olayı kasetlere anlatıyor...

“Dinle Beni Marlon” belgeseli, hayatın Marlon Brando üzerindeki dramatik rezümesi haline geliyor...

***

Bir aile kurmayanlar; aile kurmanın ne kadar meşakkatli ve zor bir iş olduğunu bilmiyorlar...

Bir aile sorumluluğunu taşımayanlar;

“Hayatı ne kadar dogma yaşadıklarının hiç farkına varmıyorlar...”

***

Bir ailenin maddi ve manevi ihtiyaçlarından kendilerini sorumlu hissetmeyenler;

“Aileyi ve ‘Baba’ olmayı”; hayatın tüm koordinatlarını değiştiren, her şeyi sil baştan sorgulatan fiziğinin ayrımına varamıyorlar...

***

Gerçek sevgiyle dolu güven verici bir aile içinde büyümek...

Çocukken ailenin; sıcaklığını, güvenini, şefkatini, sevgisini ve emniyetini içinde hissederek, çocukluğu geçirmek...

Güven, sevgi ve emniyet hissi yoksa, hayat boyu insana yalpalama ve bir türlü yolunu bulamamak ihtimalleri düşüyor; hayatın piyangosunda...

***

Ne ki; artık emniyet, şefkat ve sevgi hissini vermek; ona zamanında kendi ailelerinde sahip olamayanların bile kendi ellerinde...

Hayat; bu hakkı verenlere; müteşekkir kalıyor...

***

Bu hakkı veremeyenler “huzursuz ve endişeli oluyorlar” hayat karşısında...

Marlon Brando’nun Godfather Corleone’sini...

Robert De Niro’nun gençliğini oynadığı Vito Corleone’sini...

Al Pacino’nun Michael Corleone’sini izlemeden;

“Mafyöz anlamların çok ötesinde, “Baba” olma kültürünü anlamak mümkün olmuyor...”

***

“Dinle Beni Marlon” belgeseli bir belgesel olmanın çok ötesinde anlamlar taşıyor...

Umarım ki Ennio Morricone ile Nino Roti’nin unutulmaz Godfather müziğinin; en vurucu yerleri en çarpıcı görüntülerin üzerine döşerler...

*****

“ÜZGÜNÜM ÇOCUKLAR...”

Filmin soundtrack’i gibi olur umarım belgesel müziği...

Marlon Brando görüntüsüyle unutulmaz parçayı ve filmi görüntüleriyle izleme zamanı; şimdi...

Brando’nun repliği eşliğinde...:

***

-“Seni her zaman farklı olacaksın diye düşünmüştüm Michael...

Bu ailenin geçmişini arkada bırakıp, geleceğe taşıyacak kişi olacaktın...

Belki bir senatör, belki bir vali...

Olmadı Michael gerçekleştirmedim bu rüyamı...

Senin bu olayların ve bataklığın içine sürüklenmene göz yummak zorunda aldım... Üzgünüm Michael...”

Ölmeden önce; oğluna söylediği bu sözler Baba Corleone’yi yaşatan Marlon Brando’nun en dramatik sözleridir...

The Godfather’ını soundtrack’ini çalma zamanıdır şimdi...

Yazının devamı...

Babama benim melezlere aşık olduğumu söylemeyin... O beni sadece Türk olarak biliyor...

“Gazeteci”; hayatının büyük aşklarından biri olan genç kadını ilk gördüğümde çarpıcı güzelliğinden çok etkilendi...

O güne kadar hiç böylesine bir “güzellik” gördüğünü hatırlamıyordu...

***

Onu tanımlayacak bir sıfat, güzelliğindeki aurayı anlamlandırabilecek sihirli bir sözcük arıyordu...

***

Atina’da konuşmaya ve çıkmaya başladıktan bir süre sonra; genç kadının “melez bir genetikten geldiğini” fark ediyordu...

***

Dünyadaki insanların hemen hiç birisinin “ari ırkların”, farklı etnisite, mezhep, din ile karışmamış saf kan üyeleri olmadığının bilincindeydi...

***

Ancak genç kadının, ebeveyn düzeyinde hem din hem etnisite olarak “melez” kimlik taşıması; “kimliğindeki melezliğe tavan yaptırdığını” fark ediyordu...

- “Senin güzelliğin melez bir güzellik...” dedi ona...

Güldü güzel melez kız söylediklerine...

*****

YOUSEF BEİDAS’IN “MELEZ” HAYATI...

Genç ve güzel kadının; “afet” ölçülerindeki güzelliğinin; insanı etkileyen çekiciliğinin “melez” gerçekliği; ona Kolej yıllarımda lisede okuduğu bir romanı hatırlattı...

***

“Cemil” isimli romanın kahramanı “Cemil”; “Beyrut’lu Hristiyan Arap bir baba ile Fransız katolik anneden olma”, her dile her dine ve her kültüre; aynı aidiyetin parçasıymışcasına kolay adapte olabilen bir karakterdi...

***

İngiltere’de yatılı bir İngiliz okulunda okurken; onu; “Eyrap (Arap)” diye küçümsemeye çalışan arkadaşlarına karşı, sakin davranabilmek için pantolon cebinde taşıdığı ve böyle anlarda dokunarak kendisini yatıştırdığı bir tespihi bulunuyordu Cemil’in; nam-ı yani Yousef Beidas’ın...

***

Romandaki “Cemil”; dünyanın belli başlı tüm megapollerinde; Newyork’ta bir Newyork’lu, Londra’da bir Londra’lı, Paris’te bir Paris’li gibi davranıyor ve yaşıyordu...

***

Memleketi ise; o günlerde Hristiyan, Müslüman, Musevi, Arap; Ermeni ve nice etnisitenin yaşadığı dünyanın “en melez şehri” Beyrut’tu...

***

O tarihlerde bir Beyrut’lu, hangi etnisite ve dinle doğarsa doğsun, doğal bir “melez” olarak dünyaya geliyordu...

Bir zamanların İstanbul’u gibi...

***

Cemil karakterinin Beyrut’lu dahi bankacı; “Filistin’deki dahi” diye bilinen Yousef Beidas olduğunu daha sonraları öğreniyorum...

***

Arapça adıyla Yousef Beidas; annesinin Fransız’lığı hesaba katılırsa Joseph Beidas; “Filistinli dahi” olarak ün yapıyordu bankacılık ve finans sektöründe...

O Beyrut’lu bir “lövanten”di...

***

Cemil kitabını okurken; “bir melez”in, dünyanın “kendisini saf kan zanneden ırkları karşısında ne kadar üstün olabileceğini, her şeye nasıl tepeden, kuş bakışı bakabileceğini; her kültürü bilirken, her kültürün nasıl ötesine taşabileceğini” fark ediyordu “Gazeteci...”

***

Kitap; çok zeki ve kurnaz olan Yousef Beidas’ın hayatını anlatırken, Beidas’ın atalarındaki Arap genetiğinden mütevellit Lövanten cesareti; kurnazlığı ve zekasını da anlatıyordu...

Ancak bu özellikler, fazlaca cüretle harmanlandığında bir süre sonra, kendisine karşı işlemeye başlıyor ve büyük bir çöküşe gidiyordu dahi işadamı...

***

Aklını başımdan alan güzel melez kızın çekiciliğine, ilk gençlik yıllarının unutulmaz romanı “Cemil” eklenince, hayatı “melez bir estetik” kazanıyordu Gazeteci’nin...

***

Saf ve ari ırk denilen safsatanın ve kültürün bir süre sonra ne kadar sıkıcı; ne kadar kendini tekrar eden monoton esanslı olduğunu fark ediyordu...

***

Melez olan her şey güzel oluyordu...

Heyecanlı oluyordu...

İniş ve çıkışlı oluyor, hayatın farklı renklerini kapsıyordu...

Tek kültüre, tek etnisiteye indirgenen bütün kültürler, insanlar, kadınlar, toplumlar; yaratıcılıktan uzak, sıkıcı, monoton ve kendini sürekli tekrar eden bir naturanın biteviye parçası oluyorlardı...

Gazeteci bunu fark ediyordu...

***

Amerika Birleşik Devletleri’ne ilk gittiği günlerde durumu tam kavrayamıyordu...

Ancak tecrübeli gidişlerinde; Amerikan ve “melez kültür”le ilgili yalın gerçek bütün çıplaklığıyla çarpıyordu yüzüne...

***

Amerika’nın; yaşlı Avrupa kıtasına göre, en temel gelişmişlik kıstası; yarattığı “melez kültürde” biçimleniyordu...

***

Herkesin sandığının aksine, siyahiyle beyazın, İtalyan’la, İrlanda’lının, Meksika’lıdaki İspanik karakter ile, Portekiz-Brezilya nüansının kombinasyonu; Amerika’yı; pozitif melez enerjisiyle beslenen; ilham boyutu yüksek bir toplum haline dönüştürüyordu...

***

Bu gerçeği; Amerika’dan sonra yaşlı Avrupa’nın; “melezleşmemiş; ari olduğunu tekrarlamaktan bıkmamış monoton etnik ve dini uygarlıklarına” gidenler hemen fark ediyorlardı...

***

Melez kültürler hayatı geliştiriyordu...

Zenginleştiriyor ve güzelleştiriyorlardı...

*****

İÇİNDEKİ “MELEZ”İ ORTAYA ÇIKARTABİLMEK!..

“Gazeteci”nin babası; sadece “Türk kimliğiyle varolmanın”, hayatiyetine inanan bir kuşaktan ve kültürden geliyordu...

***

Türk olmanın karşısına Kürt olmak, Ermeni olmak, Rum olmak, Arap olmak, Musevi olmak, Fransız olmak, İngiliz olmak gibi realiteler çıkartılmaya çalışılıyordu, onların kültürel çatışmalarında...

***

Oysa, Gazeteci fark ediyordu ki konu “bir şey olmak” değildi...

Mesele “birçok şeyi aynı anda olmak, melez olmak; olabilmekti...”

***

Herkesin içinde, genetiğinde, atalarında, aile efradında “melezlik gerçeği” vardı...

Konu; içindeki “melez”i ortaya çıkartabilmekti...

***

İçindeki “melez” hayatın ve insanların en önemli gerçeğiydi...

İçindeki “melez” toplumsal koşullanmalar, ideolojik zorlamalar, kurulu düzenlerce şırıngalanan aldatmacalar sonucu; içinizden kopartılıp, uzaklaştırılıyordu...

***

Herkesin Ata yadigarı kökeninde, zengin bir etnik ya da dini yelpaze vardı...

***

Tek bir kültürden değil, yüzlerce kültürden oluşan insanlık vazosunun renkli bir mozaiği olduğunu, “etnik bir varlık değil, çok daha zengin bir olgu olarak insan” olduğunu hatırlatan şeyin adının içindeki melez...” olduğunu ancak fark ediyordu Gazeteci...

***

İnsanların “içindeki melez”, gün gelecek; dünyayı kurtaracaktı...

Bu bir tarafa yazılmalıydı...

Gazeteci böyle inanıyordu...

Böyle gelişecekti insanlığın uygarlık tarihi...

Tarih yazan gazeteciler bunu hissediyordu...

Yazının devamı...

Ladino Museviler Yasmin Levy ve gazeteci...

Telefonda;

-“Yasmin Levy’nin konserine davet etsek gelir misiniz?..” dediklerinde;

Karşındakine bıkkınlık veren; ‘durup dururken nereden aradık’ dedirtecek detaylı sorulara geçiyordu gazeteci...

-“Nerede olacak?..

Ne zaman yapılacak?..

Hangi saatte konser?..

Konser günü haftanın hangi gününe geliyor?..”

***

Sorular bitmek bilmiyordu..

Çocukları doğduktan sonra bir yere gidebilmek için, o kadar çok şeyin denk gelmesi gerekiyordu ki; çoğu zaman halkla ilişkilerciler, davet etmeye yeltendiklerine bin pişman kapatıyorlardı telefonu...

***

Yasmin Levy konseri için arayan halkla ilişkilerciler de ondan yana umutsuzlar...

Oysa Yasmin Levy ismini duymasıyla; ikinci telefon arasında “öyle saatler yaşıyordu ki Gazeteci; konser ‘ben buradayım’ diye bangır bangır onu çağırıyordu...”

***

Yasmin Levy’nin Sevda şarkısını dinlemeye başlıyordu ve bir anda çarpıldığını hissediyordu...

Firuze’yi dinlerken ise, sesi soluğu kesiliyordu...

***

Sevda ve Firuze Türkçe şarkılardı...

Melodisini biliyordu; ritmini biliyordu; sound’unu biliyordu...

Ne çarpıyordu peki onu öylesine?..

***

Yasmin Levy’nin muhteşem sesi...

İkincisi;

Parçaya yaptığı vurgu...

Fakat; hepsinden öteye parçaları dinlerken; ruhumun debisinin gitgide derinleştiğini hissediyordu...

Öyle bir dille söylüyordu ki şarkıları Yasmin Levy; hayatı boyunca ses, müzik ve dilin böylesine “estetik bir aqustik”le mixlendiğine şahit olmadığını fark ediyordu Gazeteci...

***

Önce İspanyolca gibi geliyor dili;

Ancak sadece İspanyolca; açıklayamıyordu Yasmin Levy’nin şarkılarındaki sound’u...

-“Acaba İbranice motifler mi sağlıyor bu durumu parçalarda” diye bütün vücut enerjisini kulağına fokusluyordu Gazeteci...

***

En sonunda anlıyordu ki; bu inanılmaz parçaları Yasmin Levy; Yahudi İspanyol’casıyla (Ladino) seslendiriyor...

***

Parçaları birkaç kere dinlemesine rağmen, bir türlü tekrar dinlemekten alıkoyamıyordu kendisini...

***

İkinci telefon konuşmasında; o çoktan konsere gitmeye karar vermiş bulunuyordu...

O kadar ki, 7 yaşına basan çocuklarını “kulaklarının böyle muhteşem bir müzikle açılması için” onları da konsere götürmeyi düşünüyordu...

*****

ADİO KERİDA... SALON YIKILIRKEN...

Konser gecesi; Zorlu Gösteri Merkezi en dolu gecelerinden birini yaşıyordu...

Gazeteci; muhteşem bir sesi ve yorumu dinlemek üzere oradaydı...

***

İsrail’den gelen Musevi bir sanatçıydı Yasmin Levy... Babası İzhak Levy; Manisalı Türk Musevisi bir müzisyendi...

İsrail Devleti kurulunca, oraya gidiyor ve İsrail Radyosu’nda müzisyen olarak görev yapıyordu...

Annesi de kendisi gibi yorumcuydu...

***

İlk kez 21 yaşında annesinin sahnesinde sahne alıyordu Yasmin Levy...

***

Parçaları o kadar aşkı, o kadar hüznü, o kadar duyguları çağırıyor ki; saatler geçse de ses ve melodilerin içinden çıkmak istemiyordu Gazeteci...

***

Firuze; Sevda’dan sonra Mal de l’amor; La Alegria geliyordu salonda...

Ve nihayet Yasmin Levy; en büyük hiti Adio Kerida’yı söylemeye başlıyordu...

Salon yıkılıyordu...

***

Gazeteci’nin ise içi yıkılıyordu...

*****

MUSEVİ BİR AŞK...

Adio Kerida’yı (Elveda Kerida) dinlerken; göğsünden fışkıracakmış gibi çarpan yüreği; bir anda Atina yıllarına gidiyordu Gazeteci’nin...

***

Hayatından alaboraların eksik olmadığı esmer günlerinde; ona kalbinin tüm güzelliklerini açıp; destek olmaya çalışan Nora’yı düşünüyordu...

***

Nora Atina’da tanıdığı hali vakti oldukça yerinde bir Musevi kadındı...

Eşinden ayrılıyor ve bütün gücüyle iki çocuğunu büyütmeye ve yetiştirmeye çalışıyordu...

***

Tertemiz bir kalbi vardı Nora’nın...

Ortak kız arkadaşlarından “Gazeteci’nin temiz kalpli bir insan olduğuna kanaat getiriyor”; ve sevgili olarak atan yüreğinin tüm sevgisini; mesleki olarak zor günlerinde ona yardımcı olmaya çalışarak göstermeye çalışıyordu...

***

Kaderin garip cilvesi;

Hayat Gazeteci’yi büyütmek için, aynı zamanlarda iki Musevi kökenli insanı hayatına sokuyordu...

“Birisi hayatına destek; diğeri ise köstek” olmak üzere geliyordu hayatına Gazeteci’nin...

Köstek olanı ona yapmadığını bırakmıyordu Milliyet gazetesindeki yıllarda...

***

Gazetesinden atılması; onun gazetecilikten silinmesi için elinden gelen her darbeyi yapıyordu...

En çaresiz günlerinde Musevi kökenli gazeteci şefine karşı, Musevi kökenli sevgilisi Nora’yla konuşuyordu Gazeteci;

***

-“Ne istiyor bu adam benden Nora?..” diyordu...

Musevi sevgilisi Nora; aynı etnisiteyi taşımanın verdiği mahçup bir özgüvenle;

-“Senden ürküyor...” diyordu;

-“Onun için; seni bir an önce yok etmeye çalışıyor...”

***

Hayat o günlerde Gazeteci’ye unutamayacağı bir ders veriyordu...

İnsan denilen varlığın; etnisite, ırk, renk, milliyet, millet, din, mezhep üzerinden sınıflandırılamayacağını en açık haliyle gösteriyordu...

***

Aynı etnisitenin iki insanı; kadın ve erkek; biri Gazeteci’nin hayatını mesleki olarak bitirmeye çalışırken; diğeri ona hayat vermek için kalbine masaj yapıyordu...

Gazeteci; o günlerde en ağır tecrübeyle o dersi aldığında henüz 30 yaşındaydı...

***

Bir kez daha anlıyordu ki; “herhangi bir sınıfı, aidiyeti, milleti, milliyeti, dini, mezhebi, kültürü ötekileştirmek” hayata ve insana karşı yapılacak en büyük haksızlıktır...

Hayatı okumayan; gerçeği anlatmayan bir safsatadır kafatasçılık...

***

Adio Kerida...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.