Şampiy10
Magazin
Gündem

“İnsan sevme hissini israf etmemeli...”

İnsan sevme hissini israf etmemeli...

Kim ne kadar sevilmeye layıksa; onu o kadar sevmeli...

Necip Fazıl Kısakürek

***

İyi kitaplar okumak; geçmiş yüzyılların en iyi insanlarıyla sohbet etmek gibidir... Descartes

***

Mutlu olmakla, mutsuz olmanın arasında bir yerde kaybolup gitmekten korkuyorum... Leon filmi

***

Samimi ol...

Fakat sakın laubali olma!..

W. Shakespeare

***

Arkandan oynanan oyunları bilmediğini sansınlar...

Sen çocukların beyin gelişimi için oyuna ihtiyaç duyduklarını bil...

Sorun olmaz...

Dylan

***

Oysa kahve içmişliğimiz vardı...

Bu ne hatır gönül bilmezlik diyemedim... Orhan Veli

*****

“HERKESİ İNSAN YERİNE KOYUŞLARIM... HEPİNİZE ELVEDA...”

Her şeyden biraz kalır...

Kavanozda biraz kahve...

Kutuda biraz ekmek...

İnsanda biraz acı... Turgut Uyar

***

Herkesi insan yerine koyuşlarım...

Hepinize elveda!

Artık ben hiç kimsenin kimsesi olmayacağım...

Nazım Hikmet

***

Kötülüklerin büsbütün egemen olduğu, namussuz bir çağ bu biliyorsun...

Cemal Süreya

***

Gördün mü bak;

Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar...

Ve dağılmış pazar yerlerine şimdi memleket... Edip Cansever

***

Şimdi diyorum;

Şimdi bir deniz,

denizde vapur,

gökyüzünde martı,

semaverde çay olmalı,

Bir de çaya yaren...

Cemal Süreya

*****

“İYİ NİYETİNDEN VURULANLAR KOLAY KOLAY İYİLEŞMEZLER...”

İyi niyetinden vurulanlar, kolay kolay iyileşmezler...

Münir Üstün

***

Baktım sana kızgın değilim...

Kırgın değilim...

Dargın değilim...

Kısacası artık,

Ben sana “hiçbir şey” değilim...

Cemal Süreya

***

Düşman elinde kılıcıyla karşında duran değildir...

Arkasına hançeri saklayıp, yanında durandır...

Paulo Coelho

***

Bana surat asma ey hayat...

Misafirim sonuçta; kalkar giderim...

Özdemir Asaf

***

Nokta koyduysan bir kere...

Çevirmeyeceksin onu virgüle...

Ne soru kalmalı...

Ne de tek bir soru işareti geriye...

Ezel

***

Ahlak örtüsü olmayanı,

Baş örtüsü dindar yapmaz...

Mevlana

***

Oysa ne çok cümlem vardı benim...

Her şeye inat, yüreğimi ısıtan ne çok hayal...

Ahmet Haşim

*****

“BAZI KAPILARI KAPAYIN...”

Açsam rüzgara yelkenimi;

dolaşsam ben de deniz deniz

Ve bir sabah vakti kimsesiz

Bir limanda bulsam kendimi.

Orhan Veli

***

Olmayacak insanlarla, olmayacak hayaller kurduğum için, en çok da kendimden af diliyorum...

Albert Camus

***

Erdem Beyazıt hastaneden çıkarken bana asla unutamayacağım bir şey söylemişti...

Şuydu;

‘Kırlarda çiçekler artık bensiz açacak...’

***

Bazı kapıları kapayın...

Gururunuzdan dolayı değil...

Artık hayatına uygun olmadıkları için...

Paulo Coelho

***

Herhalde ileridedir; yaşanacak günlerin en güzelleri...

Nazım Hikmet

***

Davet et; hayret et, af et, tövbe et, ama ihanet etme... Mevlana

*****

HATIRLAYACAKSIN BENİ; GÜZELLİĞİN YALNIZ MISRALARIMDA KALDIĞI GÜN...

Yaşamak, kendi kendini adam etmektir...

Zeka ve bilgiyi kullanarak, etinden kemiğinden kendi heykelini yapmaktır... Goethe

***

Hatırlayacaksın beni...

gözlerin yaşlarla dolu...

güzelliğin yalnız mısralarımda kaldığı gün... Orhan Veli

***

İlk önce seni umursamazlar...

Sonra sana gülerler...

Sonunda senle kavga etmeye başlarlar...

Ve sen kazanırsın...

Gandhi

***

Aşırı hız yapan hayaller; gerçeklere çarparak durur... Bukowski

***

En güvendiğin insanların, bir yanılgıdan ibaret olduğunu anlayınca; köşene çekilirsin...

Bukowski

***

Vicdanın sesi, bütün kanunların üstündedir... Gandhi

***

Hiçbir insan öylesine girmiyor hayatımıza...

Kimileri ceza, kimileri bela, kimileri imtihan, kimileri armağan...

Anonim

***

Sözler verilir...

Sözler unutulur...

Gün gelir ihanet eden;

Sadakat ister...

Tuncel Kurtiz

***

Neyin aslını öğrendiysem; orada acı buldu beni...

İsmet Özel

*****

“BİTTİ O ŞİİR... BAŞKA MISRA GEREKMEZ...”

Anlamaya çalışma...

Hayat böyledir...

Hep o kıyamam dedikleriniz;

kıyar size... Anton Çehov

***

Unut! Unutmam dediğin ne varsa...

Hatırlamak yorar insanı... Leyla Mecnun

***

Bitti o şiir...

Başka mısra gerekmez... Cahit Zarifoğlu

***

Bunca vefasızlıktan sonra; bazılarının ederi kalmadı artık gözümde...

Kaça deseler; hiçe sayarım... Özdemir Asaf

***

Kan ve kemik tüm insanlarda bulunur...

Farklı olan, yürek ve niyettir...

Marlo Morgan

***

Bizim sükutumuzdan bir şey anlamayan; kelamımızdan da bir şey anlamaz... Ahmed Amiş Efendi

***

Gün, hafta, ay derken sadece şunu anladım... Eskiyor, ama eksilmiyor kalp ağrısı... Edip Cansever

***

Yavaşça kalemin kulağına eğilip

dedim ki; Bir daha onun adını yazarsan; seni de kırarım... Cemal Süreya

***

Söylediklerimizden çok, söylemediklerimize pişman oluruz...

Dile getirilmemiş düşünce, gidilmemiş yoldur... Immanuel Kant

***

Hiç kimse senin gözyaşlarını hak etmez... Ve onu hak eden,

Seni asla ağlatmayacak olandır...

G.G. Marquez

***

Yaşım ilerledikçe, insanların ne dediklerine daha az dikkat eder oldum...

Yalnızca ne yaptıklarını izliyorum...

Andrew Carnegie

***

Herkesin cehennemi farklıdır...

Sadece alev ve acıdan oluşmaz...

Asıl cehennem; yolunda gitmeyen hayatındır... What Dreams May Come

***

Felsefem özgürlüğe inanmaktır...

Silahım gülmek...

Lisanım ise kalbimin sesidir...

Charlie Chaplin

(Kelime Deryası isimli twitter portalından derlendi...)

Yazının devamı...

Gazetecinin kontrgerillayla karşılaştığı 20 Temmuz 2010 gecesi...

“Gazeteci” çocuklarıyla yaşadığı hayatın izdüşümü üzerinden “gazetecilik” yaptığı ülkedeki korkunç olayları ve dilemmayı anlamaya çalışıyordu...

***

20 Temmuz’u 21 Temmuz 2010’a, bağlayan gece, çocukları henüz on beş aylıkken; doğum gününün arifesinde, “çocuklarının annesi olan hayat arkadaşından ayrılmak zorunda kalıyordu Gazeteci...”

***

Paulo Coelho’nun söylediği gibi; “Hayat fırlatmak istediği oku geriye çekiyordu...”

Korkunç azap veren dramlar Gazeteci’nin başına geliyor; kontrgerilla sahneye çıkıyor; ve Gazeteci’nin hayatını yaşanmaz kılıyordu...

Hayat; her alanda bütün taarruzları ve azapları aynı sürece sığdırıyor; “mağdurun” bunların hepsini birden nasıl göğüsleyeceğini merakla beklemeye başlıyordu...

***

20 Temmuz’u “Gazeteci”nin 51. doğum günü olan 21 Temmuz’a bağlayan gece; hayatının en önemli kırılma anıydı Gazeteci’nin...

***

O gece “çocuklarının annesi olan hayat arkadaşından ayrılarak” hayatının en önemli kararlarından birini vermek zorunda kalıyordu...

***

Ancak aynı gece “ülkede hala faaliyet gösteren kontrgerilla çetesi üzerine oynadığı kirli oyunun sahnesini alıyordu...”

Gazeteci bilmeden; kontrgerilla çetesinin saldırılarına karşı masum savunmasını yapacağı görüntüleri “karşı tarafın elemanına” veriyordu...

***

O görüntülerin Gazeteci’nin suçsuz olduğunu gösteren görüntüler olduğunu anlatan yazı; “Gazeteye basılmıyor”, tersine “o görüntüler; Gazeteci’nin suçlu olduğu görüntülermiş gibi bir optik çarpıtma yapılarak, linç faaliyetine özne yapılıyorlardı...

***

Gazeteci; özel hayatının kırıldığı en ağır gecede bilmeden, karşı tarafın adamına “masum olduğunu kanıtlayan görüntüleri” vermişti...

O görüntüler bir süre sonra; kontrgerilla tarafından gazeteciyi linç etmek üzere kullanılacaktı...

***

Gece her açıdan acıklı bir geceydi “Gazeteci” için...

Ancak üzerinden yıllar geçtikten sonra, Gazeteci acıklı değil; “korkunç” bir gece olduğunu anladı...

***

Hayat arkadaşından ayrıldığı gece; masum olduğunu gösteren “görüntüler” bir süre sonra, “çarpıtılarak” onun infazı için, kullanılacaktı...

***

Gazeteci o gece görüntüleri verirken;

-“Özel hayatım bir anda tarumar oldu... Ama hiç olmazsa masum olduğumu gösteren belgeleri arkadaşlara verdim... Onlar durumu anladılar... Hayat o kadar da kötü olmuyormuş demek ki...” dediğini hatırladı...

***

Yıllar geçtikten sonra ise şöyle diyecekti o gece için;

***

“Kontrgerilla; masum olduğu bir olayda linç edilmesine o geceden itibaren aktif olarak başlıyor; bizzat kendi elleriyle masumiyetini kanıtlamak için verdiği görüntülerle bu operasyonu yürütüyordu...

***

Özel hayatının “korkunç kırılma anı” ise onu izleyen günlerde, aylarda, hayatını tarumar edecek, aylarca çocuklarından mahrum bırakacaktı...

Bu iki olay arasında bir bağlantı var mıydı acaba?..

Kim bilir?..

***

Nihayetinde;

20 Temmuz 2010 gecesi, Gazeteci’nin hayatında hiçbir zaman unutamayacağı, bütün hayatını etkileyen, izleyen yıllar içinde bütün olayları deşifre etmeye başlayacağı “gece”ydi...

***

Kontrgerillayla endirekt olarak o gece tanıştı...

Henüz farkında değildi bunun Gazeteci...

KABUS VE BABANIN GEÇİRDİĞİ FELÇ...

Kabus; izleyen günlerde, aylarda senelerde artarak hayatına girdi Gazeteci’nin...

Yediği her darbe, bir öncekinden daha büyük geliyordu...

***

Önce çocuklarını aylarca göremez oldu...

Çocuklarından “mahrum bırakıldı...”

Birkaç hafta sonra; bu duruma dayanamayan “babası” aniden felç geçirdi...

Günlerce yoğun bakımda kaldı...

***

Hastaneden çıktığında; artık sağ tarafı tutmaz olmuştu babasının...

Kendi başına yürüyemiyordu...

Konuşması peltekleşmişti...

***

Bir sene daha sürdü bu korkunç süreç...

Bu süre zarfında; kontrgerilla boş durmuyor; “masum olduğu bir olayda, kendi verdiği görüntülerin üzerinden onu linç etmeye” kalkıyordu...

***

Çocuklarından mahrum bırakıldığı günlere, kontrgerillanın kirli operasyonu karışmıştı...

Okul arkadaşının ısrarıyla;

-“Belki bir futbol programı kafasını dağıtır, biraz rahatlatır... Stresini alır...” diye düşündü...

***

Oysa kontrgerilla boş durmayacaktı...

“Bir televizyon canlı yayınının en gaddar operasyonlarından birini yapmaya koyuldu” Gazeteci’ye...

***

Canlı yayında taammüden “çıngar çıkartarak”, Gazeteci’yi orada bitirmeye çalıştılar...

***

Sinirlerine hakim olarak; 30 yılın tecrübesiyle çıktı o canlı yayından Gazeteci...

Yayından çıktığı gece şöyle diyecekti kendi kendisine;

-“Seni bu korkunç tezgahtan bile sağ salim çıkartan Gazeteci”liğine, televizyonculuğuna şükret... O asetlerin olmasa, sen şimdi “Gazeteci ve televizyoncu olarak bu hayatta yoktun çocuk!..”

SAKINCALI TELEVİZYONCU...

Canlı yayın kumpasının mimarı yorumculardan biri; “futbol ve şike operasyonunda, Gazeteci’nin ismini polise verecek ve Gazeteci’nin şike olayını yayında kendisini konuşturmayarak örtbas ettiğini ima edecekti...”

***

-“Polise her şeyi anlattım...” diyordu gerine gerine...

Emniyetten çıkıyordu televizyon kameralarına sırıtarak...

***

Gazeteci o günlerde, bir yıldır doğru düzgün göremediği çocuklarına sarılarak; Ege’de akşamları piyanodan nostaljik Türkçe pop şarkıları dinleyerek, güç ve moral topluyor, çocuklarını seviyordu...

***

O günlerde bir daha hiçbir spor programına çağırmadılar Gazeteci’yi...

Algı operasyonunu yürütmek için uygun bir isim değildi...

***

Tersine; ne söyleyeceği belli olmayacağından, gönül ve akıl ibresinin kime kayacağı önceden anlaşılamayacağından o süreçte Gazeteci ekran için “sakıncalı bir televizyoncuydu..”

Yazının devamı...

“Bir ilişkide güvensizlik varsa; sevgi yalandır...”

Çocukken her şeyin sahibi olmak için büyümek isterdik...

Büyüdük; şimdi her şeyden uzak olmak için, hep çocuk kalmak istiyoruz...

***

İnsanlar her şeyden ve herkesten kaçabilirler...

Ama hiç kimse kendi yüreğinden kaçamaz...

***

Gitmeye değer yerlerin kestirmesi yoktur...

***

Düşman elinde kılıcıyla karşında duran değil; arkanda hançeri saklayıp yanında durandır...

***

Birinin gerçek yüzünü görmek istiyorsan; kendisine hiçbir iyiliği dokunmayan birisine nasıl davrandığına bak...

***

Hayatı ilginç kılan; hayallerin gerçekleşme ihtimalidir...

***

Bir ilişkide güvensizlik varsa, orada sevgi yalandır... Ve güvenmek sevilmekten daha büyük bir iltifattır...

***

Kabul ediyorum ki en büyük hatam; yüzüme gülen herkesi kendim gibi sanmamdı...

*****

“HİÇ YENİLMEMİŞ İNSANLAR VARDIR... ONLAR HİÇ SAVAŞMAMIŞ OLANLARDIR...”

Elveda diyecek kadar cesursan; hayat seni yeni bir merhaba ile ödüllendirir...

***

Hiç yenilmemiş insanlar vardır...

Onlar hiç savaşmamış olanlardır...

***

En iyisini sonraya saklamayın...

Yarının ne getireceğini bilemezsiniz...

***

Başkalarını memnun etmek için yaşarsan; herkes seni sever...

Kendin hariç...

***

Başkalarının ne düşündüğü önemli değil...

Her halükarda yine aynısını düşünecekler...

***

Zamanını satabilirsin... Ama geri satın alamazsın...

***

Oysa hayatın sırrı, yedi kere düşüp, sekiz kere kalkmaktı...

***

Bir hayali gerçekleştirmeyi imkansız tek şey vardır...

Başarısızlık korkusu...

***

Bir gün kalkacaksınız ve hep hayal ettiğiniz şeyleri yapmaya vakit kalmamış olacak...

Şimdi zamanıdır... Harekete geçin...

*****

“AFFET AMA ASLA UNUTMA...”

Sadece güneşli günlerde yürürseniz; hedefinize asla ulaşamazsınız...

***

Tekne limanda güvenlidir... Ama teknenin amacı bu değildir...

***

Affet ama asla unutma...

Yoksa tekrar yaralanırsın...

Affetmek bakış açını değiştirir...

Unutmak ise aldığın dersi kaybettirir...

***

Ok ancak geri çekilerek atılır...

Hayat seni zorluklarla geri çekiyorsa; seni daha büyük bir şeye fırlatacağı içindir...

Nişan almaya devam et...

*****

“AFFETMEK BAKIŞ AÇINI DEĞİŞTİRİR... UNUTMAK İSE ALDIĞIN DERSİ KAYBETTİRİR...”

“Gazeteci”, psikoloji, sosyoloji, sosyal psikoloji, felsefe, edebiyat disiplinleriyle haşır neşirken; “sırlarla dolu dünyaya el uzatamamış olduğunu” Paulo Coelho’yu okumaya başladığında anladı...

Bugün Paulo Coelho’nun 69. doğum günü...

***

Onun önemli gördüğü sözlerinden birkaçını yayınlarken; “Affetme ve unutmak” üzerine söylediği sözle, “hayat seni zorluklarla ok gibi geri çekiyorsa, daha büyük bir şeye fırlatacağı içindir...” sözlerini özellikle yorumlamaya karar verdi...

***

Kızdığı, öfkelendiği zamanlarda “hiç affetmeyeceğini” söylese de, kızgınlığı ve öfkesi geçtikten bir süre sonra; affetmeyeceğini söylediği kişiyi affeder, bir süre sonra olayın üstünde durmaz; geçerdi...

***

Oysa bilgeler;

“Affet; ama unutma” diyorlardı...

Affetmek eyleminin “unutmayı” da içerdiğini zanneden insanlar; “Hayata pozitif enerji verebilmek uğruna affederken unutmayı tercih ediyorlardı...”

***

Oysa hayatın ve muhatabın kodları değişmediyse; ve ilişki bir türlü devam ediyorsa; “affettiğiniz eylemin aynısının, bir süre sonra yeniden tekerrür edeceği kesindi...”

***

Sizi yaralayan davranışın tekerrür etmesinin nedeni; direkt siz olmayabiliyordunuz...

Muhtemelen de siz değildiniz müsebbibi zaten...

***

“Muhatabın; kendi kişiliğini oluştururken seçtiği kodlar, ona o davranış modelini yaptırıyordu...”

Siz affettiğiniz zaman, onun kodları değişmediğinden bir süre sonra aynı eylemi bir daha yapmakta sakınca görmüyordu...

***

Affetmek, sizin bakış açınızı değiştiriyordu...

Ama unutmadığınızda, muhatabınıza “aynı tip davranışı uygulayacak bir ortamı oluşturmamaya başlıyordunuz...”

***

Ancak bu şekilde; “davranışın tekerrürünü engelleyebilme ihtimaline kavuşuyordunuz...”

*****

“HAYAT BİR OK GİBİDİR... ZORLUKLARLA GERİ ÇEKİYORSA; SENİ DAHA BÜYÜK BİR ŞEYE FIRLATACAĞI İÇİNDİR...”

“Gazeteci”, hayatının küçük, büyük bütün “fırlama noktalarını” gözünün önüne getirdiğinde; fırlamalar öncesinde yaşam çizgisinin; her seferinde Coelho’nun sözünü doğruladığını gördü...

***

Gerçekten de hayat bir ok gibiydi... “Zorluklarla insanı geri çekiyorsa, insanı daha büyük bir şeye fırlatacağı içindi...”

***

Coelho’nun sözünü ettiği zorluklar günlük zorluklar değildi; Olağandışı zorluklardı...

Herkesin hayatına zaman zaman, günlük zorlukların ötesinde zorluklar girer, belirli bir süre de hayatından çıkmak bilmezdi...

***

Bu “azap” günleri; bir süre sonra hiç tahmin edilmeyecek bir “fırlamayla” sonuçlanıyordu... “Fırlama”, o ana kadar insanın benimsediği kodlarla mümkün olamayacak bir “fırlama”ydı...

***

Fırlama; zorluk ve azap günlerinde kazanılan yeni yetilerle gerçekleşiyordu...

Azap günlerinde, farklı bir sıçramanın gelmesini insan hesap edemiyor, beklemiyordu...

***

Hayat; fırlatacağı insanın önce zorluklar yoluyla yeteneklerini zorluyor, geliştiriyor, ertesinde gelişmiş yeteneklerle fırlamayı gerçekleştiriyordu...

***

İşin şifresi; “insanın bunu hesap edememesiydi...”

İnsanın önceden hesap edebildiği bir şey, “ilahi planın bir parçası olmuyor”, insani planının zavallı bir parçası olarak kalıyordu...

***

Mucizeler insanların planlı hesaplarıyla değil, üzerinde çalıştıkları ancak öngöremedikleri sıçramalarla mümkün oluyordu...

Yazının devamı...

‘Gazeteci’ye hatalı ameliyat yapan doktorun ihmali; Mehmet Barlas’ın bütün vücuduna iltihap sardırdı...

Yıllar önce, grubun bankalara el konduğu gün; “Gazeteci”yi telefonla arayarak eve çağıran; Kolej’li Abi, iki gün önce yine Gazeteci’yi arıyor telefonla...

-“Bodrum’da Sağlık Merkezi’nde anti-aging kampındayım... Akşamları burada, şampanya tadında, şampanya olmayan alkolsüz içki...

Hamburger tadında, et ihtiva etmeyen hamburger...

Kahve tadında kahve olmayan kahve, alkali su ve değişik anti-aging yemekleri yiyorum... Seni özledim... Gel burada sağlıklı bir akşam yemeği yiyelim beraber... Sohbet ederiz...” diyor...

***

Gazeteci; Kolej’li Abi’siyle buluşuyor...

Sohbetin sonlarına doğru Kolej’li Abi;

-“Mehmet Barlas aylardır hasta, hala iyileşemedi... Bel ameliyatı olmuştu... İltihaplanmış, komplikasyon yapmış... Hala düzelmemiş... Eşi Canan apar topar Bodrum’dan İstanbul’a dönmüş...” diye haber veriyor...

***

“Gazeteci” iki ay kadar önce, bir ara yazılarını göremediği Mehmet Barlas’ın “hastalığından” haberdar oluyor...

***

Arayıp, kızıyla bir telefon konuşması yapıyor... “Barlas’ın bel ameliyatı” olduğunu öğreniyor; “geçmiş olsun” dileklerini ilettikten sonra telefonu kapatıyor...

***

Gazetesinde, yazılarının yeniden yayınlandığını görünce; ameliyat sürecinin bittiğine kani olup, iki buçuk aydır bir daha iletişime geçemiyor kendisiyle...

***

Kolej’li Abi; “Mehmet Barlas’ın bel ameliyatından iltihap kaptığını, iltihabın bir süre sonra bütün vücudu kapladığını anlatıyor...

“Gazeteci” şaşırıyor; hemen ertesi sabah, “aile”yi arıyor...

***

Öki; Barlas “birinci bel ameliyatı esnasında veya hemen sonrasında iltihap kapıyor... Ameliyat sonrası çekilen MR’da iltihap gözüküyor... Ancak doktor; görmüyor ve es geçiyor...

***

Bir süre sonra; iltihap Barlas’ın bütün vücuduna sirayet ediyor...

Mehmet Barlas hızla kilo kaybetmeye başlıyor...

***

Aile; Barlas’ın hızlı kilo kaybının nedenini bir türlü anlayamıyor...

Sonunda -ilginç bir benzerlik- yıllar önce Gazeteci”nin yaptığı gibi doktor Azmi Hamzaoğlu’na gidiyor Barlas...

***

Azmi Hamzaoğlu; iltihaptan dumura uğrayan; organlara takviye amacıyla, yeniden ağır bir ameliyat yapıyor Mehmet Barlas’ı...

***

“Gazeteci” hikayeyi dinlerken; kafasında aniden bir düşünce patlıyor;

-“Yoksa ilk bel ameliyatını yapan doktor Prof. Fahir Özer miydi?..” diye soruyor...

-“Evet...” diyor Aile...

-“Ben size kendi ameliyatımı anlatmamış mıydım?..” diye haykırıyor...

-“Anlatmıştın ama...” diyorlar;

-“Doktorun adını hatırlamıyorduk...”

BAZIN KONSEYİ VE ACIKLI BİR GAZETECİLİK ÖYKÜSÜ!

“Gazeteci”nin o an aklına birkaç yıl önce yazdığı ve “sakat kalacağını anlattığı başarısız bel ameliyatı” yazısı geliyor...

İlginç bir olay gerçekleşiyor o yazıdan sonra...

***

Basın Konseyi; birkaç hafta sonra yazıyla ilgili “Gazeteci”ye bir “uyarı cezası” gönderiyor...

Yazıda “Gazeteci”nin etik davranmadığını ileri sürüyor Basın Konseyi ve “uyarı” cezasını önerenin “Başkanlığını...” olduğu belirtiliyor...

***

Bak bir hayretle karşılıyor “Basın Konseyi”nin “Uyarı” cezasını “Gazeteci...”

Hayretinin bir nedeni var...

***

Basın Konseyi’nin Gazeteci’ye “uyarı” verilmesini isteyen Başkanlığında yılların gazetecisi hanım meslektaş ve eşi; “Gazeteci”yle aynı gazetede aynı televizyonda beraber çalışmış 38 yıllık arkadaşları ve meslektaşları olan kişiler

***

“Gazeteci”yi mesleğe girdiği günden bu yana tanıyorlar...

Kocası Yazı İşleri Müdür’lüğünü yapıyor, Basın Konseyi Başkanıyla on yıl birlikte muhabirlik yapıyor “Gazeteci...”, Milliyet Gazetesi’nde ve Show TV’de...

***

“Gazeteci”nin mesleki eğitimini aldığı; ve 10 yıl çalıştığı Abdi İpekçi ekolünün geçerli olduğu Milliyet Gazetesi’nde, nasıl bir Gazeteci olduğunu o karı koca çok iyi biliyorlar...

***

Elli yaşında değil; 20 yaşındayken bile bir gün meslek etiğine aykırı yazı yazmadığını yazmayacağını en iyi onlar biliyor diye düşünüyor “Gazeteci...”

***

Minik çocukları doğduğunda, eşinin yakını olan “çiftin erkeğinin” hastane odasında ilk ziyaretçi olduğunu da hatırlıyor “Gazeteci...”

***

Kendisini “sakat” bırakan doktoru anlattyazısına Basın Konseyi’nin kendisinden savunma bile almadan “uyarı” cezası verilebilmesi için, “çok derinde bir şeyler olduğunu” seziyor ama tam anlamlandıramıyor Gazeteci...

BASIN KONSEYİ’NİN GAZETECİLİĞİ!!! YARGILANIYOR...

Basın Konseyi “doktorun yaptıklarını anlattığı yazısından dolayı Gazeteci’ye “Uyarı cezası” veriyor...

Doktor hiçbir şey olmamışcasına görev yapmaya devam ediyor...

***

İki yıl sonra; ameliyat ettiği gazeteci Mehmet Barlas’ın ameliyat yerinde oluşan iltihabı MR’da görmve iltihap Barlas’ın bütün vücudu sarıveriyor...

***

“Gazeteci” durumu yazdığı yazısına “uyarı cezası veren” meslektaşlarını düşünüyor ve acı acı gülümsüyor...

***

Sonra; aklına herkesin söylediği bir laf geliyor...

-”O doktora kimse bir şey yapmaz...” diyorlar;

-”güçlü o doktor...”

***

Neden acaba diye düşünüyor Gazeteci...

Gözüne bir anda “doktor”un; “mensuplarının birbirlerini koruma, kollama, gözetme” duygularının çok ağır bastığı yasal ama özel bir yapılanmanın üyesi olduğu çarpıyor...

***

“Gazeteci”, “hayatta yalnız ve tek olduğu”ndan; tuttuğu kulübün dışında hiçbir yapılanmaya üye olmadığı gibi; bu örgütlenmeye de mensup değil...

***

Bu örgütlenmeye karşı bir pozisyonu ya da politikası da mevcut değil...

Birçok tanıdığı, dostu, arkadaşı bu örgütlenmenin parçası ve bu durum yıllar içinde “Gazeteci”nin arkadaşlıklarını dostluklarını hiç etkilemiyor...

***

Yakın çevresinden biliyor ki; “Konsey’deki” çiftin dünyaları da bu dünyalara pek uzak değil...

O zaman “38 yıllık tertemiz “Gazetecilik” hayatında 40 yıllık dostlarından!!! aniden aldığı “uyarı cezasının anlamını” kavramaya başlıyor Gazeteci...

***

“Masum çocuklarını”, “40 yıllık arkadaşına, dostuna, meslektaşına haksız uyarı cezası kesen, bu “çakma ilişkilerin” etkisinden kurtarmak için Tanrı’ya dua ediyor dün Gazeteci...

***

Basın Konseyi’nin “Uyarı Cezası”; acıklı bir gazetecilik öyküsünün, ibretlik vesikası olarak orada öylesine duruyor...

***

Mehmet Barlas bütün vücudu iltihap kaplamış bir halde, yeniden hastaneye kaldırılıyor...

“Gazetecilik” yargılanıyor!!!

Gazeteci’ninki değil;

“Basın Konseyi”nin gazeteciliği!!!

Yazının devamı...

Bugün Can Yücel’in doğum günü... Can Yücel'e yanlışlıkla atfedilen unutulmaz Perihan Özcan şiiri... “Hiçbir şeye ait olmayacaksın...”

"İlle de bir şeye ait olacaksan,
Renklere ait olacaksın...
Mesela turuncuya, ya da pembeye...

***

Bağlanmayacaksın öyle bir şeye,

Öyle körü körüne...

***

O olmazsa yaşayamam demeyeceksin...

Demeyeceksin işte...

Yaşarsın çünkü...

***

Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki...

Çok sevmeyeceksin mesela...

O daha az severse kırılırsın...

Ve zaten; genellikle daha az sever seni...

Senin onu sevdiğinden...

***

Çok sevmezsen, çok acımazsın...

Çok sahiplenmeyince; çok ait de olmazsın hem...

***

Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin...

Senin değillermiş gibi davranacaksın...

***

Hiçbir şeyin olmazsa;

Kaybetmekten de korkmazsın...

Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın...

***

Çok eşyan olmayacak mesela evinde...

Paldır küldür yürüyebileceksin...

***

İlle de bir şeyleri sahipleneceksen...

Çatıların gökyüzüyle birleştiği

yerleri sahipleneceksin...

***

Gökyüzünü sahipleneceksin...

Güneşi ayı yıldızları...

Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak...

O ‘benim’ diyeceksin...

***

Mutlaka sana ait olmasını

İstiyorsan bir şeylerin

Mesela gökkuşağı senin olacak...

İlle de bir şeylere ait olacaksan...

Renklere ait olacaksın...

***

Mesela turuncuya ya da;

pembeye...

Ya da cennete ait olacaksın...

***

Çok sahiplenmeden,

Çok ait olmadan yaşayacaksın...

***

Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi...

Hem de hep senin kalacakmış

gibi hayat...

***

İlişik yaşayacaksın,

Ucundan tutarak...

(Perihan Özcan)

---------

TAM ZAMANINDA YAŞAMAK

Yemek de boş, içmek de,

Hatta yeri gelmeden sevişmek de...

***

Tam zamanında öpmelisin...

Mesela güzel gözlünü...

***

Tam zamanında söylemelisin sevdiğini...

Gözlerinin içine baka baka...

***

Bisikletinin gidonunu

Tam zamanında çevirmelisin...

***

Düşmemek için,

Tam zamanında frene basmalı,

Tam zamanında yola koyulmalısın...

***

Tam zamanında okşamalısın başını...

o üzüm gözlü çocuğun

Hıçkırıklar tam dizilmişken boğazına...

Tam ağlamak üzereyken...

***

Tam zamanında koymalısın

Elini omzuna...

En sevdiğin dostunun babası

öldüğünde...

***

Tam zamanında tutmalısın

düşerken...

Üç yaşında sehpaya tutunan

çocuk...

***

Tam zamanında acımalı

yüreğin

Afyon’da Hasan Ağabey’in evi

yıkılınca başına

Evsiz kalınca çoluk çocuk

Ki uzatsın elini bir parça...

***

Tam zamanında açmalısın kapını

Hayatına girmek isteyenlere...

Tam zamanında çıkarmalısın

Sevginden şımarmaya

başlayanları...

***

Tam zamanında affetmelisin

kardeşini

biliyorsan yüreğinde kötülük olmadığını

Seni gecenin üçünde arayıp da

Kafasının iyi olduğunu

söylediğinde...

***

Tam zamanında öğretmelisin

oğluna

Gerekiyorsa yumruk atmayı

tam burnunun üstüne

Tiksinmeden pisliğinden,

Yukarı mahallenin sümüklü

bebesi

Misketlerini zorla almaya

çalışırsa...

***

Tam zamanında bağırmalısın

Acıyınca bir yerin.

Tam zamanında gülmelisin

Kemal Sunal küfür edince

Filmin bir yerinde...

***

Tam zamanında yatmalısın

yola çıkacaksan ertesi gün

Ve arabayı kullanan sensen

Sana emanetse çoluk çocuk

Ve kendin...

***

Tam zamanında bırakmalısın

içmeyi...

Son kadeh bozacaksa seni

Ve üzeceksen birilerini

Ertesi gün hatırlamayacaksan...

Tam zamanında ayrılmalısın

misafirliklerden...

***

Tam zamanında terk etmelisin

gerekiyorsa

Annenin, babanın evini,

Tam zamanında başka bir

şehre gidip

Ayaklarının üstünde durmaya

çalışmalısın...

Tam zamanında dönmelisin memleketine...

***

Tam zamanında için titremeli,

Tam zamanında aşık olmalı

Deli gibi sevmelisin güzel

gözlünü...

***

Tam zamanında toplamalısın

oltanı

Belki de seni şampiyon

yapacak

En büyük balığı kaçırmadan...

***

Tam zamanında yaşlandığını

hissetmeli...

Tam zamanında ölmelisin

Iskalamak istemiyorsan hayatı...

***

Haydi şimdi kalk bakalım

Silkin şöyle bir

At üzerinden hayatın

yorgunluğunu...

Vakit zannettiğinden daha az

Haydi kalk bakalım...

Şimdi YAŞAMAK ZAMANI...

(Can Yücel)

---------

"GAZETECİ"NİN GAZETESİ, TELEVİZYONU VE CAN YÜCEL'İN UYARISI...

Yedi yıl Milli Eğitim Bakanlığı yapan Hasan Ali Yücel’in oğluydu Can Yücel...

Babası aynı zamanda yazardı...

Kendisi de şair, çevirmen, edebiyatçı oldu, genetik kodlarına uyarak...

Ankara Atatürk Lisesi bitirip, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde okuduktan sonra, İngiltere’ye Cambridge Üniversitesi’ne gitti...

***

Askerliğini Kore’de yaptı...

Uzun süre Paris ve İngiltere’de yaşadı...

BBC’de Türkçe servisinde çalıştı...

Türkiye’ye döndüğünde Bodrum ve Marmaris’te turist rehberliği yaptı...

***

Çevirdiği iki kitaptan dolayı 12 Mart 71 darbesinde; 15 yıl hüküm giydi, Adana cezaevinde tutuklu kaldı...

74 affıyla serbest bırakıldı...

Şiirlerinde argo ve müstehcen sözlere yer verdiği için kovuşturmalara uğradı...

Buna karşın; edebiyatın edepli bir şey sanılmasının temel bir yanılgı olduğunu savundu...

***

Öldüğünde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e hakaretten kesinleşmiş bir yıl iki ay hapis cezası bulunmaktaydı...

Son yıllarında Datça’da yaşıyordu...

Gırtlak kanseri oldu ve 72 yaşında vefat etti... Güzel, Hasan ve Su isminde üç çocuğu vardı... Datça’ya gömüldü...

***

1991 yılında hayatı sıfırlayarak yeni bir başlangıç yapmak üzere Atina’dan Türkiye’ye gelmişti Gazeteci...

Nokta dergisinde köşe yazmaya o günlerde başladı...

TRT’de ilk haber programlarına da o sıralarda başladı...

Hayatın makasını değiştirmişti...

***

“Bağlanmayacaksın bir şeye hayatta” başlıklı şiir Can Yücel’e atfedilen bir Perihan Özcan şiiridir…

Şiir zaman içinde o kadar Can Yücel’le özdeşleşti ki Perihan Özcan her seferinde şiirin kendisinin olduğunu anlatmak zorunda kaldı…

***

Gazeteci; Can Yücel’e atfedilen Perihan Özcan şiirinde olduğu gibi "Kendisiyle özdeşleştirdiği ve ayrılmayı imkansız gördüğü" Gazetesinden ayrılmış, "Bağlanmayacaksın hiçbir şeye" isimli şiiri hayatında yaşamaya başlamıştı...

***

Nokta dergisinin Doruktakiler ödül töreni için, sunucu aranıyordu...

Sonraları DSP Genel Başkanı olan Masum Türker Nokta dergisini satın almıştı...

"Gazeteci"ye “Ödül töreninin sunuculuğunu" yapmayı teklif etti...

***

Gazeteci televizyon programcılığında daha yeni başlamıştı...

Böylesine bir gecede sunuculuk tecrübesi ise hiç yoktu...

Gazetede televizyonda uluslararası muhabirlik yapmak başka şeydi; sunuculuk başka...

Biraz tereddüt gösterdi...

Masum Türker gaz verdi;

-“Senden daha iyi kim yapacak ki?..”

***

"21 yaşından itibaren on yıl çalıştığı ve ait olduğunu sandığı Gazete'sinden ayrılıp; yeni başladığı ve bir miktar yabancılık hissettiği bir Dergi'nin geleneksel "Doruktakiler" ödül törenini sunacaktı...

Yeni bir mecranın heyecanında "ait olmadığını düşündüğü bir dünyada ürkek adamlar atıyordu..."

O günlerde başlayan sunuculuk serüveninin bir gün onu Türkiye'nin en popüler televizyon gazetecilerinden biri haline getireceğini o sırada bilmiyordu...

***

Ne diyordu şiir;

"Hiçbir şeye ait olmayacaksın... Hiçbir şeye fazla bağlanmayacaksın..."

***

O gece Can Yücel de Doruktakiler ödülünü alan ünlülerden biriydi...

Genç ve tecrübesizdi...

"Gazeteci" o kadar çok kişiyi anons edip, hakkında konuşma yapmak durumundaydı ki; Can Yücel’e diğer konukların fevkinde bir ilgi ve sevgi gösteremedi...

***

Bugün Can Yücel'in doğum günü...

"Gazeteci", o günden yıllar sonra, "Gazete günlerinin çok geride kaldığı; televizyonlarda en popüler figür haline geldiği günlerden bir gün; yine kendisine yanlışlıkla atfedilen o şiirin sözündeki gibi" tası tarafı toplayıp televizyon dünyasından "Yazı" dünyasına taşındı...

***

"Hiç bir şeye fazla bağlanmayacaksın...

Hiç bir şeye ait hissetmeyeceksin kendini...

İlişik yaşayacaksın...

Ucundan tutarak...

***

O olmadan yaşayamam demeyeceksin...

Demeyeceksin işte...

Yaşarsın çünkü...

***

Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki...

Çok sevmeyeceksin mesela...

O daha az severse kırılırsın...

Ve zaten; genellikle daha az sever seni...

Senin onu sevdiğinden..."

Yazının devamı...

Prag... 20-Ağustos-68... Baharın bittiği gün...

Prag Baharı olarak adlandırılan; Çekoslovakya’nın siyasi olarak liberalleşmeye çalıştığı dönem, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı ülkelerince işgal edilmesiyle sona erdi...

Alexander Dupçek ve öteki liberalleşme yanlısı sosyalist liderler tutuklandı... Sovyet tankları Prag sokaklarında halkın direnişiyle karşılaştı...

*****

PRAG... BİR DON JUAN’IN HAYATI...

“Önemli olan üç’ler kuralını izlemek” diyordu Tomash “Bir kadını ya arka arkaya üç kere görür sonra hiç görmezsin, ya da ilişkini yıllar boyu sürdürürsün, ama her randevunun arasına en az 3 hafta bırakmaya dikkat edersin...”

***

Murat Belge’ye göre Tomash çağımızın Don Juan’ıydı...

“Üç’ler kuralı sayesinde Tomash birçok kadınla cinsel ilişkilere girerken, bazı kadınlarla olan ilişkilerini de bozmamayı başarmıştı...

Onu en iyi anlayan kadın Sabina’ydı... Sabina ressamdı...”

***

Çağın Don Juan’ı olan bu adam iş için bir günlüğüne gittiği kasabada genç bir kadınla ilgilendi...

Kadın bir süre sonra adamın Prag’daki evine geldi...

Geldiği gün seviştiler...

Genç kadın Don Juan’ın o gün girdiği hayatından bir daha çıkmadı...

Tomash taşralı o genç, güzel ve nahif kadın girdiği andan itibaren ne ondan ne de öteki kadınlarından vazgeçebildi...

Genç kadının ismi Teressa’ydı...

***

Teressa, Tomash’ı öteki kadınlardan deli gibi kıskanıyordu...

Geceleri kabuslar görüyor, kabuslardan hıçkırarak uyanıyordu...

Tomash’ın hayatı alt üst olmuştu;

Çünkü Tomash’a göre, “Kadınlarla erotik dostluklarının temel kuralı, aşk adına ne varsa, yaşamdan uzak tutmasını sağlamaktı...

Anlaşmanın bu maddesine karşı geldiği an, Don Juan’ın hayatındaki öteki kadınların konumları alçalacak ve onlar başkaldırmaya hazır hale geleceklerdi...”

***

Ancak hayat Don Juan’ların bile teorize edebildiği ölçüde gerçekleşmezdi...

Milan Kundera’nın romanından çıkma Prag’lı playboy doktor Tomash için de bu kural değişmeyecekti...

Çağın Don Juan’ına aşk oyunu çok pahalıya mal olacaktı...

***

Kadınları içinde onu en fazla anlayanı Sabina’ydı...

O bile, genç Teressa’nın sevgilisinin hayatına girmesinden sonra değişmişti...

Sevişirlerken Tomash’ın saatine baktığını fark ettiğinde, çorabının tekini saklayacak, onu rezil etmeye çalışacaktı...

Sabina Prag’lı Don Juan’ı seviştikleri o gün ayazda delikli kadın çorabıyla genç sevgilisinin yanına gönderdi...

***

Ne ki Sabina’ya rağmen, Tomash’ın Teressa’ya olan aşkı bitmek bilmedi...

O istiyor diye “memleketinden uzaklara gönüllü sürgüne” gitti...

Bir gün genç kadın sürgündeki evden, arabasına atlayıp memleketine döndü...

Tomash genç kadının arkasından, kendisi için cehennemi andıran bir cezaevi halini alacak olan ülkesine geri döndü... Genç kadına karşı aşk ve sevgiyle karışık bir şefkat besliyordu...

***

Bir erkek “Sevdiği kadının arkasından, gönüllü sürgüne gidiyor, gönüllü sürgünden kendisine cehennemi yaşatacakları coğrafyaya geri dönmekten imtina etmiyordu...

Hayatını bir kadın için allak bullak ediyor; ama aynı genç kadını sayısız kadınla aldatmaktan vazgeçemiyordu...”

Korkunç bir dilemmaydı bu...

***

Hayatı bunca allak bullak eden erkeğin, o genç kadını sevmediği söylenemezdi...

O zaman soru şuydu;

Bu kadar çok seviyorsa genç kadını, neden beraber olduğu diğer kadınlardan vazgeçemiyordu?..

***

Halil Berktay şöyle yazacaktı;

Aslında Nazım da Milan Kundera’nın Tomash’ı gibi; “çok kadınlı tek erkeklerden”di...

Nazım’ın da başka başka aşık olduğu, fakat ondan başkasına aşık olmasını istemediği kadınları yok muydu?..

Piraye, Münevver Hanım, Piraye hep bir şekilde genç Teressa’nın kaderini yaşamamışlar mıydı?..

***

Tomash’ın küçük pejmurde arabasıyla çapkınlığa gittiği sokaklarda yürüdüm uzun süre...

Sonra Teressa’nın Rus askerlerinin 68 Baharı’nda işgal ettikleri Prag’da korkusuzca resmini çektiği meydanlarda dolaştım...

Sabina’nın yaptığı resimlerini verdiği galerilerde oyalandım...

Milan Kundera’yı andım...

Tomash’a selam gönderdim...

Teressa’yı sevdim...

Sabina’ya gıpta ettim...

‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni hissettim...

*****

BİR SONBAHAR ŞEHRİ

Bir Sonbahar şehridir Prag...

Tıpkı Paris gibi...

Hüzünlüdür çünkü...

Tüm Sonbahar şehirleri gibi...

Prag’ın üstüne sinen hüzün “dört mevsim”dir...

Aslında “Dört Mevsim Sonbahar’dır Prag...”

Bahardayken de hüzünlüdür...

Kar yağarken de...

Yazın güneşte yürürken bile...

***

Rus işgali mi hüzünlü yapar şehri?..

Dubçek’in güler yüzlü sosyalizminin, vakt-i zamanında yürümemesi mi?..

***

Bir Ağustos sonunda Prag Baharı’nın bitmesi midir, şehri “hep Sonbahar yapan?..”

Yoksa Kafka’nın pesimizmi mi?..

***

Vitava nehrinin üzerine düşen sarı yapraklar mıdır Prag’ı hüzünlü kılan?..

“İşgalci otoritenin“, baskısına karşı çıkmaya çalışan, Don Juan bir doktorun “siyasi cesaretinin fayda vermez gözükmesi mi?..

***

Teressa’nın aşamadığı ve aşkına kavuşamadığı dramatik kaderi midir Prag’ı hüzünlü yapan?..

Yoksa Sabina’nın erkeğine bir türlü sahip olamadığı hüzünlü hikayesi mi?..

***

Sanırım hepsi;

Ve daha fazlası...

Prag bütün bu kişisel ve siyasi öykülerin hüzünlü dekorasyonunda; misafir eder konuklarını...

Prag’a gelen her konuk, şehrin büyülü, gizemli ve hüzünlü atmosferinde, kendi hüzünlü öyküsünü de düşünür ve hikayeleştirir...

Hüzünlere; hüzünler eklenir Prag’da...

İnsanlardan ve şehirden toplanan hüzünlü öyküler, demetler halinde Prag’ın tatlı esintisinde rüzgarlaşır...

Vitava nehrinin gece akıntısında yakamozlaşır... Arnavut taşlı sokakların ıslaklığında saydamlaşır...

Kilisenin bulunduğu meydanda hepsi birden bohemleşir...

Prag’da esasen şarap içilse de...

Prag “biranın bile güzelleşebildiği nadir kentlerden biridir...”

Biralı, birasız, şaraplı, şarapsız...

Prag kadınları her halükarda zarif ve güzeldir...

Prag’lı Don Juan Doktor Tomash’ın şerefine...

Na zdravi...

Yazının devamı...

“Gazeteci”nin; Şike Davası esnasında yarım kalan spor programı...

“Gazeteci”, Tanrı’nın kendisine mesleğini tek başına yapmaya uğraşırken; hayata katkı sağlayacak bir misyon yüklediğine inanmaya başlıyordu...

***

Karşısına öyle olaylar çıkıyor, “tek başına mesleğini yaptığı için, her dönemin muktedirleri tarafından öyle operasyonlara tabi tutuluyordu” ki bir süre sonra;

-“Tanrı; Türkiye’deki medyadaki adaletsizliklerini benim üzerimden yaptırtarak; günü geldiğinde deşifre olmasını istiyor...” diye düşünüyordu...

***

Arka arkaya yediği derin operasyonlardan sonra televizyon haberciliğini kesen, “Gazeteci”, Kolej’den o sırada bir kanalın genel müdürlüğünü yapan okul arkadaşının bitmek tükenmek bilmeyen ısrarları üzerine, “spor programı yapmayı kabul ediyordu...”

***

Okul arkadaşı; “televizyon habercisinin isminin kamuoyundaki etkisine güveniyor; futbolu çocukluk yıllarından beri çok sevdiğini, Beşiktaş’ı ve üç büyükleri çok iyi takip ettiğini biliyor; ne yapıp edip onu spor programına aldırmaya çalışıyordu...

***

Gazeteci sonunda önce yorumcu, 2011 yılının başından itibaren de Son Kale isimli bir televizyon programının moderatörü olarak iki ünlü hakemle program yapmaya başlıyordu...

***

Hayatının “yavrularıyla ilgili en fırtınalı günlerinden geçiyordu” Gazeteci...

***

Hayat arkadaşından ayrılmış, “çocuklarını aylarca göremez olmuş”, “dört bir yandan gelen bombardımanın altında”, yavrularına kavuşabilmenin özlemiyle, mücadele ediyordu...

***

Okul arkadaşı; onun bu fırtınalı günlerinde “çektiği ızdırapları görüyor”, biraz rahatlaması ve kafasını dağıtması için ona futbol programlarının iyi geleceğini düşünüyordu...

Bıkmadan usanmadan ona destek oluyor, programın başarılı olması için elinden gelen çabayı harcıyordu...

***

2011 yılının Nisan ayına böyle gelindi...

OLAYLI VE KAVGALI TELEVİZYON PROGRAMI...

12 Nisan 2011 akşamı, yine futbolun kavgalı, hararetli, heyecanlı tartışmalarının yapıldığı televizyon programı sürüp gidiyordu...

***

“Gazeteci”nin hayatı bu televizyon tartışmalarında geçmişti...

79 milyon insan; onu televizyon tartışmalarının vazgeçilmez moderatörü olarak bilirdi...

***

Bunun nedeni; televizyondaki tartışma programlarını, Türkiye’de ilk başlatan kişi olmasıydı...

***

Yıllar önce TRT’de başlattığı “tartışma programı geleneği”, kısa zamanda bir çığ gibi büyümüş, bütün kanalları etkisi altına almıştı...

***

Gazeteci geçen bu yıllar içerisinde “en dev tartışmaların yapıldığı Ateş Hattı isimli tartışma programının sahibi olarak yayına devam ediyordu...”

***

Futbol tartışmaları, ona mesleki geçmişinin bu referansından sonra, çok da zor gelmiyordu...

Neler görmüştü o...

Ne maydanozlu köfteler?..

***

O gün nedenini doğru düzgün hatırlayamadığı bir suçlamayla ilgili Eskişehirspor’un teknik direktörlüğünü yapan eski Fenerbahçe’li futbolcu Bülent Uygun’a telefonla bağlanacaklardı...

***

“Gazeteci”, bu tartışmalarda “çıngarın” çok kolay çıktığını bildiğinden; canlı yayın tecrübesiyle “aralarında kavga çıkması muhtemel tarafları, birbirleriyle karşılıklı konuşturmaz, araya girer, birinin konuşması bittikten sonra diğerine söz verirdi...”

***

Eskişehirspor’un teknik direktörü Bülent Uygun telefonla canlı yayına bağlandı... Konuşuyordu...

Eski futbolcu ve hakem olan yorumcu;

-“Ben Bülent Uygun’a soru soracağım...” dedi...

***

“Gazeteci”;

-“Siz zaten programın yorumcususunuz... Bülent Uygun sözlerini bitirsin... Arkasından istediğiniz kadar konuşun, sorular sorun... Ben kendisine soruları yöneltirim... Öyle cevaplasın... Karşılıklı konuşma olmasın...” dedi...

***

Amacı televizyon programına bağlanan konukla, bir çıngar çıkmasını önlemek, herkesin eteklerindeki taşı, kavga etmeden dökmelerini sağlamaktı...

***

Zaten hararetli olan konuların, fazladan bir de kavganın içine sokulmasından haz etmezdi Gazeteci...

***

Ne var ki; eski futbolcu ve hakem olan yorumcu ısrar ediyordu...

-“Ben soru soracağım arkadaş... Sormayacaksam, o konuştuktan sonra bir daha bu programda konuşmayacağım...”

***

“Gazeteci” defalarca yorumcuya yalvardı...

-“Hangi konuda ne kadar isterseniz, sorun, konuşun... Zaten bu programın yorumcususunuz... Yalnız karşılıklı tartışmaya girmeyin... Bitirsin konuşmasını siz istediğiniz kadar soru sorun, konuşun... Cevap vermek isterse verir, istemezse vermez...”

***

Bir profesyonel, “kendi programına çıkan konuğa, bu kadar saygıyı göstermeliydi...”

Böyle düşünürdü Gazeteci...

O telefonda söyleyeceğini söyleyecekti...

Sonra programın yorumcuları, kendi programlarında istedikleri kadar yorum yapar, soru sorarlardı...

Adab-ı muaşeret bunu gerektirirdi...

Keza programcılık...

***

Ancak ne hikmetse, bu kadar basit bir meseleyi, programı beraber yaptığı meslektaşına anlatamıyordu...

Nuh diyor Peygamber demiyordu yorumcu...

-“Ben Bülent Uygun konuşmasını bitirdikten sonra da konuşmayacağım...” dedi...

***

Ne yaptıysa fayda etmedi Gazeteci...

Sonunda;

-“Peki öyleyse...” dedi...

Bülent Uygun’un 30 saniye daha konuşmasına müsaade etti... Yorumcular konuşmayacaklarını söylediklerinden programı reklam arasına kesti...

***

Reklam arasında olaylar bitmek bilmiyordu...

Bu kez;

-“Biz bu şekilde program yapmayız...” demeye başladı yorumcular...

***

Gazeteci bilinçli bir operasyon yapıldığını fark ediyor; fakat ne olduğunu kestiremiyordu...

-“Yine birileri arkadan düğmeye basmışlardır... Programı engellemek için...” diye düşündü...

***

Ertesi hafta olaylar daha da büyüdü...

Yorumcular bu kez hiç konuşmadılar...

Bir saat kendi başına yayını yürütmek zorunda kaldı Gazeteci...

En sonunda konuşmadıkları programda “kavga çıkartarak olay çıkardılar...”

Program sona erdi...

3 TEMMUZ ŞİKE SÜRECİNDE “GAZETECİ...”

Üç ay sonra, “3 Temmuz şike süreci” başladı ülkede... Fenerbahçe Başkanı, yöneticileri, Sivasspor ve Eskişehirspor kulübünden bazı isimler suçlanan grubun başını çekiyorlardı...

***

Ortalık toz dumandı...

Tapeler yayınlanıyor, “şike” suçuyla yöneticiler, teknik direktörler, futbolcular içeri alınıyor; korkunç bir kasırganın her şeyi yerle bir eden etkisiyle, futbol darmaduman oluyordu...

***

Yaz aylarıydı...

“Gazeteci”, “çocuklarına kavuşmanın sevinciyle tatilini Ege’de geçiriyor; olayları tatil belgesinin dinginliğinde uzaktan izliyordu...

***

Çocuklarının kokusuna hasret kalmıştı aylarca... Ne şike, ne tape hiçbir şey onu “çocuklarının içine çektiği kokusunun yanında” bir anlam ifade ediyordu...

ŞİKE DAVASINDA “GAZETECİ”Yİ İHBAR EDİYORLAR!..

O günlerin birinde; iki ay önce beraber program yaptığı eski futbolcu ve hakem olan yorumcuyu televizyonda kocaman siyah gözlükler takmış halde, Emniyet’ten çıkarken gördü Gazeteci...

***

Şike olayıyla ilgili bildiklerini anlatmıştı!!! yorumcu... Havasından geçilmiyordu...

Etrafına toplanan muhabirlere, kameramanlara; -“Şikeyle ilgili bildiğim her şeyi anlattım polislere...” diyordu...

***

Gazeteci yavrularına döndü...

Onları koklayıp sevmeye koyuldu...

Ertesi günü gazetelerde bir haber gördü...

-“Beni ‘Gazeteci’ konuşturmadı diyordu...” programda beraber çalıştığı “yorumcu...”

***

-“Eskişehirspor teknik direktörü Bülent Uygun’a canlı yayında soru soracaktım... ‘Gazeteci’ bana soru sordurmadı... Şike olayı örtbas edildi... Bu durumu emniyetçi arkadaşlara anlattım...”

***

Bunca yıl bu kadar şey görüp yaşamıştı Gazeteci... Ancak bu olay karşısında, yeni bir yaşına girdiğini hissediyordu...

Bir kez daha ağzı açık kalmıştı...

Eski futbolcu ve hakem olan yorumcu;

-“Karşılıklı konuşmayın, o konuştuktan sonra siz istediğiniz kadar konuşun...” dediği için; programda Gazeteci’nin şike olayını dolaylı olarak örtbas!!! etmeye çalıştığını ima ediyor; olayı Emniyet’te polislere ihbar ettiğini kayda geçiriyordu...

***

“Gazeteci”, televizyon programında yaşadıklarını mesleki bir kıskançlık ve haset olarak değerlendirmiş, üzerinde fazla durmaya gerek duymamıştı... Çocuklarıyla haşır neşir Ege’nin lacivert sularında masum yavrucaklara hayat vermeye çalışıyordu... Oysa, daha “şike süreci” patlak vermeden iki ay önce olan bir canlı yayın; nedeniyle “kimsenin bilmediği bir şike davasının dolaylı üstünü örtmeye çalıştığı” ima ediliyordu programdaki meslektaşı tarafından...

***

Nasıl yapmıştı!!! bunu Gazeteci?..

-“Eskişehirspor teknik direktörü Bülent Uygun önce konuşsun... Sonrasında siz, istediğiniz kadar istediğiniz şekilde soru sorun ve yorumlayın...” diyerek...

***

Ertesi yıl; o programlara hakaretler ve hararetlerle devam ettiler... Saatlerce, günlerce, gecelerce, aylarca sürdü bu süreç...

***

Okul arkadaşı istemesine rağmen bir daha o kanalda spor programı yapması teklif edilmedi Gazeteci”ye...

Oradan da sessiz sedasız ayrıldı...

Tanrı’nın ona yine bir mesaj verdiğini hissederek...

Yazının devamı...

“Tanrım; madem bana Mozart’ın yeteneğini vermedin; bari onu anlayacak zekayı da vermeseydin...”

“Madem bana; Mozart’ınki gibi bir yetenek vermedin Tanrım... Bari onu anlayacak zekayı da vermeseydin...”

Tarihin en trajik sözlerinden birini söyleyen kişinin doğum günü bugün...

O kişinin ismi Antonio Salieri’dir...

***

Hayatı boyunca dünyanın gelmiş geçmiş en dahi müzisyeni olan Mozart’ı kıskandı... Onun yükselmemesi; Yükselince popüler hale gelmemesi;

Popüler hale gelince etkisizleştirilmesi... Etkisizleştirilemediğinde, itibarsızlaştırılması ve işsiz bırakılması... İtibarsızlaştırılma ve aç bırakma yeterli gelmediğinde muhtemelen zehirlenerek öldürülmesi... Dahil olabilecek her kumpası, mesleki ihtirasın verdiği kıskançlığın trajik tezahürü olarak uygulamaktan çekinmedi Salieri...

Saray’da etkili konumdaydı ve bu etkisini hayatı boyunca Mozart’ı yok etmek için kullandı...

***

Bugün onun doğum günü...

Ancak kendisi iyi eğitimli bir müzisyen, orkestra şefi ve klasik müzik ustası olmasına karşın; doğum gününde Salieri’yi besteleri ve müzisyenliğiyle değil; Mozart’a yaptıklarıyla, ona olan haseti ve kıskançlığıyla hatırlıyor dünya...

***

“Gazeteci” 1984 yılında; Mozart’ın hayatını anlatan Amadeus filmini izlerken: Salieri’nin; kıskançlık ve haset dolu ifadeyle Tanrı’ya yakarışını gördü ve irkildi...

***

Tanrı’ya sitem ediyordu Salieri...

-“Tanrım; madem bana Mozart’ınki gibi bir yetenek vermedin; bari onu anlamamı sağlayacak zekayı da vermeseydin...”

GAZETECİ’NİN HAYATINI ZİNDANAÇEVİREN SALİERİ VE EŞİ...

“Gazeteci”; Salieri’nin, Mozart’ın başına açtığı çorapları ilk gördüğünde, henüz dört yıllık bir gazeteciydi...

Ankara’da Batı sinemasında; Amadeus filmini izlemişti 1984 yılında...

Hiç unutamayacağı bir filmdi ve çocukluğunun geçtiği Ankara’da izlediği belki de hayatındaki son filmdi Amedeus... Sonra Atina’ya gidecek ve genç yaşta gazetecilikteki merdivenleri hızlı tırmanmaya başlayacaktı...

***

Gençti, yüreğinin sesini dinlediği için yeteneklerini gösterebileceğine inanıyordu...

Kopyacılığı değil; “yaratıcılığı” benimsemişti...

Elbette bir Mozart değildi...

***

Ama Mozart’ı benimsemek demek; dünyanın en ünlü dahisi olmak demek değildi, “Gazeteci”ye göre...

***

Mesleki yeteneklerini; kimselere bulaşmadan, kimselerin ayağını kaydırmadan en üst düzeye ulaştırmaya, bir değer yaratabilmek için kalbinin sesini dinlemeye çalışmaktı Gazeteci için “Mozart olmanın” anlamı...

NAZIM... “GAZETECİ”... TÜRKİYE’YE TEK BAŞINA KOMÜNİZMİ GETİRECEK İKİ KİŞİ!!!

Salieri’nin; çehresini, Mozart’a yaptıklarını filmden sonra bir daha hiç unutamadı Gazeteci...

Yaptıkları; onu derinden etkilemişti...

***

Kendi hayatında da “bir Salieri”si olduğunu, o Ankara gününden itibaren Salieri ve eşinin onu adım adım izleyeceğini, perde arkasından hayatını karatacağını, zindana çevireceğini, onu yok etmek için her yolu deneyeceklerini bilmeyecekti...

***

Gazeteci; 30 yıl “kendi Salieri”sinin kim olduğundan bilmeden; gazetecilik mesleğini yapmaya çalıştı...

***

Salieri’nin Mozart’a yaptığı kumpasların, hepsini hayatında birer birer yaşadı...

Onun Salieri’si sadece Salieri değil, Salieri’nin eşiydi aynı zamanda...

Hatta Salieri’den daha çok Salieri’nin eşi...

Nam-ı diğer; “Hanımefendi...”

***

35 yıllık gazeteciliği süresince;

Anlayamadığı nedenlerle işinden el çektiriliyor...

Hangi nedenle yapıldığını kestiremediği itibarsızlaştırmanın hedefine oturtuluyor...

“kendi öz çocuklarını görmekten aylarca mahrum bırakılıyor...

Korkunç düğmelere basılarak iş ve özel hayatına tehlikeli etki ajanları sızdırılıyordu...

***

Mesleğinden edildiği, işinden el çektirildiği yetmiyor; cezaevine girmesi için kampanyalar açılıyor...

Siyasi partilere, etki ajanlarına suç duyuruları yaptırılıyordu...

***

Gizli ve etkin kurumların yönetim merkezleri “Gazeteci”yi; yaptığı haberlerle “Ülkeye komünizmi getirecek kişi” olarak lanse ediyorlardı...

***

Nazım Hikmet’le Gazeteci;

“Türkiye’ye tek başına komünizmi getirmekle itham edilen iki kişi” haline geliveriyorlardı...

***

Zavallı Nazım Hikmet; suçsuzdu; ama “komünist”ti...

Gazeteci “komünist” de değildi...

Komünist olmadan ülkeye komünizmi getirecek dünyadaki tek kişiydi!!!

***

Yetenekleri en üst noktaya çıkartmaya çalışan duyguya, kopyacılık yerine; yaratıcılık ve özgünlük prensibini hayata geçirmeye “Mozart Ritüeli” derdi Gazeteci...

***

Kimselerin ayağına basmadan, kimselerin ayağını kaydırmadan, kendi yeteneklerine ve emeklerine yoğunlaşarak yapılan çabanın adıydı “Mozart Ritüeli” Gazeteci’nin gözünde...

***

Mozart da, dahiyane eserlerini yaratırken, bestelerken, yorumlarken; kimsenin ne yaptığıyla ilgilenmemiş, bütün enerjisini “eserlerine ve yarattığı değerlere vermeye özen göstermişti...”

***

Gazeteci’nin gözünde Mozart Ritüeli”nin anlamı buydu...

SALİERİ’NİN MOZART’I ZEHİRLEYEREK ÖLDÜRDÜĞÜ İDDİASI...

Antonio Salieri’nin; Mozart’a çektirdikleri ve onu 35 yaşında zehirle öldürdüğü iddiası; 8 Oscar kazanan Amadeus filmini efsaneleştiriyordu... Film bu temasıyla; Salieri’nin, Mozart’a yönelik hasetini ve kıskançlığını da tarih sahnesinde; ölümsüzleştiriyordu...

***

Amadeus Mozart dünyanın gelmiş geçmiş en iyi kulağa sahip büyük olasılıkla en yetenekli müzisyeniydi...

Bir dahiydi o...

***

Piyano konçertosu; Mozart’ın tek başına geliştirdiği ve dünya çapında popüler hale getirdiği bir türdü...

35 yaşında iddialara göre Salieri tarafından zehirlenerek öldü...

***

Mozart’la hayatı boyunca girdiği gizli rekabette, onun kadar yetenekli olmadığı için geride kalan ve Tanrı’ya “bana onun yeteneğini vermedin; bari o yeteneğini anlayacak zekayı da vermeseydin” diye serzenişte bulunan Salieri’ydi...

MOZART’IN AŞIK OLDUĞU TÜRK KIZI “ZAİDE OPERASI VE 32. SENFONİ...”

Türklerin Avrupa’da hayranlık uyandırdığı yıllarda Mozart 1783 yılında Mehter Marşı’ndan esinlenerek, Türk Marşı’nı besteledi ve dünyaya armağan etti...

***

Tarihçiler öyle demese de; “Gazeteci”ye göre Mozart’ın Türklere olan hayranlığının esas nedeni; Zaide isimli bir Türk kızıydı... Mozart; Zaide isimli Türk kızına aşık olmuştur o yıllarda... Nitekim Türk Marşı’nı yazmadan üç yıl önce, 1780’de Zaide isimli iki perdelik bir opera besteledi...

***

Zaide isimli Türk kızından ilham alarak yazdığı biliniyordu Zaide Operasının... Ne var ki Mozart öldüğünde, bitirememişti iki perdelik Zahide operasını...

Onun için Zahide eserinin sahnelenmesinde; Mozart’ın hayattayken yazamadığı uvertürü yerine, yine kendisinin yazdığı 32. Senfoni’si kullanılırdı...

***

Mozart...

Aşık olduğu Türk kızı Zaide... Bestelediği Zaide Operası... Ve Zaide Operasında çalınan 32. Senfoni... Onun hayatını zindana çeviren, belki de onu zehirleyerek öldüren Antonio Salieri...

***

Bunların hepsi dün “Gazeteci”nin gözlerinin önünden birer birer akıp gitti...

Salieri’nin doğum günüydü dün...

32. Senfoni’yi ve Zaide Operasını dinledi Gazeteci dün... Mozart’ın ölümünden sonra, Tanrı’yla kavga ederek öldüğü söyleniyordu Salieri’nin...

***

Mozart’ın nahif kahkahasını saatlerce kulaklarında duydu dün “Gazeteci...” Ne diyordu onun için Salieri; -”Tanrım; Madem bana onun yeteneğini vermedin...

Bari onu anlayacak zekayı da vermeseydin...”

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.